EDİTÖRÜN NOTU:
Bu bölüm Ethem Aydın'ın kendi kaleminden
olup, 2,3,4,5 ve 8 numaralı kaynakların belirli bir takvime göre
tarafımdan sıralanması ile oluşmuştur. Hayatının aynı
bölümünü farklı iki kaynakta anlattıysa, bunlardan
birisini silmek yerine, birbirleri ile harmanlayıp, her iki yazıyı da
birleştirerek vermeyi uygun gördüm. Varsa ifade
çiftlemeleri bu sebeple oluşmuştur. Okuyucunun dikkatine sunarım.
Yine önceki bölümde olduğu gibi,
kendine özgü üslubu nedeniyle farklı yazılan kelimelere
değil, diğer cümleler üzerinde sadece imla kurallarına
uygunluk denetimi yaptım ve Ethem Aydın'ın kendi taslak
çizimlerini kendi yazıları arasına serpiştirdim.
Editör
1920'lerde, bir başka deyişle Cumhuriyet ile
beraber, eğer bu bir marifetse dünyaya gelmişim.
Sıradanmı sıradan, fulüğ bir yaşam
öyküm var. Ancak ben o öykünün kahramanı
değilim.
Beş yaşıma kadar anımsamıyorum. Kendimi selamladığım
zaman, uygulamalı hayatın içinde buldum. İlk işim ayakta
durmanın yan yollarını öğrenmekle geçti. Altı veya yedi
yaşımda hayvanları tanımağa başladım. Kısrağın, kafama isabet eden
tekmesi ilk belleğim.
Sonra hep atlarla geçen sisli günler.
Sevmeyi, sevilmeyi, atlar, ağaçlar, loş
karanlıklarda uzayıp giden yalnızlığımın, çoğalan imgelerinde
öğrendim.
Yalın doğa, mevsimler, kar, yağmur, birinde ilk defa
yaktığım ateş, dereler, tepeler, bitmeyen gidiş gelişler.! Nedendir
bilinmez, üç atımız oldu (biri kısrak, tayı var), onu bir
kardeşten çok sevdim, yemini verdim, derslerde tımarını
düşündüm, üzerine korkusuzca bindim,
kıvançta ve kaderde birlikte olduk, onunla kısa ve uzun
yolculuklar yaptık, birbirimizi yüreklendirdik, tamamladık.
Böylece doğaya bir geniş pencerem açıldı. Kırlar, dağlar,
bitmez gözüken yollar boyu, başlangıçta ailemin
beraberliğinde, kısa bir süre sonra da yalnız ikimiz, gece ve
gündüz, ağaçlıklar, dağlar, tepeler, yaylalar,
subaşları dinlencelerinde azığımızı yedik. Gecenin yoğun
karanlığını,
renkli ve ışıklı umut hayalleriyle Aydın ettik. Günün
sıcağını bir su başında, ağaç gölgesinde duyumsadık.
Belli bir kullanım alanınız yok. Su taşımak,
değirmene gitmek, eşe dosta hatır için vermek dışında, onları
ayrı ayrı sulamaya ve gezdirmeye götürüyorum. Onlar bana
emanet, tımarını yapıyorum, yemini veriyorum; yaşımsa yedi olabilir.
Silahı tanıdım, keklik besledim, ağaçlara tırmandım, meyve
topladım, bahçeler suladım, fidan diktim, aşı yaptım,
ürünleri gözledim.
Ürünlerin kullanıma ulaşıncaya kadar
geçirdikleri evreleri bir bir yaşadım. Bahçenin
böğürtlen otlarını tahrayla gün boyu temizledim.
Ağaç kestim, budadım. Yağmurda, karda, doluda, yıldırım ve
şimşekleri başlangıcından bitişine kadar izleme duyumsama imkanı
buldum. Doğanın ve doğa olaylarının her dem içinde kalarak,
ayrıcalıksız yaşadım, tanıdım.
Denebilirki, doğayı kendi kitabından, kendi anlatım
amaçları içinde dilinden okudum. Yalın doğayı kendi
yatağında izledim. Anlatılmaz bir aşkla, tutkuyla, içtiğim
suları, okullarda edinebildiğim bilgi kırıntılarıyla karıştırarak,
kendime özgü bir algılama, yorumlama kazandım. Ulaşamadığım
zaman hayalimin hızlı atına binerek mesafeler aldım. Felsefemi
oluşturdum. Şimdileri bilimsel kitapların sayfalarını açarken
her köşe başında tanış, daha önceden yaşanmış duyumlar bana
eşlik ediyor, anlamakta zorluk çekmiyorum.
Artık ilkokul bitiyor.En yakın ortaokul, Silifke 'de
var. Posta arabaları veya deve katarları eşliğinde üç sene
gel gitler, bir büyüğün gözetiminde üç,
beş öğrencinin yerleşimi, pansiyon hayatı çekilmez gibi
gözüken gurbetlik günleri.!.. Heyecanla tekrarını
beklediğim, yolculuklar.
Başlangıçta bir amcanın görkemli dilini
öğrenmiş, çok sevmiştim. Bu da sanata giden ilk yol olsa
gerek.
Uzun uzun öğretmenlik yıllarım başladı.
Adana İlk Öğretmen Okulu'na, gündüzlü giriş. Gazi
Terbiye Resim Bölümü, 1944'te bitiş. Ver elini Kars
Lisesi. Mut nere Kars nere!. Bir yıl sonra askerlik; Bornova, Koşulu
Topçu Alayı. Artık sırasıyla görev yaptığım yerler:
Düziçi Köy Enstitüsü, İvriz Köy
Enstitüsü, Mersin Lisesi, Osmaniye Ortaokulu ve Lisesi, sonra
Adana Erkek Lisesi. Otuz sene kalem tıraşın ağzında kaldım.
Öğrencilerim beni, ben onları eğitmeye çaba verdik.
Sanırımki bu alışverişte ben daha kazançlı çıktım.
İvriz'de evlilik, Mersin'de öğretmenlikten
ayrılış. Ticaret denemesi, dersane, evlilik sürtüşmeleri,
öğretmenliğe tekar dönüş, 1960. Çocuklar
büyüyor, okuyacaklar, okudular.
Yüksek öğrenimini tamamlamış, işini kurmuş
iki oğlum var. Makine mühendisi Cumhur, şimdi İstanbul'da
bilgisayar şirketi sahibi. Diş doktoru Murat Aydın. İş düzeni
iyi.. Kendi işlerinde çalışıyorlar.
Oğlum Cumhur ve Murat işlerini kurduktan sonra karım
tarafından evden kovuldum.
1977 emeklilik, 1991 evliliğin bitimi. Yaşam
sürüyor sürecek de; olumsuzlardan çok
olumluluklar var. Sığınacak bir yerim; (Aydın Sanatevi) kitaplarım,
daktilom, şövalem, puşetlerim, arkadaşlarım, öğrencilerimden
oluşan bir kozmos. Mut ve Mutluluk atmosferim. Aydın Sanat Evi'ni
kurdum. Yediden yetmişe öğrencilerim var. Öğrencilerim ve
dostlarımla mutlu ve çok renkli günler yaşıyorum. Felsefeyi
ve Bilimsel sanat ağırlıklı yapıtları dikkatle okurum. Zaman zaman da
becerebildiğim kadar yazarım. Daktilo, bilgisayar, at, bisiklet,
otomobil, planör, uçak kullanırım. Balon şişirmenin, bazen
içinde, bazen seyirlik düşler kurmanın tiryakisiyim. Her
yıl Mayıs sonu, Mut kayısı bayramına bir Mut 'lu olarak giderim.
Mevimler boyu zaman aralıklarında Türkiye'yi gezmeğe
çalışırım. Van'a yolum düşmüştü. Urartu
kazılarını merak ettim. Dış ülkelerden gelip orada çalışan
Prof. Hanri, eksikli bir tableti çözmeğe
çalışıyordu. Yine eksikli bir cümle dikkatimi
çekti."Yerküre de közdürkülleniryavaşlar ama
yaşar". Orada çizdiklerimi resimle anlatmağa çalıştım.
Bölük pörçük
yaşanmışlıklar; huzurlu huzursuz. Rüzgar gibi geçti.
İç ve dış dinginliğim ve kendime
özgü bir yaşam biçemim var; Mersin'de İçel
Sanat Kulübü, dolgun sosyal çalışmalarıyla, saygın bir
kuruluş; sık sık onlarla olur gezilere katılırım. Ayrıca yaz ayları
yurt içi gezileri seçerim. Çok kalabalık olmayan
yörelerde. İçel Sanat Kulübü'nün onur
üyeliğim var. Adana Sağır ve körler okuluna, Türk Hava
Kurumu 'na katkılarımdan dolayı ödüllendirildim.
Sabahları çok erken kalkar Seyhan kıyısında
yürürüm. İki saat kadar süren sabah
yürüyüşlerine, bazen bisikletimle çıkarım.
Sabahın ilk ışıklarında doğanın süzgün, dinlenmiş
yüzünü görmek, günün, dünden
ayırımını duyumsamak için sessizce ona sokulurum. Irmak boyu
sabahları, gün doğumunda doyumsuz görüntüler
sergiler. Renk henüz renk olmadan, dinginliğin
büyüsü içinde birliğin güzelliğini,
yalınlığını, ötücü kuşların korosunun
büyüsünü paylaşırız. "İlkeler ve Edim"
yürüyüşlerden bir anıdır. Adanalı bu
yürüyüşleri sevdi, yollar dolu dolu oluyor.
Yürünen yol biter. Aydın Sanat evinin kapısındayız.
Günaydın, yerleşik ve birleşik objeler
hepinize. Aydın Sanat evi, benim kapsamlı portremdir. Çantalar,
el değmemiş tuvaller üzerinde belirmiş tuşlar! 1945'ten 1994'e
merhaba... Şövalyeler, binicisini bekleyen huysuz atlar gibi
gergin. 7 den 70 e merhaba.!
Aydın Sanat evinde herkes beklenir. Karınca
kararınca ağırlanır. Günün durağan bir anında,
çıkmazlarımla uğraşırken, kapıda bir gölge belirir. O bir
gölge değil, ışıktır. Çıtıpıtı, mavilere
bürünmüş, yeşil bakan, renk cümbüşü
giysiler içinde oylumlu gamzeler, gülücüklü.
Konuşurum, konuşur. Sesler ilahi tınılı, galeri şenlenmiştir.
Masamda güller, gönlümde bin bir
çiçek...
Saatler kısalır, zaman bir başka boyutta dop dolu...
Ayrılışında dünyam boşalır
Gerçek hayal olur bana
Karanlık mal olur bana
Dostlar bir hal olur bana
Deli olmak işten değil
Olabildiğince birçok ayrıntıdan
kaçındım. Bıkmaz, isterseniz ben yazmaya hazırım.
E. Aydın, 10Eylül1998
Anılar; siz ne kadar sıcak, ne kadar cana
yakınsınız.! Ben'siniz. Sizinle büyüyor; acısıyla tatlısıyla
geçmiş günlerin renginde kokusunda mutluluk buluyoruz..
Yedi yaşından yetmiş yedi yaşa selam!..
İnsan bugünde yaşar ama geçmişte
gezinerek kimliğini merak eder. Eğer kişinin bir sanat yönü
varsa, bu iki bilinenden hareketle gelecek üzerine düşler
kurar. Zamanda gezinmek, bilinçli veya bilinçsiz insanda
yücelti yaratır. Yaratılışın özünde, zamanlarda gezinmek
tutkusu vardır. Günlük ezgi ve üzgülerden
kaçmak istediğimizde,genelde geçmişin fuluğ
derinliklerine sığınır, köşede, kıyıda yaşadığımızı
sandığımız
mutlulukları anımsamak isteriz
Şimdi sizlerle benim
geçmişimde, doğup büyüdüğüm kasabada,
Mut'tayız.
Eldeki kayıtlara göre, o yıllarda Osmanlı İstanbul'da
çöküyor, dünya bastırıyor. Asırların yoksulluğu
üzerine yenilerinin yenisi eklenerek bir çığ gibi
ülkemin üzerine hızla geliyor. Durumun vahametini gören,
içinde duyan bir kişi var ortada, Sarı Paşa. Neredeyse
memleketin tek sahibi, tek ağlayanı, tek düşüneni o sanki.
Bir senedir Anadolu'dadır, kurtuluşa çare aramaktadır.
Çareler bitmez, yeterki düşünen kafa, duyan yürek
bulunsun.
Paşa, doğrudan müdaheleyi düşünmez,
ister ki kuracağı düzen ilerde halka mal edilebilsin, inanır ki
halkın içinden gelmeyen bir müdafaa, eninde sonunda
sahipsiz kalır, çöker.
Bin mihnet, bin zahmet, binlerce açmazlardan
geçerek, Cumhuriyeti kurar. İnsan üstü uğraşlarla
kuruluşu ayakta tutmaya, varlığı korumaya, can siperane gayretler sarf
eder. İnananların, olaya saygı duyanların yakın desteğiyle Cumhuriyeti
kurar.
İşte tarih ana, o büyük kuruluşun doğum sancılarını
çekerken, büyük fırtınaların estiği, kara bulutların
elektrikli boşalmalarının şimşekler, yıldırımlar oluşturduğu
günlerde ilginç bir raslantı, ben de yollardayım.
Böyle bir zamanda dünyaya gelmenin bedeli de
büyüktür. Asırlar boyu sam yellerinin estiği yurdumun
her yerinde gıda, giyim, korunma bir önemli sorundur. İmam
Müderris Mustafa Efendi, ailenin kaptanıdır. Bizleri, akraba
çocuklarını başına toplayarak vefakar, fedakar, iyilik sever,
Hatice hanımın da yardımıyla kuluçka civcivi gibi kanat
açmış, ısıtmış, ısıtmıştır bizleri. Dayı oğlu
Hasan, Nuri, emmi
oğlu Osman, İbrahim, Emine, Ayşe, Fadime, daha sonra bunların
çocukları aynı korunmadan paylarını aldılar.
Hala oğlu Hasan'ın kızı Şadiye üç
yaşında yuvaya sığınan son göçmen kuştur. Şimdi evli,
Mehmet (Muhasebeci), Hasan (Muhasebeci), Durmuş (Subay), kızları da
evlidir. Bize sığınanların hepsi de aynı ölçüde mutlu
günlerine ulaşmışlardır. Daha sonraları benim belleğimde yer
ettiğine göre, kuluçka alışkanlığı bitmemiş, köyden,
kentten okumak için sığınan baba dostu çocukları ki
(doktor Mehmet) Oyladınlı Derviş ilkokullarını bizim daracık, fakat
çok geniş gönül zenginliğimizde tamamlamışlardır.
Bence bugün çok zor, dahası imkansız gibi gözüken
bu yapının asıl uzmanlarını hatırlayabildiğimce yazmaya
çalışacağım.
Yıl Bindokuzyüzyirmiyedi, ben yedi yaşındayım.
İlkokuldayım.
Zayıf, sıtmalı, boy sürmeye başlamış,
içe dönük, derslere ilgisiz, hayal gücü olan
bir çocuk görürsünüz. Sınıflarda genelde
öğrenci yoklaması yapıldıktan sonra, arka sıralardaki yerimde
özel ekranımı açar, gemsiz hayal gücümün
erim çizgilerini aşardım. Ders bitim zilinin çalması veya
ara sıra da olsa öğretmen tarafından adımın söylenmesi, beni
baygınlık derecesinde heyecana iterdi.
İki atımız vardı, onların bakımı, sulanıp tımar edilmesi, ben
üstlenmiştim. En sevdiğim zamanlar onların sırtında rüzgara,
yağmura karşı gittiğim anlar olurdu. Onlar benim arkadaşım, kardeşim,
atam ve öğretmenim olurlardı.
Evimiz bize sığınan akraba çocuklarıyla, uzak
köylerden gelen yatılı sığınmacı öğrencilerle, dört
kardeşimin hatırda kalır hiç bir sürtüşmesi olmadan
yaşadığı, yetmiş metrekare bir alandı. Paylaşmanın bu denli
içtenlikli oluştuğu bir aile topluluğu artık hayal bile edilemez
şimdileri.
Yaşama şansına ulaşan biz dört kardeştik.
Sırasıyla Naciye, Sıdıka, ben Ethem, Kemal. Bunların tanımlaması
için ilerde yine konuya döneceğim.
(Ethem Aydın'ın kendi
fırçasından annesi)
Annem okumamış bir kadın olmasına karşın ayrıcalıksız, her zaman saygın
ve sevgisini yitirmeyen ideal kişiliğe sahipti. Öyle de
ölmüştü. Olaylara sinirlenmeden yaklaşırken, doğruyu, en
uyumluyu bulmakta üstün bir yetiye sahipti. Böylece aile
içinde olduğu kadar komşu akrabalarda gelişen en son, en akla
yatkın çözümü ondan beklenirdi. Annem güzel
bir kadındı. Ama uzlaştırıcılığı nedeniyle erkeklerden saygı duyar,
herkes tarafından sevilirdi. Karşılıksız vermek, onun değişmez
karekteriydi.
Büyük ablam, annemin bir benzeriydi.
Okulunun en iyisi, en çok alternatif üreteniydi. Derste
verilen konuların usanmadan evde uygulamalarını yapar, gerekenleri
maket ve harita haline getirirdi. Ev işlerinde annemin yardımcısı,
ödev hazırlığında hepimizin öğretmeniydi. Güzel resim
yapardı.
Bir defasında ablamın çizdiği bir
çaydanlığı, ince kağıtla kopya etmiş, okula
götürmüştüm. Öğretmenim Hilal hanım
sinirlenmiş, resim defterimi ortadan ikiye parçalamıştı.
Ablam 1968'de Mersin'de öldü. Zeki, hayatı
seven 5 çocuk dünyaya getirdi. Çocukların hepsi
evli. En mutluları Nuray olsa gerek.
Küçük ablam
özgürlüğüne düşkün, okumayı sevmez,
çevresiyle hep ters düşer, hareketli,
güçlü bir yaratılıştaydı. Çok geç
evlendi. Çocuğu yok.
Benim küçüğüm erkek kardeşim,
girişken, sevecen, meraklı, konuşkan, okumayı sever, el emeklerine
yatkın, ancak dokuzyüzkırkbir'lerin kötü geçim
şartları nedeniyle ortaöğretimini yarıda keserek, evin
geçimine koşmak durumunda kalmıştır. Fedakar, özveriyi
seven, tuttuğu işi koparan, zor şartlar içinde başarıyı
yakalamayı bilen, hayat dolu, kitleleri etkileme yeteneği olan,
seçkin bir hatip özelliği taşır. Yaşayıp yaşatabilmek
için çok ağır şartlarla karşılaştı, başardı da.
Yaldızoğulları'ndan Naciye ile evli. Mustafa,
Muammer, Muzaffer, İpek, Murat, Muazzez, altı çocukları var.
Mustafa, Muammer, Muzaffer evliler. Bu gün aç ve
açık değiller. sofraları sevdiklerine açık lokmasını
üleşmeyi sever. Kemal soyadını değiştirerek Müderrisoğlu aldı.
Ben 1949 senesinde Naciye ile evlendim. İki oğlum
var. Biri 1954 doğumlu makina mühendisi. Diğeri 1958 doğumlu
Çapa Diş fakültesini bitirmek üzere.
E. Aydın, 18Temmuz1980 Cuma
(Ethem
Aydın'ın kendi fırçasından babası)
Babam Müderris Mustafa Efendi; Ermenek'te doğmuş, edik dikme, saat
tamiri,
çift çıbık işleri, bağbahçe, hayvanhaşat bakımı,
yetiştirilmesi, ağaç budama ve aşılama, dahası her işin ilk
prensiplerini bilen birisi.
Okuma yazmayı öğrenmiş, Kuranı iyice hatmetmiş,
tefsirine, yorumlarına özenmiş özgür birisi. Siz ona
başı boş, hayalci, serazat da diyebilirsiniz. Baba ocağından
küçük yaşta kopmuş, başını alıp yapabildiğince
uzaklaşmış yuvadan, dar çevre bağlarından, bağımlılıklardan.
Belki askerlikte gözünde
büyümüş olacak ki, onu Mısır'da buluyoruz. Evet şu
Camüülezher'in bulunduğu Mısır'da.
O günleri hayal ediyorum, genç, orta
boylu, sevimli, konuşkan, girişken, hayal kuran, kurduğu hayallerin
peşine düşen birisi.
Yemeğini kendisi yapıyor, belki de bir arkadaş
gurubu içinde eli en yatkın olan olduğu için. Nil
nehrinde yıkanıyor, çamaşırlarını yıkayıp, bol güneşte
kurutuyor. Dünyaca ünlü Camüülezhere devam
ediyor, belkide medreselerinde birde yatacak hücresi var.
Her işe eli yattığı, daha ziyade saat tamiri bildiği için
çevrece aranır idi belki de. Tıpkı bugün olduğu gibi. Namaz
kıldırabiliyor, Kuran okuyor, belki mevlütler içinde
aranıyordu. Şikayetsiz yaşayıp gidiyordu. Ama ondan acele bir ayrılış
görüyoruz, sebebi pek belli değil, üniversiteyi
bitiremiyor, ayrılıyor. Daha sonraları Şam da, Halep'te de izlerine
rastlanıyor.
Babam, uzun bir süre Mısır'dan,
Camiülesher' den din hocası olarak dönüşünde,
Medreselerde hocalık yapmış, yerleşik çevre insanları arasında
saygın olmuş birisiydi. Kendisi bizlerle uzun uzun oturup konuşmadığı
için bilemiyorum, işittiklerime göre yazıyorum.
Türkiye'ye dönüyor, Tabur İmamlığı, Akşehir
müftülüğü, Selinti müftülüğü
gibi kısa başlıklı ünvanlar da edinmiş. Babam Müderris
makamına sahipti ve de layıktı. Bu ünvanı Mısır'da Camiül
Ezher'de uzun bir süre kalarak kazanmış ama elinde canlı
şahitler ve dopdolu kitaplar dışında bir onaylı belgesi yoktu. Hayal
meyal şöyle bir belgenin kendisine verildiğini hatırlıyorum:
"Müderris Mustafa Efendi, 1867 Ermenek , İbrahim Oğlu, Millet
Mektebi Vesikası.!" Derslere devam etmeden yeni harflerle
Türkçe okuma yazmayı iyice öğrendiğinden kendisine bu
vesika verilmiştir.
Müsbet ilimleri dini ilimlerle bağdaştıran,
mütevazi işyerinde eşi, kız erkek çocukları dahil iş
bölümü yapan, kadın haklarına saygılı, hurafeye
inanmayan, ezanı ilk türkçe olarak okuyan,
gününün ibadet dışında kalan kısmını okuyarak,
arkadaşları ile tartışarak, saat tamir ederek geçiren, komşu ve
çevre bahçelerini kendi bahçesi imiş gibi gezen,
aşı yapan, fidan diken, Müderris Mustafa efendi
kötülüklerden arınmış, sevilen sayılan bir insandı.
Dikiş diker, yemeni, kundura, çizme onarır, duvar örer,
köşe yontar, ağaç yetiştirir, budar, çeşit
çeşit aşı bilir; kendinin bahçesi yoktu ama,
bütün kasaba bahçelerine teklifsiz girer
çıkardı, fidanları gözler, aşıladıklarıyla ilgilenir,
meyvelerini tadardı.. Geniş bir kitaplığı vardı. Okumayı severdi.
Okuduklarını özümser, kaynak kitaplardan zenginleştirir,
gerekirse okul kitaplarını da inceler, zamanın müftüsü,
kadısı, ülamasıyla uzun uzun tartışır, cuma hutbelerinde halka
sunardı.
Ölümüne kadar insanları aydınlatma
görevine içtenlikle devam etmiştir. Açık fikirliydi,
bağnaz değildi. Türkçe ezanı ezgiyle ilk okuyanlardandır.
Yeni yazıyı da yörede ilk öğrenen ve öğretmeye
çalışanlardandı. Asabi mizaçlı, ama kindar değildi.
Bizler ve çevre, onu böyle tanır ve severlerdi. Uzun
süre Mısır'da kaldığı için Arapça ve
Farsça'ya hakim; hemen her zenaatta uzmanlaşmış olarak
dönmüş. Saatçiliği de bu arada Mısır'da öğrenmiş
olsa gerek!, bütün el sanatlarına da el yatkınlığı vardı.
Ben O'nu 1930 larda tanımağa başladım. Kin garaz
bilmez, karşılık gözetmeden veren, kanunlara saygılı, inkilaplara
inançlı, insanları çok seven bir kimse idi.
Unutmayınız 1930-1950 elli sene önce bu
gün bile elit tabakalar arasında az bulunan biri yaşamış.
Ermeneğe orta yaşın üzerinde dönüyor,
galiba evlenmeyi düşünerek. Ermenek'te camilerde aranan,
sevilen birisi olsa gerek ki, zamanın zengin esnafından, Hacı Reşit
Efendi onu ev, bağ sahibi etmek için, şimdiki adıyla
Ermenek'teki Değirmenlik semtinde, güneş gören, ufku
açık bitek bir bağı, çok cüzi bir bedelle vede
kazandıkça ödenmek kaydıyla kendisine zorla satıyor.
Yukarda arz ettiğim gibi, hem hocayı Ermeneğe bağlamak, hem de hoca ile
bağ komşusu olmak için olsa gerek. Tek varlığı, iç
çarşıda yetmiş metre kare civarında. Daha sonra bizlerin yuvadan
uçuncaya kadar oturacağımız yer orası olmuştur.
Müderris Mustafa Efendi yakın bir akrabasının
güzel kızı Hatice hanımla evlenir. Sanıyor ve tahmin ediyorum
Mustafa Efendi 3035 yaşlarındadır. Uzun süre gurbette yalnız
oluşu, sıcak ve ılıman ülkelerde, düzensiz bir beslenmeyle
sağlığı vahim, midesi zayıf, Ermenek'teki sert kış şartlarına
dayanamadığı için, bütün ısrarlara rağmen Ermenek'ten
Mut'a göç eder. Lal Başa camiinde imamlık, Mut'ta bulunan
medresede dersler vermek suretiyle geçimini sağlar. Yazları
ekseriya annem ve çocuklar yazı Ermenek'teki bağda, kışları
Mut'ta geçirirken bende aileye karıştım. Benden önce
kardeşler yarım düzineye yakın kardeş dünyaya gelmiş ve fakat
yaşamak şansına eremeden gitmişler, belki de bu nedenle olacak akraba
çocuklarına kapımız açık tutulmuş.
Çok az bir maaş alırdı. O'na "Hidamet"
derlerdi, pekte anlamadım, ama çokaz olduğunu duyumsardık. Babam
tek insan değildi. Osmanlı'nın Feyzinden fazlasıyla faydalanmış bir
müftümüz, müftü Nadir Efendi, bir Hakim, Hakim
Akli Rıza Efendi, Müftü zade Hüseyin efendi,
Cumhuriyetle beraber mebus olan Pepe Ali Efendi, (tabii önceleri
mebus değildi) benim hemen hatırlayabildiklerim. Bu gratta olmasa bile,
yine de mürekkep yalamış daha on kadar kişiyi hatırlarım. Hepsi
saygı değerdiler. Cuma günleri, bayram ve onun dışındaki
önemli dini günler haricinde hutbeleri hep babam hazırlar,
hiç bir sefer uzun bir ön hazırlık yapmadan halkın
karşısına çıkmazdı. Hazırlıklarını Müftü Nadir Efendi
veya bulabildiği, bir veya birkaç arkadaşına okur, fikirlerini
alır, sonra tekrar düzenler, yazısına da çok önem
vererek hazırlardı. Benim hatırladığım günlerde, okul
kitaplarından da hutbeye aktarmalar yapmayı ihmal etmezdi. Kuru bir
dini bilgi yerine, yaşayan bilimsellikle de konuşmalarını bağdaştırmaya
emek verirdi. Böyle çalışmaktan çok mutluluk
duyardı. Muhteris değildi, kendisine Rumlardan kalan bir çok şey
teklif edilmiş, zengin olanlarca toprak bağışlanmak istenmiş, kabul
etmemiş, ancak Mut'tan ayrılmak üzere olan bir kaymakamın, uzun
kaymakam denilen birinin evini satın almış, onunla yetinmişti.
O yıllarda, müderris Mustafa Efendi, evde bir
hayli hırçın, asabi, çocuklara karşı acımasızdı. Doğaldı
ki, bizlerde dar bir mekan içinde, kalabalık bir aile yapımızdan
sebep, kişisel sınırlarımızı yetersiz bulur, başarabildiğimizce
diğerlerinin sınırlarını zorlar böylece uyumsuz olurduk. Fakat,
babam Mustafa Efendi, genelde çevre ile çok uyumlu ve
saygındı. Komşulara, komşu aile bireylerine hep yakın ve koruyucu, niza
kabul etmez, hizmet etmeyi severdi. Kendi evinde otoritesi yüksek;
kasaba halkına anlayışlı, sevegen, daima iş bitiriciydi...
O zamanlarda (KADI' HAKİM', Müftü.
Müderris); köylerin ve kasabanın, hukukla ilgili sorunlarını,
yerleşik geleneğe, etiğe uygun olarak, uzlaştırma yolunu
seçerler, kişileri, kanunların acımasız sürüncemeli,
katı buyruğundan, böylece korurlardı. İnsanlar kendi aralarında
anlaşmazlığa düştüklerinde, babam aracı olur, bu ev
içi geçimsizliklerinde de böyle olurdu. Hukukla
ilgili sorunlarını çoğunlukla tatlıya bağlama becerileri
dillerde unutulmaz anılar bırakırdı...
Evimiz dayalı döşeli değildi çok ama
çok kitaplarımız vardı. İri, ağır, temiz ciltli idiler. Sanırım
kitapların hemen hepsini de O okumuştu. Hem de tekrar tekrar ki,
mezarında "İlmiyle Mümeyyiz" diye yazar.
Bu ölümlü dünya için bu
kadar içten bağlılıkla gece gündüz kendini ilme,
insanlığın mutluluğuna adamış insanları yılların ötesinden daha
iyi anlıyor, kıskanarak seyrediyorum.
Tehir sözcüğü için bir yeni
sözcük ararsanızİşte o benim.
İstedik ki (tabii neden ne sebeple istediğim de
bilinmez) sizlere bu güne kadar gizlediğim veya gizlemeğe
çalıştığım öz yapıdan bahsetmek, böylece her kişide
olduğu gibi, asıl ben ile, yapma maskeli ben arasındaki
çelişkiyi vurgulamak.
Beş ölü doğan kardeşten uzun bir süre
sonra sıra bana gelmiş, ama yedi ayın sonunda doğmağa kalkmışım, başta
anam olmak üzere herkesleri bir telaştır almış.Ebe Hasibe nine,
akzencefil, darifilfil, sinamaki, rezene, ebegömeci ile bir
mahluta hazırlayıp anama yedirmiş, sonrada buharına oturtmuş, ben de
doğmaktan vazgeçmişim. Dokuzay, on gün sonunda, yine bir
aksilik başlamış, dünyaya gelmek istemiyorum. Tam bir ay
geçmiş, doğum yok, sancılar devam ediyor. Yatağımın başında
bilmem kaçıncı gününü uyuklayarak geçiren
Hasibe nine, bir rüya görür, uyanınca kafasını sallar ve
erken doğum için hazırladığı mahlutayı tekrar hazırlatır,
uygulanır. O gece doğmuşum. Üç yaşında konuşmuş, beş
yaşında yürümüşüm.
Zaman israfından, eşten dosttan utandığım
için olacak, sekiz yaşımda ata binmeğe, on yaşımda yalnız uzun
seyahatlara çıkmağa başlamışım.Onbeş yaşında evden
çıktım, bir daha da dönmedim. Doğaldır ki, bu geçen
sürede bazı münasebetsizlikler yaptım. Öğretmen oldum,
pilot oldum, dahası ressam oldum. Doğaldır ki olabildiği kadar.
Ben televizyon ekranını yedi yaşımda iken bulmuştum.
Derslerde arkadaşlarım karatahtayı veya pepeme Murtaza beyi dinlerler
veya dinlemeğe çalışırlarken, ben televizyonumu açar,
dersleri ıska geçerdim, bana derste geçenleri soranlar
hep hava alırlardı.Tabii ben de hep zayıf alırdım.Televizyonum o kadar
renkli, o kadar bol kanallı idi ki hiçbir mutluluk, benim
ekranımda ki kadar gerçek oamazdı.
Hala o ekranı yanımda taşırım, hem de çok
memnunum.
Dostlar başına......
İlkokulu zar zor bitirdim. Sanırım her seneyi iki kere okudum. Birinci
sınıfa çok acele konuşan, fevri mizaçlı Mümtaz bey
isimli bir öğretmende eski Türkçe olarak başladım.
Hatırladığım sınıf arkadaşlarım¸ uzun Ali efendi'nin Ömer,
marangoz topal Mehmet usta'nın rahmetli Duran, Rodos'lu kızı
Müzeyyen vs.. Kaymakamın evi denilen binanın
güney doğusu alt katında bir sınıfımız vardı. Öğretmen
çok döver, çabuk konuşur, iyi anlatamaz, asabiydi,
çok dayak atar, sonrada şeker dağıtırdı. Böylece değnekten
oluşan gözyaşları şeker tadı ile karışır, değişik duygulara
dönüşürdü.
Çocukluğum ezik geçti. evinde ekmeği
ve müsafiri eksik olmayan bir aile, 192930 larda fakir sayılırsa
fakir, deyilse orta halli idik. Hemen demek gerekirse bilgi, ilim,
hoşgörü, sağduyu yönünden Türkiye genellerinin
üstünde sayılırız. Zira bugün camilerde konuşulamayan
ilmi ve fenni yorumlar Kur'anı Kerim'in gelecekler için yol
gösterici daima akla mantığa yatkın tefsirleri cuma namazlarında
halka ulaştırılmak üzere bizim evde hazırlanırdı.
(Editörün Notu: Bu belgeler tarafımdan muhafaza edilmektedir)
E. Aydın, 21Temmuz1980 P.tesi
Yeni yazıya geçişimizi iyi hatırlayamıyorum.
Galiba aynı binada üst katlardan loş bir sınıfta başladık.
albümümde bulunan bir fotoğraf o günleri simgelese gerek.
Ermenek'li çok kibar, beyefendi, bilgili,
güler yüzlü, saygın Rıza bey (rahmetli). Lacivert
elbise, beyaz gömlek, papyon kravat, ütülü
giyimiyle şimdi bile kendisini çok net hatırlıyorum.
Konuşmaları, el yüz hareketleri, bazen şehlalaşan gözleri,
dalgalı saçları, kelimelerin sonunu uzatışı, herkesi beyefendi
diye çağırışı..... O'nu rahat rahat sayfalarca anlatabilirim.
O zatla ilgili olan herşeyi rahat öğreniyor,
iyi belliyordum. Anlıyorumki hocalık çok ama pek çok ince
bir sanat.
Ben zayıf, sıtmalı, içe dönük,
güçsüz, heyecanlı, dolayısı ile başarısız,
günaşırı sıtma nöbetleri geçiren bir çocuğum.
Evimiz tıkabasa insan dolu. Babamın odası, köşede şeker
sandığından bir saat tezgahı, arkasında gömme dolap, tıkabasa
ciltli kitaplar. Ocak üzerinde çalışan zil çalan boy
boy ayara bırakılmış masa saatları günün her anını ayrı ayrı
simgeler. Peryodik aralıklara böler dururlar. Bazen alarm, bazen
de bir müzikal melodi ile daha da bir farklı geniş uzaklıkları
işaretlerler. Böylece saat sesleri bizim evin nabzıdır denebilir.
Babam orada çalışır, orada cuma hutbelerini hazırlar, orada
ailece yemek yenir, çocuklar ders çalışır, misafirler
kabul edilir. Karşı oda loş, çoğu zaman soğuk ve annem kız
kardeşlerim ve onlarla bağıntılı şeylere ayrılmış.
Bir de mutfak ve taş salonumuz var. Genellikle kavun, karpuz ve buğday
yığılır. Banyomuzu kışın babamın odasında musandere dediğimiz dolap
kapılı bir yerde yapardık. Odanın altında 1metre kadar yüksekliği
olan toprak bodrum vardı. Sular oraya akar, toprağın emmesine terk
edilir idi. Odanın ortasından bir tahta kapakla inilebilirdi ama
çoğu zaman birkaç pirenin barınağı olan bu yere
çok seyrek inilirdi. Taş salonun ortasından bahçe suyu
geçerdi. Ama bütün şeyler bize çok orjinal ve
sevimli gelirdi.
Bu yaklaşık 100 metrekare olan üzerinde annem, babam, ablalarım,
iki erkek kardeş, Oyladın'lı Derviş hocanın oğlu sonradan doktor olan
Mehmet ağabey pansiyoner olarak yaşar giderdik.
Kışın çoğu zaman amca, dayı, amca oğulları,
hala oğulları, Ermenek'ten yatılı olarak gelirler bizimle
kalırlardı.Durumdan anlaşılacağı üzere bizim evde ders yapmak,
ödev hazırlamak bir meseledir.
Bayramlarda namaza , hacı Nuh'lu, gereğinde
çömelek, Hacı Ahmet'lerden Çortak(*)'tan yatılı
müsafirlerimiz olur, beraberce bayram namazına gidilir, bayram
yemeği yenir, ne aç ne de açık kalan olurdu.
Bugünü düşünüyorum da evimize bir karıkoca
misafir gelse bütün ev huzursuz oluyor, tedirgin oluyor hem
de o günden en az 100 kat imkan içinde olunmasına rağmen.
E. Aydın, 22Temmuz1980 Salı
Akşamlar iş bölümü yapılır. Ahmet ağa
en kuvvetlimiz en beceriklimiz, ceviz çırpacak. Naciye, Sıdıka,
Havva, Ethem ceviz toplayacak, çuvallayacak. Seyde
üzüm bozacak, Fadime sepetleri ipten alacak, öğleden
sonra Hüseyin emmi eşeklerle köfe getirecek, kesik kulakla
beraber çuvallar köfeler eve taşınacak. Herkes yemeğini
yanında götürecek. Akşama böyük sofra evde olacak.
E. Aydın, 21Ağustos1980
Üzümler sıkılır, cevizler kırılır
ayıklanır, kazanların altı ateşlenir bahçelerde. Bandırma
cevizleri dizilir ip ip, kişilerin adına, kazanlarda şıralar
köpüklenir kaynaya kaynaya.
Közler üzerinde firik mısır
körükleri(*) , otantik sesler çıkararak
çatırdar durur sabahlara dek. Uyku unutulmuştur artık yaşam
sevinci içinde.
Nişastalar ezilir, unlar karıştırılır, bandırma
palizası(*) hazırlanır kıvamınca. Ceviz dizileri boy boy,
batırılıp çıkarılır, iplere dizilir. Hıralar (*) tekrar
doldurulur, iplere dizilirler altlarına birer kap konarak. Kurutulur
gölgelerde, ayvalar pekmez kazanında kıvamını bulurlar. İş
arası(*) kolay gelsin diyen her komşu baş tacı edilir, yedirilir
içirilir.
Evimizde, babam gözüyle okurköşesi
düzenlenmiştir. O tamam. Ablam sessiz geç saatlere kadar
rahat çalışır, küçük bir de yer masası vardır.
Okulda dersleri çok iyidir. Günlük dersleri kolayca
yapar, sonra gergef, iplik oyası, resim, bazen de ders araçları
üretmekle zaman geçirir. Aman yarabbim.. ne araçlar
ne araçlar. Hem görüntüsü güzel hem de
bugün bile fizikte kimyada ne işe yaradığını hala bilmediğim
ilkokul ödevleri. Hem de başparmağında dokununca ağrıyan bir yara
var.
Oyladın'lı Mehmet ağabey sesli okumazsa yapamayan
anlayamayan bir tip. O da iyi resim yapar, başarmağa inatçı.
Mutfak odada elinde kitap sabaha kadar çalıştığını çoğu
günlerde uyuyakaldığını hatırlarım.
İkinci ablam Sıdıka hanım dersleri pek sevmez.
Kendibaşına buyruk, atik. Erkek oyunlarını bile bizden iyi oynar ve
kurallara karşı. Dolayısı ile dersleri başarısız. Bol uyku uyuyan
sağlıklı bir yapıda.
Ben Ethem, hastalıklı, zayıf, mukavemetsiz. En iyiyi
başarmak isteyen ama gücü en iyisine yetmeyen, heyecanlı,
ötlek, hayal gücü sonsuz, başarısızlıktan aşağılık
kompleksine düşmüş, sevilmeğe okşanmağa yatkın, onurlu ve en
küçük bir zor karşısında düşünme, savunma,
direnme ölçülerini yitiren birisi.
Bazen bir taş, bazen bir sopa bazen de 4 teker
üzerine çakılmış tahtalarla iniş yokuş yürüyen
arabalar hayal eden, bu hayalle saatlerce avunan bir yapıya sahip.
Galiba bu özellik bütün ömür boyu biraz az
biraz fazla sürüp gitti.
Realite ile ulaşamadığım yerlere her türlü
yalanla, hakikatları çarpıtarak ulaşmağı huy edinmiştim. Oyun ve
derslerde arkadaşlarımdan daima geri olmam sebebiyle aranır olmak
için evden okula bol çerez taşır onların ilgisini
geçici de olsa üzerime çeker, dükkandan fırsat
düştükçe para aşırarak daha değişik sarflarla istekli
guruplar arasında yerimi korumağa çalışırdım. Ablamın
ödevlerinden genellikle resimlerini bir koz olarak derslere
getirir, dahası, ben yaptım diye böbürlenirdim. Anlamadığım
şey; bu gün ben ressamım.
E. Aydın, 23Temmuz1980
Çarşamba
Bir defasında çaydanlık, bardak, evet,
çaydanlık bardak resmini sınıfa getirmiş benim diye arkadaşlara
pozumu attıktan sonra, öğretmen Nihal hanıma ödev olarak
göstermiştim. Öğretmen, çok kibar öğretmenlik
özelliğine sahip olmasına rağmen defterimi ortadan yırtarak başıma
çalmıştı. Bir defasında yine belki bir çok kereler derse
kalkma sırası bana yaklaşınca öğretmenim çişim var diye
helaya gider, bazen de heladan aranacak kadar gecikirdim.
Nihal hanım, çok iyi, bilgili, güzel bir
terbiyeci idi. O muhterem kadın belki beni çocukken
ölüp gitmekten kurtardı. Denilebilirki o benim ikinci anam
oldu. (*) zaten sıtma ile çok zayıflamış olan bünyem
böylece daha da yıpranır, beyin gücü çok zayıflar
esrarkeşler gibi yaşar giderdim. İşte Nihal hanım böyle bir
zamanda öğretmenimiz oldu. Önce duruma teşhis koydu. Sonra
beyi hükümet tabibi Mustafa beye havale ederek, durumun tıbbi
yönü ele alındı. Sonra anne ve ablamla konuşarak okul ev
arasında işbirliği yapılarak konuya el konuldu.
Daha sonra kişiliğim üzerinde ince ve bıkmayan
araştırmalar yaparak beni çok iyi tanıdı ve başarı için
yolumu açtı. Bazı özel fakat çok yerinde fırsatlar
vererek kişiliğimin gelişmesine öncü oldu.
Küçük başarılarla hayatı sevmeme yardım etti. Ben işte
bu muhterem kadınla dünyaya geldim. Bu saygın kişi hakkında her
arkadaşım unutulmaz anılarla doludur. Bundan sonraki günlerimde
başarı savaşları da vermeğe başladığımı hatırlarım. Galiba
sınıf
dördü okuyordum. Hocamızı hatırlamıyorum. Sınıfa
müfettiş gelmiş, işlenmiş olan derslerin tekrarı için
bütün sınıfa hitab ederek kim tahtaya gelmek ister
demişti. Sınıftan o seçkin zeki, Kadir, Mazhar, Emetullah, İlhan
mazhar öğrencileri tam siper yapmış gözden kaçmağa
çalışıyordular. O sırada ben parmak kaldırarak derse kalkmak
istemiş, sınıf öğretmenimizin pek de istememesine rağmen haritalar
başına giderek gayet rahat göç yollarını anlatmağa
başlamıştım. Arkadaşlarımın gıpta ile öğretmenlerimin hayretle
bakışları karşısında müfettiş ve başöğretmenin aferinlerini
almış ve böylece içimdeki yenilmez şeytanı yenmiştim.
Okul biterken yine tarih ve coğrafya imtihanında
çok iyi bildiğim sorular çıkmış ama heyecandan cevap
verememiş, uzun uzun ağlamıştım.Ama o sınıfta beni tanıyan seven
öğretmenler sabırlı kişiler vardı. Beklediler. Onore ettiler ve
bildiğime dair inancımı desteklediler. Başardığımı gördüler.
Bakınız yeni hatırlıyorum ben kalenin surları
üzerinde bulunan sınıflarda da okudum ama şu anda açık
seçik hatırlayamıyorum. Şunu diyeceğimki çok ama
çok kıymetli öğretmenlerimiz vardı. Tevfik hoca
birkaç arkadaşı ile bisiklet tekerleği, zincir, şu bu yardımıyla
Kale Pınarı altında bir elektrik türübünü
kurmuşlar,okulu Pınarbaşını aydınlatmışlardı.
Cemil hoca matematik ve yıldız bilimleri, belkide
meslek okulu bile görmemiş bir köy öğretmeni (hacı
ruhlu). Bir gece ben ve kardeşlerine gökyüzünde
burçları, yıldızları tasnif ve tarif etmiş araştırma
nirenglerini uzun uzun anlatmıştı. Acaba bu insanlar nasıl
yetişmişlerdi. Bugünün öğretmenleri hiç
gökyüzüne veya çevrelerine alıcı gözle
bakarlar mı? Mamhut hocalar, Nebil beyler, Nihal hanımlar...
Din adamları da bir başkaydı o günlerin.
Müftü Nadir efendi tipik bir Osmanlı, soyu zengin bir bir
Atatürk yanlısı idi. Dini görüşü çok olgun
ve deneyimleri müsbet ilimlere dayalı, yorum tefsirleri ile daima
büyük kalmıştı. Oğlu öğretmen Nasri bey, Mahmut Mutlay,
Kazım Yaprak, pırıl pırıl zeka kaynağı idiler.
Müftü bizlere zeka bilmeceleri sorardı....
Bir köprüden 3 kişi geçer, biri bakar basar
geçer, biri bakar basmaz geçer, biri de bakmaz basmaz
geçer gibi.
E. Aydın, 25Temmuz1980
Mahmut hoca, Çortak'lı Cemil hoca, Tevfik
hoca, Pepe Ali efendi, Müftü Nadir efendi, Müderris
Mustafa efendi, Sadi bey, Nebil bey, Emin bey, Vehbi bey,
başöğretmen Rıza bey, Yusuf bey, sopa tokat atmada çok
marifetli Nihal hanım ve daha hatırlayamadığım büyükler..
E. Aydın, 26Temmuz1980
Her insanda olduğu gibi, benim de hayal ettiğim veya
gerçekte var olan, anımsamaktan zevk alacağım bir
özgeçmişim var veya olmalıdır. Girintisi çıkıntısı,
eğimi, suyu, yeşili, karı çok bir yerdir Ermenek. Yazları serin,
verimli, bağlık bahçelik, çalışkan insanların diyarı ve
yeridir. Anam, babam akrabadırlar ve oralıdırlar. Dar ve sınırlı
topraklar üzerinde daha çok üretmek zor olduğundan,
bir kısım yeni yetmeler, ulaşabildikleri çizgilere kadar
dağılmış, oralarda yerleşmişlerdir.
Babam Mustafa böylece, Mısır'a kadar uzanmış,
gençliğini, Camiilesher çevresinde yapabildiği kadar
okuyarak, çoğunlukla boğaz tokluğuna çalışarak
geçirmiş, yurda döndüğünde, Osmanlı idaresi
içinde, medreselerde ders vermiş, ismi Müderris Mustafa
Efendi olmuş. Annem, o zamanın her kadını gibi, evinde kısmetini
beklerken evlenmişler ve Mut'a yerleşmişler.
Gerçi, uzun süre Ermenek'te oturulmuş. Kardeşler doğmuş,
kardeşler ölmüş ama benim için hayat Mut'ta başlar.
Cumhuriyetle yaşıtım hatta, mayıs doğumlu da olabilirim. Belleğim, ilk
anıları ilk okulda buluyor. Sonradan, Kaymakamın Evi diye adlandırılan
bir binanın alt katında, bir köşe sınıfta, eski yazı
öğrenmeye çalışıyoruz. Mümtaz Bey, bir elinde sopa,
bir cebinde şeker dolu olarak sınıfa girer, bilene, uslu oturana şeker,
bilmeyene sopa, tokat atar. Konuşması hızlı ve pepeme idi. Zayıf, esmer
ve belki kahve, yeşil tonlu gözlü, gözlüklü
birisiydi. Allah rahmet eylesin.
Yeni yazıya bütün Mut'luyla birlikte,
bahçelerde, salonlarda ve her yerde başladık. Annem bile yazıyı
öğrendi. Hele babam, bizlere öğretmen bile oldu. Nerden
geldiklerini, nerede okuduklarını bilmediğim, milliyetçi
kültürlü öğretmenler, birden bire var oldular,
derslikler doldu. Üniversite çaplı dersler alındı, verildi.
Solgun çizgileriyle anımsadığıma göre,
gece dersleri verilirdi. Bir takım uzaylı kişiler, öğrencilere,
gökyüzü hakkında bilgiler verirlerdi.
Daha sonraki yıllarda, sık sık, soylu temsilleri,
Mutlu'ya izletirlerdi. Oyuncular ise, ayakkabı boyacısı, sucu, duvarcı
ustası, berber, kasap, öğretmen, kaymakam, hakim, imam kol kola,
iç içe olurlardı. Şaşılası durum, bugün bu insanlar,
birbirlerini görmezler veya görmezlikten gelirler.
Mut'ta, eskiden, kış ayları çok çetin
geçerdi. Pınarbaşı'nda bir değirmen vardı. Oluklarından ve
saçaklardan, uzun buz saçakları olurdu. Fırtına
güçlü eser ama merkezi eserdi. Sarı yapraklar,
çınarların dibinde büyük yığınlar oluştururlardı. Biz
küçükler, öncelikle ben, o yığınların altında
ilerlemekten haz duyardım. Oyunumuzun bitmemesini isterdim. Okulda
geçen günlerim ne kadar sıkıcı ise, sokaktaki zamanım o
oranda zevkli ve doyurucu geçerdi. Sanıyorum, sağlıklı bir
öğrenci değildim. Evimiz kalabalıktı. Topu topu yetmiş metre kare
bir alanda, akrabaların çocukları, köyden okumaya gelen
yatılı birkaç öğrenci ve dört kişi biz ve ana baba.
Bunların normal gereksinimleri, çocuk olunsa da, bir takım
şeylerin paylaşılması gerçeğini, bize öğretmişti. O
yılların moda hastalığı, sıtma ve arkasından veremdi. İkisinden de
ölenlerin sayısı, hep yarışırlardı.
Günaşırı, ateşim çıkardı. Yatar, nöbet sonrası yorgun,
ayağa kalkardım. Çocuk ama takatsiz, güçsüz boy
atıyor, beyni henüz beslenemiyor ve bütün bu nedenlerle,
başarının tadını alamıyordum. Okulu sevmiyordum.
Resim ve elişlerine karşı ilgim vardı.
Öğretmenimiz bize, doğal alçı taşını tanıtmış,
hazırlanmasını öğretmişti. Çok güzel kalıplar alıyor
ve boyuyorduk. Uygun zamanlarda, dere kenarında kil heykelcikler
yapmaya giderdik, sınıfça. Benim bol imkanım, babamın
saatçi olması nedeniyle, evdeki onarıma gelmiş veya bozuk, eski
saatlerin, sökülüp, dağıtılması idi.
Onları karıştırırken de, mekanik yapıya bir ilgim
oldu ve kısmen de olsa, saat tamirini öğrendim. Hemen hemen her
aile birimde, okul ve dersler yan hizmet kabul edilirdi. Asıl
görev, evin iç hizmetlerindeki iş
bölümünün aksamaması idi. Pınardan su taşımak,
çamaşıra gitmek, ipek böceği için yaprak toplamak,
değirmene, un veya bulgur öğütmeye gitmek, bahçe
hizmetleri, özür götürmeyen, asal işlerdi. Hepimiz
de, bu sorumluluklarımızı, çok ciddiye alır, başarmakla
koşullandırıldık. Bilinirdi ki, üslenilen görev, koşulsuz
edime ulaşacaktır. İkinci bir şekli olmaz.
İlkokul yıllarımı hayal meyal hatırlarım. İlkokula başladığım
yıl, yeni
yazı çıkmıştı, Murtaza bey öğretmenimizdi. (1Kasım1928.)
Birinci sınıftaki çevremi net hatırlamıyorum.
Öğretmen iki kız arkadaş, Rodosluların kızı Müzeyyen ve şimdi
ismini anımsamadığım birisi.
İkinci sınıfta daha çok hatırımda kalanlar
var. İkinci sınıfı loş bir salonda okudum, sınıf ayrıntılarınıda
çok az hatırlarım. İşte o seçik olmayan günlerden,
en eski fotoğraf. Solda, elinde bir çift yedi veren
gülü, pınar başında, dut ağacı dibinde, Mırza beyin Mehmet'le
kol kola objektifin karşısındayız. Ne o ne de ben, bir gün
öğretmen olacağımızdan habersiz, objektife bakıyoruz. Kim bilir,
ilkokulun, ilk sınıflarından hangisindeyiz, hangi güzel anımızı
yaşatmak için yan yanayız?
İkinci bir fotoğraf, yıpranmış, zamana direnci
kalmamış ama çok çok iyi çekilmiş bir fotoğraf.
Bin dokuz yüz yirmi dokuzlardan bir ilkokul sınıfı. Bu bizim
sınıfımız. O zaman çekilmiş bu fotoğrafta hemen hemen
bütün sınıf arkadaşlarımı, isim ve hususiyetleri ile tanırım.
İşte arkadaşlarım. İsim isim saymaya çalışacağım. Sağda,
dünya tatlısı ve bilgilisi öğretmenimiz Rıza Bey, Ermenek'ten
Hacı Hulisilerden. Yanında Delil'in oğlu Hüseyin, Aslan
Yalçın sonraları belediye başkanlığı yaptı, iki kişiyi
atlıyorum, Halit Efendi'nin kızı Şefika, Müzeyyen, Emetullah,
Fatma, Doktorun oğlu Sadun, ikinci sırada Alibaba, Doktor Rahmi, Kemal,
Gülonpara, Fatma, Neriman, Türkan, Şadan, Sabri, geriye
doğru, ben, Ziya Özmutlu, Tahsin, Mustafa, Hüseyin, Cemil.
Üçüncü sınıfta Ermenekli
küçük Rıza bey diye adlandırılan bir beyefendi, kibar,
ılımlı, uyumlu, bilgili, çocuğu çok iyi tanıyan bir
öğretmenimiz vardı.
Deli efendinin oğlu Hüseyin, yanında Aslan
Yalçın, derslerden çok oyunu seven, yıllar sonra Demokrat
Parti Belediye Başkanlığı yaptı, başarılı idi. Bir trafik kazasında
öldü. Yanı da Halit Efendinin kızı Şefika, Rodoslu kızı
Müzeyyen, İnhisar memurunun büyük kızı Fatma, Göde
doktor, Zihni beyin oğlu Sadun, (sonra oda doktor oldu). Arkasında,
ikinci sıranın başında Ali baba, Rahmi, (Dahiliye doktoru oldu), Kemal
Baykal, içli bir kız olan Ali Kemal'in kızı, Şebboy, (Gül
on para) denirdi, bir temsildeki başarılı rolü sebebiyle, Hacı
İbrahim oğlu İbrahim efendinin kızı Fatma, Müftünün,
Nadir efendinin kızı Türkan, Gülnarlı Sabri, Şadan
Gürpınar, Müftüzade Süleyman Efendinin oğlu Ziya,
(Orman yüksek mühendisi oldu), Tahsin, Cemil, Abdurrahman,
Palantepe'den Ali Osman, Ethem Aydın (Resim öğretmeni oldu) ben,
bakkalın oğlu Ali, Madenci Mustafa, Süleyman (Fen öğretmeni
oldu), Demir ağanın oğlu Nehir (bunlar birkaç öğretmen idi).
Atımızı, bir yerlerde durmamanın güzelliğine
bağladık, yürüyoruz. Şimdi, o bölüme yakın, bir
başka fotoğrafın izlenimlerine bakalım. Bin dokuz yüz otuz.
Dördüncü sınıf.Vekil öğretmen Nebil Bey, yanında
Hasan Ali, Mehmet Gürtürk, Muzaffer Zülfikar'ın oğlu,
Aslan Yalçın, öğretmenin öbür tarafında, Uzun
Ali'nin Ömer başkatibin oğlu Ömer, Sulhi, hemen
Önünde ben, Tahsin'le baş başa Emetullah, Fatma, Zarife,
Delil'in Hüseyin, Alibaba, Ali Korkmaz, Kemal, Şadan, Kemal'ın
kardeşi Sulhi.
Dördüncü sınıfta, herşey biraz daha açık
seçik oluyor. Başka bir fotoğraf: Sınıf öğretmeni Nebil bey
(vekil öğretmendi), yanında uzun Ali'nin oğlu Ömer, Reji
memurun oğlu Ömer, (Hotompelci deridi), Kemal, Ermenekli Hasan
Ali, Mırza bey'in oğlu, Mehmet Gürtürk, Zülfükar'ın
oğlu Muzaffer, Aslan Yalçın, Ali baba, Hüseyin, (delinin
oğlu), Müftüzade Hüseyin efendi kızı, Zarife, Reji kızı
Fatma, Emrullah, Ülker, Tahsin, Ethem, Ali Korkmaz, Süleyman
Baykal, Şadan Gürpınar, Sulhi, Abdurrahman.
O zaman Mut'ta bol miktarda pirinç ekilirdi. Dolayısıyla sıtma
bir salgındı, bende sıtmaya yakalandım, ilaç yokluğundan
başarısız oldum, sınıfta kaldım.
Mut insanı birbirlerini iyi tanır, çok okumuş büyük
sayılan kişiler, duruma her zaman hakim olurlar, yoksulu doyurur,
yolsuzun kulağını çekerlerdi. Tüccarlarımız da çok
Osmanlı ve centilmendiler. Yoksulları gözetir, aç,
çıplak bırakmazlardı.
Gençler çevreye saygılı, sokağa sahip, sarhoşlarımız
çelebi idi. Öğretmen Neşri bey beyefendi,
görgülü, çok gezmiş, zeki birisi, Hacı İbrahim
oğlu İbrahim, Saraç Hüsamettin, abisi Şevket, berber Fuat,
berber Alaattin, berber Hüseyin, kasap Nuri, Akkulak hatırımda
kalan beyefendiler arasında. Düğünlerde baş çeken arap
Reşidi çalımlı atının üzerinde vakur, organize edici,
gözümün önünde duruyor.
Halkımız fakir olduğu için, evlenmeler,
çoğunlukla, kız kaçırma yolunu seçerlerdi. Hakim,
medresenin Hocası, Kasabanın Müftüsü'nün manevi
saygınlığını, dinlenirliğini, devreye sokar, anlaşmayı sağlardı. Bu
iş,
kızın, kasabada güvenilir bir eve konuk getirtilmesiyle başlar,
sonra uzlaşma yolları suçlunun tutuk evinde konuk edilmesiyle
taraflar, ilgililerle akılcı konuşmalar yaparak, gerçeği, daha
akılcı bir çizgide ortaya koymayı başarırlardı. Tutuklu,
çıkarılır, nikahları kıyılır, herkes köyüne huzur
içinde dönerdi. Anıları dillere destan olurdu.
Kasabamızda, düğünler, hep renkli olurdu.
Zengin fakir ayrımı sezinlenemezdi. Size dilimin
döndüğü, belleğimin izin verdiği ölçüde
bir düğün anlatacağım. Tipler yaşayan anılan gerçek
tiplerle.
Reşit Emmi, uzun boylu esmer olduğu için
(Arap Reşit) denirdi, beyaz, oylumlu, hareketli bir atı vardı. Hemen
hemen anımsadığım her şenlikte, Emmi atının üzerinde, çakır
keyf, biraz da yalpalanarak düğün alayını denetler,
düzenler; zaman zaman da önde olurdu. Gür ve buyurgan,
anlaşılır diliyle, sevilen, sayılan görkemli bir simgeydi. Koca
davulun mor vuruşlarıyla danseden beyaz atın üzerinde bir ilah
görünümüyle önde olurdu.
Sonra gelin ve korumaları, akrabaları, yine at
arabalara bindirilmiş olarak şenliğe karışırlardı. Daha sonra kazamızın
ünlü ve fakat beyefendi sarhoşları atlarının üzerinde
sağa sola sarkarak, naralar atar, şölene canlılık kazandırırlardı.
Berber Fuat, berber Alaaddin, berber Hüseyin, kasap Ahmet, kasap
Nuri, Osman EfendiZade Şükrü, İbrahim kardeşler,
öğretmen Neşri ağbey, tapu memuru, Muhittin, Urumlu'nun oğulları
dolma İbrahim, marangoz Musa, marangoz Nuri, aşçı Ahmet, terzi
Fevzi ağbey (Müftüzade Süleyman Efendi Oğlu) civan
kör Ömer, tüccar Halit Efendi, helvacının Oğlu Kadir,
İbrahim Selami, Apdurahman Efendizade Habip ağbey, İnce İmam, Koca
Külahın Oğlu, tahsildar Göde Nuri Akkulak Mehmet, kunduracı
Şevki Ağbey, İsmail Susan Emmi.
O günler bir hayal olup uçup gittiler,
hatırası kaldı bizlere. Bizler ise doktor Rahmi Baykal, Heykeltraş
Hüseyin Gezer, savcı Mazhar Arıkan, ağabeyi İlhan Arıkan, doktor
Mehmet Ünal, Orman Yüksek Mühendisi Ziya Özmutlu,
Matematikçi Hayrettin Özmutlu, Fen öğretmeni
Süleyman, resim öğretmeni ben Ethem Aydın hemen
hatırlayabildiğim isimler, gücümüzce okuduk ama
Mut'luya, Mut'un eski büyüklerine layık olmadık, dağıldık,
her birimiz bir yerdeyiz.
Yine yirmiyedili yıllara dönerek fuluğ anıları izleyelim.
Dedemin ve de dedelerimin, babamın 90 yılını saniye
saniye soluduğu günler, çocuklarını
büyüttüğü annelerin ninniler söyleyerek
uyuttuğu evler, gezindiğimiz kırlar, iyi kötü anılarımızın bu
bıraktığı sevilmez olduğu günler,
büyüdüğümüz okuyup ödev sunduğumuz
evlenip aileler kurduğumuz köyler kasabalar, uğrunda savaşlar
verdiğimiz topraklar, türküler, şarkılar söylediğimiz,
ağıtlar yaktığımız yıllar belleklerde yer eden duygular düne
uzayıp giden öykü (*).
Tatlı bir masal gibi kaldı, geçmişte esrik
günler.!
İnsanlar bir zamanlar kendileri için eker,
biçer, dokurdu.
İneğini,koyununu sağar,sütünü mayalar,yoğurdunu yannıkta
bişşekle döve döve yağ, ayranından çökelek, lor,
ekşimik yapar, koyunun, keçinin tüyünü gırklıkla
kırkar, kirmanında, örekesinde eğirir. Yöresine
özgü bitki yaprakları kök, meyve kabuklarıyla, kendi
etiğinden anımsadığı yöntemlerle boyar. Isdarında,
çulhasında benek benek bezeklerle iç dünyasından
algıladığı özlemini, sevgisini, aşkını, rüyalarını ilmik
ilmik dokurdu.
Herşey ne güzeldi; olması gerektiği gibi....
Tohumu tarlaya atar, üstünü tapışlaya
tapışlaya, çocuğunu uyutur gibi ninniler söyleyerek yeşil
günlerin düşüne bırakırdı...Tohumun düşü,
insanın düşüyle örtüşürdü.
Beklenen yağmurlar sonrasında, yeşiller mavilere
uyanır, ürünün yalbırtısı, denizler kadar dalgalı, tatlı
esinle aşk olurdu.
Mevsimler ilerledikçe sararan ekinler, gönüllerde
dinginlik yaratırdı. Oraklar çakmak taşıyla bilenir, düğen
gayıtları tung yağıyla yağlanır. Aile bireyleri, çoluk
çocuk, yaşlı, genç elliklerini tıkırtadarak, tarlanın bir
ucundan sevgiliye koşardı.
Bu sevişme sürecinin bir aralığında, bereket
ananın muştusu duyurulurdu.. Yemek hazır..
Ütme pilavı ve ayran, üzerine kana kana
içilen su ilk ürünün kutsama şöleni olurdu.
Günler kısacık, ürün dağlar gibi
oldukça, gönüllerde mutluluk mayalanırdı.
Sonra sıra harman yerinin hazırlanmasına gelirdi.
Tarlanın bitek olmayan bir yerine su bırakılır,
iyice emdirilir. Ayaklar çıplanır, etekler çemlenir,
balçığın içinde tepinilir, oynar, türkü
söylenirdi. Çamur yoğunlaştıkça hareketler zorlaşır,
oyun daha bir coşkulu olurdu.
Bu iş de bitince, iki gün harman yerinin
kurumasına yeter.
Güçlü eller yuvak taşını iki
ekseninden kavrayan uzun bir "U" harfine benzeyen demire takarak
getirir. İzlerin yarımı üzerinden gidilir gelinir, toprak
sıkıştırılmış olur. Üç gün kurumaya bırakılır.
Sıra ekin destelerinin harman yerine taşınmasında.
Deste, bir sevgili gibi kucaklanır. Kılçıklar
yanağa ve yüze değdikçe, daha bir iştahlı, daha bir neşeli
koşulur, yenilerine...
İş bilen bir büyük, sapları bir dirgenle kullanıma hazırlar,
harmana yayar. Sıra düğen koşumunda: Sarı inek
buzağıyı büyüttü artık çifte koşulabilir, boz
öküz epey zamandır kızakta.
Düğenin çakmak taşları yenilenmiş,
sıkıştırılmış, koşum gayıtları temizlenmiş, boyunduruk
silinmiş,
zelveler onarılmış, oyunumuz belli olmuş, oyuncaklar hazır.
Sapların altından açılan tünel oyunları
da bitmiştir. Uyku tutmayan bir gecenin sonunda, sabahın ilk
aydınlığında, sıcacık fesleğen(reyhan) ile efsunlanmış, sütlü
çorbalar acele acele, ağızlar yana yana içilir. Haydi
harmana...
İnek boyunduruğa uyum sağladı. Ama boz
öküz sap yemek sevdasında, yüke binmiyor; düğenci,
övendire ile onu uyarıyor, bir tekme biraz naz, işte oda tamam.
Düğen dönüyor, harman yavaş yavaş yollandı, düze
vardı; sıra bize geliyor.
Koşumlar ecele ellerde, ayakta durmak bir beceri;
oturuyor;HOHAA dönüş başladı. Herkes payına düşen kadar
sebeplendi. Aynı yönde gidip gelen sığırlar yoruldu; yön
değiştirmek zamanı, o işi IRRI emriyle bir büyük yapar.
Eyvah sarı inek, sapı bokladı; düğenci iki
eliyle, samanla birlikte mayısı aldı, tarlaya attı. Artık tınaz oluyor,
ortaya yığılıyor çeç oluyor. Uygun yel bekleniyor, sapı
samandan ayırmak için.
İkindiye doğru bir yel çıkıyor,
günindiden düğenci çeçi yabayla
savuruyor. Yel samanı biraz içeriye uçuruyor, buğday
öne düşüyor...yığın umutlara çıkıyor, ekmek
büyüyor.!
Kardeşlerin miltanı, zıbını,
büyüklerin borcu, gideri ödenecek.
Harmanda sıcak turuncu ürün yığınları,
gelecek yılların umutları ikinci bir güneşin yalbırtısını
taşıyor.
Nice nice bol ürünlü yıllara
çiftçi kardeş...
(Yerel sözcükler: Yannık: İçinde yoğurt
dövülen eylenmiş keçi derisi. Bişşek: Özel
ağaçtan yapılmış, beş delikli, su tası biçimli,
düzgün, uzunca bir meşe sopasına tutturulmuş aygıt.
Çıkrık: Gelefe, yünatacağı. Kirman: Elde yün eğirmek
için kullanılan dörtlü fırıldak. Öreke: Aynı
amaçlı baş tarafı topaç gibi, biraz da uzantısı olan
araç. Isdar: Çul, çuval, kilim dokunan aygıt.
Çulhaldık: Aynı işin daha değişik dokuma gereci. Tapışlamak:
Toprağa ana şevkatiyle, hafif hafif vuruş. Ellik: Sapların parmakları
kesmemesi için bir tür tahtadan koruncak. Dirgen: Harmanda
sapları yaymak için kullanılan çatallı araç.
Boyunduruk: Çifte koşulan hayvanları beraber hareket ettirmek
için boyunlarına geçirilen ağaçtan özel
yapılmış araç. Zelve: Hayvanların başlarını boyunduruktan
kurtarması için, başın iki yanına, dikine geçirilen sert,
ağaç çıbık. Övendire: Üç görevi
olan, üç metre uzunluğunda sopa. Hayvanları
yürütmek için sivri, demir çivi, Embel, diğer
uçta çocuk eli gibi metal, saptaki taş, toprak ve
benzerlerini atmak, düğencinin ayakta dururken denge unsuru. Yaba:
Harman savurmak için tahta çatal.)
E. Aydın
Sonbahar ve kış ayları kasabamızın en coşkulu, yaşam
dolu insanların birbirlerine en yakın olduğu, çocukların
anlatılmaz mutluluklarla coştuğu mevsimlerdir. Ürünler, el
birliğiyle toplanır, Pazarlanır, her aile zengin fakir, gece demeden,
gündüz demeden kış hazırlığı içindedir. Bulgur
kazanları fokurdar, pekmez kazanları kaynar, köpük ikram
edilir, cevizler kabuğundan ayrılır, türlü türlü
desen ve görüntüde iplere dizilir, sıra bandırma yapmaya
gelmiştir. Pelte hazırlanır, dizgiler banılır, iplere asılır, altlarına
sırkıntı kapları konur, büyük küçük herkes
içten görev içinde, geceler boyu, seve seve
çalışır. Kazan ateşleri çevresinde sömek mısırlar
pişirilir. Pekmeze atılan ayvalar yenir, durmadan dinlenmeden uzun uzun
ışıklı ve renkli geceler sürer gider. Gündüzleri
bütün komşu bahçeler çocuklara açıktır.
Ağaçlarda, toplanırken unutulmuş meyveler başarlanır. Un ve
bulgur değirmenleri önünde rengarenk çuvallar sıra
beklerler, çoğunlukla nöbet için orada yatıldığı da
olur.Değirmen önünde çuvallar,arasında kadın ve
çocuklar,biraz ötede yük getiren ve götüren
eşekler coşkun bir trafikle sürer gider
BAĞ BOZUMU BANDIRMA-1
İşte mevsimler döndü, güz geldi.
Yağmur yüklü bulutlar oradan oraya koşturuyorlar. Ara sıra,
şimşek çakıyor, arkasından ta derinlerden başlayan, titreşerek
yayılan, gümbürtüler, geliyor. Yağmurlar yakın,
serpiştirmeye başladı bile.
Üzümler henüz barınalarda, cevizler
ağaçlarda, kışlık tarhana, nişastalık, bulgurluk, değirmenlik
buğdaylar sergide. Acele etmek gerek.!
Sırıkcı yoldan bağırıyorÇırpıcıı!
Bu yıl ağaçlar az ceviz var; pazarlık,
götürü olarak pazarlık yapılıyor, anlaşma tamam.
Çırpıcı, elinde sırığıyla dalların
uçlarında, bir teyin gibi, dolanıyor, uzun sırık, dal
uçlarında çotulları buluyor, dalı destek alarak vuruyor:
Şırank diye tok bir ses arkasından bağın kenarların kadar yayılan
tapır, tapır, tapırr bu sesin uzun süreni sevindiricidir.
Çocuklar, pür dikkat, dağınık alanlarda,
yere çarpan cevizlerin uzaklığı düşüş sesinden
bilinir. Tapır tapırların geniş alandaki yerini ve
yönünü kaçırmamak gerek!.
Sırıkcı başka dallara geçtiği zaman, elde
sepetler, koşuşturma başlar, çünkü, ağaçtan
hızla düşen ceviz, kurşun gibi ağırdır. Sırıkcı ikinci,
üçüncü dallara geçtiği zaman, sepetler
kollarda çalı, çırpı, duvar kovukları iyice aranır, acele
tekrar tekrar dolanılır. Ark kenarlarında, böğürtlenlerin
yırtıcı dikenleri, ısırgan otlarının kaşındırıcı
yangısı, oyunun
coşkusudur. Çalı dipleri, ot araları, taş kovukları; yılan,
akrep, böğ korkusuna karşın, titizce aranır, sepetini dolduran,
daha önce özel derince kazılmış çukurlara boşaltır,
yenilerine koşulur, çukurlar çirkli cevizle dolunca,
üzerine kalınca toprak yığılır. Birkaç gün
bekletilecek, Çirkinin buruşarak cevizden kavlaması için,
birkaç gün yeterli!.
Artık geceler boyu sürecek uğraş başlıyor.
Herkes kendine uyan tezgahını, (düz ağırca, bir de dik uzunca taş)
hazırlar. Büyükler havaneli, keser de kullanabilir. Masalcı
altıparmak Fadime nene konuk edilmiş, çirkleme başlıyor:
Önce yeşil kabuk yavaş yavaş vurarak gıli çıkarılır.
Öncelikle çirkleme, sonra kırma ve eyleme işine
geçilecektir. Gözler işte, kulaklar masalcıda, ağızlar
çalışır. Eyleme işlemi biter. Eller çirten kınalı,
gözler uykulu... İlk sabahta kavlak cevizler dama
çıkarılacak, gün boyu kurutulacak, teyinler kovalanacak. Bu
işler ufaklıklarındır (yani bizlerin).
Akşam, cevizler damdan inmiş, ortaya yığılmış,
masalcı teyze yerini almış, taştan tezgahlar kurulmuş, kırma başlıyor.
İyice kurumamış cevizin tepesine usulünce vurulursa, genelde
(fodana) zedelenmemiş ceviz çıkar. Bu makbuldur. Çetin
cevizler işi zorlaştırır, bıçak kullanmak gerek.
Yine gözler işte, kulaklar masalcıda firik
darı, içlenmiş nar, kırıntı cevizler ağızlarda, eller işte...
Sabah ve bütün gün, iç
cevizler, yorgan iğnesi, yorgan ipliği örgü örgü,
(her evin kendine özgü biçimlerinde, Makreme
örneği, dizgeler boy boy hazırlanır.) Bu zaman içinde
çocuklar, bandırma kazığı için dere kenarlarında,
kantoron bitkisi dalı keserler. Bu bitki bandırma ayaklarını aralıklı
tutar, hem de böcek yemesine mani olur. Bir karış uzunluğunda
kesilir. Uçları iki yandan inceltilerek, sonra
çatlatılarak dizgi iplerine gergin olarak tutturulur.
Sıra üzüm toplamada; salkımların
oluşturduğu hevenkler, ayaganlarda, banaralarda, ağaçlarda
kehribar gerdanlık gibi, gel gel ediyorlar!.
İplere bağlı sepetler, dolunca, aşağıya,
sarkıtılıyor, köfelere boşalıyor ve tekrar tekrar yenilerine
ulaşılıyor.Köfeler şehranaya(şırahaneye) taşınır
boşaltılır.
Ürün bol olduğunda bu iş günler boyu sürer
Ev sahiplerinin, konukların,komşuların, eli ayağı
düzgün gençleri ayaklarını yıkarlar,
büyüklerin ürün bereketi dualarıyla ezim başlar.
Gün boyu, üzüm salkımları üzerinde dans eder,
zıplarlar. Üzümler ezildikçe sürgülü
kapak açılarak, üzüm şırası dinlendirme
bölümüne akıtılır. Yöresel kıvrak oyun havaları
eşliğinde bir curcunadır gider, üzüm suyu yavaş yavaş,
birikme havuzuna akmaya başlar, yardımcılar güğümlerle,
helkelerle, bakraclarla, kaynama kazanlarına ürünü
taşırlar. Geride kalan posanın üzeri sıkıca örtülerek
sirke için mayalanmaya bırakılır. Üzüm suyu, yeni
kalaylanmış, (harani ve kazanlara) aktarılır,
ölçüsünce Aktoprak (pekmez toprağı) atılır,
durulmaya bırakılır, ilk ateş yakılır. Ateşin gece gündüz
yanması için nöbet tutulur. Köpükler göz
büyüklüğüne ulaşıp, kehribar rengine
dönüştüğünde, bandırma yetecek şıra, bir başka
kazana aktarılır.
Kazanların altı, dayanıklı odunlarla yakılarak
kaynama başlatılacak.
Kaynama geceli gündüzlü sürer,
pekmez az ateşte kaynamayı sürdürür. Köpükler
irileşip, gözeler kehribar sarısına dönüşmeye
başlayınca; bandırma işine yetecek kadar şıra, bir başka kazana
aktarılır İkinci kazan yine zayıf bir ateş üzerine konur, yayvan
bir kapta buğday nişastası şırada iyice eritilerek kazana yavaş yavaş
akıtılırken çömçeyle hızlı hızlı
karıştırılır, pelte
kıvamı beklenir. Ocaktan maşayla bir köz alınıp kazana batırılır,
sönmüyorsa bu iş tamamdır. Gelsin ceviz
dizileri........
Dizi pelteye batırılır, çömçeyle
yardım edilir. Beşaltı metre uzunlukta, birbuçuk metre
yükseklikte, destekler arasına sıkıca bağlanmış kendir ipi
üzerine bir bir asılır. Damlama duruncaya kadar altlarına sahan
ulaştırılır.
Yavaş yavaş ipler, boy boy, desen desen dizilerle
dolmuştur. Bu birinci eldir, damlaması duran diziler tekrar pelteye
yatırılır, damlama kaplarındaki sırkıntılar da, şıngırdaklı
esranla
sıyrılıp kazana boşaltılır, hıra diziler, ikinci elde dolgunlaşır.
Tekrarlama işi ailenin zevk ve damak tadına göre, yenilenir.
Gölgede kuruma, havanın durumuna göre
dört beş gün sürer. Yağışlı havalarda ise, bandırma
dizileri iç mekanlarda günlerce misafir edilir. Eğreti
yataklarımızın hemen üzerinde tatlı tatlı durur kehribar rengiyle
rüyalarımıza da sokulduğu olur. Ağzımız hizasına gelenler, bazen
çocuksu diş yaralarıyla mimlenir.
Bandırma dizileri, büyük, temiz, beyaz
bezler arasına dikkatle üst üste yatırılıp, on gün,
terlemeye bırakılır.
Sürenin bitiminde, büyük, küçük, orta
boy toprak, sırlı küplere; kışlık kullanım düzenine
göre; titizlikle istif edilir. Örneğin: misafirlik,
hediyelik, çocuk sayısına göre özel küpler.
Bir veya iki ay sonra küp, gereksinim olarak
açıldığında; çok nefis kehribar renk üzerinde, pul
pul, ebemkuşağı renklerini esinlendiren kristalize olmuş şeker
pırıltısı, açılan pandora kutusu imajı ve duyumunun
çoşkusunu verir.
(önemli not: bandırma açıkta bırakılır, ağzı hemen
kapatılmazsa, katır tırnağı kadar sertleşir. Yenimi zorlaşır.)
(Yerel sözcükler: BARANAasmaların üzerine
tırmandığı kurumuş, boyluca ağaç. bu ölükuru da
olabilir. SIRIKCIceviz çırpan adam, ÇİRKcevizin yeşil
kabuğu, TEYİNsincap, HEVENKgüz ayazını yiyince, saydamlaşan,
albenili, salkımlar topluluğu, ŞEHRANAkaya içine oyulmuş, eğimli
ezim evi, FODANAtüm olarak özenle çıkarılmış iç
çeviz, KANTARONsarı peygamber bitkisi,
ÇÖMÇEbüyük tahta kaşık, SIRKINTIhenüz
dondamamış diziden akan palıze, ZİLLİESRANIpalize sıyırmak, şekilli
pareköfteler kesmek, kazanı, topanı, senidi, sıyırmak için
ağzı keskin olmayan, zilli (sıpatüla)).
Kavurmalar, pastırmalar bu mevsimde yapılır,
havaya coşkulu ve mutluluğun kokusunu yayarlar. Sıra
düğünlere gelmiştir.
Zengin fakir demeden, her düğün yöresel kuralları
içinde yapılır. Düğün evinin önünde koca
davullar çalmaya başlar, atlı yöneticiler biraz mahmur
kafayla sükun eder, gelin iyi ve uysal bir ata bindirilir. Dizgin
bir erkeğin elinde, düğün başı yaşlının denetiminde alay yola
çıkar, davul eşliğinde kasaba dolaşılır. Oğlan evine
gelinmiştir, orada daha görkemli saranomi sizleri bekler.
Ortaokula gidişim gene bir başka türlü oldu.
Babam yaşlı, gelirimiz az. Kısıtlı yaşıyoruz.
1938'de kasabamıza en yakın ortaokul Silifke'de vardı. Mut'lular
genellikle orayı seçiyorlardı.
Kendi kendime Mut'a başarısız dönmeyeceğimi,
eğer ailemin (eniştem ablam hariç) görüş ve
kanaatlerine göre (hatta muhitimin) okuyamayacağım şekli
çıkarsa, Silifke köprüsünden Göksu'ya
atlayarak yaşamı sonuçlandıracaktım.
Artık içimdeki Ethem Aydın ayaklanmıştı.
Yolum tek istikametti. Birinci yıl, cesaretime cesaret kattı.
Derslerime çalışıyordum. Ancak hafızam çok zayıf
antremansız ve daha önce yılların başıma musallat ettiği
sorunların etkisi altında idi. Alakam çabuk odaklanmıyordu.
Kelime haznem zayıf, yetersiz kalıyordu. Böylece okuduğumu kolay
anlayamıyor, ifade edemiyordum.
Çok ayrıcalıklı bir yapım olduğunu anlamaya
başlamıştım. Sonraları görecektimki, bu, ayni zamanda meziyetim
olacaktı.
Hafızaya dayanan, ezberi isteyen konularda çok sessiz tenha
köşeleri severdim. Defalarca okur okur okurdum. Kulağımla birşeyi
anlamam imkansız olur göz okumasını tercih ederdim. Bundan sebep
evde arkadaşlarım, genellikle yüksek ses veya kelimeleri
mırıldanarak okudukları zaman bende randıman sıfıra düşer, hemen
ödevler, resimler, haritalarla meşgul olurdum. Onların uykuya
geçmelerinden sonra, yorganımı başıma çeker, lambayı tek
yönlü ışıklandırarak gece geç saatlere kadar taih
coğrafya çalıştığımı hatırlarım.
E. Aydın, 31Temmuz1980
SİLİFKE YOLLARI
Mut'tan Hüseyin Gezer, Ziya Özmutlu, ben,
Mazhar Arıkan, İlhan Arıkan belli sürelerde değişen, öğrenci
anaları veya nineler eşliğinde Silifke yollarındayız. Taş arabası veya
beygir sırtında, üç gün sürerdi. Bize dünya
seyahati kadar değişik yepyeni maceralar gibi gelirdi. Aynı kasabadan,
aynı okuldan olmamıza karşın, ayrı ailelerden üç ortaokul
öğrencisi yollardayız. Bir dizi ince hesaptan sonra Mırza bey'in
oğlu Mehmet Öztürk'ün annesi nezaretinde, Ahmet Kurtul,
ben birlikte ev tuttuk. Erzak götürdük. Evimiz pazar
karşısında(*) Tekir Ambarı civarında idi. Silifke'ye gelişime evimizde
zor karar verilmişti ve ağır sorunlarım vardı.
Yolculuğumuz öylesine zevkli, heyecanlı olurdu
ki, yavaş yavaş değişen çevre, yandan veya karşıdan aldığımız
soğuk rüzgarla karışık yağmur, yer yer yırtılan
bulutlar,çakınca, geceyi aydınlığa boğan şimşek arkasından yeri
göğü, zangır zangır titreten gök
gürültüsü, bizlere bitmeyecekmiş gibi gelen
yolculuk.!
Bazen de tansığ bir gök kuşağıyla süslenen
gökyüzü kurduğumuz güzel düşlerin muştusu gibi
duyumsanırdı.
Yıllar sürecek beraberliğin sağlığı için, öncelikle
kendimizi aşırılıktan kollamaya, davranışları değerlendirebilmek
için zaman zaman incelikli, tarafsız denemeler yapıyorduk.
Ziya Özmutlu, ilkokulda da matematik ve fen
konusunda seçkindi. Daha sonra matematikçi oldu. Mazhar
Arıkan devlet teşkilatı, yurttaşlık konularında inandırıcıydı. Daha
sonra savcı, mebus oldu. Ben bitkileri, özelliklerini, taşları,
suyu, havanın yağıp yağmayacağını, yağışlı veya esintili havada
ateş
yakmayla guruptaki çeşniyi koruyordum. Arabacımız Ceren emmi,
kırık havalarıyla karanlığı güzel dönüşümlü
tınılarıyla dalgalandırırdı.
Aşıp aşıp gider yaylanın yolu
Sebile dayanmaz dağların karı
Gayet güzel olsa yiğidin yari
O da gelir binbir iki nazile
Yayla yollarında göç gater gater
Eşinden ayrılmış bir palaz öter
Ötme palaz ötme seni tutarlar
Tutarlarda dar kafese koyarlar
Yayla yollarında vardır evimiz
Düştü birbirimize sevgimiz
Yar seninle böyle miydi gavlimiz
Gavil derler gene gel mühür gözlüm.
Yağar yağmur ışılaşır saylağı
Eli göçer bozulaşır daylağı
Taze gelin göç yiğidin yaylağı
Gelinden usanmış gız ister gönül
Arabamız süslü boyalı, atlarımız posta
çektiği için bakımlı, yollarsa sel yatağı gibi
çakıllı ve alabildiğince yokuşlu inişliydi.
Yokuşlarda arabanın yan tarafında elimize büyücek birer taşla
yürür, beygirler dinlendirilirken teker önce arkalarına
korduk. Ayrıca dik yokuşlarda, hayvanlara gücümüzce
destek olurduk
Çamdüzü'ne (Silifke'nin
gözüktüğü tepe) gelinir. Taa uzaklarda, ufukta
Akdeniz gözükür (bizler ilk defa denizi
görüyoruz!). İçimizde nedenini bilemediğimiz bir
heyecan, bir korku büyür büyür, benliğimizi sarardı.
Silifke'de daha çok öğrenci kesesine
uygun ev Pazarkaşı veya Mukaddem mahallesinde bulunabilirdi.
Pazarkaşı'nda köhnül, çatısı yağmurları tutmayan,
pencereleri taşlarla bastırılan, elektriği olmayan bir eve yerleştik.
Silifke'nin meşhur poyrazını daha sonra tanıyacak, "poyraz beyin
çardağı" deyimini öğrenecektik.
Herkes bir köşeye gönlünce otağını
kuruyor....
Birkaç gün içinde gelsin kitaplar
defterler. Maraton başlıyor..!
Okulumuz bir tepenin başında, iki katlı. Evimiz gibi
yeleken. Tatil günlerini Silifke'yi tanımaya ayırıyoruz.
Göksu boyu geziyor, çevreyi, insanları tanıyoruz.
Değirmeniyle meşhur Silifke köprüsü, yanında pehlivan
güreşlerinin yapıldığı kahvehane hala belleklerimizde tazecik
durur.
Bu bahçede bir çay içiliyor,
bütün güreşler izlenebiliyordu. Kurtuluş savaşı
sonrasında Silifke'ye rumen göçmenler yerleştirilmiş,
bundan sebep, pehlivanlar çoğunlukla göçmen olurdu.
Bizcileyin dışardan (Anamur, Mut, Gülnar, Ermenek'ten) gelen
öğrenciler tatilleri iple çeker, güreşleri soluk
soluğa izlerdik.
Güreşler çok ciddi olurdu, kispetler giyilir, dagırların
buyruğu üzere yağcılar ortaya çıkar, yağlama biter, havalı
bir peşrevden sonra, pehlivanlar elenseye durur, iki yiğit çıktı
meydane, birbirinden merdane. Birinin mumin pehlivan derler
adına, hiç kimse dayanamaz gaz ganadına....
Düğün başlardı.Başlangıçta sıska çelimsiz
görülen güreşçiler yavaş yavaş heybetlenirdi
gözümüzde.
Henüz diğer sporlar yaygın olmadığı için, halk
güreşleri bizden daha çoşkulu izliyorlardı, davullar
zurnalar eşliğinde çoşuyor, çoşturuyor, oynuyorlardı.
Zaman içinde bütün güreşleri ve oyunların
ayrıcalığını çok iyi öğrenmiştik. Elense, tırpan,
boyunduruk, katır yuları, deve yuları, bastırma, çırpma, budama,
çarpraz, kaz kanadı, tartma, köstek, dalma, paça,
kasnak, yerde sürüme, kazık, sarma, künde, kepçe,
topuk elleme, kurt kapanı, kılıç atma, kemane.. anımsadıklarım..
Güreşe ilgimiz o kadar artmıştıki, ünlü
pehlivanlarımızın isimleri, yaptıkları güreşler, sonuçlar,
ulusumuza mesajları, fotoğrafları, atamızın güreş üzerine
özdeyişleri belleklerimizin ilk süsleriydi. Bizim evde ve
çevre evlerde öğrenciler birer kurtdereli, Mumin, Mersin'li
Ahmet olmuş, oyundan oyuna geçmeye başlamıştı bile.
Ortaokul son sınıftayız, mevsim kış. Bizim evde daha
birkaç arkadaş, akşemleyin gözetici anneyi de komşuya
yollayarak güreşe başladık. Birara, sıra bana gelmişti, yumşak
yumşak, küçük oda alanına sığacak
ölçüde güreşirken, karşımdaki beni havalandırdı
ve aynı hızla yere vurmak isterken, sol ayağım pencere kenarına
rasgeldi. İki yerden kırıldı. O zaman doktorlar kırık çıkıkla
ilgilenmiyorlardı. Sınıkçı çağırdık. Sardı, alçıya
aldı. O da eğri kaynamış. Artık yolumuza öyle devam ettik.
Ortaokulda öğrencilerin soylu merakları vardı. Pul kolleksiyonu,
ozanlarımızın güreşçilerimizin hayat hikayeleri,
fotoğrafları, yaptığı uluslar arası güreşler ülke genelinde
ilgi duyulan olaylardı.
O yıllarda, en katı kurallara, kaidelere ilim
yasalarına eş mana, eş yazım getirmeğe çalışıyordum. Çoğu
zaman hayalim bana yardım ediyordu. Böylece herkesin tek olarak
öğrendiği herşeyi ben birkaç yönüyle hıfzetmeye,
yorumlamağa meyyal oluyordum. Bazen beraber çalıştığımız
arkadaşlarım benim bu huyumdan şikayetçi olurlardı.
Yılların ötesinde gördümki,
böyle düşünmek bir üstünlük ayrıcalık
olmaktadır. Örneğin, Pasifik adaları için Türk adaları
denir, Kanarya adaları denir. Öyle ise Orta Asya'dan
Mançurya üzerinden Amerika'ya doğru bir Türk
kolu gelmiştir. Bu göçlerle beraber
düşünülünce insanlık tarihinde füluğ fakat
akla yakın bir yere oturur.Atatürk böyle niteliyor
Ben ise, güneş doğmasa insanlar yaşayabilirler
mi diye düşünürüm. Bazen de inanırım.
Çareler gerekçeler ararım.
Canlı cansız tarifine yeni yorumlar getiririm.
Motor'u demode bir buluş kabul ederim.
Canlılarda olduğu gibi dünyanın da bir omurgası
olduğunu ve omurganın gereksiz sondaj ve kazılarla hafriyatlarla
yıpratılmasının gelecek için zararlı olabileceğini
düşünürüm.
Ormanın orman arasında yetiştirilmesinin ve
gençleştirilmesinin şart olduğunu düşünürüm.
Köklerin yeraltı sularını belli düzeyde
tutacağını, su seviyesi bir defa yitirilirse tekrar
yükseltilmesinin zor belkide imkansız olacağını savunurum.
Böceklerin bir düzeyde faydasına inanırım.
İlacın gübrenin canlıyı uzun vadeli sorunlarla
başbaşa bırakacağını, bu sorunların onların müsbet olarak tesbit
ettiğimiz zararlarından fazla olduğunu hesaplarım.
Doğayı zorlarken bir genel denge sayısız ve
erişilmez dengeler kuramını bozmağı amaçladığımızı
unutmamalıyız.
E. Aydın, 4Ağustos1980
Pazartesi
Süratin insan için bir gaye edilmesini
anlamsız bulurum. Önce hücrenin fiziğin biyolojinin
kurallarına ters düşmekte, ilk işin fiziğin ve biyolojinin
karekterini düzenini değiştirmemek olduğunu unutmuyorum.
Görmek,algılamak algıları bünyeye
uygulamak belli bir süre ve düzen gerektirir. Bu
olmadıkça, canlı, canlılığını duyamaz; insan insan olma
niteliğini yitirir, robotlaşır. Doğada mor menekşe sık çalılar
arasında, berrak bir akarsuyun yeşillikleri arasında ne güzeldir.
Bugün onları görmek, aramak, içercesine seyretmek
için zaman verecek iç iticisi çok az insanda
vardır.
E. Aydın, 4Ağustos1980
En yakın ortaokul Silifke'de vardı ve zorlukla
bitti. Mut, Gülnar, Ermenek, Anamur öğrencileri eğer aile
durumları yükün altına girmeyi göze alıyorsa ki, hemen
herkes fakir ve geçim sıkıntısı çekerlerdi.
1938, Adana Öğretmen Okulu'ndayız. 193819391940
Savaş olanca şiddetiyle sürüyor, Ethem Aydın arkası
gelmeyecek olan (50) lira ve heybesi omuzunda, Adana'da aşiret hanında
geceledi. Sabah öğretmen okuluna gidip gündüzlü
kaydını yaptırdı. Okul civarında bir bağ evinde iki Hilmi, birde adını
anımsayamadığım uzun ve iri bir öğrenci yanında yerleşti. Onlar da
gündüzlü, geçim durumları iyi. Ben ayak
uyduramıyorum. Bitişikte, yazın oturulup kışın terk edilen bir bağ
evine yerleşiyorum. Bir büyücek battaniyem, eski bir paltom,
yazlık beyaz keten elbiselerim bir küçük ispirto
ocağı, eski alüminyum tava, birde küçük lamba.
Eşyamın hepsi oluyor.
Çamaşırlarım, bir halı heybede. Akşamları
battaniyenin yarısını altıma, yarısını üstüme alıyor,
uyuyorum. Ekmek vesika ekmeği, param havalar soğuduğu oranda azalıyor.
Birçok günler, ispirto ocağı üstünde soğan veya
patates közlüyor, öğünü geçiştiriyorum.
Çok az gıda alıyorum, zayıfım.
Yağışlarla beraber soğuklar da bastırıyor. Evin
çatısı bir çok yerden akıyor, pencereler zaten camsız,
kapaklı, poyrazbeyin çardağı. Ayağımda yetersiz bir ayakkabı
veya yarım pabuç, pantolon ayaktan yukarı, çamur ve
devamlı ıslak, sırtımda mavi ve oldukça iyi bir mavi kolsuz
kazak, saçlarım güzel bukleli ve taralı, bilhassa onlara
iyi bakıyorum. Nedense? Kitaplarım eksik, defterlerim yok. Derslerde
ayrıcalıklı bir görünüşüm var. Yani sınıfta tek
garip görüntü. Başarı sıfır, devam zayıf. Yalnız kafa,
yüz süsü yerinde bir çocuk. Arkadaşlar arasında
ise bu kılığı sağlık için böyle seçtiğimi ima
ediyorum. Soğuğa, ıslaklığa karşı bir tür bağışıklık
arıyorum. Ama
bostan korkuluğu gibi, uzun boylu, çok zayıf yapı. Bazı duygulu
arkadaşlar, yemekhaneden benim için yemek, ekmek arttırmaya ve
getirmeye baladılar, bazen de özellikle tatil günleri, evci
çıkanların yerine beni yemeğe götürüyorlar,
yatmaya alıkoyuyorlardı, tabii gizlice.
(Editörün Notu: Bu
yılları için Ethem Aydın, beni çok etkileyen şu ifadeyi
kullanmıştı: "soğuktan birbirimize
sokulur, ölmeyi beklerdik". Bu ifadeyi eserin herhangi bir
yerine kendisi yazmadığı için ben ilave ettim)
Kilisli Edip Yazgan, Silifkeli Dilaver Boya, ben,
nedense tipik bir dostluk kurmuştuk. Edip, fen derslerinin gözde
öğrencisi; şiir yazar, keman çalar, amcasının kızıyla beşik
kertme sözlü. Geçim durumları iyice, çalışkan,
okul yasalarına uyumlu. Dilaver, tam tersi, sık sık dersleri asar,
kaçar sinemalara gider, dik başlı, yakışıklı, tenor sesli,
mandolin, gitar çalmayı sever. Fransızca'ya eğilimli. Üst
düzey eserleri kitaplıktan bulur okur. Koltuğunun altında hep
taşırdı. Yatılı olmamıza karşın, iyi filimleri izlemeye bizleri de
sürüklerdi.
Evimi daha önce anlatmıştım, bana yardım
imkanları yok. O zamanlar okulun son sınıf öğrencilerinin idare
yanında bir ayrıcalıkları vardı. Onlardan bir gurup bir gece dizlerine
kadar çamura batarak bana geldiler, gördüler gittiler.
Ertesi gün bana bir dilekçe imzalattırdılar. Önce okul
idaresine, sonra bakanlığa üyelik kaydıyla yolladılar. Sene
ortası, yani yarı yıl notlarını aldığımızda, (14) tane sıfır.
Bakanlıktan yatılı olmam için emir geldi. Evrakları hazırlamaya
başladım. Sağlık raporu için hastaneye gittiğimde,
gözümden, dişlerimden gayrı her yerim anormal bozuk,
ciğerlerimin olup olmadığından şüpheye düşüldü.
Bilmem kaçıncı heyeti, sıhhıye incelemesinde, ve de filmlerin
tetkikinde "Ağır bronşit seyretmekte olduğundanCiğerlerin iyi
görülemedi.
Bir süre okulunda diyetli bakımdan sonra
Hastaneye tekrar sevki" kaydıyla rapor onaylandı. Rahat yatak, sıcak
salon, iyi bakım, beni, benim bile tanıyamayacağım hale getirdi. Spor
yapıyorum, gülle atıyorum, konuşuyorum, iyi giyiniyorum.
Çünkü devlet o zaman iki takım yün kumaş elbise,
kravat, gömlek veriyordu.
Hastaneye tekrar gittiğimde ise, önceki
vesikaların yanlış, bir başka kişiye ait olduğu, benimse çok
çok sağlıklı olduğum onaylandı. Derslerimdeki bozukluk ise,
düzeltilmesi imkansız olduğundan, vede sınıf kalmak serbest
olduğundan, kendimi okulun zengin kitaplığına verdim. Kitap okuyorum,
içinde geçen sözcükleri not ediyor,
açıklamalarını diğer eserlerden arıyorum. O denli inceleme
yapıyorum ki, arkadaşlarım derslerde geçen çapraşık
sözcükleri benden soruyorlar, yanıt alıyorlar, başarılı
oluyorlardı.
Bazen bu olay derste geçer, arkadaşlar efendim Aydın'a soralım
derler, Açıklarım, öğretmen not defterini açar,
benim haneme bakar, (0)'ı görünce irkilir, Allah, Allah der.
Böylece gerek arkadaşlarım arasında, (kapalı kutu ilan
edilmiştim.) Öğretmenler kurulu benim üzerimde bir saat
konuştu. Sonuç olarak toplantı ertelendi ve ben müdür
odasına mülakata çağırıldım. Unutmadan söyleyeyim okul
müdürümüz, Sorbon mezunu Türkiye
çapında bir eğitimci, Naci Ecer idi. Kurulun kararsızlığını,
beni tanıma işinin kendisine kurulca havale edildiğini, esasen
kendisinin de beni merak ettiğini, onun için ilk kendimi
hatırladığımdan bu yana neleri hatırlıyorsam anlatmamı istedi. Ben
bunun çok zaman alacağını, esasen durumun kurulu da
etkileyeceğini ummadığımı, esasen sınıf kalmayı hak ettiğimi,
sonuçtan üzülmediğimi söyledim. Ve eğer biraz
konuşmam gerekiyorsa, daha güncel bir konuya dönmemizin sizin
için de faydalı olacağını söyledim. Yüzüme garip
garip baktı, neymiş bu beni de ilgilediren konu?, dedi.
Beni, kızmadan dinleyeceğinize güvenmek isterim,
dedim.
Onu da hayretle karşıladı. Makamından kalkıp yanıma
oturdu,
dinliyorum dedi. ( O
günlerde müdürün piyasaya iki kitabı
çıkmıştı) I (Gobino'nun Irk Nazariyesi), (Karıncaların
Hayatı).
Tercüme
ettiğiniz Gobino'yu okudum. Çok tutarsız cümleler
var, fikir bağıntısı da iyi değil, Türkçe tercümeleri
de hatalı buldum. Gobino'nun demediği şeyleri var saymışsınız,
Endazetuvalatkı sözcüklerini, dokuma tezgahlarındaki yerinde
kullanmamışsınız. Konuya, İsmail Hakkı Bey, Ercüment Ekrem Bey,
Rıfat Halil Bey daha iyi yaklaşmışlar, dedim.
Bir tuhaf oldu.
Siz
Gobino'yu okudunuz mu? Anladınız mı? Diye gürledi.
Maalesef okudum,
anlayamadım, ama diğer yazarlardan okuduklarımı iyi anlayabildim,
dedim.
Ukalalık ediyorsun,
dedi. Kızmayacağına söz verdiğini hatırlattım.
Dahası var,
Karıncaların Hayatı'nı tercüme etmeden, keşke gidip köylerde
birkaç gün karınca yuvaları başında otursaydınız,
dedim. Bağırdı, çağırdı ve beni odasından kovdu. Akşam yemeğine
beni hademeyle evine çağırttı, arkadaş gibi karşıladı, ağırladı.
Sağlığım artık iyiye gitmişti, kısmen çalışıyor, sosyal
çevreyle de ilgileniyordum. Şimdi öğretmen olan Mehmet
Gürtürk'le 1932'de Mut'un Çınaraltı 'nda
çekilmiş bir fotoğrafımı gördüm.
Gelecekten habersiz, masum iki yüz, ellerinde
ikişer adet gonca gül, objektife bakıyorlar. 43 yıl geçmiş
aradan, aman yarabbim, ne uzun süre, dün gibi de kısa.
Mut'un beylerinden olduğunu söyledikleri, Mırza
bey, onun oğlu Mehmet Gürtük iyi arkadaşlarımdandı. Ağır
başlı, cömert, çalışkan, derslerin çoğunu ezberlemiş
olur, sırasına uygun olsun diye (Iııııı) diye bir nevi tempo tutardı,
bu hal hep sonralarıda devam ederdi.
Ben genellikle az çalışan, çalışmaya
pek imkan bulamayan, derslerde başarısız bir öğrenciydim. Galiba
evimiz çok kalabalık olduğu için, mesela Oyladınlı
Mehmet, bir ara Sabri, öksüz ana baba tarafı akrabaları,
Ermenek ve Mut'un köylerinden yatılı gelen misafirler bana uygun
bir çalışma düzeni oluşmasına mani idiler.
İşte bir diğer fotoğraf, kırk yıl ötesinden
mesaj, mevsim bahar, park içinde dört kafadar veya
öyle olmayı isteyen Kadir Aslan, (sonraları Avukat oldu), etrafını
iyi gözleyen, aşırılıktan uzak, bir genç yanında, ağabeyi
hakikaten bir beyefendi olan Ceylan Aslan. O zaman henüz başlayan
kravat meraklısı oldukça düzgün kılıklı, ben hemen
söyleyeyim öğrenim boyunca pek az kılığım olmuştur.
Demeye gerek yok herkesin giysisi ipliğe kadar evde
hazırlanmıştır. Sonra Kemal geliyor, Anamur'lu idi. Zeki, uyumlu,
çalışkan, galiba Feriske nahiyesi ile bir ilgisi vardı, Mut'ta
bir akrabasında kalıyordu.
GEÇMİŞ ZAMAN DİLİMLERİNDE BİR
GEZİNTİ
Herşey; öylesine sessiz, öylesine hızlı ve
gerektiği gibi oldu.
Kilis'li Edip Yazgan, Silifke'li Dilaver Boya , ben
Mut'lu Ethem Aydın nedense tipik bir dostluk kurmuştuk. Edip fen
derslerinin gözde öğrencisi, şiir yazar, keman çalar,
amcasının kızıyla beşik kertme sözlü. Geçim durumları
iyice. Derslerine devamlı, okul yasalarına uyumlu.
Dilevar tam tersi. Dersleri kaytarır. İyi ve şık
giyinmeyi sever. Şıklık için ödünç almayı
becerir. Sık sık okuldan kaçar sinemalara gider. Dik başlı,
yakışıklı, tenor sesli, mandolin ve kitar çalmayı sever.
Başardığını da sanıyorum. Fransızca'ya karşı eğilimi var. Dersleri
boş
verir, üst düzey eserleri kitaplıktan bulur okur bazen de
gizli veya okunamayacak kadar berbat yazıyla defterler doldurur.
Dersleri yarı yarıya dinlemekle yetinir, bu O'nun başarısına yeterli
gelirdi. Mersinli Silifkeli çeşitli karekterde arkadaşları olur,
sıporcu aslar, güreşçiler, tembeller, çalışkanlar
hep O'na yakın olurlardı. Geçim durumları bencileyin sıfır
çizgisine yakın olur ama nasıl eder ne yapar bilinmez sokağa
çıkacak harçlığı hep bulunur.
Ben Ethem Aydın meslek derslerine ilgi duyuyorum.
Çocukluktan bu yana resim ve yontuyla uğraşırım. Sıradan
şeylerle.
Üçümüz birbirimizi kollar, yardımlaşır, beraber
olur, bazen ders de çalıştığımız olur ama genelde okulun
ekzantirik , nerede ne yaptığı ne yapacağı belli olmayan
üçlüyüz.
Edip Yazgan, Gazi Terbiye matematik, Dilaver
fransızca, ben resimiş bölümünü kazanarak Ankara'da
yine buluştuk. Üç yılımız beraber ve daha öncekilere
benzer geçti.
Genç, bekar Müzik Hocamız Hilmi Bey,
Beden Eğitimi Hocamız Abdi Atamer, Baş Md. Yardımcı İbrahim Soyer'le,
sık sık sinemada karşılaşır, anlamlı, azarlayan
gülücükleri, utangaç pozlarla selamlaşır
çoğunlukla, onlarla beraber okul faytonuyla döner, ama yine
de disiplin kurulunu boylardık.
Ne işse, büyük cezalar almazdık.
Üç değişik tip, yan yana, çok kez konuşmazdık,
ütü, gömlek yıkama işi, hariç.
Olmayan olanaklarımızı birleştirir, sıkışınca, dersi iyi olanlardan
borç alırdık. Bizlere, gıptayla bakarlardı, seve seve verirlerdi.
Ben, saat tamiri yapar, külüstür makinamla
çektiğim gurup fotoğraflarını beraberce tab eder,
borçları bazen aynen, bazen nakten öderdik. Hoşnut
olurlardı.
Mersin, Silifke, Mut, Gülnar, Anamur,
Ermeneklilerle, güçlü birlik oluştururduk. Okulda
söz sahibiydik. Sporcular, güreşçiler, öğrenci
başkanları bizden olurdu. (İbrahim Tinli, İbrahim
YeltekinSümbül, Kadir, Mehmet Şaşmazer, Durhasan, İlhan,
Ahmet Beliğ) ayrıca, izciler, basketçiler, yayın kolu,
müzik kolu, bizlerden seçilirdi..
Son sınıfta, sene sonuna yakın, öğrenci başkanı
seçildim, (kız lisesinden gelen bir hanım coğrafya
öğretmenimiz var; kitabımız Türkiye Coğrafyası olduğu halde,
uzun uzun İngiltere'nin, arazisi, petrol, hububat, sanayi durumunu
anlatıyor.) Akşam etüdünde, sınıfları, bir bir dolaştım.
Arkadaşlar, bu coğrafya hocası bize, ne yazılıda, ne
de sözlüde, Türkiye Coğrafyası'ndan soru sormuyor. Bu
ülkemize hakaret olmuyor mu? Dedim. Ertesi günkü
coğrafya dersine, okulca girmemek kararı aldık.
Sabahleyin, önce bizim sınıf, sonra diğer
sınıfların katılımıyla, yeni yapılmakta olan Alman Barajı'nın kanalları
içinden, kırlara çıktık. Çaldık oynadık,
fotoğraflar çektirdik. (Beni bir eşeğin üzerine
bindirdiler, bir dini lider gibi gezdirdiler, fotoğraflar,
fotoğraflar...)
Okulda kızılca kıyamet koptu. Öğrenci başkanı
dahil, hepimizi revire hapsettiler. Dersler kesildi, soruşturma
başlatıldı, yazılı savunmamız istendi.
Okul Doktoru Kemal Satır'ın, bizim beyin takımının
da katkısıyla milliyetçilik çizgileri ağırlıklı, (Volter
vari), bomba gibi, bir savunma hazırladık. Okul
müdürümüz Naci Ecer Sorbon mezunu bir terbiyeciydi.
Savunmayı beğenmiş olacak ki, 15 gün revir gözetimiyle
kurtulduk.
Diğer sınıflardan daha önce ağır suçlar
işlemiş olan, 30 öğrenci yurdun diğer bölgelerindeki okullara
sürgün edildi.
Atatürk, Hatay için Adana'ya geldiğinde, bizim gözetim
altında olduğumuzu anımsarım.
OKALİPTUS
Kasabaya ilk geldiğinde adı da okalüptüs
değil "sıtma ağacı"ydı. Sıtmayla gardaş olmuştuk. İlkokulda
çok fidan diktik, okşaya, tapışlaya, sulaya... Kurtuluşumuz
sanki bu fidanlara bağlıydı. Ortaokuldan sonra Adana öğretmen
okuluna yatılı başvurusunda geç kalmışım. Okumak da istiyordum.
Gündüzlü yazıldım. Küçüksaatte Aşiret
han'ında konaklıyordum.
Fakirim, giyimim kuşamım ona göre. Han sahibi
bana acıdı. Katibe yardım edeceğim. Boş zamanlarımda ayak işlerine
bakacağım.
Yılın sonuna doğru halime acıyan idare, benim
yatılılığımı bakanlığa onaylattı. Baraj yolunda şimdiki Fen Lisesi
binası öğretmen okuluydu.
Okalüptüs ağaçları altında
güzelmi güzel villaya geldim. Sanki ağaç dostlarımla
buluştum. Onları çok sevdim, Adanalılar gibi.
Alman barajı çalışmaları başlamıştı. Okulumuz
yemek veriyordu ama ekmeğimiz kıttı (1939). Almanlar ameleye her
gün akşam üç somun veriyorlardı. Cumartesi pazar
günleri birkaç Mersinli arkadaşla ameleliğe gidiyorduk.
Akşam dönüşlerinde öğrenci arkadaşlarimin bizleri
karşılamaları, üzerimize çullanmaları görülecek
şeydi..!
Sonraları saat söker takarken bir fotoğraf makinası aldım.
Dörtlü bir ekiple işimizi ve emeğimizi üleşerek beyler
gibi yaşadık
Ağaç gövdelerini, ebem kuşağı yapraklarını etüt
ederken boyarken, resim yönüm ortaya çıktı.
Ver elini Gazi Terbiye...
E. Aydın, 5Mayıs1996
Söz Alman Barajı'ndan açılmışken.....
Savaş yıllarındayız, ekmek vesikayla, devlet bize, patetesle karışık
tatsız tuzsuz bir ekmek veriyor, doymuyoruz, çoğunlukla
Taşelililer uyanık rezilliğe bağışıklı oluyor, sırayla belli zamanlarda
dersten kaçıyor, baraja amele yazılıyor, ya dekovil itekliyor,
ya da sırtımızda semerle çim çekiyoruz. Paydosta, her
ameleye cabadan üç ekmek veriyorlardı. Kucağımızda ekmekler
çalımlı gülücüklü, gostak gostak, bizi
dört gözle, bizleri bahçe kapısında bekleyen
kalabalıkla buluşma, üzerimize çullanıp elimizden ekmek
kapışları, görülecek şeydi..
Üç ahbab Çavuşlar Gazi Terbiye Enstitüsü'
nde buluştuk, yerler bal döksen yalanır. Kaloriferlerle
ısıtılıyor, yemekler olağan üstü, yataklar yaylı somya, kısa
bir sürede takım urbaları, terzi özenle lacivert kumaştan
vücudumuza uygun dikti. Çiçek bahçesine
düşmüş kedi yavruları gibi, sığınacak kovuk arıyoruz,
koridorlarda renkli bilardo topları gibi, zıp zıp zıplıyoruz.
Birbirimizi bu kılıkta görünce,kasabaya yolu düşmüş
yörük gibi anlamsız sırıtıyor, kıs kıs gülüyoruz.
Dersler başladı; Malik Aksel, Refik Epikman, Sait
Yada yazı, Veysel bey mukavva işleri, Nejdet Pençe, Hayrullah
Örs demir işleri, Tahnit, Şinasi Barutçu grafikfotoğraf,
Hakkı İzzet modelaj. Hepsi de Avrupa'dan yeni dönmüşler,
burunlarından kıl aldırmıyorlar, çalımlarından yanlarına
varılmazdı, uygulama bölümünün imparatoruydular.
İyi yontuyor, özlü yoğuruyorlardı.
Ercüment Ekrem Talu, Halil Fikret Kanat, Hıfsırahman Raşit
Öymen, Cevat Memduh Altar, Ziya Dalat Kültür
derslerimize girerdi.
Edip Yazgan, Gazi Terbiye Matematik
bölümünü, Fen Fakültesini bitirdi, evlendi
sonra Matematik Prof. oldu. Dilaver Boya Fransızca öğretmeni
olarak emekli oldu. Bende öğretmen olarak, sizlerin sevgi
soluklarınızla yelkenlerimi doldurarak deryalardayım.
E. Aydın, 2.Şubat.1999
GÜNLÜKTEN
(4 ve 5 numaralı kaynaklar)
İki kere iki 4 gibi. Sen rakam nedir? ne iş
görür bilir misin? nerede kimleri güldürür
nerede kimleri ağlatır? İşte ben bunları düşünürüm
dostum.
Rakam vardır 2 kere 2 dört eder rakam vardır
sıfır eder.
Niçin demişler aşkta rakam kıymetsizdir.
Fakat ben sonu olmadığını anladığım her şey den
üşürken tutup burnumu bir sonsuza soktum a dostum a dostlar.
Şimdi gülüyorum ağlanacak halime. Mektup yazdım tapırdadım.
Üzüldüm hepsi dostlar 2 kere 2 dört eder mi
denecekmiş? hayır dostlar hiç etmezmiş.
İşte ben bu hesapsızlığımla eriyecek ve
gönlümün bankasında iflas edeceğim.
Bırakın sersemi şirazesi dağıtmış bir kitap gibi
rüzgarda dağılsın.
Her biri bir yere yüzlerce sayfa ayrılsın belki
onu yeni toplayıp kitap edenler olur.
E. Aydın, 1945
Pazartesi. İşte bu güne kadar geldim ve bir
hayli hatıralı günler yaşadım, fakat kayıt gününe kadar
aynı arzu ve kinle yaşatamadığım neler var!
İnkılap, züğürtlük, kararsızlık, o
kıza karşı hala devam eden iç sızılarım, Sacit'le sarhoşluğumuz,
Ali beyin mantıksızlığı kuşluğu, Reçine
isyanım, yeni yeni uçarılıklarım bilmem ki hangisini sayıp,
hangisine hak vereyim.
Her sabah bir üzüntünün beni
sarsmasıyla uyanıyorum.
E. Aydın, 5Ağustos1945
Sabah sayfası:
Ey ömründe iyi gün ağlayan insan, sen
günün muhtelif saatlerini, ciğerlerine çekmek
için bazı fedakarlıklar yaptın mı?
Sen günün bitiminde uzun bir yolun başlangıcında renk
tufanlarına dalıp seyrede ede içlendin mi?
Veya bir öğle güneşinde tarlalarda ekin
derip kan ter içinde bunalırken, barat sonu eylencelerini
düğün ve nişan hazırlıklarını hayalleyip, makineleşen
ellerimizi işe terk ettiniz mi?
Bir şafağın uzaklarda atışını,yıldızların
yorgunluktan düşen göz kapaklarında, sevgilimizin sabah
mahmurluğu ile münasebet aradınız mı?
Karanlık bir geceyi dağ çamlığında yapayalnız
sabahın mehtabına taşıyıp, çam pürleri arasından
süzülen billur gümüşi ışıklarla yıkandınız mı?
Hayır mı dostlarım?
Ya siz günün hangi saatlarından
hoşlanırsınız?
Anladım dostlarım, siz güneşin doğuşunda sabah
uykusunun, ve batışında akşam uykusunun sallayıp avuttuğu bir hayat
züğürdüsünüz.
Şafak söküp gölgeler gizlice gece
selahiyetlerinden dönerken gündüz elbiselerini giyerken
tenha bir köşeden ürkek bir kadının dekolte halini
tahasürle dudakların kuruyarak, nefesin tıkanarak seyreder gibi
baktın mı?
Bir öğle güneşinin tepemizdeki
zonklamasını duyup alnınızdan, yüzünüzden boşanan ter
sağnaklarıyla susuzluğunuzu giderip bir ağacın yarı gölgesinde
kuru ekmeğinize sevgilinizin veya ananızın hazırladığı yağsız pilavla
ayranla doyurup bal gibi yutup sevgi veya aşk girdaplarına dalıp
uyumayı, o sizin öğle yemeğinizin tavuk, baklava ve buzlu
biralarınız ve daha bilmem bin bir konforunuzla doyup bir miğde
dolgunluğu içinde şezlonga uzanmaya tercih mi edeceğim
sanıyorsunuz?
Yine bir akşam yemeğinde şarap şişelerinin başınıza
üşüştürdüğü renksiz, kokusuz o
fütürsüz arzuları uyartan alkol tembihi ile yayılan
iç ferahlığı, ıssız bir çamlıkta koyu gecenin koynunda
hafif hafif mırıldanan bir çeşme yanında bütün
sessizliğin (*) uzandığı bu saatte hiç çıtırdamadan
sevgilinizin yatağı başına gelmeye çabalayan bir aşığın havanın
sürtünmesinden bile yılgın, çenesi kilitli, heyecenlı
adımlarla ilerleyişi gibi mehtabın sönmek üzere olan feneri
ile pür nefes çam dallarından çeşmeye inişine
kıyaslayamam dost.
E. Aydın, 23Ağustos1945
Öff içim içime sığmıyor her
gün bir derdin peşinde eziliyorum yalnız yaşayan ben miyim?
Sanki biperva gezenlerin kahrı bendedir.
Hayat derim inlerim, aşk derim inlerim. Dost derdi
dinlerim en sonunda dertli olur, inim inim inlerim.
İniltiler derinden derine
köpürdükçe mermerlerin kalbi açılır.
Bende öyle hamızlanıyorum gün günden
neyim ne oluyorum her gün ben.
E. Aydın, 1945
Dostlarım ben neyim?
Bu sabahı dünden bekledim, şartıma uydum uyar
gibi oldum, Tanrıyı kandırmaya gittim gibi öyle üzülmeye
başladım ki, üzüntüm bana çok bile her şey bana
dokunuyor, sabahın saat üçü, akşamın yedi
buçuğu, dostların gülüşü, dilencilerin
görünen yalvarmaları ve şayet takıcılar.
Etraf insanlarla dolu, hepsi tip tip ben neyim
hangisine dahilim. Bayram gelince kasketlenen sabah olunca uyuyan
neşeden alem arayan bir insan, sen ne münekkersin, ne cahilsin, ne
dinci, ne umumi, ne talebe, ne memur, dilenci, dolandırıcı da değil,
alem para uzatsa elini çekersin, neşeden alem seçersin
başkasının velime dolu cebine boş diye bakarsın, çalamazsın,
çarpamazsın, dilenemezsin sen nesin çocuğum sen ne?
Sen geçen güzden arta kalmış bir rekat
dersin inlersin, soluk çeker inlersin kış işte başına
saçtı aklarını sen gökdene sazında mazindeki bayramları o
yamalı ayakkabılarının bayramı münasebetiyle yamanmışsa
boyanmasından sonra komşu komşu dolaşıp için için inleyen
çocuğu desek belki bir parça kar bulursun üzerine
ekin ekecek.
Ben bir aktör olsaydım ne roller yapar, ne
bahtiyar olurdum. Babam artist olurdu yavrum kuzum demekle, kalbinden
bir kere yavrum sesi duymadım, ah ben bu sese doymadım. (*) elimde
meşale bu karanlık yollarda sokak sokak gezerim. Evimi, annemi, babamı
ararım. Benim üzüntüme iştirak edip yavrum bir tanem
desin kucaklasın yok mu kardeş yok mu, yok ya. Sen dünyada
yalnızsın, yalnız yaşayacaksın.
Bende isterdim babamı elimden tutsun, her zaman
için terziye, kunduracıya, şekerciye götürsün,
ayakkabı boyacısına seslensin,oğlumun ayakkabılarını bir parlat desin,
bunu duyayım.
Yıllarca geriye attım hatıraların haznesine
uğruyorum, yine boşum yine yalnızım.
Beni üzen, beni eğen ağlatan hayatımca bu oldu ve yarım kaldım
dostlarım. Fakat hepsi yığılsın geride biz ilerleyelim, mezar kazıcılar
ilerleyelim.
Annem baksın pencerede, babam eli tokmakta, fakat
seslenmesinler, yoldan geçen bu eli meşaleli dilenciye.
Anlaştık mı dostlarım.
Ethem Aydın, 8Eylül1945
Ayın on dördü,
Dün imtihan oldum, evvelkisi gün sevdiğim
kızdan mektup aldım. İkisi de kıymetini mazide bıraktı. Yine bomboşum
bugün, yarında öyle olacağım ne çıkar inledikçe
için açılsın ruhun şen olsun Ethem. Ne inlersin ne
derdini ararsın sabahın volesinde gafil çocuk uyu gece
gündüz sen uyusan kalbin ferah gözün biraz kör
olur.
Bugün bir vazife yaptım fakat belki biraz
gençliğin zihniyetine uymaz her ne olursa olsun ben memnunum,
çünkü insan gibi düşündüm ve yangını
dikkatlice söndürdüm.
E. Aydın, 14Eylül945
Bulamaç
Bizim mektep kulisinde direğe yani bayrak direğine
konmak için sıra bekleyen kuşlar ekük olmaz. Bilmem bunları
burayı sevk eden kudret nedir? Bunları ben hayatı paslanmaya başlayan
fakat ümitli genç öğretmenlerin istiklal için
çırpınan ruhlarına benzetirim bir çok guruplar
gelir gündüz akşama kadar uçuşup dolaşırlar,
içlerinden pek azı o direğe konabilir.
İçimden yazmak geliyor; mektep
çatısındaki bayrak direğini konmaya çabalıyan kuşlara mı?
Havuza hapsedildiği için kendi kendini kokutan suya mı? O suya
bin bir renk damlaları halinde sızan ağaç ve çiçek
akislerinin oynaşıp kaynaşan hayal tufanına mı yazayım?
Yoksa bütün kış çektiği ahları
unutan kalememi?
Su koksada bu sema altında mavi bu ağaç ve
çiçekler altında daima güzeldir.
Sık fundalıkların kuşattığı kem gözden
gizlemeye çalıştığı bir memla gölü kenarında bir yaz
gecesinin kol yıldızlı semasından gözlerimizi ayırmadan mehtabı
kıyıya kadar takip ediniz, gölün o engin derinliklerinde su
perilerinin yıkandığı, mehtabın endişeli nazarlarla ağaçların
yarı aralık parmaklıklarından nasıl bir an için titrek
nazarlarla sıyrıldığını suların hakir ruhunda hüzünler
uyandırdığını bir görseniz de, o kuşların ah bilmediğiniz
ummadığınız o kuşların böyle ilahi aşklara şahit olmak için
can atarak bu konularda türeyişlerini anlasanız. Bir kuş gibi olur
veya olmak isterdiniz.
Hele bazı geceler mehtaptan soyunup bir aralıktan
unemka suyuna daldımı zükke kuşlar bir birine göz atıp ıslık
çalarlar.
Gölden, aşktan, ağaçlardan yükselen bir ruh ve arzu
buharı sizi sarar, suların derinliklerinde saçlarının
bukleleriyle oynayan perilerin yavaş yavaş mehtaba çıkışlarını
ve o ulvi ve tıksımlı bakışları, zilin zamanı tesbit etmek üzre
olduğu şu anda önümde manidar bakışlarla kırpışan
çiçekleri etrafında onlara kol açan yeşilleri
kanat çırpan serçeleri ve dibinde oturduğum şemsiye
ağacını bıraktımda gemsiz muhayyilemin rehberliğinde ta uzaklarda
dolaşıyorum.
Şu Allah'ın kurak toprağını nasılda benimsemişler
biliyorum hep sevgili yüzünden (zaten neye demişler iki
gönül bir olunca samanlık seyran olur) şebboya bakın, aman
sukut ona ne güzelde yaraşmış.
Çiçekler aleminin habercisi sabah rüzgarı onlara ne
kadar da sokuluyor. Aman adeta kıskanıyorum o ufak ufak puselerden
ücretini toplayışı, yeşil yorganı içinde karyolasında
mahmurlanan güllerle aralarında çok şeyler olsa gerek. Her
sabah uyandırmaya o geliyor niçin? sonra adeta sarmaş dolaş
oluyorlar bir an yanak dudak fısıldayışlarını bir bir görsen sende
benim gibi olursun.
E. Aydın, 21Eylül945, Ankara
Erkenden
Sabahın yine bir erken saatında bahçede
bantlar üzerinde ağaçlara çiçeklere karşı
kalemimi sıkıştırıyorum sıkıştırıyorum hayatı, bir his belirmiyor
kalbimde çalkalanan sellerden irade meczarı dolmuş.
Sel, bilirsiniz ne kadar tahripkar bir afattır! Hiç suya
benzemez azgın afacan karma karışık kirli ölçüye
gelmez elhasıl azgın bir şey!
İşte aşkta hayat gençlik çağlarında
silindirliyen ve gönülde vucutta, kafadan da başka her yerde
bilhassa saçlarda rusup bırakan bir seldir.
E. Aydın
Ethem Mezun oldum ve 2 Ekim 1945 maaşımı aldım yani muallim oldum,
maaşı öyle bir alışım varki eh görmeli. Hemen cüzdanın
yeri değişti üzüntüm dindi. Birde Kars'ı çekince
yüreğim hopladı, idealim karıştı sarsıldım uykum kaçtı,
şimdi ise iyiyim.
Şans deyipte geçmeyin dostlar isterse adamı
tepe takla attırır.
Eh şimdi beni bekliyen istikbali
düşünüyorum. Üzerini yazarım fakat şimdi deyil.
E. Aydın
Günlerden Cumartesi sabahın ya beş yahut
beşbuçuğu, yatağımın başcağızında geçen günlerimi
unutup yenilerini yapmağı şansın mukadderatin izniyle hayalliyor
memnuniyetten mesrur oluyorum.
Tanrı artık o günlerimi unutturacak idealim
için annem babam ailem için hayırlı işler ihsan etsin.
Yaşamak yaşatmak iz bırakmak için
çalışıyorum ve çalışacağım.
Kars'ta, odamda, ailemden kilometrelerce uzak fakat
saadetimle kucak kucağayım bakalım ilerisi için neler olacak
hiç üzülmeden şu kışı bir atlattımmı Tanrı bana yar
oldu demektir.
Allahımın emaneti ey üzüntülü
günlerin sarsaklıya sarsaklıya bitiremediği bünye işte saadet
de bakalım kullan kendini inkişaf et ve ettir.
E. Aydın, 20Ekim1945
Unutulan Şeylere
Kars'a geldim vazifeye başladım hayatımdan
çok memnunum 15 günün geçtiğini duymadım bile.
Evelkisi gün benim için bir duraklama,
bir sarsıntı noktamdır.
Bilmem hangi alışıklığın tesiridir, arkadaşlarla
senli benli olma yolunda her gün biraz daha terakkiler kaydediyor
ve kendimle yarışıyordum, meğer bu terakki, bir tereddi yolunda
görülür öyle tefsir ediliyormuş.
Çok sevdiğim kendisine sokuldukça
sokulmaya vesile arayan beni oncağız bir sırnaşık mı zannetti nedir
içerliyormuş.
Yaşlı tecrübeli halim selim bir adam, birden
köpürmüş üzerime yürüyor hem de
talebelerin önünde. Onun ve benim vaziyetimi
düşündüm şakaya vurmak için ne fedakarlıklar
yaptımsa yinede hadise acayiplikten kurtulamadı eğer bende arzu
etseydim orada müthiş bir hadise idi. Çok yerinde bir
büyüklük yaptım ve vaziyet bir hayli kurtuldu. Fakat
beni bir hayli üzdü arzu etmiyordum.
E. Aydın, 11Kasım1945
Dün sayım yapıldı çocuk sayımı bende
kontroldüm. Gezdim saydırdım, nihayet okula döndüm.
Hiç iç üzüntüm yok denilebilir, mektup
yazıp, mektup alıyorum, fakat pek çok yazıyorum, bana para da
biraz zor dayanır. 15 mektup bir ayda postaya atılırsa ne olur.
Züğürdün hali bu mu bende bilmiyorum. Sağ tarafımda
arasıra artan bir ağrı vardır, kaburgalarımın altında, bugün
maşallah hiç duymadım, inşallah geçiyordur.
24Kasım1945, Pazar
Affınıza mağruren daha samimi ve delillerle yazmağa
çalışacağım.
Ortaokulu fakruzaruret içinde bitirdim. Annem
ve ben babamı sıkmamak için dişimizi sıkıp ve belki ağladığımız
oldu.! Ayağım kırıldı bir doktor çağırmak için annem
sokak sokak ahbapları dolaştı. Orta tahsil işte böylece annemi
ihtiyarlatarak , saçlarımı ağartarak mazi oldu.
O kadar fakirdikki, Mut'a yaz
dönüşümüzde kira parasını aylarca veremezdik.
Yine o kadar fakirdikki muallim mektebine gidebilmek için yol
parasını karşılasın diye atı sattık. Yıl 193839. Bu tarihler bizim
dükkan işinin işlek olduğu senelere rastlar. Babamın eline 18
camiden, 30 lira puldan hepsi 48 lira o zaman epeyce bir para idi.
Muallim mektebinde hele ilk sene babam, ayda zorla
gıdasından ayırdığı 10 lirayı bana yollardı. Zavallı ben ne zaruretler
içinde kıvrandığımı hatırlarken şimdi bile gözlerim
ıslanıyor.
Günlerce gazocağında soğan kebabı yapıp, her
tarafından damlayan çatı altında titreye titreye sabahı
beklerdim. Sabahleyin, ıslak elbiseleri çiviye asar,
çamaşır bohçamın köşesinde her nasılsa ıslanmayan
bir kat çamaşırı giyer, eski bir beyaz pantolonla, yarım
pabıçla gider gelir ağlardım.
Leyli oldum yine fakir. Çünkü
babamları zaruret içinde bırakmamak için para istemezdim.
Böylece yıllar geçti, ölmeden bugünlere ulaştık
Gazi terbiyeye ne şartlar içinde girdiğimi
pek hatırlamıyorum. Ama yine de mektebin sayılı fakirlerindendim.
Çünki, arasıra, gömlek, çorap, don, atlet
verirlerdi.
Eh artık 25 yaşındaki bir erkek oğul evine yine
yük olamazdı ya... Böylece susar susar babamın
gönlünden kopanı tevekkülle beklerdim. Mezun oldum.
Yuvamızın mukadderatını değiştirmek azmiyle Kars'a geldim.Muallimim.
Sınıfta 100lira alıyorum
Kemal'e gelince çocuk küçüklüğünden
beri zeki, becerikli, fakat biz O'nu okutamadık. Sebep basit, sefalet.
Kemal ortaokulda iken bir kez bayram münasebetiyle Karaman'a
gittim. Bir izbede iki kişi karanlık bahtlarına da
bürünmüş. Soğuk, yüzlerini soldurmuş.
Kömür hiç yok. Ekmek pekmez sabah bitmiş. Paraları
yok. Aybaşına on gün var. Ekim içinde zavallı çocuk
hem şerefini kurtarmak için eksi on derecede çalışıyor,
ve evin geçimlerini düşünüyor. Sıfır derecede
vaziyeti Kemal kadar vahim olan talebe daha yoktur. Bereket versin bu
arada, hamiyetli dostlar ve kalp sahipleri, komşuları var. Yardıma
koşuyorlar. Kömür yolluyorlar, evlerine davet ediyorlar.
Binbir iltifatta bulunuyorlar.
E. Aydın, 1945
İyi Sakla
Yazmak için hiç vaktim yok gibidir.
Onun için şu defterimi ihmal ediyorum. Yoksa çok
enteresan hadiseler yaşıyorum. Ruhi bey ve karne işleri benim
beceriksizliğim. Ölüme denk üzüntüm avareliğim
dersler. Blöfler, müdür beyle mülakatlarımız,
karektersiz sırnaşık yalpalarım, onun lakaytlığı hepsi hepsi, resim
üzerinde cahilliğim, müzailiğim, dost tutamayan halim,
kimsenin bana sokulmaması yalanlarımla iyi vallahi yine merhaba
deyenlerim var yine. Yoksa ben bir ukaladan başka neyim.
Bütün bunlar tecrübesizliğimin bana
verdiği haktı, yoksa bende kaşarlanacağım, bişeceğim, şu anda gelip
hatırımı soracak bir tek kişi dostum yok Sabit müstesna. Yani
benim için yola çıkan tek bir ayak, ben bu kadar fena bir
adam mıyım, haşa sen şu etrafındaki insanlardan çoğundan iyi
ahlaklı bir vicdan sahibisin. Fakat herkes muamma peşinde, içki
işret sohbetlerine dost arıyor, sen o değilsin.
E. Aydın, 26Aralık945, yılbaşına
4 gün var
İşte şimdi gecenin 2,5 uğu, balodan geliyorum. Bir
hayli dans ettim, fakat soğuk çok canımı sıktı. Adam sende
dünyanızı mı, zamanı mı değiştireceksin. Es geç, hoş
gör.
Neyse yeni yılın hayırlı olsun dost.
Şimdi uyu.
E. Aydın, 1Ocak1946gece
Yeni yıldan bu güne tam bir ay işte yine yapmak için ilk
fırsatım, tam bir züğürt görüntüsü.
Şimdiden daha başlangıçtan malumat kıtlığına
uyuyorum. Ankara'dan buraya tek aşımasız geldim Şimdi ise bir hayli
gülümseyen çevreye raslıyorum.
Ama istihza ama samimiyet, onu artık aramıyorum. Şu
Tevfik iyi çocuk, her hareketi ölçülü kalp
kazanmanın yolunu niyazı bir katiyetle bilir. Geleli beri aynı
odadayız, gülüp konuşuyoruz ve fakat sevgimiz samimiyetimiz
hepsi samimiyetle pek teğet.
İyi anına samimiyet dediğin nedir Ethem? Sarılıp öpüşelim mi,
kızımıza paz ve rel şakaları mı yapalım.
Bir insan diğer insana güzellikle yaklaşırsa
yine aynı değil midir. Eh canım sende yazmış olmak için diline
doladın bir kelime, ne oluyor yani manasızlığı bırak, yazacağın bir şey
varsa yaz. Mesela akşamki karı oynatmalardan, sarhoşluktan, fuzuli
masraftan filan üzüntün intibaların varsa yaz.
Kemal'ın ani düğün haberi ultimatonun
onların sana yararları varsa, babanın bile evladı yanlış anlaması ve
artık bu böyle iken kimden hangi yabancıdan samimiyet dilenmeye
hakkım olduğunu ilah yaz, eğer yoksa uzun uzun mektuplarla içini
dökmüş olmana kani ol ve sözü kes. Hayatı gün
ve gün yaşamanın kolayını araştır.
E.Aydın
Bu saat Kars'ı terk etmeyi iyice idrak ettiğim
günlerin başlangıcıdır. Gelişimde böyle olmuştu yazıyorum,
yazdığım şeyler birbirine geçmiş olan günlerimin
içinden yakalayabildiğim ufak tefek şeylerdir, hadiselerdir.
Yine şu kız arkadaşlar işi kafamı kurcalıyor,
anlaşamıyoruz medenice. Sinsi sinsi alay edilip hiddet ediyoruz.
Talebelerle ara sıra münasebetsiz hareketlerde
bulunuyoruz.
Bu günleri hadise o kadar üzücü
olduki yazmaktan sıkılıyorum.
E.Aydın
Bu sabah yataktan kalkarken kendimi yorgun, bezgin
ve birazda kimsesiz buldum ve hemen defterimle yani seninle baş başa
verdim, eski günleri karıştırdım, okudum. Bana öyle geliyorki
dün yada hiç bir şahaser virane kendi eseri kendi
hatıraları kadar tatmin etsin işte okudukça kokladıkça
ben ben kokan bu satırları insan şaheser sanıyor.
Yakın Ankara'ya dönmeyi kuruyorum tabiki asker
olarak.
E.Aydın
İkaz
Yedek Subay okuluna geldiğimin 10.günü,
önümüzde 157 gün var. Ölmeyen can nelere
kavuşur, şu sıcakları düşününce tepem atıyor.
Sıhatim, param, herşeyim yerinde.
Burada da ufak tefek üzücü hadiseler
oluyor ve yine becerileşip çocukca hallere giriyorum. Şehre
çok seyrek iniyorum. Henüz hiç mektup almadım
Gün geçtikçe değişiyorum, şimdi
artık talimat seyirini gösteriyor, oldukça ufak bir ayrılık
yüzünden kendileri için göz yaşı
döktüğüm annem babamı da şimdi pek seyrek hatırlıyorum.
Yeni aile manşeti her yazısı gibi birde benzedik
insan olmak pek fühan edilecek nesne değil.
Niye sevişmiyoruz, niye eskisi gibi annem, babam,
ben ağlamıyoruz.
Kars'ta müdürün dediğine çok
hak verdim. Askerlik hayatımda yeni terakkiler kaydedecek buna
şimdi inanıyorum.
E.Aydın, 13Mayıs1946
Ne günler geldi geçtiler, hepsinden
bazen bir intika bazen bir hatıracık kaldı. Onları toplamaktan,
dizmekten istikbal için ne beklenir, eh işte gün ambalaj
ediyoruz. Bir gün bir ağlamanın insanda kalan garip intikaları.
Kars lisesindeyiz günlem 15IV946 artık
derslerde içinden inlemeler yazılılara karşı sonsuz
intikalar dolup taşıyor. Bütün bu terkedeceğim şeyler
için, ağlamak göz yaşları dökmek için ufak bir
işaret kafi. Yok öyle yapmıyorum, onlardan her fırsatta
kaçıyorum. Hatta her sınıfa ayrı ayrı allaha ısmarladık bile
demeden ayrılmak niyetindeyim. Son gün 30V946 sabah onları
topladım, konuşmak için dibine gelenleri ortaya attım,
dudaklarımı büze büze yarı ağıtlarım tesiriyle tutuk bir
makine gibi onlara üç kez kelime söyledim işi
bitirdim. İstasyon safhası bir alem, ben bir mecnun, her yolcunun
önünde duruyor, konuşuyor, ağlıyor, ağlatıyorum. Dayanmıyorum
kenara topluyor onlara kalan millet nasihatleri veriyorum.
Bütün meslek dostlarımı kenarda bırakıyorum, işte dan... dan
dan. koşuyor, ahbaplarla kucaklaşıyoruz ve trene atlıyorum. Ağlaya
ağlaya, ezile büzüle son silüetlerinde ufukta silindiği
Kars hakkında muhayyılemi çalıştırmaya ihtiyaç duyuncaya
kadar gittim, gidiyorum. Şimdi Ankara'da yedek Subay okulunun
topçu bölümünde 1317 numarada, geri sıralarda
oturan, bazı derslerde uyuklayan bir talebeyim. Kars lisesindeki,
çok faal resim öğretme değil.
Yine ayın 29 akşamına dönelim. 26 öğretmen
bir hayli talebenin doldurduğu, üzeri çerezli masalar
etrafında oturduk, konuştuk. Sonra müdür kalkıp hayırlı
yolculuklar temenni etti. Arkasından bir yavru daha, sonra bir son
sınıf talebesi bana yazdığı şiiri okudu, ah artık başladım ağlamaya.
Sonunda bende kalktım bir kaç şey söyledim ama bir hatip
belağatıyla . Sonunda Allaha ısmarladık demeyi unuttum. Eh canım ne
çıkar.
E. Aydın
Geceleri tahtakurusu ayıklıyor, gündüzleri de derslerde
uyukluyorum. Allah encamımı hayırlı kılsın.
E. Aydın, 16Mayıs1946
Yine tifo aşısı oldum.
Bu gece evde kalmak için izin istedim,
pısırık ve cansız söylediğim için alamadım. Yine böyle
yapmayacağım ve bundan sonra çok gür ve tok konuşacağım.
Yarın Pazar ve 19 Mayıs bayramı, bittabi göremiyeceğim, aynı
zamanda bir arkadaşı karşılayacağım.
Günler yavaş yavaş geçiyor ve ben
çalışıyorum. Bir gün yine hayata, maaşıma kavuşmak
için çalışıyorum ve çocuklarıma mektup yazıyorum.
Onları çok sevmiştim, hem de pek çok, sonra hani bir
tarihte (*)
18-5-1946 Cumartesi
Hayret vallahi, Yedek Subay okulu bitti. Vallahi billahi bitti ve 20
günde subaylık ettim.
Ve işin garibi bu, hayat çıkmazı böyle pütür
pütür.
E. Aydın
Bugün hayatımda bir çok virgüller,
noktalar koydum. Aniden Ermeneğe yolladığım ilanı red ve meşruti
vaziyetim, ablama mektup annemin gelmesini istememem.
Evden çıkışım, kızcağıza yaptığım cinayet.
O kadar gayesizim ki, bakın neredeyse dün Pazar
günkü Amerikan donanmasından intibalarımızı unutuyordum.
Ne muazzam gemilerdi onlar yarabbi.
İçinde 100 teyyare taşıyan, uçurabilen
koca ada ve kayıkları yüzdüren çıkarma gemisi. Hey
yaradan ne ömür şeydi onlar Randolf, fargo, Donrne.
E. Aydın, 24Kasım1946
Günler gelip geçiyorlar, işte bir ay
daha geçti ve ben yine kararsız, gayesiz ömür
eyliyorum. Nişan işini bozdum, validem gelemeyecek, evden
çıktım, orada bir yaramazlık yaptım, fena bir strateji
yüzünden üzüntüler içine çark
oldum. Bu basit düşünüş, bu hal beni ne zamana kadar
takip edecek yarabbi. Mut'a bir mektup yazdım, ev için
yüzbaşı ile görüştüm, üzüntüler
yumak yumak.
E. Aydın
Bu gece şöyle bir rüya gördüm.
Yeni elbise giymek filan. Sabah oldu, şeytanda işlemiş kalktım,
hayırdır inşallah dedim. Öğle sonu saat 1'e çeyrek var. T6
nöbetini devrediyorum. Nöbeti alacak adam yok. Bir eş
yolladım buldu. Çok acayip bir itimatsızlık yüzünden
çocuğu kızdırdım ve sanki haksız olarak kendimi müdafaa
ettim.
Hiç umulmadık bir vaziyette kaldım. Öyle
bir anı oldu ki eski günlerden hak iddaasında bulundu.
Böylece bu işte haksız olduğum meydana çıktı.
Çünkü, Yedek Subay okulunda bir hayli yardımı dokundu
idi. Her insan gibi oda öyle yaptı. Aslında farkında şeker gibi,
melek gibi bir çocuk.
Yine benim pek tuhaf düşüncelerim aramızın
açılmasına vesile oldu. Şöyleki: Ben Mehmet'i pek
çok sevdim ve seviştik, ona öyle zayıf taraflarımı
açtım ki, beni çok iyi anlamış, sevmiş
gözüküp samimiyetimizi ilerlettiğimiz kanaatını verdi.
Tanrımda biliyorya, ben sevdiğim ve bir parça sevildiğimi
anlayınca herşeyimi fedaya hazır olan biriyim. Zaten samimiyetten bunu
beklerim. Gel zaman git zaman, bir ufak şakaya karşı bana bir hikaye
anlattı ve kurada beni o şahsın yerine koydu. O şahıs karektersiz,
saygısız, samimiyetsiz biri, bense aile samimiyetine bayılan,
arkadaşımın annesini annem, kardeşini kardeşim yerine koyup,
öylece vicdanımda yüksek hisler besleyen biriyim. Elbette
gücüme gitti ve öyleki bu arkadaşa çok derin
kırıldım. Üzüntülerimi file döküp selamı
kestim ve ufak tefek cezalarımız başladı, bu hale geldi.
E. Aydın, 10Aralık1946
Ey Terbiyesiz Terbiyeci
Ben, resim öğretmeni Ethem ve telkifi imkansız olan saldırış mahut
netice.
Ey itaatı sevmiyen vatansever.
Buda ben itaatsız, disiplinsiz bir ordu olur mu? olmaz. Öyle ise,
ben vatan sevmiyorum neticesi çıkar.
Sesini kesip otur oturduğun yerde. Çocuk gelip çocuk
gideceksin be yavrum.
Bugün yüzbaşı ile vaziyetin ne idi, ne fena idi. Onun
kabahatı varmı idi.
E. Aydın, 23Ocak1947
Günler gele geçe, gele geçe
ilerliyor ve ben değişiyorum.
İşin doğrusunu arasanız, bu herifi hazmedemiyorum, eh ne yapayım itaat
etmem lazım, mecburum filan amma, kıymetimi de ararsın, domuz gibi
çalışalım, gece sabahlara kadar nöbet bekleyelim yine iyi
adam değiliz, yine iyi adam değiliz.
Bu amirden daha kötüleri çoktur evet ama bu da iyimi
sayılır.
Onun fena huyları, benim dik kafalığım bu işi
büyütüyor. Yoksa çıkar yol, yer değiştirmekse onu
da göze aldım. Ya kurduğum planlar kabul edilir çok iyi
çalışmaya başlarım, olmazsa ne yapalım, yolda devam.
E. Aydın, 10Şubat1947
Doktor geldi gitti, çocuk çok doğru söylüyor
ama o iş oldu bitti, çığırından çıktı da ondan sonra.
E. Aydın
Hey kart düşünceli tatlı çocuk. Günler de hele ne
de çabuk akıyor. Sanki itişe kakışa koşuşan çocuklara
benzediler.
Bense çok garip bir adam. Hep itiliyor, kakılıyor, eziliyorum.
Yine gün doğuyor, bir gün başlayıp bir hafta bitiyor.
Dalgalardan dalgalara koşuşan bizler, günler boyu
yüzüyoruz.
E. Aydın, 4Nisan1947
Gönlümün teknesinde, hayalin yelkeni,
arzunun kürekleri ile hayat iklimlerine maceraya açıldım.
Her körfeze uğruyor, boynuma sarılarak sevgililer arıyor ve
geziyorum. Teknem dalgaların üzerinde bir ceviz kabuğu kadar hafif
ve ben gözlerim sahillerde hep arar arar ararım.
Geceler ıslak bir kefen gibi ağır kendini
duyururken, ben son defa sevgililer kapısını ziyaret eder ve
üzgün dönerim.
Aşksız meğerse hayat ne ağır ve ne kadar yalnız oluyormuş.
E. Aydın, 6Nisan1947
17Nisan1947, sabah saat 6'ya doğru, odamda sobanın
iyice ısıtmasını bekliyorum.
Koşuya gidecek atlar gibiyim, sanki hazırladığım sergi benim
içinmiş gibi tuhaf oluyorum. Ruhum hem sıkılıyor, hem ferahlıyor.
Gerçi bir tez uğruna bir sergi hazırladım ama ne yapayım, nasıl
olsun veya oldu bilmiyorum. Neticeyi akşam devam edeceğim.
E. Aydın, 17Nisan1947
Artık hayatım 3.cü safhasına girmekte, bense
bir hayli yıpranmış, tecrübeler kazanmış olarak vazifeme
dönüyorum.
Bu günler ne kadar uzak, ne kadar erişilmez
gözüküyordu.
Hepsi gelip geçtiler. Şimdi yeni
günlerim için yeni projeler kuruyor, tamamen
kavrayamamaktan yoruluyorum.
Ankara'ya uğramak, işlerimi yoluna koymak, sağa sola baş vurmak,
mesleğe intisap ve yaz inlenmesine çekilmek.
Terhis oluyorum.
Yaşasın Hürriyet.
E. Aydın, 26Nisan1947
Ankara'ya uğradım, çok tapırdadım, işlerimi
tanzim ettim, en sonunda hakkımıza ne hayırlı ise o oldu. Bugün
Adana'nın Bahçe kazası, Haruniye nahiyesi, Düziçi
köyü enstitüsünün taa ufuklara bakan bir
odasında, kuşları bile kuşbakışı seyrediyoruz. Herşey hoş, sevimli
fakat biraz yabani; İnsanlar iyi gözüküyor ama bakalım
sonu ne olur.
Henüz vazifeye başlamadım. Fakat pek çok yapacağım iş
gözüküyor.
E. Aydın, 27Mayıs1947
28 Mayıs'ta Adana'ya gittim. Elbise için bekledim ve aldım. İşte
bugün okula döndüm.
Köye arabayla geldim, elbiseyi de yaptırmıştım.
Çok şükür şimdi param yoksa da giyecek elbisem var.
Yalnız prensipleri bozma aman yavrum sakın ha sakın. Ciddi ciddi, ağır
ağır ağır...
E. Aydın, 2Haziran1947
Bugün Eylül'ün 18Eylül1948, ben nişanlanıyorum.
Hava yağışlı bu, bolluğa, işin iyi gittiğine alamet olsun.
Mütevazi bir nişan olacak. Yağış arttıkça arttı. Bereket
versin davetlilerimiz yakından geldiler, inşallah iyi bir gece olur.
Karar namemi, yani nakil dilekçemide yakında bekliyorum, buda
iyi, arzu edilen şeylerin toplanması olur.
Geçti bir iki pot v.s. Fakat yarın için yine bir eğlence
istiyorlar değil, yapacağız inşallah allahın izniyle.
E. Aydın
Öylesine bir nişan yaptık, öylesine bir
geçti ki. O akşamki üzüntüm zehir gibi (*)
bir güne intikal etti ve ben bir gün kahribar gibi sarardım.
Çok şükür düzeliyorum, hele o gecenin uykusu ve
parmağımdaki madenin sıkıntısı beni sabaha kadar terler içinde
bunalttı.
Her ne olursa olsun giden hürriyet ne
için olursa olsun insana acı geliyor.
Bir hadisenin bütün vücudu sızlatacak
kadar çıbanlaştığı 26Eylül1948 günü beklediğim
bir gıdayı bana (*) . Düşüne düşüne Ankara'ya
vardım. Çalıştım, çabaladım, nihayet bir söz
alabildim. Bilmem ki nasıl olacak, sözlerinde duracaklarmı, yoksa
beni başlarından mı savdılar. Tanrım hakkımızda hayırlısını
versin.
Önce çıkmış olan kararnamemi bugün
tebellüğ ettim. 5Ekim1948, 15Ekim1948 on gün geç
kaldım. Burada olan hocada pek normale benzemiyor. İyi arkadaşlar var.
Hele müfrütlere bakalım, nasıl telif edeceğiz. Ona göre
ölçülü olmalıyız. Etem dikkat et, sapıtma.
E. Aydın, 5Ekim1948
Bir yer ve gök arasında sıkışıp sıkıştırıyoruz,
günler dün gibi gelip onlar gibi geçiyorlar ve biz her
sabah yeni ümitle yatağımızı topluyor, traş olup, kahvaltı ediyor,
giyiniyor, çamaşır değiştiriyor ve vazife yapıyoruz. Bir senem
böyle geçti, öncekilerde keza ölmeği ne kadar
cazip kılıyor ve ümidi ümitsizliğe hayalleştiriyoruz.
E. Aydın
24Ekim1948. İlerleyen nedir? kimdir? Belirsiz.
Sadece yaşanıyor karın tok, gönül yarın için
ümitli, mütevekkil. Bir ömür böyle dolacaksa
numune bugün ise neye duruyor, neyi bekliyoruz.
Mide dolsun, mide boşalsın. Yatak serilsin, yatak
toplansın, kapılar açılıp kapılar kapansın, daha bir çok
belirsiz seneler bakalım. Bu bilmece açık saçık bilmece,
insanlık komedyasıdır insanlık. Rolümüz mühim,
çapraşık. Aman iyi ezberleyelim, yine tekrar edelim.
Dolsun mideler, boşalsın mideler, soyunalım yatalım,
giyinelim kalkalım, yatak toplansın yatak serilsin, kapılar
açılsın kapılar kapansın.
E. Aydın, 24Ekim1948
İşlerim pek zevksiz ve cansız gidiyor.
Ümüdüm kırık değil. Zira kaybolan eşek benimdir.
Bulunarak sevineceğim. Hayat budur.
"Ve hüve ala külli şeyin kadir". O her
şeye kadirdir.
Ebubekiri Sıddık, Ömerül Faruk, Osman
Zinnusuyu, Aliyyülmürteda, Hazreti Haticetülkübra,
Ayşe Ümmülmüminin, Hayrünissa, Hazreti
Fatumetuzzehra. Fetebarek Allaha aksenül halikin! (*) en iyisi
olan Allah (*) La havle ve la kuvvete illa billah! Davranış ve kuvvet
ancak Allah'ın yardımıyladır. Ee Etzak yemutune minel bezdi ve
yekulüne.
Türkler soğuktan ölürler, soğuk
azıcık derler.
Euzübillahimineşşeytanirracim! taşlanmış olan
şeytandan Allaha sığınma. Şerefil mekani bilmekin! ......
E. Aydın
Tanzim dünyanın nizam, intizam ve ahkamatı
tarafından düzenlenir. Bizi sen koru, sen beni belalardan
şerlerden koru, hakkımda hayırlı şeyler ihsan eyle,aciz kuluna iyi
yollara şevkeyle yarabbim
Herşeyim sence malumdur.
E. Aydın
Herşey geçmekte, bahar güz deme, yaz yazın güzü
yaz. Durma deme yaz. Kafile gitti gezdi, döndü.
E. Aydın, 31Ekim1948
O yolculukta bizi büfeye soktular. Gafil avladılar, zayıf buldular
ve üzerimize iftiralar yağdırıyorlar
E. Aydın, 3Kasım1948
Bugün dostlara mektuplar attım.
Gönlümü, arzularımı, kafa dağıttım. İşlerim bulanık, iki
adım ilerim karanlık, önüme gelene yalvarıyor. İşimi takip
için söz alıyorum.
Günler geçmekte ve ben (*) olmaktayım.
Şimdi ne yazıp ne diyeyim. Gönlüm deli, arzum deli, şansım
deli, delleniyoruz bakalım ne olur.
E. Aydın, 1Kasım1948
Bu ömür, bu üzüntülü
ve ölümlü kalımlı dünya. Senin neşen için
ağlayayım, ümitleneyim, gözyaşıma yazık değil mi. Sende
sıranı beklemiyor musun? İşte bugün yaş 30, yarın 40, elli, yetmiş
ve böyle ömür erimiş olacak, sen şekli şemalini
bulacaksın, toprak olacaksın. Unutma arkadaş bu iki kere iki demektir.
24Mart1949, babamın yani benim dünyaya gelişim
ve yaşayış istikbal yapışıma vesile olan o bir günlerimi bana
bağışlıyor. İnsan yetmiş yaşında hayata gözlerini yumduğu
tarihtir. Teli aldım, önce pek kararsız dalgın dalgın evden
çıkıp, kendimi yağmura terk ettim, yürüdüm
yürüdüm, yollar bitinceye kadar yürüdüm.
Islandım ağlayıp ağlayıp geri döndüm. Şimdi oturdum
yazıyorum, gözlerimi gönlümü oğuşturuyorum. Baba
senin için sana yapamadığım yardım için
üzüntülü, sıkıntılı ve ölgünüm.
Ne saçmalayacağımı ne diyeceğimi bilemiyorum.
Başa gelen çekilir. Her insan doğar ve ölür, bu
dünya kimseye yar olmaz ki!
E. Aydın, 24Mart1949
Sabuha
Sevgili defter seni babamın ölümü ile
unutmuştum. 24Mart1949 işte iki sene sonra yine açıyorum ve sana
biraz zehir akıtacağım. Babam öldü, şu menfur Salı
günü bende öldüm, öldüm sayılır. Zira bu
kadının evi karartması da ölmektir. Eğer ben bu mücadeleyi
kazanırsam, tabip beni yaşatırsa mumya yapar da yağlı karakız yinede
çürümek benim içindir. Ey ulu tanrı ben meğer
ne büyük kusurlar işlemişim, ne taksiratım varmış meğer.
Yaşamak ah ne tatlı, üzüntümüz
kuşlar gibi, böcekler gibi. Bugün karım beni bırakmak
istiyor, öldü, dertli diye. Anam beni doğuran kadın, zavallı
kardeşim, dertli, kimsesiz, kardeşim yanıma sığınak, onlara ben
bakıyorum diye onlar, o gönülleri zengin kendileri fakir
kimseler için. Ben onları karıma köle yaptım, taptırdım.
Ben yuvamı, put karımı mukaddes bir şey gibi sevdim, her geçen
gün daha çok daha fazla. O da beni her geçen
gün daha çok unuttu ve şimdi lütfen vermekte olduğu
selamı kesiyor. Bu çok hazin konuda bu zavallıdan yumruğu yiyen
ve ölen maktulum.
Kadın için bu cüret sayılır ve Tanrının
erkek diye ortaya diktiği ben böyle cesur olamadığımdan yine
üzgün ve ölgünüm.
Allahım sen büyüksün, çok büyük. Bunu
bilmek, söylemek hüner değil, onu da bilirim. Sana (*)
bulanlar ölenler midir? Her müşteki yenmek ve kullarına
yardım etmek. Bilmemki ne dersin. İşte yine bütün develerini
yitirmiş bir bedevi kadar karşında acz içindeyim.
E. Aydın, 6Mart1951
Ben yine çekmekteyim. Sevgi insanı
küçültüyor iğnenin (*) geçiyor.
Hel iftiralar, insanı hayatından geçiriyor ve
öyle üzüntüler veriyor ki, yaram çok derin.
1 Annem zavallı kadın, ihya edilmek ister.
Vazifedir, haktır, tehkir görüyor, sevilmiyor.
2 Babam için mevlüt bile okutmak
imkansız. Cuma namazları bile bu aşk sahnesinde gavur oluyor ve ben her
biri bir ayrılma vesilesi olan şeyleri, sevgimin
ünlüğüde sürüyor ve unutuyorum. Ama bileğim ve
ben hayatın bütün ağırlığı ile seve seve boğuşuyor, el el,
kızara bozara para temin ediyorum. Fakat yine ben en alçak adam
oluyor, müsrif damgasını yiyorum ve bugün benim eşim bana
benim param diyor. Benim param nerede, ne zekasız,
görgüsüz diyor. Ve ben mütevekkil
öldürüleceğim ve açlıktan düşeceğim
günü bekliyorum.
Yemeyeceğim, uyumayacağım bu temiz aşkımla
öleceğim. Hayat acı olsun sigara daha acı dumanları ile
içimi daha tatlı ve ferah yapıyor. Benim dostlarım, ben buna
layık mıyım.?
E. Aydın, 11Nisan1951
GÜNLÜKTEN
(2 ve 3 numaralı kaynaklar)
1940'da Adana öğretmen okulundan mezun oldum.
Ak soluğunuz rüzgar, deniz dalgalı yekem insana doğru...
Hüseyin Sevim için yazdığım özlü ayrıntılar
verilmiştir. 1944 Kars lisesindeyim. Ayrıntıları Doğan'cığıma
yazmıştım.
Öğretmen olarak göreve başladıktan sonra da, mekanikkolik
olmuştum. Ütü, elektirik ocağı, bisiklet, motorsiklet,
çamaşır makinası, buz dolabı, daha bilmem neler neler!!. Elimde
düzensizliğe, sonra da yarım düzene ulaşıyordu..
Çalıştığım okullarda, iş bilgisi dersi kapsamında; model
uçak kursları da açıyordum, lastik motor yerine, saat
zemberek düzeni de kullanılabileceği düşüncesi kısa
zamanda yaygınlaştı
Düziçi köy enstitüsü,
İvriz köy enstitüsü derken, 1950 sizlerle buluştum.
Nihal hanım, Sadettin Çağlarca, Haşmet Akal, Hüseyin
Sevim'le beraber çalıştık. Mersin lisesi Üniversite
çaplı bir okuldu. Öğretmenler Prof. yeteneğindeydiler.
Lisede sınıflar 20 kişiyi geçmezdi. Prof.'lerin anfileri vardı.
Öğrenciler asistanlar gibi çalışkan, araştırıcı, katılımcı,
bir verdiğinizi bin olarak geri verirlerdi. Unutmuyorum, sanat tarihine
giriyordum. Ben sanat tarihini kuru bulur, sevmezdim. Kendime göre
bir çıkar yol seçtim, öğrencilere kitap
başlıklarıyla konuları dağıttım, kaynak kitaplarda gösterdim, bir
yıl süreli ödevler haline getirdim. Onbeş günde bir
hazırlıkları topluyor, güya kontrol edeceğim. Bir akşam, ertesi
gün dersine gireceğim sınıfın ödevlerini okuyorum. Saat gece
yarısını geçerken, Şen Pekak'ın ödevi üzerinde uyuya
kalmışım. Suçüstü mahkemesi günlerce evde kurulu
kalmıştı.
Tez işini öğrenciler çok sevmişti. Sene sonlarında
ciltlettiriyor, kitap halinde yapıtların üretildiğini anımsarım.
Aynı olgu resim dersleri içinde geçerliydi. Dünya
çaplı ünlü sanatçıları, Ekolleri ödev
olarak verir, o zaman bulabildiğimiz İngilizce ve Fransızca
kaynaklardan çeviri yaparlar veya öğretmenlerin yardımıyla
seve seve çözer, yıllık tez haline getirirler, dikkatle
ciltlerlerdi. Sanıyorum okul kitaplığında örnekleri de vardır.
İş Bilgisi derslerinde, mekaniği öne alır,
model uçak, saat motorlu tepkili, yeni tip planörler
(Kreasyon) denenceleri yaptırırdım.
Her öğrenci cilt bilir, daha önce
çizimini beğendirdikleri, iş kutusu albümleri, yine
kendilerinin yaptığı alaca kağıt, ebru su kağıdıyla titizce
kaplarlardı. Evlerdeki, zamanla yıpranmış nesneleri yeniden yaşama
kavuştururlardı. Kendi yaptıkları motorlara iş gücü
uygulamayı denerlerdi. Kulaklıklı elektriksiz radyolar yapar, pedagojik
anlamda işin doyulmaz keyfine ulaşırlardı.
Ortaokuldaki öğrencilerim, lisede de benimle olmayı severlerdi.
Anımsadığıma göre, liseden, Türk kuşu kamplarına
yönlendirdiğim öğrenciler, yüksek ehliyet alıp
amatör planörcü olarak dönmüşlerdir. Sayıları
Yurt genelinde önemli yer tutar.
Mersin mahkemeleri, imza sahteciliğinde yeminli bilirkişi olarak
çağırırdı. Kaligrafi üzerinde incelemelerim, yetmişli
yıllarda uluslararası (parmak izleri değişmez midir, değişirse
zamanlaması hangi peryotlarda olasıdır), teziyle ilgilenmeme neden
olmuştu.
Mersin 5 Ocak anma gününde Haşmet Akal'ın sahnelediği, Tuncay
Özgünel ve bizlerin katkısıyla, güzelliği anılara renk
veren görkemli bir şöleni anımsatmadan geçemeyeceğim.
Mersin'de, Kayseri pazarına aboneliğim, Saraç
Mahmut amcaya kira borcum, öğretmenliği bırakıp, Müderrisoğlu
Dershanesini kurmama neden olmuş. Para saymayı beceremediğim
için, ticareti bırakıp, askeri darbe arkasında tekrar
Osmaniye'de göreve başlamam gerekmiştir.
Adana Erkek Lisesi'ne geldiğim zaman benden
önceki derslere ücretli giren müdür ve yardımcıları
on numaralarla doldurulmuş not defterleri verdiler. Öğrenciler
yoklamağa gelmiyorlardı. Derslere girmiyorlardı. Program işlemek bir
sorun oluyordu. İdare de onları destekler görünüyordu.
Ankara Fransız Kültür Derneği'nden diyalar
istedim. Boş olan fizik ve kimya laboratuvarlarında gösteriye
başladım. Önceleri bir kısım öğrenciler nü seyretmeğe
geldiler. Sonraları diğer sınıflar ve öğretmenler de konuğum
oldular. Hanım öğretmenler ise beni idareye topluca şikayet
ettiler. Çocukların ahlakını bozuyormuşum diye.!
Öğretmenler kurulu toplandı, zorlu bir savunma yaptım. Genç
öğretmenlerden Osman Karekök, Ali Kaya (Kılıç), hanım
öğretmenlere karşı: "siz bu üniversiteleri nasıl bitirdiniz
doğrusu şaştım" dedi.! Oy çokluğuyla aklandım. Diya
gösterilerine de devam ettim. Geldiler, gördüler, zaman
zaman da ekoller üzerine sorular yönelttiler. Barıştık.
Fotoğrafçılık kolunu kurdum, sayıları
yüzelliyi geçen amatör fotoğrafçı yetiştirdim,
şimdi beş tanesi profesyonel çalışıyor. 1974'de Adana Erkek
Lisesin'de emekli oldum.
23 Yirmiüç sene sonra yine yazmak,
içimi dökmek için defteri açıyorum.
2Nisan1974
Evden çıktım, kaçar gibi insanlara
karıştım, sabahladım, okula geldim, sınıfı açtım, ders
öncesindeyiz, çocuklar geldiler. Burayı seviyor ve
benimsiyorum, rahat ve hayırlı geliyor.
(Editörün Notu: Ethem
Aydın'ın burada bahsettiği okul Adana Erkek Lisesi'dir)
Dün bugün 54 sene yaşamış
gözüküyorum defterde, hayret ne hayret.
5Nisan1974
Dışarısı yağışlı, içerisi sakin, resim
yapıyorum ama hayali oluyor.
Medeniyet tabiatı deforme etti aslında, güzel olan ne kaldı.
Artık, anca hayal içinde yaşayacağız ve zor bulacağız.
Bir yıllık çıkarmak istiyoruz, onun çabası da caba.
9Nisan1974
1929Nisan. Rıza bey örnek öğretmen, efendi
öğretmen, Ermenekli, yanında Delil efendinin oğlu Hüseyin,
sonra öğretmen Mahmut hocanın oğlu Aslan, Hali efendi kızı Şefika,
Rodoslulardan biri, reji memurun kızı Fatma, doktorun oğlu Sadım (*)
E. Aydın
Buralarda yaşamak iyice zorlaştı. Dönmeyi
düşünüyorum ve özlüyorum.
(Editörün Notu: O
sırada Istanbul'da otururduk)
E. Aydın, 28Haziran1980
Genel yaşam, zincirleme istekli veya şartlı yan yana
gelişler zinciri ile oluşmuştur. Bu zincirin halkalarında basit yapıda
elemanlar vardır. Belli şartlar altında kuralları var olan, akıl
tarafından bilinmeyen kanuınlarla zorlanmakta oluşum ve gelişim
sağlanmaktadır. H ile O herzaman su değildir, suyu oluşturmaz. C, S, Z,
Na, Ca için de böyledir. Her hücreyi yapan maddeler
geçit taşları bir başka dizidedir.
E. Aydın, 4Ağustos1980 Pazartesi
Kurulan büyük düzende usta vardır, aletler
gereçler vardır.
Güneş hergün bir başka anlamda hergün bir başka
görevde doğar, ısıtır, ışıtır. Büyük canlılık,
alış
veriş başlar, rüzgar eser, yağmur yağar, şimşekler çakar,
ani birşeylerin olmakta olduğunun kanıtıdır. Sel suları tozları
sürükler, çukurları kapatır, kar lekeleri saklar.
Hemen herşey bir başka şeylerin oluşumuna yardımcı olur. Ama bu oluşum,
maddeden uzaklaşmadan, genel düzeni korur. Denebilirki ilahi sır
gibidir.
E. Aydın, 6Ağustos1980
Çarşamba
Tabiatta maddelerin korunması aklın yaklaşamadığı ve
daha çok uzun kuşaklarda anlaşılamayan bir giz olarak kalacağa
benziyor. Bir hücrede oluşacak değişiklikler gözlenebilse
bile, tekrarlanması bir hayal gibidir.
Kimyasal ve biyolojik olarak hücreyi
tanıdığımız var sayılsa bile, hücreler topluluğu, bu topluluğun
aralarında oluşan organik bağ,tanrının insanlardan sakladığı ve ebedi
bir sır olarak kalacaktır.
E. Aydın, 11Ağustos1980 Pazartesi
Canlı nedir, tarifi nasıl olacaktır? İçinde
milyonlarca atom, nötron, pozitron, mezon'un saniyede ışık hızı
ile dönüşleri bitmeyen bir canlılık yine bunların
biribirlerinden uzaklaşmaları, yaklaşmaları, ayrılmaları yeni yeni
canlılığın başlangıcı değil midir?
Toprak... kara toprak... herşeyin sonunda durağan olduğu toprağa cansız
denebilir mi?
Yeşil yaprak, kırmızı, sarı, mor, mavi, beyaz çiçek, acı
erik, tatlı üzüm, ondan olmuyor mu?
Bu gün bayram. Şeker bayramı. Olanları anlayabilirsen anla.
Duyguları niteleyebilirsen nitele.
12Ağustos1980
Müslümanlar bu bir ayı oruç
tuttular.Temiz olan 5 vakit namaz kılmış, başkalarının kesesinde
gözü olmayan insanları aldatmayan, terazinin
ölçüsüne saygılı, kazancı sınırlı, acaba
kaç kişi var. İnsanları seven, onlara hizmeti iş bilen, fakiri
gözeten, sokakları da evinin içi gibi temiz tutmağı
amaçlayan kaç kişi var.
Belli şartlar altında belli olaylar bir
düzeliğini korur.
Belli yükseklikte su 100 derecede kaynar.
Atmosfer basınç altında bu kural değişik neticeler verir.
Dünya, ısı, basınç, elektrik ortam, ortamdaki peryodik
bağımlılıktan tohumu, ağacı, yumurtayı, yumurtadan canlıyı yapıyor.
Ağacın canlının soy özellikleri, davranışları, ruhi şartları,
nasıl bir çerçeveye konabilir.
O halde insanda zeka unsuru niçin vardır.
Hangi evrensel oluşumun ilk yapı taşlarıdır? Bir hayvan açlığı,
üşümeği, ısınmağı, soy sürümünü karşılar,
tehlikeleri önceden duymağa çalışır. Bir sivrisineği
öldürmek onun şartlara göre değişen savunması nedeni ile
zordur.
Bu savunma düzeni neyi kanıtlıyor. Medeniyet
yapısına taş koyan insanlar olümü bile bile çalışıyor,
yoruluyor, yaşama sevinci var içlerinde. Neyi kanıtlıyor neye
hizmet ediyorlar?
Ölüm, son oluş bu kadar yakınken
umursamadan yaşamak Kösem'in öyküsünden farklı
mıdır acaba. Bizi böylesine hiç için şevklendiren
ilahi güç nedir, ne istiyor, niçin hala deneyi
sürdürüyor?
Ölüm bir son mudur, yoksa bir
başlangıç mıdır, ruzi mahşer var mıdır?
Aklın ışığında bunu nitelemek için bir
örnekten yürüyelim. İpek böceği tohumu soğuk bir
ortam içinde istediği kadar saklanabilir. Ilıman bir ortamda
tırtıl olur. Oburca yeşillik yiyerek büyür ama tohumun
durağan özelliklerinden habersiz büyür. Kendine bir koza
örer. İçinde saklanır. Serinlikte uzun süre kalabilir.
Oradan bir kelebek çıkar. Tohumdan tırtıldan habersiz
çiftleşir. Tohum verir ve ölür gider. Tırtılın dini
inançları ve amaçları yoktur. Cenneti de ahireti de
ortadadır. Ömrü kısa olan canlılar bir somut örneği
sergilemiyor mu? Cennet cehennem bizim yaşamı kolay ve zevkli kılmak
için uydurduğumuz boşlukta kalmış hayaller değil midir
Diyeceğim şu ki: Cennet de cehennem de yaşamın
içindedir. Ölüm, bir son'dur. Ama yeni bir oyun
için dekorların sökülüp sahnenin boşalması gibi...
Dekor konulduğu zaman, sahne ne kadar şatafatlı,
görkemlidir. Sonsuz ışıltılar, kompozisyonlar, birbirlerine
ilintileri bağımlılıkları bakımından girift anlaşılması,
anlatımı
zordur.
E. Aydın, 1980
Bugün, daha doğrusu akşam içinden
hafızamı yoklamak geldi. Fotoğraf albümünü
çıkararak eski yollara doğru daldım.1333 yılında bir yaz ayı
domates patlıcan biberin bahçemizde geliştiği bir mevsim,
ablamın nişanı günlerinde idi. Bahçede ablamla
yanyana bir resmimizi buldum. Masum, boynu bükük, ezik,
mutsuz duruyordum. Bugünkü gibi.
İlkokul benim bilincimin biraz ötesinde,
hatırladığım şeyler düşsüdür. Ortaokula başladığım zaman
sanki ben bir başka kişi oluyorum. Çalışıyor, oynuyor, geniş
düşünebiliyor, başarıyı seviyorum. İşte ikinci sınıftan bir
kesit, Türkçe hocamız Abdullah Kamil bey, arkasında ben,
hatırlayabildiklerim Mehmet, sonraları yüksek öğrenimini
yaptı, bir kaç devre de mebus oldu. Niyazi Karaduman, Bilal Ali,
Sulhi, Rahmi Baykal, Fethi Erdem, Dilaver Boya, Mehmet
Gürtük, Seyit, Sinan Dölek, Turgut, en önde Ali
Gür, Çömelekli Kemal, Mazhar Arıkan, Kadir Aslan,
Süleyman Baykam, İhsan Bayhan.
Sonra rasgele sıradan 1935 yıllarında, ben 14
yaşında imişim, sonra öğretmen olan yine Boynueğri'lerden Mırza
bey'in nikasız karısından Dudu tezzeden ama çok hanım olan
hanımefendi olan bir kadından olan Mehmet Öztürk'le
çekilmiş ilkokul önlüklü bir resmim..... Elimde
bir tomurcuk gül var... bahara yakın olacak...
Bir diğeri Ceylan Aslan, Kadir Aslan, ben vardık.
Bir de ortaokul resmimi buldum.
Yıl 1938 sınıf mevcudu 30 civarında olacak.
Türkçe hocamız Abdullah Kamil bey. Aman ne adamdı. O'nun
öleceği hiç düşünülür mü idi. Bizi
hayata bağlamak için çok şey bilirdi. Mut'lular mutlular.
Yüzümün akı Mut'lular. Silifke'liler köprüye
"göprü" diyen Silifke'liler derdi.... gözünü
yumarak... sesine yumuşak bir ton vererek....
Biz de galiba çalışırdık. Mazhar şiir yazar,
ben de hatırı sayılır tasvirler yapardım. Hala ifadem iyidir. Hafızam
zayıf, ama hayalim, emsalimden üstündür.Kelebekler
baharın gelişini müjdeleyen mektup muştular.Gemsiz muhayile ile
başlayan kurgular
Sınıf şöyle sıralanabilir: Ali Gür (Öğ),
Çömelekli Durmuş (Ha), rahmetli Mazhar Arıkan (soru), Kadir
Aslan (Av), Süleyman Baykal (Öğ), Ali ... (öğ), İhsan
Beyhan (öğ), Mehmet Dölek, fansızca öğretmenimiz Mehmet
bey'in oğlu Niyazi Karaduman (öğ), Gani ... (okumadı). Hacı
yağları süzen, dini menkibeler okuyan yedi yol Cengi, hazreti Ali
gibi. Ethem Aydın (öğ), Sulhi, Muzaffer'in kardeşi Rahmi Baykal
(Dr), Fethi Erdem (Av), Mehmet Gürtürk (öğ), Dilaver
Boya (öğ), Seyit ..., Sinan Dölek okumadı, Turgut (yakışıklı)
(öğ), Vasfi (öğ), Mazhar mebus oldu adalet partiden, Mehmet
Dölek mebus oldu. (Editörün notu: parantez
içindeki harfler muhtemelen bu şahısların sonradan edindikleri
mesleklerinin kısaltması olabilir)
Zaman nasılda yürümüş. 1881980 141938
Tam 45 yıl 4 ay 18 gün önce. Bugün akpak olmuş
saçlarım, kırışıp buruşmuş yüzüm, çift
gözlük uyguladığım gözümle ben derinliği bellisiz
zaman içinden gelerek sonu bilinmeyen atiye doğru seyahat
etmekteyim. İyi yolculuklar dostum....
Hergün güneşler doğmuş, güneşler
batmış. İçimizde bir umut bin umut olmuş menaten(*) soframızda.
Hesaba oturunca daha iyi anlaşılıyor ne kadar hoyratca zamanı
harcadığımız.
Zamanki boyutsuz, zamanki biriktirilemez, yerinde ve
taze taze değerlendirilmesi, iyi değerlendirilmesi şart.
E. Aydın, 19Ağustos1980
Sonbahar bir son değil, ilkbahar ilk değildir doğada.
Sonbahar, binbir emeğin binbir umudun kıpır kıpır olduğu mevsim.
Mevsimler içinde ne kadar anlamlıdır.
Çiçekler açar renk renk koku koku tazecik.
Üzerlerinde su tanecikleri kolyeleşir. Sabah güneşinin ebem
kuşağında.
Meyveler tat tat oluşur havenklerde(*) kış hazırlığı içindedir
her canlı güle oynaya.
Son yağmurlarla arınmış burnu sümüklü üzümler,
içinden hayat iksirleri sızan incirler, olgunluğunu haber vermek
için hafifce toklanmış(*) , yeşil sarı bürümcekler (*)
içinde lal kırmızı morlar, bütün bu güzellikleri
adım adım izleyen hovarda kuşlar, binbir böcek çoşkun
armonilerle çığrışır dururlar.
Ah sonbahar ne güzeldir.
E. Aydın, 20Ağustos1980
İçimde bir hareket var. Yapmak, yapmak, bir
şeyler yapmak istiyorum. Yaptıklarımı seviyorum. Ancak daha yeni daha
geçerli şeyler arıyorum. Bütün bilinenleri kenara
iterek, kararlı dengeye ulaşmış kuramları yok saymak, yepyeni, daha
naturel, insan ve doğa yaşamına uygun düşen türler, işlevler
bulmak aramak istiyorum. O denli, toplumun tabularını, varsayımlarını
zorluyorumki, bana rahatça manyak anormal denebilir
Düşünülerimi örneklemek
gerekirse:
Tanrıya inanıyorum. Ama bütün inananları
riyakar buluyorum. Riya fikri ile tanrıyı bağdaştıranları horluyorum.
Tanrı ile kullar arasında yaratılmağa çalışılan katı ve girift
labirentlerin sözcülerine içerliyorum. Peygamber
büyük insandır. Bu büyüklüğün topluma
yansımasına yardımcı olmayan veya yanlış yansıtan ulemalara
küfrediyorum.
Hz. Muhammet, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, İsa, Musa
ve bunlar gibi 100lercesi tanrının sesine kulak vermişler, insanlar
arasında kardeşlik bağlarını söylemişler, dünyanın
küçücük olduğunu görmüşler,
ölümlü sayılı günler için kırıcı olmayı
kınamışlar, sevgi sevgi diye bağırmışlar. Onlar gibi
düşünüyorum, kendimi horlamıyorum yaratandan
ötürü.
Peygamberlerin toplumlar için tavsiyeleri tam uygulama bulsaydı
dünyamız cennet gibi olurdu. Bugünkü çekilen
sıkıntılar, bunalımlar, inançta riyakar olanların tutumlarından
kaynaklanıyor.
İlim ve fenler de ayni durumda, ayni yanılgılarda.
Saptırılmış hemen her güzel buluş amacından çok uzak
yerlerde, olaylarda değerlendirilmiş.
Tanrı aklı kendi özelliklerinden birisi olarak
insanlara vermiş. Ama akılı kullanmak için çok karmaşık
yollara sapmışız. Akıl bütün insanların özelliğidir.
Herhangi bir dinle inançla bağımlı değildir. Temiz olmak
için, hayırsever olmak için, zorda olanlara yardım etmek
için, tüm insanlığı sevmek için müslüman
olmağa gerek yok. Herhangi bir inanç gurubu içinde
olmanın sadece bir seçenek olduğu, bu seçeneğin
cemiyetleşmek için gerekli olduğu açık seçik belli
değil midir !
Hücreyi görüyorum, güneşi,
havayı, özellikleriyle, etkileriyle tanımak evrenseldir. Etki ve
tepkileri, şartlar içindeki değişgenliğindeki peryodik
düzen bilimsel kuramsal değil midir?
Öyle düşünüyorumki tanrı bazı
insanlara inançlarından dolayı bir ayrıcalık tanımayacak kadar
adildir.
E. Aydın, 23Ağustos1980 Cumartesi
Kişiliğimde oluşan terslikler saymakla bitmez.
Medeniyet toplumlara ne getirmiştir hep merak
ederim. Görmek algılamak belli bir zaman birimi içinde
oluşuyorsa, 1600 ya da 90 kilometre ile seyahat eden kişi veya canlının
görme algılanma bakımından karı, hazım kurallarını
düşünmeden mideyi doldurmaktan farkı nedir? Zamanı kazanmak
yerine eldeki zaman birimini iyi değerlendirmek daha akıllı değil
midir? Sonu bizce açık saçık belli olan yaşamı,
süratle değiştirmek, geniş kavramlı sonuçta neyi ifade
eder? Buhar kazanını, motoru, elektroniği, elektriği tanıyan insan
bugün bir hercümerc içinde değil midir.
Gidilecek yere çabuk gidiliyor, çabuk
üretiliyor, çabuk haberleşiliyor ama neyi değiştiriyor.
Birleşik kaplar örneği sayısız sorunlarda beraber gelişmiyor mu?
Böylece hücre metabolizmasında yarın çaresi
bulunmayacak yaralar açmıyor muyuz. Gündüz ışıkları
herşeyi açık seçik aydınlatırken güzel dediğimiz
gece boyu fena mıdır? Bize bu huzur vermiyor mu? Güneş veya gece
devamlı olsaydı acaba yaşam olur mu, yaşamın tadı olur muydu?
E. Aydın, 23Ağustos1980 Cumartesi
Ölümü geciktirmek bencil bir mutluluk yaratır, ama bu
mutluluk daha acı sonlara neden olabilir.
Ömrün uzaması hatta ölümsüzlüğe
ulaşılması idealdir. Ama herhalde bugün uğruna
öldüğümüz, ölmeğe söz verdiğimiz
medeniyet canavarı yardımıyla olmayacaktır.
Sevginin, sükunetin, ılıklığın, temizliğin hergün daha da
yittiği bir ortamda, hırlaşmalar artarak pisliğin seller gibi
yayılarak, patlamalar daha büyük patlamalar zevk almağa devam
ederken uzun ömrü, ölümsüzlüğü hayal
etmek sefillik olur.
E. Aydın, 26Ağustos1980 Salı
Özetlenirse, canlılığın oluşumunda öz olan
su, hava dolayısıyla güneş, insafsızca uygarlık adına
katledilmekte, fonksiyonları zayıflatılmaktadır.
Hele gürültüler, uçak, motor,
türlü patlamalar, yaşamı etkilemekte tehdit etmektedir.
Böylece medeniyete uyum sağlayamıyor adapte olamıyorum.
Demokrasiyi eleştiriyorum. 100 kişinin 99a
üstünlüğü, bir yerde baskısı, doğru yolun genel
ihtiyaçların sınırlanmasına programlanmasına ters
düşüyor. Art niyetliler, anayasaları kendi amaçlarında
zorlayarak bir takım anlaşılmaz içinden çıkılmaz
labirentler oluşturuyor, sonra da o dehlizlere kendileri sığınıyorlar.
E. Aydın, 27Ağustos1980
Çarşamba
Güzel sanatlar birliği.
Resim derneğinin 18Ağustos1980 tarihli yazısı nedeni
ile hazırlanmıştır.
Zamanımızın siyasileri gibi bir takım
sanatçılar da kendilerine anlaşılmaz bir paye vermekteler. Sanat
yapımına ambargo koymak istiyorlar. Leonardo galerisinin teklifi bende
bu tepkiyi uyandırdı. Sonra İstanbul Taksim sanat galerisi, Ankara
Güzel Sanatlar galerisi, İstanbul Kültür Sarayı
niçin gurubumuza yer ayırmıyor. Oralarda sanat uğruna yapılmış
nice cinayetlerin sergilendiğini görmedik mi?
Sanatçı hassas kişidir. Bu tür
davranışlardan duyarlıdır. Bahsettiğiniz galerilerde sergim oldu. Hem
küçük hem de az gezilebilir, üyelerin temsil
edilebilme şansları azalmış oluyor. Anlaşmış olduğunuz sergilere
katılacağım. Tabi bu konuşmalar, Mehmet bey'le aramızda bir
söyleşi niteliğindedir.
1942 yılında Gazi Terbiye Enstitüsüne
girdim. Refik Efekman , Cemal Bingöl, Malik Aksel, Suat Kemal
Yetkin, Cevat Memduh Altun hocalardan 3 yıl ders aldım. Hayyam ()
Keskinok, Hasan Kavruk (*), sınıf arkadaşlarım idiler. Hüseyin
Gezer'le çocukluktan beri sevişir konuşuruz tartışırız. Dahası
1945'ten 1977 yılına kadar liseler, öğretmen okulunda diplomalı
sanat yetkilisi olarak görev yaptım. Bu arada Erman(*) İlal'yı(*)
da tanımak imkan buldum.Mesleğimle ilgili neler buldumsa okudum. Biraz
da boya yaladım.
Bu öz geçmişe dayanarak asırlar boyu
sanat sanat ve sanatın öyküsünü, gizlerini kendi
çapımda, eldeki verelerden hareketle aradım durdum.
Bulgularım gösteriyorki yaşam gücü
olan, evrensel olan herşey gibi sanatın da bir göbek kolonu
vardır. Göbek kolonsuz bir yaşam düşünemiyorum. Sanatın
göbek kolonu, tabiattır, doğadır. Onu iyi tanımak, ondan
çok uzaklaşmadan yorumlar yapmak doğaldır. Ancak sanatı
izleyenleri, öz kaynak olan izleyicileri yanıltmadan eldeki
vereleri yıkmadan yapılan çalışmalar ömürlü
ölümsüz ve meda(*) üstüdür.
Birkısım sanatçılar bu oyunu kuralsız
oynuyorlar.
Kendilerini lagüzel(*) ilan edecek
düşünce ve yorumları labirentlere tıkamak istiyorlar. Siz de
bunu üzülerek görüyorumki onaylamış
gözüküyorsunuz
Dünyanın her yanında sanat yapılmaktadır.
Sanatçıyı gurup kararları ile bağlayamayız.
E. Aydın, 28Ağustos1980
Şair gemsiz, hayalinin kanatlarında her yeri gezen
herşeyi gören, gördüren, zamanı, ışık hızı
ölçülerini aşan adamdır.
O, bir nefes, mazide bir nefes, atide ezelden ebede rahatça
giden, 20 asır medeniyet bulgularını milyonlarca yıl önce aşmış,
ayı, yıldızları, deniz diplerini, ölümü,
ölümsüzlüğü görmüş, ince bir
pırlanta madenin usta işçisidir yaşayan.
O'nun gözünde çaresizlik; kapıyı
çalacak kadar somut, önüne gelenleri saptayacak
güçte aynalar, bir nefeste boşaltabilinen dünyalar,
umuttan karın tokluğu ve bizi terketmeyen iyi dost yalnızlık..
Şair masmavi gecelerden bürümcek(*)
özlümüz, zaman içinde düşüncelerini
eritir, ölümsüzlüğün çaprısını duyar,
1+ 1 = 1 de durumu simgeler.
E. Aydın, 30Ağustos1980
Bu yazıları ilk düşündüğümde, bir sıra hiç
olmazsa olgular bağı kurmayı gönlümden geçirmiştim.
Galiba olmuyor, olmayacak. Böyle bir dizinin rastgelelik karekteri
oluyor. (*). O pınarlarki gelecek nesilleri berrak sularda beslerler,
büyütürler.
1Eylül1980 Pazartesi
Gerek özel gerekse kamu kesiminde kadını
sıradan bir çalışan ve işgücü de üreten varlık
olarak düşünemedim. Onu bizden farklı daima kadın, sevgili,
oynaş olarak gördüm. Gerçi platonik olmak hemcinsi
diri ve konusuna yatkın tutar. Yaşamı yorulmağa değer kılar.
Bir Karacaoğlan'ı iten doyumsuz aşk, Mevlana 'nın
erişmek istediği yüksek hayal varlığı, Leonardo, Mikelanj,
Lutrek(*), Goya, Dantey, Betofen, Şubert, List hep ayni ideal
duygularla büyük oldular. Ölmezliğe ulaştılar.
Venüs bir ideal, konusu kadın olan bir hayal
ürünüdür. Mona Lisa da aynı şekilde var sayılan bir
varlıktır.
Kadına doğurgan olduğu, besleyici,
büyütücü, ana olduğu için bir
üstünlük dokunulmazlık toplumumuzda yerleşmiştir. Ancak
sınırını tayin etmek bize bırakılmıştır.
Koskoca Sultan Selim, şirler pençeyi
kahrımdan alurken(*) berzen(*) beni bir gözleri ahuya zebun etti
felek demiştir.
Yunus söylemiş, Veysel söylemiş, Nedim methiyeler yazmış Aşk,
doğurgan ve özlü bir itici güçtür. Aşk
olmadan meşk olmaz. Aşkın bittiği yerde kanımca hayat son bulur.
Bütün bu örneklerle kendimi hayatla
dopdolu buluyorum. Ama, iyi kanalize edilmemiş bir doluluk.
E. Aydın, 1Eylül1980
Pazartesi
Bir deneme
Tahta
kurusu ile el ense.
Elinde valizi 9 sularında otelde tek kişilik
odasının anahtarını çevirdi, kapıyı açtı.
Tecrübeli burnuyla havayı kokladı. Evet %20
ayak kokusu, %30 rutubet, %15 dün bir hacının içerde
yattığını anlatan gül yağı, %10 namazlık için duvara
asılmış geyik derisi kokusu, %17 yakından geçen lağım borusundan
gelen alışılmış koku, %9 garip burdan seçemediği ama
bütün vücudun hemen hatırlayarak kaşıntı duygusu
uyandıran ve cinsine seçmeye saptamaya yardımcı olduğu tahta
kurusunun o değişmez ağız kokuların % dengesini hiçe saydıran
kokusu dostumuzun huzurunu bozmuş, dinlenme umutlarını alt üst
etmişti.
Bir kurmay tafrası ile bu tek sevilmeyene karşı
yatağı odanın ortasına kaydırdı. Duvarlardan aralık aldı. Minderin,
yorganın, yastığın yuva için uygun yerlerini inceden inceye
araştırdı. Bu koku tahlilinde yanılmış olmanın iç rahatlığı ile
yatağa uzandı. Derin bir uykuya daldı. Ne kadar zaman geçtiği
bilinmez. Boyun kısmında tatlı bir kaşıntıyla uyandı. Elini ani bir
hareketle boynuna götürdü. Dolgunca yarım kalan bir
yuvarlağın üzerine ulaştı. Bastırarak taciz eden şeyin cinsini
bulmağı düşündü. Eline ılık bir sıvının bulaşması
ile burnuna sevgili dostun kokusunun ulaşması bir oldu. İşte
dünyası burada bitmiş gibi üzüldü. Ama insan
olmanın verdiği üstünlük inancı ile hemen ayağa kalktı,
elektriği yaktı. Yeni şeytani planlar düşünmeye başladı.
Sessizce kapıyı açtı. Helaları bir bir dolaştı. Muslukların
önüne konan konserve kutularından 4 tane aldı.
İçlerini yarıya kadar su ile doldurarak savaş meydanına
döndü.
Karyolanın ayaklarını bu kutuların içine
yerleştirdi. Bulduğu fikirden mağrur, tekrar minderin yastığın kıyı
köşesini araştırdı. Çevirme hareketi ile bir kısım
sersemleşmiş böceği öldürdü. Ve elektriği
söndürüp yattı. Rüyaları olan bir uykuya daldı.
Aman bu ne? Şimdi de ayakları, kolları içten içe
kaşınıyordu. Önce olamaz dedi. Biraz kendini dinledi. Onları
çok iyi tanıyordu. Kalktı elektriği yaktı. O karşıt
kuvvetlerin beyaz çarşaf üzerinde ordugah kurmuş
olduklarını gördü. Bozulmuştu. Nasıl ve nereden bu kadar
canlının yatağına izinsiz geldiğini düşünmek için
lambayı söndürmeden yatağa uzandı. Gözlerini tavana
dikti. Ne görsün. Elektrik kordonuna doğru takım adımları ile
ilerleyen, geri manevralar yapan paraşüt birlikleri açık
seçik karşısında idi. Ve salondaki saat sabahın yedisini
vuruyor, dostumuza bu seferki savaşın bittiğini müjdeliyordu.
Tahtakurusu deyip geçmeyelim. Daha yıllarca
ondan öğreneceğimiz şeyler olacağını unutmayalım
E. Aydın, 3Eylül1980
Çarşamba
Akıllı insan dostlarım, siz bir sineği veya
sivrisineği öldürmeğe çalıştınız mı? Önce
karasinekten dem vuralım. Onun vücudumuzun en duyarlı en duyarlı
yerlerine konuşunu bir kenara itiniz.. Sineği
gördünüz, aklınızı kullandınız, nereye konduğunu, ne
tarafa uçması mümkün hesapladınız, uçuş hızını
da iyi hesapladınız, ve duruma en uygun elinizi bütün
dikkatinizle, gizlilik içinde, yavaş yavaş, kullanır menzile
doğru taşıdınız. Hücum. Ama netice genellikle boş olur.
Harekette kusurunuz olmamıştır ama sinek hem
çok rahat duyarlı yerlerinizde dolaşmış, ayni anda niyetinizi de
anlamıştır. Çok yönlü planınıza kontra plan
uygulamıştır. Sinek hayasızdır, akılsızdır, bir düzedir denir. Ama
el hak yanlıştır.
E. Aydın, 3Eylül1980
Çarşamba
Hele sivrisinek ne orjinal ne terbiye değeri
yüksek oyunlar sergiler. Genellikle loş veya karanlık ortamı
bekler. Önce bulunduğu yerden zikzaklı bir uçuşla elverişli
indirim bölgelerini keşfeder. Işığın az, direkt hareketlere ters
gelecek av sahasına daha yakın bir konaklama bölgesine sokulur,
yatar ve bekler. Uyku halinin koyulaşmasını özel araçları
ile iskandil eder. Olumlu sonuçlar üzerine, havalanır ve
daha önceden planladığı sömürü alanına, tatlı,
çok alçaktan uçarak ulaşır. İnce ve tiz bir sesle
uyku hali derinliğini önceden kontrol eder. Ani bir baskında ilk
sığınak yerini önceden dikkat ve özenti ile seçer.
Artık sondaj başlayabilir. Enerji bölgelerini en hassas
elektrofizik, şimik, piskolojik, sosyolojik, sempatik, manyetik, daha
insanoğlunun hatırına bile gelmemiş bilim dallarının uygulaması ile
harita haline getirmiştir. Diyelimki bu bir insanoğludur. İlk sondaj
başlarken uyandı ve harekete karşılık verdi. Hap ilk....
E. Aydın, 4Eylül1980
Günler geçiyor, herşey bir
öncekinin gölgesinde füluğlaşıyor. Yarın yarın derken
bugün elden gidiyor. Seneler sararmış takvim yaprakları gibi bir
önceki günü örterek yığılıyor deste deste... kapalı
kitap oluyor.
Sayfaları karıştırdığınız zaman geçmiş
günleri görüyor, onlarla gelecek zamanı yine harcamış
oluyorsunuz.
Anı yaşamak ne kadar hayal oluyor. Olaylar zincirine hep arkasından
seyretmek ne kadar hazin oluyor.!
Sabahlar oluyor, insanlar uyanıyor, dopdolu bir günün
özlemi içinde. Ama günler işler hep birbirinin benzeri
şeyler. Bir sağa bir sola ama devamlı ayni yola gidiyor. Bazen kararlı,
bazen kararsız çalkalanıp duruyor, susuz deniz misali.
Dünyaya gelinmiş 10Ey1980 Çar habersiz yaşanıyor, anlamsız,
ölünüyor, nedensiz. Bu evrende bir anlam olmalı,
sebepsizlikler silinmeli. Aksi halde çarpım cetveli niçin
var, niçin kullanıyoruz. 2 x 2 = 4 etse de 5 etse de neyi
değiştiriyor.
E. Aydın, 10Eylül1980
Dün orada kaldı. Sabah evden çıkarken
bir program yapmıştım. Temeli hayale kurulu. Üzerine yaldızlı
köşaneler(*) yapmıştım. Gittim geldim. Hakikatların kuru
yüzünü seyrettim ve bir beşyüz lira kazanmak
için ikinci hamlemi yaptım. Para kazanamadım ama gönül
kazandım. Eve döndüm. Tamamen günlük mide işlerine
daldım gittim.
(Editörün Notu: Öğrenciliğimim geçtiği Istanbul
KocaMustafaPaşa'daki evimize yakın bir dükkanda babam resim
çalışıyordu. Bir tablosunu 500 liraya satın almak üzere
olan bir şahısa, tabloyu ücretsiz hediye etmişti. Yukardaki
satırlar bu olayı anlatıyor olmalı.)
Gece oldu uyudum uyandım. Daha hafif, daha
gerçekçi bir programla güne başladım. Mekanik bir
konuda bir küçük başarı ve onun detayları ile
ayaktayım. Küçük başarılar bile yaşam hızı veriyor
insana. Zaten yaşam bir cıvıltı, bir mutlu kıpırtı değil midir?
Yaygın din kurucuları, filozoflar, devlet kuranlar, icat edenler, hemen
hepsi mutlu bir kıpırtı içinde gelip gitmediler mi?
İçimden resim yapmak gelmiyor. Neyin halka dönük,
neyin ölmez sanat olduğunu, benim neyi yapabildiğimi bilemiyorum.
Sanatta bir kargaşa karmaşa çıkmazında çalkalanıyor.
E. Aydın, 11Eylül1980
(Editörün Notu:
Aşağıdaki satırlar Türk Silahlı Kuvvetlerin yönetime el
koyduğu günlerde yazılmıştır.)
Bugün pazartesi. Galiba, cumhuriyetin o canlar
pahasına kazanılmış, yüksek ideallerle var edilmeğe
çalışılmış, uygarlığın matlaşmağa başladığı,
ferini yitirmeğe
yöneldiği, bir devre sonunu geride bırakarak, daha mutlu
günlere yönelmenin umuduna kavuşuyoruz bugün.
İnsan haysiyeti, meslek aşkı, namus, büyük
küçük sevgisi gibi sözcüklerin anlamını
yitirdiği bir çağ belkide son buluyor. Böylece bir ulus,
bir asil soy, geleneksel özüne ulaşma yoluna girecek. Bu
ülke 1950 lerle aşlayan borç alma, borç yeme,
yatırımdan uzak harcamalarla, kapütülasyonlardan daha ağır
olan bu günlere getirilmiştir.
1950 lerde atılan adımlar, yapılan hamleler,
büyük ve gerekli şeyler vardır(*). Ancak siyaset, tekrar
seçilmek, iktidardan gitmemek hırsları, oy potansiyelini kabarık
tutmayı, ülke ve devlet yararından üstün tutma hastalığı
devleti zaafa itti, işlerliğini yitirtti.
Bugün borçlara borç katan,
imalatı(*) soysuzlaşmış, vatandaştan vergisini toplayamayan, kaporta(*)
sanayii ve fazi hadlerinin, kar hadlerinden yüksek ve cazip
kılındığı, çalışmanın alın teriyle kazanmanın
horlandığı,
sokakların Teksas'a dönderildiği, isteyenin istediğini
rahatça öldürmesinin, malını gasp etmesinin sadece
isteğe bağlı duruma getirildiği bugüne getirilmiştir.
Evren bu kadar kargaşanın, yılların birikimi ters gidişlerin altından
çıkabilir, üstesinden gelebilirse ikinci bir Atatürk
olarak tarihe geçecektir.. Haydi dostum yolun açık olsun
iyi yolculuklar.
E. Aydın, 13Eylül1980
Cumartesi
Günler... birbirinin benzeri günler.
Mekanik bir düzendeki dişliler misali geçiyor.
Şartlandırılma tek yön. Geri dönmesi önlenmiş. Kurulu
düzenden az az harcayarak akıp geçiyor.
Dünden ne bulduk, yarından neyi bekliyoruz.
Yanıt ne olursa olsun umutlar... umutlar... Tabanı yere bassa da
basmasa da peşindeyiz! Sağlığımıza varlığımıza binlerce
şükür
diyor, binlerce yılın insanının yaptığını yapıyor,
yaşadığını
yaşıyoruz.
E. Aydın, 19Eylül1980
Hücrede saklı olan gizi insanoğlu birgün
bulabilecek mi.? Binlerce senedir cins cins, tür tür, sınıf
sınıfın özelliklerini hücreden olguna sürdürüp
gidiyor. Hücre, çekirdek, genler, kromozomlar tanınıyor. Bu
kadar küçük ama o denli büyük anlaşılmaz bir
yapı. Karşımızda kırmızı ışık yanıyor. Hatta dur işareti
var.
İhtiras, merak beni zorluyor. Karpuzu ağaca, danayı
bana, kediyi sana karıştırarak yeni şeyler yapmak istiyorum.
Düşünen, uçan, parçalayan boğalar. Tam
anlamıyla gerçekler curcunası. İşte sonsuzu tanrıyı
düşündüren bu olsa gerek.
E. Aydın, 20Eylül1980
Cumartesi
Dünyaya ay, merih, utarit, zühal ve sayısı
bilinmeyen toprak parçaları, boşlukta kendi kuralları
içinde dönüyorlar. Durmuyorlar, dönüyorlar!
Görülmez ellerle biribirlerine tutunarak, biribirlerini
kollayarak dönüyorlar. Dönüşler zaman birimi
içinde ölçülebilecek kadar düzenli. En
çok ve en iyi dünyamızı tanıyorum. Üzerinde
yaşadığımız için. Dünya eğik bir eksen üzerinde
dönüyor, geceler gündüzler, mevsimler oluşuyor,
sıcak, soğuk, yağış, aşağı yukarı peryodik bir düzen
gösteriyor. Fırtına, şimşek, yıldırım, yağış, yerinde ve
oluşumun
gerekçeleri. Hücreler hücreler, yaşam kompozisyonları,
canlıya hayat veren su, hava.
E. Aydın, 22Eylül1980
Dün Adana (*) (*) (*) ses çıktı.
Adana'daki ev boşalıyormuş. Eh bu da bizim için epeyce
önemli idi. Gerçi çok geç oldu ama bizim
hatamız yüzünden denebilir.
Şimdi taşınma meyline girdik. Artık Adana
için planlar programlar yapmamız gerekecek. Yeni bir dönem
başlatacağız. Bonne(*) voyaye(*). Arabanın muayenesi bitti.
Eşyalar için birşeyler yapacağız.
(Editörün Notu: O sırada 1974
model krem rengi bir Anadol arabamız vardı, 01EZ466. Ben fakülteyi
bitirmiştim. Artık Istanbul'dan, Adana'daki evimize taşınmak
için kamyon tutacaktık.)
E. Aydın, 30Eylül1980 Salı
1Ekim1980'de maaşı aldım. 46,351,082 TL. Bu ay 15 lira çekersen
de(*) oluyor. Araba ile görüştüm. 30 ila 33 bin
lira tutuyor.. Şimdi araba bakımda oluyor.
E. Aydın, 3Ekim1980
Güneş yeni doğdu. Mevsim ılık. İçimde bir burukluk bir
tedirginlik var. Genellikle ne yapacağını bilmeyen insanların havası
ruhiyatı içinde. Adana 'ya gitmemiz sabitleşti artık. 13Ekim
Pazartesi günü için düşünüyoruz.
Başkaca bir mani ile karşılaşmazsak.
E. Aydın, 8Ekim1980
Çarşamba
(Editörün Notu: Aşağıdaki
satırlar Mithatpaşa mh. 9 sk. N:5 teki 2 katlı bahçeli evimize
taşındıktan sonra yazılmıştır. Bu ev, babamın vefatından hemen sonra
annem tarafından satılmıştır. Aşağıda bahsi geçen, Kurtuluş mh.
19 sk. N:48'deki 2 dükkandan birisi gelecekte Aydın Sanat evi
olacaktır.)
Bu gün 8Ekim1981. Yani 3 ay 20 gün
önce Adana'ya taşınmamış günleri sayıyorduk. Şimdi burada
kendi evimizin alt katında salonda oturuyor, yukarı kata taşınacağımız
günleri düşlüyoruz.
Dükkanın biri boşaldı. Şimdi ben geçici
olarak orada oturuyor, resim yapıyorum. Okuyorum ve yazıyorum.
Bugün bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Tabi zaman zaman
yavaşlıyor. Hatta biraz önce Hürriyet gazetesine ilan vermeğe
gittim, hiç şemsiye açmadım. Belediyeye uğradım
Atatürk fotoğrafları sergisini gezdim. Hafif başlamıştı.
Yürüdüm. Dükkana geldim. Hızlandı hızlandı..
yağıyor. Emektar Anadol da benimle beraber. Yamur biraz hafiflese
yakınımızdaki mühendisler derneğine gideceğim
E. Aydın, 28Ocak1981
İşte şubat geldi. Cüce şubat. Ama tabi kış
devam ediyor.Üzerine huzurum da yok. Hemen her saat evde
takışıyoruz yok sebeplerden. Hava günlük güneşlik. Gel
görki kafam karışık. Hiç mi güler yüz tatlıdil
içinde olamayacağız. Bu ne yazgıdır böyle. İçimde
iyilik, samimiyet, özveri dolu, aktaramıyorum başkalarına. Birikim
tortu oluyor gönlümde.Bu kadar insancıl olan ben, böyle
mi olmalıyım?
Sanatçıyım, okur yazarım. Gel gör ki,
yapamıyor, yazamıyor, okuyamıyorum. Evimde sokakta kimsesiz gibiyim.
Fedakar, oldukça akıllı, zeki bir kadınla evliyim. Savaşkan,
daima gergin veya öyle gözükmeyi doğru sayan bir yapısı
var. Bağırır, çağırır, olmayacak, hiçbir zaman
söylenmemesi gereken şeyleri rahatça seçip konuşur,
kırara, döker, gönülleri karartır. Ama kendisi bunlardan
habersiz gibi yaşar, çalışır. En ağır hizmetlere koşar. Karşılık
konuşmaları duymamış gibi vazife bildiği ağır işlere dalar gider
Basit çıkarlar, kişisel hesaplar, aile
mutluluğumuzu gölgeler durur.
Ilık aile atmosferimiz, allak bullak, kalın atmosfer olayları ile,
güneşsiz, soğuk ve tatsız olur durur.
Kişi olarak yapabileceğim gayretler hemen her zaman umutsuzluk
karanlığına gömülür.
Akraba, yakınlar artık bizi yok sayıyorlar. Onların candan yakınlığı,
içten davranışları ancak ve ancak yuvaya huzursuzluk getiriyor.
Çocuklarımız da bu yörünge
içinde belki tarafsız, bu atmosferin baskısında sıkışmış ve
dağılmaya hazırlar. Sevgilerini ilksel bir alışkanlıktan öteye
götüremiyorlar.
E. Aydın, 3Şubat1981 Pazar
Yine pazar oldu. Ama ayni zamanda bir hafta sonraki
pazar. Hafta içinde bir şeylerle uğraştım. İstekle birkaç
saat söküp taktım. Gönlümce sayılan işlerle
uğraştım. Resim hariç. Benim babam ayni zamanda saat tamircisi
idi. O'ndan öğrendiklerimi 1950lerden beri zaman zaman ortaya
koymaya çalıştım. O zamanlardan, şimdi yine söküp
takma işini seviyorum. Şu anda önümde bir dizi saat bozuk.
Onları elden geçirmeği düşünüyorum. Hayırlısı
Allah'tan.
E. Aydın, 7Şubat1981 Pazar
(Editörün Notu:
Askerliğimi bitirmiş, Istanbul'a ağbimi ziyarete gitmiştim. Muayenehane
açmak için Adana 'ya dönüyordum. Bu tarihlerde
babam, emekli maaşını eve bırakıyor, dışarda yemek yiyor, eve sadece
gece yatmak için gidiiyordu).
Bugün güneş doyasıya var.
Isı tatlı. Herkes sokakta. Murat saat 14 te Varan'la Istanbul'dan
geldi. O'nu garajdan aldım. Dükkan henüz tutulmadı.
Bekliyoruz.
Kahveci çocuk gene gelip gidiyor. Biz
vermiyoruz.
Dün Sürmeli'den 10.000 lira aldım. Mart'ta
ödenmek üzere. Bakalım sözümde durabilecek miyim.
Görünürde hiç kaynak yok. Umudumuz icara kaldı.
Artık Murat için bir iş bulmamız gerekiyor.
Eğer bir sebep olurda bütçe ilave getirse, ki çok
ihtiyaç var. Ben resim yapamıyorum. Fakat umutsuz değilim.
Çalışmalarım değişik. Genellikle saat üzerinde duruyorum.
Birkaç kuruş katkı beni sevindiriyor. Maaş bir şey ifade etmiyor.
E. Aydın, 9ŞubatSalı
Dünya, yaşam, değişimler, hücrelerden
hücre düzenlerine giren yeni etkenler ve yeni oluşumlar
zinciridir.
Dişi hücre bünyesine bir sperma alıyor,
hemen her şey yeni yönlerde gelişiyor. Bir canlı türü
var oluyor. Sonra hareket duruyor. Hücrelerde yine başkalaşımlar,
yeniden yoğrulmalar ve değişimler... Ancak ruhsal yapı, varlığın bir
belirgin (*) ifadesi midir, yenilenmiyor mu? Sabit ve muayen midir?
Muayen oluşu neye bağlıdır? Kuralları nedir?
Anne bir tarladır. Topraktır. Bu toprağa atılan
tohum iriufak, sağlıklısağlıksız beslenir. Büyür. Gen olarak,
baba özelliklerini taşır ve korur. Topraktan sebep değişimler gen
özelliği taşımazlar. Nesiller arasında kaybolurlar. Aşı gibi,
gübre gibi, bakım faktörleri gibi.
(Editörün Notu:
Babamın bu düşüncesini bugüne kadar bilmiyordum, bu
eseri hazırladığım sırada öğrendim. Bu hipotez Bakara suresi
223.üncü ayet ile desteklenmektedir.)
E. Aydın, 13Şubat1981 Cuma
Geçen kış hava soğuk, karlı. Ben bir mahzen
gibi yerde, bazen tüp, bazen elektrik yardımıyla oturur, resim
yapar, mektup yazar, okur, sigara içerdim. Üstüste
çaycı da gelir giderdi. Camlar havasızlıktan, dumandan
buğulanır, gelen giden olursa bazen güncel olaylardan, bazen
sanattan, bazen edepten(*) bahsederdik. Öğle sonları kahveye
gider, tavla oynar, yener yeniliriz. Genellikle yeniliriz
üzülürüz akşamı bulmadan. Televizyon, radyo ve
yatma zamanı.
Istanbul'da bir zaman kesimi, bazı günler,
çoğunlukla sergilere, dostlara uğrar, yürüyerek eve
dönerdim. Değişen yok. Şimdi dükkana geliyorum. Hava soğuk
ama korkunç değil. Sigara sigara.... (*)
E. Aydın, 17Şubat1981
GÜNÜ DEĞERLENDİRMEK
Yıl 1985 Haziran, Mut'un Karaca oğlan şenliklerine
gitmek üzere sabah 05'te garajlardayım, otobüsü
bekliyorum. Çay bahçesi oturup kalkan, bavullu, sepetli,
çıkıllı insanlarla dolu. Orada bir iskemlede de ben varım, acı
çayımı sandalye pahasına yudumluyorum. Olayların içinden
yazıyorum. Hayat... İnsanlar cıvıl cıvıl, sağlıklı, hasta, sorunlu,
sorunsuz insanlar, insancıklar. Garaj kahvelerinde, bir bardak
çayda yollarını gözetirler. Oto garajlarında 24 saat hayat
var. Zaman alınır, zaman verilir, gece geceye, gün güne
ulanır gider. Yurdumun sıcak, candan yüreği orada çarpar.
Otobüsler gelir Van'dan, Erzurum'dan, Kars'
tan, otobüsler gider Edirne'ye, İstanbul'a, İzmir'e, Edirne'ye.
Umutlar, beklentiler, hesaplar bazen tutan bazen tutmayan hesaplar.
Güneş doğmuş yine batacak ve herkes seçtiği yolda olacak.
Taksiler sırada, seyyar satıcılar, simitçiler, ayakkabı
boyacıları, çığırtkanlar bir ekmek parasına olandan çok
vazife başında, nöbette olmanın gururu içindeler.
Otobüsümüzün beklentili hareket
saati geldi, yollardayız. Güneş, ay ve ötesi, su, toprak,
yaprak ve ötesi, biz, siz ve ötesi.
İki bilinmeyenli denklemdir hayat. Sonu sıfır ve ötesi, güneş
doğsa, ay batsa ve ötesi, ağaç büyüse, gül
açsa ve ötesi, ben seni bulsam ve ötesi,
günü gördü, doğdu, ayı gördü battı. Ayşe
kız çamura battı ve ötesi. Doğal biçimlerin,
sanatsal biçimlere dönüştürülmesi
için çok emekler ve fırınlar dolusu ekmek gerekiyor.
Mükemmele nasıl olsa ulaşamayacağımızın bilincinde istediğimizce
yazmakta fayda vardır.
Mut'ta şenlikleri izlerken; Zaman, (o)
üstüdür, (o) altıdır zaman. Ozan zamanda gezendir,
artıksız, eksiksiz. Zaman zamanın içinde onun içinde
duman olmuş bir kişi elinde sazı, teller, tellerde ses tınlar, tınlar.
Aşk olur perde perde, ağaçlara, dağlara, güzellere.
İçten bir deyiş akar, pınarlar kadar duru. Gözler
görür, gönül sever, eller elleri bulur, duyguda
insanlar, insancıklar, dünleri arar yarınlarda. Kum tanelerine
harç konur. Davul vurur güm güm, sesler gelir
Mut'lulardan, mutlu mutlu. Zaman içinde zaman kımıldar,
Karacaoğlan gelir, 100 yılların ötesinden, ozanların sesinde,
dizesinde, sazında. Bir ezgi sunulur, içli içtenli,
gönüller duymaya açık, 1 yaştan 80 yaşa, 100 yaşa
selam. Zaman ılkımını almış kımıldar, yavaş yavaş.
E. Aydın, Haziran1985
24Ağustos1985 Akşam. Çantam gider ben
giderim. Isparta'da buluştuk. Saat 18.30 öğretmen evine yerleştim.
Bütün geçenleri bir bir gözümün
önünden süzüyorum. Ne kadar hızlı yaşanmış bir
zaman. Tanrı fakirin eşeğini yitirtir, sonra buldurup sevindirirmiş.
Olay Beyşehir'den Isparta'ya gelirken, Eğridir'de olmuştu. Ben indim,
çantam yola devam etti, telefonlar, şunlar, bunlar, Isparta'ya
gidişler, Konya'ya dönüşler. Özkaymak yazıhanesinden,
Isparta emanetinde olduğunu öğrenmiş, yola çıkış ve
24Ağustos1985.
Sene 1986 Van'a gidiyorum. Biletim Van'a. Adana'dan
hareket ettik. Saat 10'a 10 var, 12 numarada oturuyorum. Hava sıcak mı
sıcak, sanki kalorifer yanıyor. Galiba arabada bir şey var. Müzik
de tuzu biberi idi. Uzun bitmeyen acıklı, drama bir arabesk kaset.
Bütün çabama, ikazıma rağmen onu
söndürtemedim. Silifke'den, Gülnar'dan çocuklu
öğretmenler, Van'a haftalık bir kursa gidiyorlar. Sabah
serinliğinde Diyarbakır garında, hela ve yiyecek bir şeyler arıyorum.
Halk sefil, yerlere serilmiş, sabah mahmurluğunu yaşıyor. Bazı
turistler de ortalıkta öbek öbek dolaşıyor, onlarda benim
gibi aranıyorlar. Yolar yollar, öğle sonu Van'dayız. Ağustos sonu,
öğretmen evi dolu. Otele yerleşiyorum. Pislik, sinek diz boyu.
Ertesi günü başka otele yerleşiyorum, moralim iyi,
içimde beni rahatsız eden hiç bir ikircim yok.
Bu durum için neler neler ödenmez?
Hürriyet gazetesini okuyorum, en vurucu, en oturuşkun haber, Biz
iktidara gelince, Özal'ın yaptıklarını yapmayacağız diyor
İnönü. Fikre içtenlikle katılıyorum. Bu memleket kendi
silahlarıyla kendini vuruyor. Devlet yok, dost, ahbap var. Para değeri
sıfır ama ülkede henüz insan olduğunu bilen, insanlık
için çok ucuza hizmet veren, yaptıklarının manevi
bilincinde gibi gözüken, içli, fakir ama
büyük yaratılışta insanlarımız var. Onlardan sebep ayaktayız.
Ancak onlar yapayalnız. Musse'nin değirmencisi gibi
çalışıyorlar, ama tutucu değiller, güçsüz ama
yaşam felsefeleri var. Kimileri azınlıkta, bir gurup ise Hürriyeti
parada şamatada arayıp, büyük şehirlere uşak gitmişler. Su ve
imkanları olan göz boyu alanlar bomboş. Evleri virane, kıt kanaat
yaşam sürüyor. Türkiye'm o kadar büyük ki,
100,200 milyonu rahatça alır. Yolunu, yordamını,
güvenliğini sağlar. O başka bir şey istemez. Benim cefakeş
Milletim. Senin bu bürokratların, okumuşların elinden
çektiğin ne? Köyler ıssız, ortalıkta, hemen her tenhada,
Mehmet'imi görevde tanırsın, o kadar.
Van'dan başlayarak, Ağrı'ya kadar tesbih, ayakkabı
boyası, tarak satan çocuklar terminallerde. Van'da pek
çok turist vardı. Horasan, Erzurum saat 4,5 oldu. Yolcular
değişti, Trabzon yolundayız. Trabzon iyi bir konuma ve kuruluşa sahip.
Yolları, parkları, otantik değerleri korumalı. Kıyı şeridi
düzenleniyor. Gerçi Karadeniz'i daraltmışlar ama, yine de
iyi olacak. Sabahleyin bir parka oturdum, orada Hüseyin'imizin bir
heykeli var. Reliyefleri çok beğendim. Etkili, anlamlı idi.
Ata ortada, sakin durumu, kareyi andırıyor.
Karadenizle kayıkçılar, onu anlamaya, değerlendirmeye
çalışıyorlar. Değişik ve etkileyici ifadeleri var. Bir şey
kaybetmek için sahip olmak gerekir.
İstanbulson emanetçisi Türkler. Erken
yola çıkan, güçlü basıyor. Benim diyor, almış,
alıştırmış, vurmuş, vuruşturmuş benim demiş. Güçlü
olanlar, hep söz sahibi olmuş. Kanun ve hukuk hep güce
dayanmış. Yeni güçler oluşuncaya kadar bu hep böyle
olagelmiş. Allah gecinden versin, olagidecek. Belkide kendinin olmayan
şeyler için uğruna ölecekler. Adına hep ezeli ses Vatan
denecek.  
;
E. Aydın, 1986
10Aralık1986 Ermenek'teyim. Ablamla üç
gün kaldım. Doğada bir yalınlık var. Küçükken
yürüdüğüm yollar, yolların yıpranmış taşları,
üstüne bastığım soy ağacının izlerini taşıyan,
biçimleri bozulmuş başka bir kırıntı: Gök kuyruğu.
Huzursuz insanlar, yarınlara umutsuz bakan, sahipsiz, dışlanmış
insanlar, var olduklarına inanmak isteyen insanlar. Fakirliğin,
ezilmişliğin kaderini bozamayan insanlar.
Devleti var, duyarsız. Hükümeti var, yetersiz. Analar,
babalar, vatanlı, vatansızlar. Ben, sen, hepimiz vatan için
ölmek var sırada düzen için, düzensizlik
için. İnsan olmanın bedeli. Bir zamanlar yine bir hilal
için ne güneşler batardı.
E. Aydın, 10Aralık, 1986
Bugün tarih belli değil, Sürmene, Of geçildi, Rize
yakın. Gümrük kapısı yakında, dönüş başlayacak. Ben
her zaman olduğu gibi yalnızı oynuyorum. Topluluğumuz değişik yaş ve iş
gurubundan, emekli öğretmen, muhasebeci... Hemşin'e geldik izlenim
su ve yeşil ve incecikten yağış. O fuluğ zamanlar özlem duyulan,
beşiğinde özlemle uyuyan, dandini dandini dastana danalar girmiş
bostana, kov bostancı danayı yemesin lahanayı hu hu hu. Uyusun da
büyüsün ninni hu hu hu...
O füluğ zamanlar...
Zamanlar içinde, suskun belleklerde nemli bulut, bir yer
duyumsuyorum uzakta, yüzler dost, izler tanış, imgeler yedi kapılı
hana hoşgeldiniz.
E. Aydın, gezi notları
Resim benim uğraşlarımdan biridir, böylece
kişiliğimi oluşturan öğelerden ilki değildir.
Eğer uygun görülürse, sanat hakkındaki sorularınızı
başka bir yazıya alalım.
Aydın Sanat evi konusuna gelince, ülkemi ve insanlarını çok
severim. Onlarla olmaktan, onları tanımaktan, birşeyler verebilmekten
mutluluk duyarım. Sanat, ulusumun yapı taşlarından biridir, belkide bu
damgayı yürüdüğümüz her beldeye vurmuş,
böylece var olduğunu kanıtlamış olmasından hareketle konuyu
önemsemiş olmamdan hareket ediyorum
Günümüzün ekonomik yapısına ters düşmekle
beraber, sanat, Aydın Sanatevinde sığınacak bir yer bulmuş oluyor,
belki de kim bilir.?
Resmi seviyorum, bir çizimin bin
sözcükten daha önemli olduğuna inanıyorum. Resmi
sevenleri de seviyorum, onlara karınca kaderince bir hizmet vermeyi
amaçladım; sürdürüyorum. Başarılıda olduğum
söylenebilir. Yazarlar, çizerler, doktorlar,
mühendisler, tüccarlar, aşıklar beni sık sık ziyaret ederler,
uzunca oturup, çayımı içerler, fikir alışverişi yaparak
bana büyük ve doyumsuz faydalar sağlarlar.
Resim olayı ciddi bir olaydır. İbadet gibidir, ona
yaklaşırken saygı duymak, sabırlı olmak, böylece gözlerin
gördüğü, ruhumuzun duyduğu, figüratif düzenden
uzaklaşmamak, konunun karekterine uygun düşer. Resimde modanın
yeri olmamalıdır. Zaten gerekçesiz, kuralsız çıkışlı moda
çalışmaları zamanın sildiğini görüyoruz.
Bu ulusun yaşam çizgisine bakılırsa, sanatın
bizim karekterimiz olduğu görülür. Ancak bu karekter
çizgisi, çağımızın düzensiz akışından kendini
korumakta, derinlerden seyretmektedir. Tarihte de bu böyle
olmuştur. Orta Asya'larsan sürükleyip geldiğimiz, binbir
gülücüklü motifler, bunun kanıtıdır. Halka inmek
için veya ulaşmak için, gitmeye çalıştığımız
yollar yanılgılarla doludur. Halk aldatılmayı sevmez, bizlerin
içten olmadığımıza o kadar inanmıştır ki, beklentisi ve
ilgisizliği doğaldır.
Size çizdiğim pano, 1927'lerden başlar,
coşkulu, samimi yıllardan.
Şimdi 1986, bu köprüleri nasıl,
niçin yıktık acaba? Düzeltmek için
okumuşlarımız ne yapsın diyeceksiniz? Tipik bir örnek daha
vereceğim; 193319341935 yıllarında devlet, eli fırça tutan
herkese harcirah verdi, yurdun dört bir bucağına yolladı, ne kadar
resim yapabilirseniz yapınız, satın alacağım da dedi. İşte
üzelerimizi dolduran o kıymetli eserlerin çoğu bu milli
seferberliğe aittir.
Hemen şunu söyleyeyim ki, ben
çocukluğumun, tahsil hayatımın hiç bir döneminde
deste başı olmadım. Oraya da itilmedim.
Zaman zaman, acaba bizi yetiştiren insanlar uzaydan mı gelmişlerdi
sorusu kafamda yer eder. Daha açık seçik bakınca; babamın
bir din adamı, annemin okuma yazmayı bilmeyen bir taşra kadını,
öğretmenimin, savaş artığı ya bir mülazim veya bir onbaşı,
çavuşu yada sıradan bir kişi olduğunu görür,
çelişkiye düşerim. Kendimi tanımaya başladığım yaşlardan
başlayarak gördüğüm, Ankara hapşırsa, bütün
ülke nezle olurdu.
Meclislerde karar görüşülürken,
babam Türkçe ezanı 22Ocak1932'de Yerebatan camisinde
okumuştu bile. Yeni yazı kanunu ilan edilmeden, bizimkiler karatahtayı
kurmuşlar, gece gündüz annem babam yeni yazıyı
sökmüşlerdi.
Kıyafet, halk tiyatroları, bu kısmı biraz açacağım; Kaymakam,
Jandarma komutanı, tüccar, bakkal, saraç, berber el ele
sahneye çıkmışlar, her ay sahneye bir oyun koyarak, halka
ulaşmışlardı.
Bu sağ duyu rüzgarı nasıl estirilmiş, nasıl
yoğunlaşmış ve nasıl kaybolup gitmişti? Hiç bir zaman
anlayamayacağım bir konu.
Bireysel olaylara gelince; kendi işimi kendim yapma, çevrenin
ihtiyaçlarına, eksiksiz ulaşmaya çok
küçük yaşlarda alışmıştım.
Pınardan su getirmek, (bir tas da olsa), değirmene un
üğütmeye gitmek, (kendi evim için olduğu kadar,
ihtiyaçlı komşular için), bahçe sulamak, tımar
etmek, at bakmak, yemlemek, gayıt tamiri, duvar örme, asker
mektubu yazma, en ücra köylere kadar verilen yumuşlar,
sayabildiklerim arasında.
Böylece okul hiç kimse için
birinci planda veya ayrıcalıklı değildi. Anlattıklarım 15 yaştan
önceki günlere aittir. Daha sonraları saat tamirini de
öğrenerek, evimden uzaklaştım. Ondan sonraki Ethem Aydın'ı, şayet
var sayıyorsanız, ben kendim yarattım.
Öğretmenliğimden başlayarak, çağdaş olmaya özen
gösteririm. Bilimsel gelişmeler ve teknoloji, ekonomi, politika
her türlü sosyal hareketleri yakından izlerim. Gerekirse
kaynaklardan incelerim.
Kendime özgün bir yaşam felsefem vardır.
Daima fikir ve davranışlarımda tabana yakın veya paralel hareket
ederim. Buda beni mutlu eder. Vurgulamak isterim çağdaşım,
modern değil.
Böylece konum resim olmasaydı, yine yaşam öyküm
değişmezdi diyeceğim.
E. Aydın, 1986
Sene bindokuzyüzseksenyedi, bir Mut'a yerleşmek
tutkusu ve planları başladı. İlk adımlar iyi idi. Burası veriler
satacağım endişesi açıkça söyleniyor, bir nevi
garanti isteniyordu ki bu da beni rencide ediyordu. Benim evimde
huzursuzluğum göz önüne alınarak Mut bana münasip
görülmüş, bu durum ablamın ağzından duyulmuştu.
Buraların ablama verilmesinde benim bir etken olduğum gerçek.
Ama ondan sonra olanlar için aldığım tavır eksikti.
Ben her türlü halukarde Mut'u gözden
çıkarmıştım, tabanda (ben kardeşlerimin en
güçlüsü en varlıklısı) inanmışlığım yatıyordu.
Sonra gerçekler böyle çıkmadı, Kemal yoktan var
oldu, durumu benden iyiye vardı, bu kadar çocuğa, hem de
eğitilmesi zor evlatlara rağmen. Sadece aferin demek, bununla
öğrenmek bana yakışırdı. Ama içine düştüğüm
yanılgıyı hazmetmek, teşhisin yanlışlığını benim gibi insan
sarrafı
olarak kendini ilan etmiş birisi için ağır yenilgi oldu. Bu
birinci raunt.
Gelelim Mut'taki olaylara; İşsiz
güçsüz, şunun bunun ayak işlerine koşan eniştemiz. Bu
sebeple sırf onların küçük bir rahatlığı için
Mut'u tahsis etmeyi kabul ettiğimiz enişte. Çok iyi ayak
oyunları bilgisiyle birbirinden farklı bin dalavereyle, orman
idaresinde memur oldu. Var sayılan ön emeklerle birleştirilerek
emekli oldu. Bir kasaba için dolgun maaş alıyordu. Ermenek'te de
bu tür etek oyunlarıyla, kendiyle hiç ilgisi olmayan
malları ele geçirdi. Rahat bir yaşama kavuştu ve de istikrarlı.
Kendisini hiç bir zaman içten sevemediğim,
küçümsediğim bu insan öldü. Emekli maaşı
kardeşime kaldı.
Övünmek gerekmez mi? Ama olaylar öyle
gelişti ki, övünemiyorum. Eniştemiz ölürken bile
ince hesaplarını sürdürmüş, iki yaşında evlatlık olarak
aldığı bir kız çocuğunu kendi üzerine evlat edinmemiş
böylece kendi mallarına veraset hakkı tanımamıştı. Sonra bu kızı,
kardeşim resmen evlat ederek, Müderris hoca'nın varisi durumuna
getirmişti. İşte benim kavgam bu tarihten sonra su yüzüne
çıktı, açık açık Mut'a sahip olmak arzusu duydum.
Kardeşimin de benim duygularımız da olsa paylaşacağını umarak Mut'a
karargah kurdum. Önce ablama burayı bana bağışlamasını
önerdim. Yukarda anlattığım veraset sebebiyle. Olumlu yanıt
alamadığım gibi bir takım kışkırtılarla karşılaştım.
Evlatlık ve
evlatlığın kocası ki, bugün ablama bakan onlardır, beraber
oturuyorlar, etkilediler ve ablamdan bir mektup aldım, evimi terk et
diyordu. Tepemden vurulmuşa döndüm. Bunu ablam bana nasıl
söylerdi? Böyle bir refüze ile ilk defa karşılaşmıştım,
çok zoruma gitti, uykularım bozuldu. Bu benim ikinci ve
büyük şokum oldu. Ummuyordum, beklemiyordum.
Günlerce kıvrandıktan sonra özlü bir
mektup yazarak Naci Köprülü eliyle kendine okunmak
üzere yolladım. Ama yine sonuç vermedi, bu beni iyi
üzdü. Kim bilir belki bu durum üzerine bir hayal kurmuş,
uğruna çaba vermeyi kurmuştum. Tutturamadığım bozulmuş
dünyanın daha saygın bir başka yönüyle yola
çıkmak istiyordum, belki.
Aslında çok iyi bir yaşamım olmadı, baştan
beri en kötü şartlar içinde oynadım. Ama
güçlü hayallerim, bana gerçekleri hep renkli
sundular. En beceriksiz, başarısız durumlarımın bile avantajlı bir
yorumunu yapabiliyor, yorumlarıma inanıyordum.
Öğrencilik yıllarım, öğretmenlik yıllarım, ressamlığım hep
güçlü hayallerimin de renkli oldular. Belki başarılı
yaşam da bu demektir. Her insanın yaşamında başarı ve başarısızlık
vardır. Bu da bir gerçek. Ben hala kendimi büyük
sayıyorum. Nedenlerim de geçersiz değil.
Düşünebiliyorum, fikir üretiyor, çağa yorum
getiriyor, durumların muhasebesine gidiyor, iyiyi arıyor, yaşam
üzerine düşünceler üretiyor, sanat ve onun
labirentleri üzerine düşünüyorum. Bilgi hazinem boş
değil, fikir üretebiliyorum, kendimi ve çevremi
yargılıyorum. Bir fikri iyi ve kötü yanlarıyla,
alternatifleriyle ortaya koyabiliyorum. Yeniliğe açığım,
herhangi bir konuda bağnaz değilim, militan değilim. Daha iyi yaşanılır
bir dünya için bir şeyler ortaya koymaya
çalışıyorum. Doğru olanı, mantıki ve kanuni olanı seviyorum,
istiyorum. Doğruların toplumun yararına uymasını özlüyorum.
Toplumun geleceğine kötü etkileri olacak konularda hassas,
koruyucu olmak istiyorum. Doğayı çok seviyorum, her şeyin
doğaya paralel olarak oluşmasını düşünüyorum, bağnaz bir
dindar değilim ama dinsiz değilim. İnsanları seviyorum, onlara yardım
etmek istiyorum. Böylece ben kötü, uyumsuz,
çağdışı olabilir miyim? Yaşlı bir bunak sayılabilir miyim??????
Evimde eşimle uyumsuz durumdayım, ama
bütün uyum yollarını bir bir sonuna kadar özveriyle
denedikten sonra, uyumsuz durumdayım, yani uyguladığım sistem tek
çıkar yol kaldığı için böyleyim
Büyük oğlum Mustafa (Cumhur) ile
uyumsuzum, sebep mutluluk kapısına kadar gelmişken, hiç de
gereği olmadığı halde yıllardır annesini karısına üstün
kılmaya çaba veriyor. Bu yüzden ne fırtınalar ne fırtınalar
oldu. Evlilikleri yıkılma çizgisine geldi geldi gitti.
Bütün bu olanlardan sonra hala ısrarla geline kaynanayı
sevdirme baskıları sürüyor.
Kurduğu iş sadece bülöf üzerine
oturuyor, bülöf için sarfedilen daima ana mal
için sarfedilenden büyük, böylece sağlam bir
zemin hiç bulunamıyor, ama sürdürülüyor.
Kendi gücünün üzerinde oynamaya,
en küçük bir iç kuruluş, feni siteme gitmeden
el yordamıyla bozuk düzen orçumlanmalar ve rasgeleliklerle
durumu idare etmeye çalışıyor. Büyük değil, en
küçük bir fırtınaya bile dayanıklı olmayan koca bir
tekneyi suya indirmiş gidiyor. Rasgele, yolun açık ola.
Düzensizlikten düzen beklentisi, hiç bir çağda
geçerli olmamış bir düzendir.
Her an beklenti içinde, hatta olumsuz
beklenti içinde kalıyorum işte, insan istiyor ki, başarılarında
bir parça birikimden doğma katkısı olsun, işi iyi otursun,
sarsıntılara dayanıklı bir kuruluş yapsın, yaptığı iş ekonomik olsun.
Ama gel anlatabilirsen anlat.
Bunları kendine üzüntü eden kişi fena sayılır mı? Gel
gör ki dinleyen yok. Her şey aynı minval üzere
sürüyor. İşte beni de bu yıkıyor. Başarı bir adım ilerisinde
duruyor ama gösteremiyorum, anlatamıyorum.
E. Aydın, E. Aydın, 1987
Adana'da oturuyorum, her gün galeriye
geliyorum, okuyorum, gelip giden olursa sohbet ediyorum. Ara sıra da
resim yapıyorum.
Gelip gidenlerim, genelde seçkin insanlar,
onları seviyor, sayıyorum. Vazgeçilmez gibi gözüken
bir de kadınlar konusu var. Onlar da saa ve nur, içi
geçmiş istifadeye yarım yaklaşan kimseler. Zaten ben de, daha
fazlasını düşünemiyorum. Ders de vermediğime göre,
maaştan gayrı bir gelirim yok.
Yatacak yerim eğreti, kısıtlı, düzeni zayıf.
Çamaşır işi bir sorun. Banyo da cabası. Yaşam biçimim
böylece monotonlaştı.
Her gün aynı çizgi üzerinde gelinip, gidiliyor. Sonu
bekler gibi bir duyguya düşüyorum. Aslında benim Adana'da
oluşum, alışkanlık ötesi bir sebebe dayanmıyor. Eğer uzunca ve
sağlıklı yaşamak istiyorsam ki, bu böyledir, değişiklik ve
yeniliklere gereksinim var. Beni, hayata bağlayan yeni şeylere, yeni
insanlara, yeni tanışıklıklara.
Gelir kaynağım kısıtlı ama pek düşük
değil. Öyleyse, Sanat evi kapanacak mı, kapanmazsa ne olacak? Boş,
muattal duracak mı?
Yoksa icara vermek, yılda yirmi milyon gibi bir
katkıyı mı düşünmek gerekecek? Veya Murat'la bir
iç anlaşmaya mı gideceğim?
Mersin'e taşınacağım, icar en azından yılda 10
milyon olacak. Telefonu, elektirik, suyu caba. Üç ayda on
milyon aldığıma göre, en az üç aylığım kiraya gidecek.
Geriye otuz milyon kalır. Ayda ne kadar yemem gerekecek?
Zaman meselesine gelince, orada, Adana'dan daha
geniş bir çizgim olacak. Belki, sinemaya, tiyatroya gitmek
imkanı bulacağım.
Gezilere çıkabileceğim. Ama bir yan işe de gereksinim duyacağım.
E. Aydın, 198(*)
Bütün
herşey 28 perşembede başladı. Yeni bir yaşam ters virile girdi.
Hastane,ilaç,oldu olacak, öldü ölecek, ruh
kargaşası içinde bu satırları dizdim.
Yaşam ne kadar ince, ne kadar sarmal bir çizgide dengelenmiş.
Rüzgarın şiddeti, renk renk. boy boy çamaşırların ipte
sallanışından, anlaşılıyor. İpler, ebetten ezele gerilmiş,
başlangıç ve bitiş belli değil. Canlılar, ufuk çizgisine
tutturulmuş, boy boy, benek benek, yaşamak isteriz bir soluk daha
fazla. Üzüntümüz, korkumuz, sevincimiz onda.
Hatıralar renk renk benek benek hatıralar, işte
onları silmek sildirmek. Zorluk burada. Yoksa ölmek bir soluk
konusu.
Gülüyordu, ağlıyordu, kişilik belirtisi
gösteriyor inat ediyordu, anne baba diyor, yiyor, içiyordu,
güzeldi edalıydı, şöyleydi böyleydi.
Biçim alabildiğince anlamlı, alabildiğince
çürük, alabildiğince sağlam, soyut, somut,
yalın. Bu sözcükler yalın bir tümcede yan yana gelir
anlam kazanırsa, atomun parçalanması kadar hızlı, onun kadar
sonsuz düşünce üretecek kafa gerek.
İnsan ne ki? Burgaca kapılan kağıt parçası
nereye çıkacağını ne bilsin?. Kızımız sarmal burgaçtan
çıktı, gözümüz aydın olsun bayramımız salt,
katkısız, kutlu mutlu olsun. Her şey böyle oldu sigara gibi acı,
yaşam kadar gerçek.
(Editörün Notu: Bir
ramazan bayramıydı, ağbim Mustafa Cumhur'un büyük kızı
Aygül difteri teşhisi ile hastahanede hayatitehdit yaşadı. Bu yazı
o günlerde kaleme alınmış olmalı)
E. Aydın, 29Mayıs1987
16 TEMMUZDAN (1987) 29 TEMMUZA
YAŞANTIDAN KESİTLER
Doğumum 1920, kimselere söyleyemem. Aynalara da
seyrek bakarım.
Yılların alıp götürdükleri,
üzerime yığmaya çalıştıkları, heykelleşen, kısırlaşan
sevimsiz görüntü. Bir de bu kadar basınca rağmen,
içimde bir ben oturur. Sevecen, çocuksu, mutlu, umutlu,
nikbin, evrensel ölümsüzlüğü benimsemiş. Biri
durdurucu, biri yürütücü. Düşman kardeşler
sanki. Sevileri, seçileri başka, konu başka, renk başka.
Ben ikincisiyleyim bugün, diğeri
römorkumuz. Dere tepe soluk soluğa yürüyorum.
24Temmuz1987 Pazar. Ermenek'te yumuk tepede, soğuk bir pınar başında,
iki yorgun, önce insanların, canlıların sonra doğanın
gerçek tırpanını yemiş, iki söğütün altındayım.
Rakım oldukça yüksek, belki 2000, dorukta bir yer.
Rüzgar ılık, serin ve konuşkan.
Söğütler benim kadar yarınlara dönük, gövdesi
delik deşik, beli eğri, kökleri iyi su çekmiyor belli. Ama
yarınlara, zamansızlığın ötesine bakıyor, umutlu. Aynada ben,
yıllar içinde ben misali.
Kelebek, karınca, sinek, çiçek, var olmanın kıvancında
doğa örgüsünü oluşturuyorlar. Dekor yalın,
aktörler içtenlikli, oyun sürüyor,
sürecektir. Kuşkusuz.
Dert, keder, bir düze hayat, sıkıcı,
ölçülü, ölücü zamanlarda
aşağılarda tortulaşmış sanki. Yükseklere çıkıldıkça
birşeyler değişiyor, ölümsüzlüğe yaklaşılıyor
sanki. Belki onun için hep yukarlara bakılır, yukarlara gitmek
istenir.
Doğanın içindeyim. Doğanın dışında, herşey
daha net, daha fuluğ, gürültüler yok artık. Kişisellik
gidiyor, görecelik başlıyor. Üç kişi kişilikten
öte, çoban çeşmesinde başbaşa, saat içinde
yılları, an içinde asırları özümlüyoruz, daha
önce var olmuşlar misali. 24 Temmuz Pazar, yükseklik 2000,
soğuk pınar, uçup uzaklaşan gazete kağıdı, kayalara tutunan
naylon torba. Sigaram maltepe, çakmağım çakmak.
İçim ferah, duman özgür.
Yollar görünüyor uzakta, taa uzakta,
zamanları delen, uzakları yakın eden, uzaklara giden. Yolcuları var her
yaştan özlemle, hüzünle gelen giden. Gelenlere
hoşgeldin, gidenlere uğurlar olsun.
Adana'da Aydın Sanatevi, arkamda kitaplık,
önümde daktilo, ısı gölgede 40 derece, vantilatör
dönüyor. Zaman istediğimce dilim dilim. Ermenek bir
küçük dilim.
E. Aydın, 29Temmuz1987
13Ağustos1987 Perşembe, ben yine garajlardayım.
Biletim Nevşehir, aracım Nevtur. ÜrgüpGöreme, Avanos,
Kırşehir.
Geziden çok sıcaktan kaçıyorum denebilir. Sınır 20
Ağustos olacak. Öğle sonu Nevşehir'deyim, otelim Kaymak, tek
kişilik, 2500 TL. Öğretmen evi de çok güzel, yalnız
yataklar iki kişilik, sıkıcı bir gün geçirdim. Okudum,
yazdım, çizdim, gezdim zor oldu.
Şehir, tipik bir Anadolu şehri ve bakımlı. İnsanlar
iyi, uyumlu, kanaatkar ve mutu, ziyaretçileri bol, turist
yağmuru var.
Bana da turist gözüyle bakılıyor, ben de öyle olmasını
yeğledim. 15Ağustos Pazar, Ürgüp'te üstlendim.
Ürgüp bir değişik ülke, bana çok enteresan geldi.
9000 nüfuslu ama, sanki uzayda bir kent.
İçindekiler uzaylılar, ikibin yılının
ötesini yaşıyor ve yaşatıyorlar. Herkes herkesle anlaşıyor,
konuşuyor, her dil geçerli, dil, din, ırk, millet, milliyet
silinmiş, Sevgi devleti kurulmuş, dünyada tektir. Arısı ulusal
Ürgüp devleti.
Temizlik, hoşgörü beni şaşırttı. Lokantaların etiketi ne
olursa olsun, fiyatlar aynı, oteller makul fiyatta, helalar pırıl
pırıl, temiz sular akıyor, hem de sıcak, soğuk ve de kurutma cihazlı,
tabii ekstra hizmet seviyesi de vardır herhalde. Ancak herkesin sık
kullanacağı şeyler herkes için aynı.
Ürgüp, zaman şeridi içinde oyulmuş
bir yamalı bohça. Oynadıkça altından yeni bir benek
gözüküp, siliniyor. Doğa ise delik deşik, idealist,
sevecen, atalardan bizlere ulaşan ince mesajlarla dolu. Labirentler
gezilirken, korku dışarıya çıkıyor, her şeyi daha çok
duyuyor, seviyor, huzur buluyorsunuz. Asırlar öncesinden gelecek
günlere, bugünlere ses geliyor, dost dost. Bu sesi duymak
için dünya orada. Her günün inişinde, insanlar,
ataların dehlizlerinde otantik atlarla çağrılan lokantalarda,
restaurantlarda, kafe barlarda yiyor, içiyor, dansediyor,
geçmişin saygın insanlarının şeref konuğu oluyorlar. İnsanlar ve
ziyaretçiler, sabaha kadar ayaktalar. Her boy ticaret erbabı
mutlu, neşeli çalışıyorlar.
Çalışmak ne kadar güzel, ne kadar da
sevimli, buraya can sıkıntısı giremez. Sabah saat 9'da sayılı
ülkelerin gazeteleri, uyuyanlara, uyumayanlardan yeni haberler
getiriyor. İletişim, telefon kulübeleri bir harika. Canı sıkılan,
Hollanda'lı, Amerika 'lı, İtalyan, İngiliz anne babası ile iki satır
konuşuyor, güne neşeli başlıyor.
Burada yerel idareler de bir başka anlayış
içinde çalışıyor. Doğaya yatkın taş binalar, imkan
nispetinde yer altı yapılar, kemerler, kubbeler, seçkin cam ve
duvar süslemeleri, peyzaja yatkın yeşillikler, parklar,
müzeler. Herşey bir düzelikten uzak.
Bütün köyler günün yarım saatlik, bir saatlik
bölümleri içinde geliş gidiş vasıtaya bağlı.
Tarih sanki burada durağan bir abis (derin kuyu)
oluşturmuş labirentlere giriyor, tepelere çıkıyor, yerin
derinliklerine iniyor, geçmişle buluşuyor, koklaşıyor,
bugünü yaşıyorsunuz. Düşünce tavanınızın el verdiği
ölçüde, bilgi dağarcığınıza yatkın olarak
yaşıyorsunuz.
Her ülkenin insanını, iç içe, el
ele, lokantada, barda, kahvede, çay bahçesinde, yan yana
el ele görüyorsunuz. Bin sene ve seneler öncesinin,
tandırda ekmek yapan Elena'sı bugün aynı yerlerde Aliye kadın
olarak yine aynı işleri kotarıyor. Bilmemki çarpıklık bunun
neresinde? Akşam güneş göç hazırlığı içinde,
yavaş yavaş verelerini topluyor, ince bir sislilik, fuluğa, sonra da
karanlığa bırakacak yerini. Açık seçikliğin, realitenin
yerini artık düşsü duygular doldurmakta, dinginlik
yaklaşmakta, herşey yavaş yavaş birbirlerine sokulur, küsler
barışır, ayrılı ayrıcalıklar tüme varır. Ben silinir, biz başlar.
İnsanda unutkanlık, doğada akşam ne kadar da benzer.
Zıtlıklar birliğe, savaşlar anlaşma mecralarına
doğru akkın eğgin olur. Dinlerdeki kurallar, doğaya yatkın.
Pazartesi Ürgübe doyamadan, Göremeye geçtim.
Sadece açık hava müzesine, 700 TL. ödemek için
çokça yorulmuşum. Diz kapağım isyan etti. Oradan
Nevşehir'e döndüm. Günün arta kalan zamanını otelde
dinlenerek geçirdim. Kırşehir için bilet almıştım, diz
kapağım sebebiyle daha az yürümek gereği doğdu, yolumu
Adana'ya çevirdim. Öğle sonu burada idim. Doktora
gözüktüm, eve döndüm. Hanım benden önce
gelmiş. Evi hırsız yoklamış, bir cam kırmak suretiyle, hayret hırsız
bizim evden dişe dokunur bir şeyler almamış. Denildiğine göre, bir
elektrik süpürgesi, bir kaç bardak, bir ayakkabı.
Bunada ayrıca şaştım.
E. Aydın, 19Ağustos1987
Ben bin dokuzyüz yirmilerden beri yoldayım.
Geçen alt günleri hatırlamıyorum veya sıraya koyamıyorum,
örneğin, kısrağımızın teptiği yıl, henüz okumuyordum,
öyleyse dört veya beş yaş veya o arada bir yerdedir. Kısrak
da bunu böyle istemezdi her halde, boş bulundu, sinirliydi de,
tayını Mut'ta bırakmıştık, Ermenek'te bağda, üst maldanda, zaman
öğle sonu, sabahın ileri saatleri de olabilir. Boynumda kuş
avlamak için lastik, kıldan yapılmış uzunca bir iple yularından
bağlı kısrak, benden ileriye doğru ot arıyor, o sırada ön ilerimde
olan kısrağın arka ayağında bir kir veya bıçılganı var,
ilgilenmek istedim elimi sürdüğümü iyi
hatırlıyorum, şiddetli olduğunu tahmin ettiğim bir tekme yiyorum
kafama. Üst tarafını ben hiç hatırlamıyorum. Sanıyorum bir
pelte gibi eve taşınıyorum, annemin veya çevre yaşlılarının uz
elleriyle, kafa tasım sağlam kalan parçalarıyla, yuvarlaklığa
yakın bir düzene ulaştırılıyor, beyaz tülbentlerle sıkıca
bağlanıyor bugün bile dokunduğum zaman duyumsadığım, paligon
yapıya kavuşuyorum.
İçinde neler olduğunu pek bilemiyorum ama orada da birçok
deformasyon olduğu gerçek. İşte şimdi şu satırları dizen, ben o
kafa yapısının sahibiyim. Ondan sonra uzun bir boşluk var anılarımda.
İlkokul birinci sınıfa kadar uzanan. Üç veya dört sene
arada kayıp.
Dersler eski Türkçe devam ediyor,
öğretmenimiz Pepeme Mümtaz Bey, çok dayak atıyor,
sonra da şeker dağıtıyor. Zayıf, ince, uzun portresini iyi anımsıyorum.
Sınıfımda Rodoslu'nun kızı Müzeyyen, ki bize fettan ve güzel
gelirdi, biraz da ablasının bazılarıyla yattığını duyardık. Aynı evin
insanları oldukları için olay biraz yakın gibi gelirdi bize.
Ortalarda arkadaşlarımdan çok kişi yok, bir Uzun Ali'nin oğlu
Ömer'den başka. O da bizim Ermenek çerezlerine
düşkündü, böylece bana yakın düşerdi. Ya o yıl
yahut da bir sene sonra yeni yazı çıktı, biz tekrar birinci
sınıfı okuduk. Yıl bin dokuzyüz yirmi sekiz oluyor galiba.
Kasabada birden bire gece okulları patlaması oldu. Babam yeni yazıyı
ilk öğrenenler arasındaydı. Kendisi imamdı. Sonra ev halkına,
anneme öğretmeye çok gayret etti. Hatırlıyorum bir ara gece
okulları gündüz okullarından daha düzeyli olmuştu.
İkinci sınıfta yine Ömer, bir de Topal Mehmed
'in Duran'ı hatırlıyorum. Duran abazadan öldü verem olup
ölmüştü. Öyle derlerdi. Bu arada okulumuz
geçici olarak kale içine taşındı, ama ben detay
bilmiyorum. Olaylar fuluğ. Biz o binada iken öğretmen Tevfik Hoca
bazı arkadaşlarıyla, bisiklet tekerleğinden faydalanarak, bir de dinamo
yapmıştı. Okulun bir bölümü ve pınar başında
birkaç lambanın yandığını hatırlıyorum. Fotoğrafları
karıştırırken gördüm ve hatırladım, ikinci sınıfta Nebil Bey
de okumuştuk, portresi hatırımda. Sınıf arkadaşlarımın hemen hepsini
tanıdım. Mahmut Hoca'nın oğlu Aslan, Zülfikar Muzaffer, Mırza Bey
Oğlu Mehmet Gürtürk, Hacı Ali, Uzun Ali'nin Ömer,
inhisar memurunun oğlu Ömer, Ali Baba, Delil'in oğlu Hüseyin,
Müftüzade Hüseyin Efendi'nin Zarife, reji memurunun kızı
Fatma Emetullah, tahrirat katibinin oğlu Tahsin, Ali Korkmaz,
Süleyman Baykal, İhsan Akay, Sulhi ve Apturahman. Hemen hepsini
anımsadım. Galiba yukardaki fotoğrafın tarihi yanlış, yani
üçüncü sınıfa ait. İkinci sınıf, Ermenekli Rıza
Bey, Mustafa Maden, Ulviye, Bakkalın Oğlu Ali, Apturahman, Tahsin, Ziya
Özmutlu, Hacı İbrahim Oğlu kızı Fatma, Kar Ziya'nın güzel
kızı, Müftü Nadir Efendi'nin Türkan, Şadan, Sabri,
Günlarlı, Delil Efendi'nin Hüseyin, Mahmut Hoca'nın oğlu
Aslan, Melahat, Müzeyyen, Fatma Emetullah, Sadun Doktur'un oğlu,
Ali Baba, Rahmi Baykal, Cemil, hatırlayabildiklerim.
1920' lerde doğduğunu düşünüyorsun,
yetmiş bir yaşında sayılıyorsun. Yetmiş yıl dile kolay. Dünya
gelinmiş hasbel kader bir canlı, türünün
özelliklerini gösteren bir insan, kişisel vasıfları silik,
eğitimden nasibini almamış yani eğitilmesi zor bir yapı, denize ulaşmış
bir taş gibi, yaşamın türlü dalgalanmaları,
çırpıntıları içinde çalkalana çalkalana
belli bir görüntüye ulaşmış, var sayılmış,
çevresindekilerden biraz farkı olmuş ve de adına Ethem
denilmekle ad sahibi olmuş bir zerrecik. Bilimsel derinliği sıfır. Zira
hiç bir zaman bir uzmanın, bir mücevher ustasının tezgahına
gelmemiş raslantıların kendine verdiği bir basit yetiyi yine sıradan
yollarla geçim sebebi edinmiş sıradan, zayıf, beceriksiz biri.
İçinde bulunduğu otorite kaynağını esas
alarak, var olduğunu kendince bir takım varsayımlarla kabullenmiş, işin
garibi kendine belli sınırların ötesinde bir sınır çizerek
üstünlük saplantısına sığınmış kendi hayaliyle kendine
çizdiği sınırlara ulaşmaya çaba veren, bu nedenle
bilimsel çizgileri izleyen, özde bomboş bir yapı.
Birikimleri ve yaşam deneyimleri olmadığı
için en küçük bir uyum konusunu beceremeyen,
küçücük müşkiller karşısında dipten
sarsıntılara açık olan, bir basit yapı. İleriye, yana hareket
gücü olmayan bir araba, sevmeye sevilmeye doymamış, ham sevgi
yüklü kendi iç kanunlarına göre, mantığını
duygusallığının çizgisinde gezdiren, kendine ve davranışlarına
göre mantık üreten, kimselerin doğrusuna doğru demeyen, hep
kendi duygusal doğrusunu arayan bir ilkel benlik.
Örneklemek gerekirse: Tanrı inancı
çoğunlukta ayrı, yapaylığa karşı gözüken bir
yapaylık. Toplumun inançlarına, kültürüne ters
düşen kuralsızlık, inançsızlık, oturmuş bir
kültür eksikliği, zevkte, eğlencede duyum anlayışı, fevri
çıkışında ödün vermeyen bir karakter, dinlemeği,
çalışmayı tembelce değerlendirme, niçin ve nedenlere
olumlu bir iç inancına ulaşamamış, dişilik, erkeklik, cinsellik,
doğum, ölüm için içten, kesin bir yaklaşımı,
bir iç anlatımı oluşmamış, bocalayan, kararsız bir yapı. Ancak
bugünkü ulaştığı çevrece fark edilebilir yere
böylece ulaşmış, hatta kendisinde olmayandan çok
üstünlükleri üstlenmiş, ayrıca bunun da
yükü altında ezilen bir kişilik. Bu yaşa değin hep kendi
kurallarını genel kurallara rağmen kurmağa çalışmış bir kaos.
Bu benim işte. İyi miyim, kötü müyüm?? Soru, soru.
İşin şaşılası yönü çağdaş insan
tarifi benim naturamı kapsamına alıyor. İşte ben onun için
varım, onun için zinde ve dirençli olmaya çaba
veriyorum.
E. Aydın, 1990
Sene 1990, nerelere gelmişiz. Mut veya Ermenek...
Aşağı yukarı iki kasaba arasında gide gele büyüdüm.
Annemin ve babamın beni kucaklarına aldıklarını
hiç hatırlamam. Güçsüz kalıp, kendilerine de
sığındığımı da hatırlamıyorum. Daima olaylar beni yakalayıp, yere
serdikten sonra, onları etrafımda bulmuşumdur. Soğukkanlı idiler,
paniğe kapılmazlardı. Hiçbir olayıda abartmazlar, daima bir
çıkış yolu ararlar ve de bulurlardı.Hayvanlarla tanıştığım
zamanı hiç mi hiç hatırlamam. Aslında onların arasında
büyüdüm. Dahası kendimi bildiğimde bir veya iki
beygirimiz vardı. Evde onlara candan bakan iki akraba çocuğunu
hatırlıyorum. Ben doğmadan ölmüş olan halamın oğulları Hasan,
Nuri. Ama hayvanları kullanan çok kişi olurdu, bazen hakim,
bazen tahsildar, bazen bir tüccar, bazen de hısım, akraba.
Ben ilkokulda iken bu ağabeyler yavaş yavaş evden
uzaklaşır oldular. Biri köyden Hacı Ahmetli 'den evlendi, diğeride
askerliği geldi şarka gitti. Bundan sonra evin büyük erkeği
bendim, ama atı tanıyor, ona biniyor, tımarını yapabiliyordum.
Tabii daha önceleri de hayvanlarla tanışıklığım olmuştu. Sanıyorum
ben henüz 45 yaşlarındayken bir kısağımız vardı. Belleğimde yer
ettiğine göre, bir yaz, sınırlı bir zaman için tayını
Mut'ta bırakarak, onu Ermeneğe getirmişlerdi. Bende onun yularından
tutarak bağın üst meydanında otlatıyordum. Kısrak yavrusundan
dolayı sinirliydi. Bir aralık, hayvan benden biraz uzaklaşmış, yular
arka ayağına dolaşmıştı. Ben pervasızca oturduğum yerden uzanarak arka
ayağının arasındaki ipi kurtarmaya çalışıyordum ki, hayvan tam
isabet kafama sert bir tepik attı. Ayağında nal da olduğu
düşünülürse, durumun çok korkunç
olduğu anlaşılıyor. O parça parça baş kırlara yakışır bir
sistemle yan yana getirilmiş, şu zaman kadar beni sürükleyen,
yerinde, bazen yersiz, bazen utopik, bazen bağnaz, bazen otantik, bazen
hayali, bazen de çağdaş kararlar almamı sağladı. Dahası ben o
montajı beğeniyorum.
Çünkü kelebek gibi, arı gibi bir gönlüm var,
hayal edebiliyorum, sırasında hayallere inanabiliyorum. Böylece
kendime biçtiğim bir değer var. İlgilerim hiç bir zaman
sürekli olmamış, teoriden çok deneyleri yeğler, bilimsel
kanıtsal bir çizgiye ulaşmayan her şey benim için deney
malzemesidir. Konularıma soluklu yaklaşmadığım için bilgilerim
yüzeyseldir, derinlikten yoksundur.
Örfadetler, din var sayımlar benim için karmaşık ve
nedensiz olduğu için anlaşılması askıdadır. Tanrı fikri bile
aynı karmaşayla kaos halindedir. Niçin
yaratıldığımızı,dünyanın,bu büyük kainatın ve sonsuz
düzenlerin ne anlama geldiğini arar sorarım.
Uzay yerimiz, kendiliğinden gereğince ne az, ne fazla oluşmuş,
öyleyse insandaki bu akıl, bu muhakeme neye?
E. Aydın, 1990
ÖNEMLİ KARAR
1964'te Adana'ya geldim. Karı koca
çalışıyorduk, bir ev yaptık. Çocuklarımızı okuttuk. Onlar
şimdileri iyi sayılır birer iş sahibi.
Karım ve ben Mersin'de, yani 1950'lerde başlayan
yaşam biçimi farklılığımız, çocukluktan
taşıdığımız
özlem ve tutkular itibariyle farklılığımız, susturulmuş,
bastırılmış arzularımız nedeniyle koalisyon biçiminde idik.
Birkaç defa ciddi ayrılmak deneyimimiz de oldu.
Ancak, ben gerekli direnci gösteremedim.
Kayınpederin çok enteresan baskılarına, yaşına başına
yakıştıramadığım yalvarışlarına dayanamadım. Zira O da biliyordu ki,
kızı geçimsizdi. Beni anlıyor, takdir ediyordu. Doğuştan,
veraseten getirdiğim bütçe yetersizliği ve arkasından
dünyaya gelen çocuklarımız, bir yerde bu koalisyonun
devamına gerekçe oldu. Gerçi son gayretlerle yine de
portturmayı denedimse de, başarılı olamadım. Zaman süratle ve de
çabucak geçti. Ev yapmak, yer yurt edinme mecburiyeti ve
tutkusu bizi yine beraberliğe zorladı. Ben yine yüceliği,
kadirbilirliği, atavesk ölçülerde ve hayalcilikle
koruyarak, ortaklaşa yaptığımız evi, karıma hediye ettim. Güya bir
erkeğe yakışır şekilde.
Ancak evimizde hiç mi hiç iç
huzur yoktu. Gerekçeleri daima kapital, maaş harcamaları,
kişiliğimi her türlü davranışa karşı korumaya
çalışmam, doğuştan getirdiğim sanatsal uğraşlarımı
sürdürmek için direnişlerle devam etti. Artık evdeki
kadın cıvıltısını unuttum. O cıvıltıyı, öğrenci ve sanat
merakı
olan kadınların ziyaretlerinde aradım. Aydın Sanatevi'ni kurdum. Oraya,
sanat sever her kesimden insan geliyor. Doktor Mustafa Bey, Doktor
Kamuran Bey, Doktor Tuncay Bey, Ziraat Doktoru Şefik Bey, Göz
Doktoru Yusuf Bey. Daha niceleri. Resim yapan (*) Hanım, yine bana
biraz fazla fırsat bahşeden yine (*) Hanım, erkeksi çıkışlarıma
imkan veren (*) Hanım, daha birçokları gelip gidiyorlar. Cıvıltı
gereksinimimi karşılıyorum. Öğrencilerim, kitaplarım, gazetelerim
ve zaman zaman da resim yapmalarım günümü renkli tutuyor
ama akşamlar yaklaştıkça içimde bir burukluk, bir yatsıma
var ki anlatımı zor ve çok zor. Bir sokak kedisi gibi, karanlık
basınca bir yerlere sığınmak gereksinimi gibi, sus pus ve
çekingen, evime giriyorum; her hangi bir sürtüşmeye
fırsat vermemek için gayretli ve dikkatli kapımı
açıyorum. Evlilik politikasını sürdürmekte sanat
erbabı olan kadın, günlerce öncesinden artan, tencere dibi
sıyrıntıları ve yemek artıklarıyla, en kötü ve kirli kaplarda
bir basit yemek sofrasına yanaşıyor, yemek ihtiyacımı
körlüyor ve kenardan bakabildiğim kadar televizyon
seyrediyorum. Erkence, yatağıma, basit ve itilmiş yatağıma, sığınıyor,
sabahın ilk saatlerini bekliyorum. Sessizce sokağa çıktığımda,
derin bir nefes alıyorum. Aydın Sanatevi'ne geliyorum.
Ben, evcimen, çevreyle ilgili, becerikli veya
elinden her türlü iş gelen, çok yönlü veya
çok yönlü olmayı seven bir yapıdayım. Bunlar benim vaz
geçilmez yönlerim ama uygulamak ne mümkün?
Aile yapısındaki bu gariplik, yakın çevrede
ve sanat çevresinde de etkisini koruyor. Belli bir
çevresi olmasına rağmen, yalnız adam durumundayım.
Çocuklarıma karşı gerekli gereksiz bir mesafe tutmama gerek
duyuyorum. Halbuki ben, sosyal yaklaşıma yatkın bir kişiyim. Çok
hassas olmama rağmen, kültürel duygularımı bastırıyorum.
Akşam bir belli saatten sonra yatağıma dönmemek için,
sinema, tiyatro veya geç vakit toplantılarından soyutlanıyorum.
Zaten olan ve fazlasının olmasını istemediğim iç gerginliklerden
korunmak için.
Aslında ben, doğanın çocuğuyum. Beni okullar
değil, doğa eğitti.
Bugünkü varlığımı doğaya, onun sonsuz
derslerine borçluyum.
Diplomalarım, hep zorlayarak sayılmış yasaklarla
oluştu.
Ortaokulu bitirdiğimde, bir ortaokul mezunu,
öğretmen okulunu bitirdiğimde, bir öğretmen okulu mezunu,
Gazi Terbiye'yi bitirdiğimde, bir Gazi Eğitim mezunu öğrenci
durumunda değildim. Her şeyleri deneyerek, arayarak, yaşayarak buldum,
keşfettim. Etmekteyim de. İyi sayılan bir öğretmen olduğumu kabul
ediyorum. Hiçbir zaman tek kararlı olmadım, duruma uygun
kararlar almaya çalıştım. Düşünebiliyorum.
Yoruma yatkınım. Olaylara değişik açılardan bakmaya, elimdeki
donelerin ışığında, her dem hazırım. Milletimi, vatanımı seviyorum.
İyilik yapmaya hep hazırım. İnandığım, gerekli gördüğüm
konularda fedakarım.
Yaşım ise Yetmiş. Ama yaşamak istiyorum.
İçim hayatla dolu. Bir şeylerin hep eksikliğini duyuyorum.
Çok şükür sağlıklıyım. Kendimle, rahatsızlıklarımla
geçiniyorum.
Bütün insanlar gibi, benim de sonlu
olduğumu biliyorum. Ama yaşadığım süreyi, gereğince dolmuş
görmüyorum. Bir takım mutlulukların eksikliğini duyuyorum.
Yaşım yetmiş, işim bitmiş diyemiyorum. Genç yapıdaki bir insan
kadar hayatın içinde olmaya, iyi birşeyler yapmaya
özeniyorum. Ama, o iyi şey nedir? Onu bilemiyorum. Biliyorum
yollar çok, imkanlar var ama ne olmalı, neyi seçersem
ekonomik ve gerçekçi olur? Ona karar veremiyorum.
Adana'da kalıp,bu bir düze alışılmış, yukardan
beri anlattığım yaşamla, belli sonu beklemeli miyim yoksa, babamdan
kalan viran eve dönüp, elimdeki yıpranmış araçlarla,
yetersiz imkanlarla, gönlümce mütevazi ve fakat,
hayalime yatkın ve dingin bir düzene mi yönelmeliyim?
Bu iş için bir ortam var. Ablam Sıdıka, Mut'u
bana vermeye yatkın.
Ben Mut'a taşınacak olursam,
görünürde, Adana tarafından bir problemim olmayacak. Ben
Mut'ta ne yapacağım, bu mezbeleliği nasıl kullanılır hale getireceğim?
Mut'ta sıcak bir çevrem olacak, bu gerçek. Evinde bir
kahve içebileceğim, bir akşam yemeğinde beraber olabileceğim,
istediğimde kapısını açıp kapayabileceğim, çekinmeden
açıp kapayabileceğim bir kapım. İstediğimde uzanabileceğim bir
yatağım. Gel deyince gelebilecek yakınlarım, belki de dostlarım olacak.
Akrabalarım kapımı kapı sayacak, soframı sofra sayacak ve beni, insan
ve bir büyük sayacak kimselerim olacak.
Aynı kitaplarım olacak, günlük
gazetelerim, resim, belki de çevremde sanat meraklıları. Yeni
yeni dostlar.
Bir gün : Erken saatte uyanacağım, yürüyüşe
çıkacağım, bir saat, dönecek kahvaltı edeceğim, gazeteleri
bekleyeceğim, onları okuyacağım, uyuyacağım. Öğleyin yemek
saatidir; bir hazırlayan varsa, evde, yoksa lokantaya gideceğim veya
evde birşeyler uyduracağım, dinleneceğim ve resim çalışacağım,
pınar başında birkaç saat oturacağım, köylere gezi
yapabilirsem yapacağım, akşamı, geceyi delebildiğimce deleceğim.
Düşünce bu.
Bakalım Tanrı ne gösterecek, durumu onaylayacak
mı?
E. aydın, 1991
YOLLAR NASIL AYRILDI
KESİŞEN BİRLEŞKELER
(Editörün Notu: Aşağıdaki
yazı boşanma kararı ile ilgilidir)
Bindokuzyüzkırkdokuzlarda, yaratılış
özellikleri bakımından farklı yönlerin duygu kurgu bir
çizgide buluşmaları ile bu aile yapısı, bu çelişkili yapı
oluştu. Otoriteye dayalı bir kültür yapısı, demokratik
yaşamın tuzağına düştü. Artık bir evde iki otorite vardı.
Kurumsal kararları, tek katkılar gereği beraber vermek gerekiyordu.
Yollar çamurlu, kaygan, hava fırtınalıydı. İz izi tutmuyor,
yelkenler ters ve güçlü rüzgarlarla doluyordu.
İnsan ve aile yapısını koruyan sevgi ve mecburiyetlerin yardımıyla kırk
yıl geçti aradan. Ben yetmişbir yaşında, karım altmışdokuz
yaşında. İki oğlumuz var, büyüğü mühendis, evli ve
üç çocuğu var. Küçüğü diş
doktoru, evli, iki oğlu var. 1967'lerden itibaren bütçe
sorunları hafifledi.
1980'lerden itibaren de her iki tarafın fırtınaları
ve boraları yüzünden zayıfladı veya yerini husumete terk
etti.
1991'de savaş kes kararı aldık. Artık herkes kendi
yoluna. Evet geç kalmış ve geç gelmiş bir durağan
bölge, ama tek çıkar umut, çekilmezliğe bir son
gerek. Artık güçlerin sinirleri yıprandı, kendileri demode
oldu. Artık bu savaştan kimin ne kazandığına gelince, ben müstakil
bir dükkan ve onun artı gelirleri ve bir de yazlık deniz evi ile
yoldayız.
Her ikimizin de yiyecek bir ekmeği var Allah'a çok
şükür. Zamananın ne göstereceği yine onun taktirine
kalmış.
Başlamayı bilenlere işte göründüğü kadar ufuk, iyi
yolculuklar.
E. Aydın, 16Mayıs1991Perşembe
İki gündür Mersin'deyim. Dingin ve bezgin
bir psikoloji içindeyim. Birşeyler bitiyor, birşeyler başlıyor.
Bu gerçek. Kolay olmasa gerek. 1969 ve 1991 arasında yaşanmış
alışkanlık ve rutin günlüğün tekrar gözden
geçirilmesi. Yeni olanakların gerçekçi bir
yaklaşımla düşünülüp olabilirliği seçmek.
Akılcı olmak düşündürücü. Şu şartlarda geri
dönüş gözüküyor. Veya kaos.
Çözüm çözüm çözüm..
E. Aydın, 18Mayıs1991
ADANA'YA DÖNMEK İÇİN TAM
ZAMANIDIR?
TÜMCESİNİN İÇERİĞİ NEDİR?
NE DEĞİLDİR?
Ben niçin Adana'yı terk ettim? Güya
ölçtüm biçtim, enine olabildiğince boyuna
düşündüğümü sanıyordum. Görüyorum ki
düşüncenin içinde bazı çıkmazlar ve
açmazlar var. Mersin'de bir ev tuttum, telefon da aldım. Ama
telefonum çalışmıyor, arayan yok, ben aramazsam beni arayan yok.
Bir nevi terk edilmişliğe itilmiş durumdayım. En azından ben öyle
duyumsuyorum. Sanat çevresinde ise henüz bir yerim yok ve
de olmayacak gibi. Belediye yazımla ilgilenmedi. Sanayi Odası işi de
olamayacak gibi? Kadın işi de bir sorun. Dahası neden böyle,
kaçıyorum? Nereye kadar kaçabilirim ki ben yapayalnız bir
adam olmayı becerecek kadar güçlü müyüm?
Tabii ki hayır, ben aslında güçlü değilim ama
güçlü görünmeyi seviyorum. Sanat durumu da
böyle değil mi?
Günlerce bocalıyorum ama ortada hiç birşey yok ve bu
gidişle olmayacak da. Kalıyor orta sahada top gezdirmek, yani yapar
gözükmek. Yanlış anlaşılmasın benim sanatım kötü
değil, ama yol yöntem ve değişen gerekçeleri
kavrayamıyorum. Yoksa senin gözün, kaşın için diploma
verirler miydi?
Bu ülkeye kış da gelecek, evde daha bir yalnız
olacaksın daha bir sıkılacaksın. Okuyorsun ama kaç saat okunur?
Geziyorsun ama günde kaç saat gezilir? Bir ahbap ziyaret
ediyorsun ama her gün olamaz ki?
Sıkıntılı mıkıntılı bu durumu Adana'da kotarıyordum
denemiştim yine öyle yapabilirim.
Adana'da muayenehaneye yerleş, galeriyi badana et,
düzenle ve bir süre sonra yükünü Adana 'ya
yine taşı, galiba daha önce incelerken gözden kaçan
kısımlar olmuş, gerçekler bunu gösteriyor. Biraz daha
düşün ve çarşamba günü hareketi başlat.
Öperim.
E. Aydın, 26Ağustos1991
Bu gün onüç Eylül
bindokuzyüzdoksanüç Pazartesi, bu günlere bin
şükür.
Eylül'ün başında, Aydın Sanatevi
mekanında, bir de diğer gereksinimlerini gidermek istemiyle çok
zamandan beri kafamda takılı duran bir olayı başlattım. İki yıl
önce türlü ve gerekli veya gereksiz nedenlerle evliliği
kanunen bitirmiştim. Bir çok insan, bu saatten sonra bu işi
yapar? diyenler olmasına karşın, kendime bu yaşam biçimini
seçtim. Günahıyla, sevabıyla bunu yaptım. Şimdiye değin
Tanrı izniyle bir pişmanlık duymadım. Evlilikte beraberce ve ben
ağırlıklı yaptığımız, evi de kadına bir vefa borcu veya sorumluluğu
olarak bırakarak, toplum denizine geldim. Bir zamanki kadar varlıkla
atladım. Ben öyle pek ahım şahım olmamama karşın, azda olsa
sevenlerim var, çevremi boş bırakmıyorlar. Okuyorum, resim
yapıyorum, yazıyorum, gelen eşdostla değişik konularda sohbet
kuruyorum.
Kendi felsefemce, inancımca renkli yaşıyorum. Zaman
zaman gezinmeye gereksinim duyunca kalkıp geziye çıkıyorum.
Güncel ve çağdaş yaşama paralel yürümeye, yaşama
bağlı kalmaya çaba veriyorum.
Devlet beni ham bir insan yavrusuyken aldı, besledi,
okuttu, öğretmen etti. En karanlık ve olanaksız şartları
içinde bana değer verdi. Bende gücüm yettiğince ona
faydalı olmaya çalıştım. Beni eğitmeye çalıştı, bende
istenenden fazlasına hazırmışım ki, hep kendimi yenilemeye, dağarcığımı
dolu tutup öğrenci önüne çıkmaya çalıştım.
Sanırım ki çok iyi denecek kadar başardım. Bugün teorik
olarak bütün bilimlere yatkınım, pratiklerim de az sayılmaz.
Ölçütlerime ve genel ölçütlere
göre amaçlanan insan da bu olsa gerek.
İnsanları seviyorum, soluk aldıklarıyla seviyorum,
hatalara, eksiklere, fazlalıklara, ben çok taciz
etmedikçe anlayışla bakabiliyorum. Onlara yararlı olabilmek
için çoğu zaman kendimi, öz çıkarlarımı
ikincil kılabiliyorum.
Elime geçen fırsatları paylaşmayı seviyorum. Kusurlarımı
onarmaya hazır oluyorum. Formalist bir dindar değilim ama geniş
anlamda, insana dönük, doğaya dönük
düşüncede iyi bir yüceltiye sahibim.
İki oğlum, Murat ve Cumhur yaşamı seviyorlar,
başarmak için kendi içlerinde, kendi felsefelerini, kendi
çaplarında kurmuşlar. Çoluk çocuklarıyla kendi
göreceliklerinde yürüyorlar. Onları genelde seviyorum,
anlayışla karşılıyorum. İnandıkları hayaller peşinde koşuyorlar, benim
evliliği bitirmem konusunda anlayışlı davrandılar, tavır koymamak
faziletini gösterdiler, ikisi de yanlarında yerleşmemi candan
istediler. Ancak durum benim gerçeklerime uygun olmadığı
için kendime bir mesken edinmek için uzun uzun
düşündüm. Mersin'e kardeşimin yanında bir eve taşındım,
birkaç ay öyle kaldım, onlar da çok ilgi
gösterdiler sağ olsunlar. Ama görünmez ve anlatımı zor
bazı nedenlerle Adana'ya geri döndüm. Burada kiralık bir ev
aradım. Evin bana beşaltı saatlik bir süre için gerekli
olduğunu, ben sabahın ilk saatlerinde uyandığım ve doğaya
çıktığım değişmezi ev tutmam gereksinimi düşünce
çizgisine getirdi.
Şimdi doktor oğlumun muayenehanesinin bir odasında
kalıyorum. O da bunu istiyor, ancak dişçilik gibi bir sanat
konusunda her alana gereksinim vardır. Bunuda günlerdir
düşüne taşına, son çare olarak aydın sanatevi
içinde yatabilecek bir mekanı yapmaya karar verdim. Hiç
de estetik yapısı olmamasına karşın belli bir mekanı oluşturdum,
oluşturuyorum.
Elektriği, suyu, helası, zaman zaman yıkanabilecek
bir basit banyosu, konfordan uzak ama olduğunca kullanışlı bir
düzenin başlangıcındayım. Yorgunluk ve sarflarım için
kaygılanmıyorum, zira burda oturmam, burada bulunmam bir dereceye kadar
anlam kazanıyor. Düzenlem işleri çok yavaş
yürüyor, günü ve bir işçi yevmiyesini
doldurmayan pelik pörçük işler olduğu için.
Sağlığımı korumak, kollamak durumundayım. Yalnız yaşamanın acı kural ve
gerçeklerini özümlemek gerek, el verdiğince sağlıklı
yaşam için bir şeyler yapmak gerek. Olabildiğince uzun
yürüyüşlere çıkıyorum, hergün uzun ve kısa
açık havaya çıkıyorum. Terlememeye gayret ediyorum, iyi
ve hafif yiyor, temiz su içiyorum. Ancak zaman zaman belimde,
boynumda romatizmal ağrılar oluyor. Belim tam iki gün önce
tam formuna girmiş gibi, kambursuz yürümeye özendiğim
bir sırada, telaşla bir küçük masayı uzaktan ve
desteksiz kaldırmaya çalıştığım sırada ince bir ani ağrıyla bel
kısmımdan mideme, bağırsaklarıma ulaşan ve bazen eğrilip doğrulmamı,
hele hele geceleyin yatakta yön değiştirmemi büyük ezgi
haline dönüştürdü. Aldığım yerinde tedbirlerle,
doktorlar eline düşmeden bunu da atlatacağıma inanıyorum.
Çünkü bugün kendimi daha iyi hissediyorum.
Sigara büyük sorunum, çok
içiyorum.Gerçi dudak tiryakisiyim, zararım
çoğunlukla keseme oluyor. Ama nede olsa teneffüs yollarım
bundan zarar görüyor. Günde bir pakete doğru hemen karar
almam ve uygulamam gerekiyor. Tanrım bu gücü bana verir.
Herhangi bir sakamet çıkarmadan bir maraza kalmadan bunu kesin
kes başlamalı.
Geçen yıl belimde bir elektrik geçer
gibi birşey oldu, uzun süre soluk almada,
öksürmede, helaya gitmede, yatakta dönerken, anlatılamaz
ızdırap çekmiştim. Sonraları yavaş yavaş iyileşti. Bu yaz
başlangıcında sanki geçti gibi olmuştu. Ama bir hafta önce,
bir küçük komidinin kaldırılması anında aynı elektrik
güç sanki beni geçen yılki çizgiye geri
getirdi. Gündüzleri neysede, geceleri yatak, pozisyon
değiştirmek anlatılmaz eziyetleri tattırdı bana. İşte yalnızlığın
yalınlığına, zorluğuna bir somut örnek oldu.
Tanrının beni sevdiğine candan inanıyorum, birtakım üstün
yetiler lütfetmiş, barajlayabildiğim her alanda ayrıcalıklı bir
kişilik oluşturabiliyorum. Ama barajlama da idare işi, karar işi, oda
işin bir başka yönü.
Kerime'nin oğlu Hidayet yanımda oldu,
üniversite sınavlarına hazırlandı, genel kültür
derslerinde pek başarılı olamadı, onu sanat konusuna hazırladım, yine
Tanrı lütfiyle başarılı oldu. Resimiş yetenek imtihanlarına girdi,
yine Allah'ın O'na ve bana bir lütfü olarak başarmak
üzere, yani kazanırsa dört yıl yalnız kalmayacağım. Bu benim
faydam gibi konuşuyorum. Ama aslında zavallı çocuk da
böylece geleceğini kazanacak.
Benim çok çok eski bir borcum olmuştu.
Hidayet'in annesini biz Mersin'de öğretmenken üç
yaşında yanımıza evlatlık almıştık. Bunu benim Mut 'lu olmam sebebiyle
bana emanet etmişlerdi. Ev hizmetlerinden vakit ayırıp okutmaya, benim
isteğime karşın vakit ayıramadık. Okuma yazmayı bile öğrenmeden
yaşı onbeş oldu, köyüne geri götürdük, bir
hayır sahibi, ihtiyaçlı fakir kişiyle evlendi. Dört
çocuğu oldu, kışın tekrar yanımıza aldım. Ama hanımla uyum
sağlayamadı ve köyüne götürdüm. İşte o vicdan
borcuna mahsuben, Hidayet'i orta ve lisede okuttum, kafası çok
işlek olmamasına karşın, lafı kolay anlamamasına karşın anladığı
şeyleri canla, başla, inançla yapabilen bir kişiliği var.
Fedakar, cefakar, azla yetinmesini bilir, sanata bir hayli yatkın. Eğer
devlet kadrosuna ulaşabilirse ki, o yolda yürüyecek iyi bir
vatandaş, iyi bir memur, dahası uyumlu bir öğretmen olabilir. Ben,
devlet ve kendisi kazanmış olur. Dün, bugün ve gelecek bir
paralelde evrensel amacına ulaşmış olacak.
Tanrı her kuluna böylesine yaşamın amacına
uygun çalışmalar ihsan etsin. Adana'da yeğenim Nuray var, evli,
üç çocuğu var. Bana da çocukları kadar yakın,
bel ağrısı için eczaneden bazı ilaçlar yolladı,
çamaşırlarımı yıkamak ister. Allah kendine güç,
kuvvet, sağlık versin, fedakar bir kişi. İlaçları planlı bir
şekilde alırsam iyileşeceğime inancım var, tanrı bunu benden esirgemez,
çünkü O'na ulaşan yolda ve daha bana gereksimi
var.
Bugün Cumartesi, ustalar ve iş üstlenenler
yan çizdiler, Aydın Sanatevinde yalnızım. Hidayeti bir hava
alsın diye Mersin'e yolladım. Benimde bir aydan beri Mersin'de ekleyen
bir bavulum var, temizliğe gitmişti, kardeşim Kemal'in evine, onu da
alacak akşama dönecek. Belimin ağrısı bahanesi ile burada
çakıldım kaldım. Yalnız kalmak bir hayli zor ama ben
seçtim ve bu böyle olacak.
İnsanı nasıl tanımlayabiliriz acaba? Bazen
güçlü, yırtıcı, bazen aciz ve korkak, ürkek,
tedirgin. Hepsinin başında, yani moral bozan şu bel ağrılarım oluyor.
Yürüyemiyorum, eğilip doğrulmakta zorlanıyorum. Birde şu bir
türlü bitmeyen işler. Bir aydır üzerindeyim, hala
göze görünür birşey yok. Belki yarın bir resim
koyacak tavanımız olacak, belki yine yarın yerleştirme fırsatım olacak.
Günler iyi ilerliyor, bugün yine iyi birşey oldu, kapımın
önündeki kumları kaldırttım. Şimdi sırada içerdeki
derbederlikte. Burada neler yapabileceğim hala belirgin değil.
Hela oldu oldu gibi, banyo oldu oldu gibi.
Resimlerim ortada duruyor, toz toprak içinde, bir bir elden
geçmesi gerekiyor. Ama neyin nereye geleceğini bir
türlü bilmiyorum, bu yüzden hiç birşeye el
sürmek istemiyorum. Yer değiştirdiğim herşey ertesi gün yine
bir başka tarafa gitmesi gerekiyor. Hidayet Mut'tan dönünce
ilk işimiz kitapların tozunun alınması olsun. Dolapların
üstündekileri seti de indirelim, dolapları biraz öne
alalım, arkasında yaratılacak boşluğa bir somye koymaya
çalışalım. Belim ağrıyor, ama galiba iyiye doğru gidecek, bu
temizlik işlerini bir bir benim yapmam gerekiyor ama devinemiyorum.
Dün doktor Yusuf bey geldi, ince bir davranışla bir milyon lira
katkıda bulundu. Ne incelik yarabbi.
Yaşamak güzel şey, hele yapacak birşeyleri
bulunmak daha bir güzel ve görkemli. Bir kitap yazmayı
düşünüyorum (Çağdaş Mektuplar) isimli. Benim
Türkçem, cümle kurmam yetersiz, hemen hemen her
mektubun tekrar kaleme alınması gerekir. Edebi bir de özellik
kazanmasını isterim. Kalemi olan, yazın deneyimli bir emekli
öğretmen veya eğitim fakültesinden yüze gelmiş bir
öğrenciyi çağırmalıyım. İsterim ki Türkçe
yazında, çağdaş, güncel ve kolay anlaşılır, mektuplar
arasında bir bağıntı kurulabilsin.
Mevsimler gelip geçiyor. Bir koca yaz da bu arada geçti.
İki tane gurup gezisine katıldım. Güneş turizmle, biri Alanya,
Antalya, Side, Manavgat, Perge, Aspendos, Düden, Damalataş, Alanya
müzesi, Antalya müzesi, Kırmızı kule gibi yerleri
gördüm. Perge çok çok büyük bir
oturum alanı imiş.
Sonra yine Güneş turizm organizasyonu ile
Karadeniz gezisi yaptık. Adana'dan başladık, Bolu 'da kahvaltı ettik,
Abant kıyısında gezinti yaptık, Bolu'dan sonra, Akçakoca'ya
çıktık, otobüsün arızası sebebiyle orda bir süre
kaldık, Zonguldağa ulaştık, Amasra, Cide, İnebolu, Sinop'da kaldık.
Ünye, Perşembe, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Çamlıhemşin
Sarp. Beşikdüğünde yattık. Kastamonu üzerinden
Yedigöller, Mengen yoluyla İstanbul Adana yoluna,
Yeniçağlada ulaştık, bilinen çizgiden geri
döndük. Gezi biraz sıkıntılı oldu ama, yani onbir
günlük yolculukta, Sinop'ta, Cide'de, Beşikdüzün'de
yattık. Yani dört gün yatabildik, doğaldır ki akşamları
geç saatlerde. Bu arada ekstradan ÜrgüpGöremeye
uğradık, bir gece de yattık, Avanosa geldik, Ürgübe yakın bir
Ören yerinde fiks menü elli bin liraya bir öğle yemeği
de yedik.
Daha sonra 1 Aralık, Namrun arkasında Dağ oteline
gittim. Bindörtyüz metrede dört gün kaldım. Oda iyi
idi. Yaylanın adı eskiden çamlık ve havadar oluşu nedeniyle
Namrun olarak isimlenmiş ve sonra insanlar, hem de okumuş kent soylu
insanlarımız, ormanları bir keçiden daha fazla kemirmişler, arsa
kazanmak içi çamları, kah gece, kah kış mevsimlerinde yok
etmişler. Sonuçta çamların yok olduğunu
görünce, ismi kalsın yadigar diye adını Çamlıyayla
olarak değiştirmişler.
Doğa orada öylesine görkemli,
öylesine yalın bir yapıdadır. Akşamleyin yalınlık ve görkem
daha da artıyor. Binbeşyüz rakımdan tatlı bir eğimle güneye
uzanan, aynı oranda alçalarak ilerleyen tepeler arasında geniş
ve yeşil bir vadi, her çamın dibinde bir ışık kümesi, sonra
gök kubbe içinde kehkeşanlar asılı bir avizeler gurubuyla
sanki mekanda zaman dinleniyor.
Üç gün sonra Adana'ya döndüm. Aydın Sanat
evinin iç olayları ile haşır neşirken, bir ağırlık kaldırırken
belimi yine incittim. Şimdi o hareketli güzel günlerin
izlenimini kağıda dökerek dinleniyorum. Günlerden Pazar.
E. Aydın, 13Eylül1993
İnsan, içinde bulunduğu değişken durumlarla
nasıl düz kontak haline geçebilir? Bakıyorumda her yerde
bağ bozumu, benim bünyemdeki sorunlar çevreme,
çocuklarıma, onların evlerine ve yaşam biçimlerine de
bulaşıyor. Ben ikircimli, ne yapacağını şaşırmış,
çıkmazların
içinde eziliyor, üzülüyorum. İçimde bir
eziklik, bir presyon karımla bir yakınlık kurmakla değişmez eğrilere
dönmeyi bile istediğim oluyor. Yeter ki içimdeki ve
çevremdeki her şey olabildiği kadar eski haline ulaşsın diye,
ama yine de çapraz, yine de sıkıcı olaylar iç içe
sürüyor. Bir doğru sanılan adım da atılmış değil.
Bana gelince; çok şükür yiyecek
kadar ekmeğim var, şimdilik kalacak bir yatağım var ama içinde
bulunduğum şartlar düşündürücü.
Çamaşır, yalnızlık, şu ve bu daha daha anlatımı zor durumlar.
Gerçi resim benim için bir hayat tarzı, okumak, bazen de
yazmak ama kargaşayla beraber olunca hepsi ucu bulunmaz bir yumak
oluyor. Aslında bu kadar durum karışık değil ama sorunların
çeşidi insanı ve insan beynini zorluyor. Dikkat et sağlık
birinci planda.
Bir hafta sonra:
İçimden incecik ve özlemli bir ses
duydum, bir kapı açılmıştı, şekli ne olursa olsun, hangi
çizgide olursan ol, alternatif bitmiyor. Evlenmeyi
düşündüm, aday aradım, oda gelmekte geç kalmadı.
Dul, genç, bir çocuklu, uyumlu olabileceğini de
duyumsadığım bir kişi üzerinde odaklandım. O üzerime
çöken kabus dağıldı, dünyaya bir daha başka
türlü bakar oldum. Sonuç ne olusa olsun böyle bir
çıkışı yaptım. Gerçi sonuç alınmış değil ama huzur
için, bir aile içinde olmak için bir şeyler
yapmak, şartlar ne olursa olsun yapmak galiba bir mecburiyet oldu. Ey
sevmek sen olmasan sanırım yaşam da olmazdı
E. Aydın
AHVAL
Yaşayıp gidiyorum, hayatı, yaşamı seviyorum. Belimde
bir ağrı var bu nedenle içim sıkılıyor, uzun uzun gezemiyorum,
uzun yolculuğa çıkamıyorum. Yine bu nedenle olayları abartır
olabilirim. Resim yapamıyorum, içimden gelmiyor, okumak
istiyorum ona da gözüm tahammül etmiyor veya etmeyecek.
Çevreyle ilgim bel ağrıları nedeniyle azaldı ve koptu. Demem o
ki, günün dokusu seyrek ve yıpranmış nesnelerle dolu, yaşamın
renginde bir donukluk var. Renk olsun diye biraz da duygusal
bağlamlarla yanımda bir çocuk var. Fakir olmaya fakir(*).
Sonrası galeride bir ince doku daha kopacak, ben nasıl yeni bir doku
oluşturacağım?.
Yarım gün için veya birkaç saat
için sekreter alayım, temizlik yapsın, kitapları elden
geçirsin, mektupların bir kısmını temize çeksin. Bir
kaç öğrenci kabul edeyim, küçük, aylık
veya haftalık sanat toplantıları düzenleyeyim, sergiler
açayım, bir kitap hazırlığı içine gireyim, geziler
yapayım, Mersin'e, Mut'a, İstanbul'a, sağa, sola.
Günlük yürüyüşler, doğaldır
ki bunların hepsi şu belimdeki ağrı sona erince ki, ondan
ümitliyim. Yaşam zor zanaat kardeşim zor.
Cumartesi, yani bugün sabah geldim, Hidayet 'e
durumu anlattım. Ortaokul da yanında olmaya söz verdim, liseye ben
yazdırdım, baba evinde ilk yılı iyi kötü geçirmesini,
masasını, sandalyesini, yiyeceğini üstlendim.
Daha da fazlasını yapmayı
düşünüyordum ama ters bir davranış nedeniyle elimi
çektim. İki sene sonra liseyi bitirmiş, üniversite puanı
yetersiz olduğu için Mersin'e dershaneye gelmek için bana
baş vurdu. Mersin'e gelmesini sağladım, bir iş de buldum, ama iş o
kadar yoğun idi ki, ders saatleri hep kaynıyordu. Çare olarak
Adana'ya yanıma almak durumunda kaldım. Karekök dershanesine
ücretsiz olarak kabul ettirdim, geçen yıl Kasım ayında. O
tarihten beri Aydın Sanatevinde yedi, içti, dershaneye gitti.
Belli başlı bir puan getirmedi ama, bu arada sanat yönü
ortaya çıktı, yetenek imtihanına girmesine yetecek kadardı.
Hocaların bana yakınlığı, diğer yandan galiba iyi çizimleri de
artı başarılı oldu. Şimdi Çukurova Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Resim İş Öğretmenliği bölümünü
ön sıralarda kazandı. Devlet'ten burs da alabilecek, başvurusunu
yaptırdım. Sonuç olarak dört yıl sonunda bir orta
öğretim okulunda Resim Öğretmeni olabilecek. Eğer bu yaptığım
iyi bir hizmetse ki, ben öyle kabul ediyorum, onlarda bunu
biliyorlar. Şayet bilmiyorlarsa ilerde bileceklerdir. İyilik et denize
at, haluk bilmezse balık bilir.
Neden yaptığıma gelince; bu çocuğun anasını üç
yaşında iken Mersin'de yanımıza almıştım, (*) nedeniyle gerekli ilgiyi
gösteremedik, doktora göstermedik, abc'yi bile veremedik.
Onaltı yaşında yoktan nedenlerle, Mut'a annemin yanına, geri köye
yollamak üzere bıraktık. Tanrının lutfüyle, Çaltılı
köyünden birisi bu kızı istiyor, evlendiler. İkisi birden
çalıştılar, sıfırdan mal mülk sahibi oldular. Şimdi kaysı
bahçeleri, evleri ve biraz da toprakları var.
Ben bu kıza karşı kendimi hem suçlu, hem de
borçlu hissediyorum. Zaman zaman ufak tefek yardımlar ettim ama
dahasını düşünüyordum. İşte dört çocuğundan
birisini okutmaya gereksinim duydum. Bilindiği gibi eskiyen
borçlar gözde de, gönülde de büyür
durur. Burada Hidayet yanımda okurken ben onlara bir de dana hediye
ettim, henüz yavruya varmadı ama şu gün onbeş milyon eder.
Karınca kararınca birşeyler yapmaya çaba verdim. Allah ecirini
esirgemesin. Önümüzde bir yurt veya pansiyon sorunu var,
yahutta Mersin'deki akrabalarına gelip gidecek. Sözün kısası,
artık yolu engebeli ama engelli değil. Üniversiteye girmek
meseledir ama girilince çıkılır.
E. Aydın, 14Ekim1993
Bir kaç günden beri neler oldu neler.
İşin komiği neler düşünmüştüm, hepsi biribirinden
kopuk. Bursa'dan misafirim vardı, pazartesi tam gün bana gelecek,
sabahleyin telefon edecekti bütün gün boyu işgence
çektim, nedenleri aradım, daha önceki sıcak ılişkimle
bağlantılı bulduğumdan karar verdiğim gibi aynı numaraya telefon
etmedim kural gereği edemezdim. Aynı ağırlıkta iki gün
geçti belki de uykularımı zedeleyen. Bursa'dan bir
özür dileme telefonu alıyorum, nedenleri detaylı yazacağı
sözüyle. Biraz rahatlıyorum, aynı akşam saat sekiz
buçukda Balcalı'dan, yirmi günün beklentisini, o
binlerce acabayı çağrıştıran aynı zamanda yaşananın anatomisiyle
örtüşmeyen, sanki özür dileyen,
büsbütün incelik kurallarından yoksun habersiz,
güncel özel sorunları altında ezilmiş, dünyayı yaşamı
dışlamış, kurulu dostlukların listesini karıştırmış.
E. Aydın, 21Kasım1996
KENDİMİ ARIYORUM
İç dünyam ve dış dünyam, çelişkilerle dolu.
İç İlişkiler ve İletişim :
Bilindiği gibi kişilik, benlik, bireysellik, hatta yaratma, ideotizm
hep iç iletişimin labirentlerinde, bütün
gözlerden ırak, kuytularında oluşur, gelişir.
Bilim, kültür, etik; yasaların yasakların
eşiğinde, havada, karada, suda ve heryerde sıkı yönetimini
sürdürürken o orada gizli işler kotarır. Onun
için olmayacak iş yoktur. Yeter ki, evet desin. Bu düzen
bende başka türlü çalışır olsa gerek.!
Sağ gözüm (hangisi sağ bilmiyorum ya lafın gelişi);
söğüt ağacını görür imgelerde, simgelerde
ölçüp biçerken. Sol gözüm; onun
üzerine tırmanan salyangozun, süt beyazı, kırık cam mavisi,
kabuğunun erotik vede seksiliğini devreye sokar. Ulaşılmaz, güzel
mi güzel bir kızla mavi bulutların daha mavisine uçururdu.
Veya nazlı nazlı, oylumlu ırgalanışını aşka götürür
gider.
Sabahın çiğ taneleriyle daha bir tazeleşmiş ebrulü
gülü sol elimle okşamaya, belkide koparmaya hazırlanırken;
sağ elim Of aman elime diken battı, canım yanıyor diye feryad eder.
Artık doğada seyrek rastlanan, çalı
bülbülünün sesini daha iyi işitebilmek için
sokulurken, avcının tüfeğinin sesi sol kulağımın dibinde patlar.
Vuramadığı bülbüle, tüfeğine küfreder. Sağ kulağm
üzgün, solu ise memnun.
Dışarıya çıkmak, gezmek isterim. Ayakkabımı, çorabımı
giyerken; nedenler nedenleri kovalarnereye gidiyorsun, neye gidiyorsun,
gerekli mi?. Bu sefer evethayır gündeme düşer. Yol ve
yolculuk ya biter, ya geri kalır.
İnsan bu mudurder, kendimi listeden silmek isterim.
Sonra (baba) derler, (dede) derler, (hocam)
derler... Şaşırır kalırım.
Pazartesi, Cumartesine büküldü;
aradaki günleri görmek, okuyup değerlendirmek olanaksız bana
göre.
Gün, öylesine kısalıyor ki, gazeteleri
okumaya bile aslında yetmiyor. Resmi kim yapacak, kitapları kim
okuyacak, mektuplara kim yanıt verecek, eşi, dostu, arayanı kim
arayacak?.
İkibine üç kala; gezegenimizde insanlar,
çil yavrusu gibi koşturup duruyorlar. Üç aşağı beş
yukarı aynı durumdalar.
İnsanın evrimi sürdüğüne
göre; umarımızda olmalı!
Valizi hafifletmek için, hangi
gereçleri atabiliriz?.
E. Aydın, 5Ekim1997
BUGÜN BEN YENİ DOĞDUM
(Editörün Notu: Ethem
Aydın'ı trafik kazasında kaybettiğimiz 27Kasım2002 sabahı aşağıdakine
benzer bir olay yaşanmış olmalı)
Ana ve işlek bir yolda, sabah
yürüyüşü dönüşü, bir araba beni
rastlantı olarak ezmedi. Önce kaldırıma, sonra direğe
çarptı. Beni rüzgarladı ve yine yola çıkıp durdu.
Bütün bu olaylar aynı saniyelerde oldu.
Şimdi yaşıyorum. Büyük şans.
Sarsıntı yani ruhi depresyon dinmek üzere.
Yaşam budur zahir!
Varla yok yanyana...........
E. Aydın, 8Kasım1997, Cumartesi
Çaltılı.
Adana sallanıyor. Moral bozucu. Apartmanlar
çökebilir.Yıkılanlar... sokaklarda dahalar bekleniyor. Hem
de huzursuz sonun başlangıcı gibi.
E. Aydın, 5Temmuz1998
Ah dağlar, doğanın yazgısı, zamanların değişken uzamda görkemli,
mor, yeşil sıra dağlar, Adana'ya dönüş.
E. Aydın, 3Ağustos1998 Pazartesi
Dün rejime başladım yürüyüş, çay, simit.
E. Aydın, 20Ağustos1998 Perşembe
Bugün 10Haziran Perşembe.
Yarın Mut'ta kayısı bayramı başlıyor. Üç gün
sürecek. Gitmeği düşünüyorum. Kalacak yer konusu
her yıl daha da bir sorun çizgisine varıyor. Geçen yıllar
daha mı az duyarlı veya şerefsizdim?. Ne oluyor? Bu duygusal değişim,
bu değer yargısı kargaşası neyi vurguluyor? Mehmet'te yatardım,
Hüsam'da yatardım ve bir art niyet oluşmazdı. Şimdileri ne oldu da
öze döndüm?. Bir başka açıdan bakıyorsun.?!
Maaş için Zıraat Bankası'ndayım. Saat 8. Veznedarı bekliyorum.
E. Aydın
Pazar günü, çiftlik
Yağmur damlaları, tek tek bulutlar dönüşsüz duruyorlar.
Ağaçlar beklemede. Meyve ağaçları. Yaprak
dökümünde güneş ışınları bult aralarından sulara
ulaşıyor.
Yazıyorum, sevgi ve özlem. Olanlar, olmayanlar, olacaklar,
olmayacaklar.
20 yaş77 yaş. Yalnızlık yoksulluk kavşağında buluşuyor. Heyecanlı,
beklentili, umulu. Yatıp, umutla kalkmalar. Güzeli buluyorum
O'nda. Çünki sen yakın seçenek. Beklenen aranan
gerçek ilde.
E. Aydın, 1Kasım1998, not
defterinden
Pazar günü, çiftlik
Mavi yerinde, güneş yerinde, duyumsal dinginliğe kapılar fora.!
Kelebekler dalgalanarak yeşilden yeşile, çiçekten
çiçeğe dalgalanıyor.
Esimde peşinde yüksekler yüksek sonsuza değen.
Toros'ların tepesi beyaz, zamanların tanığı, gururlu.
E. Aydın, 13Aralık1998, not
defterinden
Evet hastalık da hesapta var. O kendi
konuşmadıkça, ben de varım demedikçe hep göz ardı
edilir. Yalnızlığa soyunanlar, bir gün sıkıntısını da
çekerler. Ayrıcalığın ayrıcalığı da buradadır.
Bu hiçte özgürlüğü
bağlamaz. Baş ağrısı başta kalmaz. Bir gün gelir çekilenler
unutulur. Dayan gara öküzüm dayan. İştahım yok, o
elektriklenmeden neden, azda olsa ateşimde var. Direnme ve diretme
babında Hidayet'i çağırmıştım, vasıta bulamadı. Olanlar benim
seçtiklerimdir. Bu söylenceye Arife günü
başlamıştır. Kötümserlik işlediğim tema idi. Karşıma,
umarsızlık saydığım olay benzerleri dizilmişti. Neden sonra bir doktor
çağırmayı düşündüm. Dr.Fethi Zengin'i
çağırdım. Sağolsun geldi, muayene etti, sıcak tutmamı
önerdi.
Termofor kullanmaya başladım; şok var ama
yönü ve yolu belli. Bende daha onat bir psikolojiye ulaştım.
Gerçi iştahım bozuk ama, yine de aç kalmıyorum,
Nilgün yemek yolluyor, becerebildiği kadar Atike temizliğe katkıda
bulunuyor. Dahası ayaktayım. Baş ağrısı başta kalmaz inancımdır. Yeter
ki nedeni anlaşılır olsun. Bayram, yani Pazar günü bitmek
üzere, umudum yarın daha iyice bir gün olacak.
Bu gün Pazartesi, daha iyiyim. Yani ikinci
gün. Bilgisayar başındayım, iyice benzer şeyler de yazıyorum.
Fazıl beyden övgüler aldım.. Ayakta kalmayı istiyorum,
yatmıyorum, o işi gece programına aldım. Atike hanım geldi temizlik
yaptı. Nilgün hanım yemek yolluyor, gün inmek üzere.
E. Aydın, 13.Aralık1998
Bir yıl sonra, 24 Ekim. Mersin Liselileri
günü ve ertesi, aynı bel ağrısı, tanıdığım karekterde.
Sarındım, sarmalandım. Ama biraz daha yalnızlık çekiyorum.
Ayaktayım, ateş yok, ağrı sınırlı.
9Kasım iç ürpertisiyle geçti.
10Kasım1997 sabahı Atatürk'ün anma günü için
Atatük ilköğretim okuluna gittim. Merasim sonu
döndüm. 11Kasım salı sabahı doktor Türkyılmaz Sakınc'ın
yayla evine gittik. Hava serindi. İyi bir zaman geçirdik. Ama
nezle oldum. Burnum akıyordu. 12Kasım Çarşamba, perşembe hep
burnumla uğraştım ve de uğraşıyorum. Bu gün cuma idi. Ateşim yok.
Ama burnumun ne zaman ne yapacağı belli değil.
E. Aydın
GÜNCE
Bugün Cumartesi, Ağustosun yirmibiri. Ben uzun
ve yoğun, detayı çok bir çalışmanın içindeyim. Ev
kiralamak hem bütçe hem de madde olarak büyük
külfet. Oğlum Murat'ın muayenehanesinde kaldım şimdiye kadar,
sağolsun. Ancak bende kendisine faydalı olduğumu sanıyorum. Kanımca bu
benim için bir bağımlılık ve sorumluluk gibi geliyor.
Günün birinde şu veya bu sebeple, belkide duygusal bir
kırgınlık olsa, benim orada kalmam imkansız olursa acaba ne gibi bir
seçeneğim olabilir diye düşündüm. Sağı solu
derken, eşe dosta danışırken belli bir karara vardım. Başladım ama her
başlangıcın içinden yeni başlangıçlar çıkıyor. Her
keser veya çekiç vuruşta yeni sorunlar ortaya
çıkıyor.
Daha ben başlangıçtayım ama zaman zaman
umutsuzluğa ve kararsızlığa düştüğüm oluyor.
Seçenek tek olduğu için kendimi tekrar moralize ediyorum.
Yapmam, bir yerlere varmam gerekiyor. Şimdi yaptıklarım da pek az
sayılmaz. Bitişik dükkanla aramızda altmış santimlik ve altı metre
uzunlukta bir alanı var ettim. Banyo ve hela, belki mutfak için
bir alan tasarlıyorum. Suyun yeri değişmesi gerekiyor, usta
çağıracağım, elektrik şimdilik duracak, bütün
apartumanın bir ışıklandırması ve havalandırılması deliği ile
karşılaştım, ona bir kapak uydurmam gerekiyor.
Yaratılan boşlukta dolap gereksinimi olacak, nasıl
yapacağımı bilmiyorum. İlk etapta şu suntaları sökmem gerekiyor,
sonra duvar ve kapı için biraz düşünmeye ihtiyacım
var. Bütün davarlar ve kazınılan yerler sıva ve badana
yapılması gerekir. İş sayılamayacak kadar çok ama etap etap
yürünecek. Ama sıvayı geciktirmeden ele almak gerekli.
Çünkü kum dışarda, emanet eşek ortada. Bu arada birde
Hidayet olayı var, oda yanımda barınıyor. Güzel sanatlara
hazırlanıyor. Başarmasını istiyorum. Bir yerde sanki birlikte olunca
yaşam daha kolaymış gibi geliyor.
E. Aydın
Bütün bu güzellikler
gözlerde şaka.
Yaşam süreğen, bazen de durağan. Yavaş
çekim hayat var burada. Durdurulmuş yavaşlıkta, temiz ve
görkemli. Şehrin uğultusu, yaklaşık düzeni hepsi bir garip
orantı, belkide uzantı.
Temmuz, Salı, sabah, Bartın'da oteldeyiz. Hava
serin. Burada bir doğal güzellik var. Dağlar
görülmüyor. (*) taşkıran da burada imiş. Karadenizde.
Bugün Ordu'dayız. Her yerde ısı
düşük. Deniz Karadeniz. Kıyıda mağrur çalışıyorlar.
Çalışkanlar. Yeşil yeşil, ton ton, renk renk gezinin arta kalanı.
Gezi oldukça iyi geçiyor. Gerginlikler
eksik değil.
Gençler aşırı çizgisini zorluyorlar,
içten geldiği gibi, riyasız ama yalın ve (*) şeyle davranmıyor
ve yapmıyorlar. Eğer cumhuriyet bu çizgide
düşünülseydi yaşamın çekiciliği kalmazdı.
E. Aydın, gezi notları
SAAT BAĞLAMINDA UZAYIN ALGILANIŞI
Bir saat onarım evinde doğmuşum. Ninnilerim, saat tik tak'ları;
çalarların Üsküdar'a gideriken bir mendil buldum,
mendilimin içine lokum doldurdum tınılarıydı. Ben,
kundaktan kurtulur kurtulmaz; çevremdeki çeşitli
saatleri, oyuncak nesnesi olarak seçtiğim için, tekrar
tekrar kundaklanırdım. Hep sargılar içinde belekte
büyüdüm. Hala elimi, kolumu, ayaklarımı dengeli
kullanamayışım da bundandır.
Anlaşılacağı üzere, saatlere yaklaşmam yasaktı.
Kalabalık bir aile olmamıza karşın, hemen hergün birkaç
saat kendiliğinden bozuluyor, yeni bir oyuncağın kaba malzemesi
oluyordu.
Yasaklardan sonra yediğim dayaklar da fayda
vermeyince, önce çırak olarak, sonra da kalfa olarak
saatçi tezgahına oturtuldum. Böylece onlara göre artık
evdeki saatler kurtulmuştu... Sıranın kasabanın saatlerine geldiğini
kavrayamamışlardı...
Müşterilerle genelde sevişiyorduk,
genelde iyi ilişkiler içindeydik, yumşak konuşulduğu zaman,
zaten müşteri hep iyidir, uyumludur. Hep sizi bağışlamaya
hazırdırlar. Yine şimdileri olduğu gibi, artık bir gelenin bir
çok kere daha gelmesinin gerektiğini öğrenmişlerdi.
Geliyor, sakin sakin duruyorlar, çayımı, kahvemi de
içiyorlar, güncel konuları tartışıyorlar, güle
güle gidiyorlardı. Evdekiler yetmezmiş gibi komşular da oyunun
çekim alanına girmişlerdi...
Buna rağmen bozulan saat oranı artıyordu. Sanıldığı gibi, yasaklar hep
kötü sonuçlar vermez. Aksine zaman zaman doğurgan,
kendine özgü farklı buluşların da babasıdır.
Sanırım bu, insanın yaratılış özelliği olacak:
kurulu düzeni hep merak eder, karıştırır; onlarca düzeni
bozar, sonuçta yeni bir düzende belki de birleştirebilir;
adına da buluş der...
Şimdileri bile saat tamiri her tezgahta gizini korur.
Daha sonraki zamanlarda, Mekanik kolik oldum.
Bisiklet, misiklet, çamaşır makinası, buz
dolabı, ütü, otomobil; benim elimde düzensizliğe ve
sonra yarım düzene ulaşırdı.
E. Aydın
Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında, bütün
dünyada alıcı
eğitim sistemleride sorgulanıyordu. Hala da geçerli olan, "iş
içinde eğitim" sistemlerinin büyük araştırıcısı, John
Dewey ve daha diğerleri idegojik anlamda iş uygulamasını ilk defa
köy enstitülerinde deneme ve açılmasına fırsat
vermişlerdi. Enstitülerde de çalışmış olduğum için
Mersin lisesinde iş derslerimde ve model uçak kurslarımda
pedagojik anlamda işi hep gözetirdim. Böylece saat kurgusuyla
uçan modeller, tepkimeli denemeler öğrencilerimin ilgisini
çekmiş, kurulu düzenlemelerden yeni bulgulara itmişti.
Akalp Sayın, Güngör Gürpınar, Ayhan Korucu, Devrim
Özcan, Hüseyin Merzeci, Türkyılmaz Sakınç, Erdal
Ayan, Burgutoğlu Kip Koray, Enver Podazihni Balım ve daha onlarcası
unutamadığım araştırıcılardı.
Doğaya ilişkin salt bilgilerimiz, deneyimlerimizin
kesin
sonuçlarıyla güvenirliğine ulaşır. İşte heran emrinde
olduğumuz saat; akan zamanın ölçümüyle,
bütün insanlığın sosyal yaşamında vazgeçilmezliğini
sürdürüyor. Bana göre saat aklın doğayı algılayışı,
küçük çapta da olsa ortaya koyduğu bir doğa
modeli değil midir?!
E. Aydın
Işıkta uyumam, derin dinlendirici uyku için,
yakın ışıkları
söndürürüm. Uzak ve yanal ışıklar içinse,
yorganı tepeme kadar çeker, içerde bir kaos yaratırım.
Yaz aylarında ise, gözümü bir bez şeritle bağlarım.
Sanıldığı gibi karanlık aslında karanlık değildir. Bundan sonra
belleğimi geleceğe dönderir, bir süre gezinmeye
çalışırım. Güncel yaşamın bir düzeliği, toplumun ve
erkenin tutarsızlığı geleceğe dönük düşleri
öylesine umarsız çizgilere getirmiş ki, genelde yol
çabuk biter. Uyku gelmemiştir. Geçmişe doğru yön
değiştirir orada, anılarımla yükül bir duldayı seçer,
ayrıntılarda dinlenmeye öykünürken, rüya
iklimlerinde, uzamdan zamandan ayrınmış bölgelere günün
başlangıcına ulaşırım.
Böyle bir uyku başlangıcında, öğretmenlik
yaptığım
günlerden bir anı arıyorum. Kars'tan başlayarak mevsimlere,
gençliğime, öğrencilerime rastlamak umuduyla Alparslan
lisesi bahçesine girdim, elinde kar küreği Abuzer ağa
sınıflürü tüneller açıyordu, sigarası ağzında kan
ter içinde; sokaklar boş, gazinolar boş, bir kaç gececi
bahçesinde kırklama çay içiliyor. Sonra İzmir
Bornova askerlik kır atım çevik, emirerim Sinan, sevgili
beklediğim taş döşeli sokaklar, altmışbeş top alayı, Cemal ağa,
terhisim Ankara, bakanlıklar, Düziçi köy
enstitüsü, İvriz, Mersin lisesi, sınıflar, öğrenciler,
öğretmenler uyku tutmuyor.
Mut'a indim, ilkokul günlerimi, merkez
ilkokulunu, dere
kenarlarını, kaleyi, okuldan kaçarak gizlendiğimiz, gülle
ve düğme oynadığımız, pantolona kadar düğmesiz kaldığım
günü ve burnumu çekerek eve
dönüşümü, yediğim dayakları, bozup bozup oyuncak
yaptığım saatleri, kır beygirimizi, karda, kışta, yağmurda onunla
geçen unutulmaz dostluğumuzu, sığındığım tertemiz anıları, sekiz
on yaşlarında bir çocuğun, her mevsimde, iklimde, dağ
başlarında, ormanların ve dinginliğin ürpertili ama yalın
büyüsü içinde, birinde yanan
kütüğün ısısı ve ışığında, atım ve ben büyür
büyür, karanlık ve yalnızlığın içinde
güçlü bir kitle olurduk. Şişirdiğimiz balonun
içine girer yükselirdik. O zamanlarda dağlar dost, insanlar
dost, vahşi hayvanlar dosttular. Böylece evlerimizin
bahçesi sonsuza uzanırdı. Köyler, yazın yörükler
bizim bahçe komşumuzdular. Alış veriş parayla değil
ayniyatlaydı, mal alınır mal verilirdi.
Atım balık kadar yumşak, dengeli ve devnigen,
bulutlar yatağım kadar
yumşak, bir kümeden öbürüne kayıyoruz, zaman
durağan, uzam belirsiz yele düşlenen bir sevgilinin bukleli
saçları, sevecen okşayan. Kuşlar var, dost yüzler var,
öğrenciler var içten gülümseyen, birlikteliği
kutsayan. Bir ebem kuşağı değişkenliğinde yüzleri, Venüs,
Zeüs, Atena, Apolon, Artemişhera Osean, Pan, Kiklop, koltuğunda
defteriyle Heredot, Hermes, tanrılara kafa tutan Gılgamış, Egidu,
İştar.........
Sabah yürüyüşü zamanını haber
veren zil sesi. Meğer
şu insan da ne kadar büyük, ne kadar büyümeğe,
sonsuza deymeye ayarlı bir iç beni ve asırları, zamanları
kavrayan bir beyni var.
Kuşatılmışlık içinde insan ne kadar da
zavallı, aciz, yoksun
yaşıyor, yoksun yaşamaya itiliyor......
E. Aydın
Dağ oteli. Akşam ilerliyor.
Terasta iki kişi veya uzaylı. Yeşiller turuncunun
eşliğinde mavilerle
buluşuyor. Renk tonları sessizce koyu morlara kayıyor, bütün
vadide yer yer ışıklar, ateş böceği aydınlığının dinlendirici,
soluk gücünde loşluğu yakalıyor. Hemen tepemizde yıldız
kümeleri, binbir rengi yansıtan görkemli avizeler topluluğu,
gerçeklerin sonundayız artık.
Masamıza bir mum ve oruç Aruoba geldi. Hani
diyordu.
O anıyı da aslında epey sonra anımsarsın. Pek de
inanmadan! Olguları
saptamaya, uygun gerçeklere ulaşmaya çalışırsın, hatta
sonradan gidip, oralarda gezinip gerçekleri yerli yerine
oturtmaya çalışırsın, her zamanki budala tavrınla! Hayal mi
kuruyorum? dersin.
Oysa, işte o tek, biricik, gerçek anıdır o'!
senikendini de
yeniden kurmanı gerektiren! Ancak senin kurmanla 'olgu' asıl
gerçek olabilecek...
Hani yana yana dibine varmış bir mumun içinde
oluşan oyuğun
çeperi bir noktasında çatlamış, eriyik madde dışarı
akmış, fitili de açıkta kalıp tükenmişken, çatlağı
akmış maddeyle doldurup tıkayarak bitkin fitili yeniden yakınca,
ufacık, güçsüz, belli, belirsiz! ama pırıl pırıl,
yoğun, direngen, altı canlı mavi, üstü parlak sarı bir alev
elde edersin ya, onun gibi işte...
Özlü, özgür, içtenlikli
konuşmalar, fağfur
fanusun içinde özlü direngen yankılar yaparak bize
ulaştığında, biz kendilerimizden çok uzaklarda, ağırlıksız, orda
burada, her yerde, dokunmanın çoğalmasını ideo insana ulaşmasını
izledik.
E. Aydın, 11Ağustos1994
İŞE DÖNÜK HALK
ÜNİVERSİTELERİ (3)
1928 YAZI DEVRİMİ, LATİN A.B.C.'sinin
YAŞANMIŞ ÖYKÜSÜ. İKİ ANI
Raslantı olarak 1920'de doğmuşum. Yine raslantı
olarak, yedi kardeşin
sağ kalan, dördün, sondan ikincisi olarak nüfusa
işlenmişim. Arap harfleriyle başladığım ilkokul, Latin A,B,C.. ile
bitti. Yeni yazının kasabamızdaki yarattığı havayı anlatmam gerek.
Eski yazıdan yeni ABCye geçişin
görkemini dün gibi,
gün gibi anımsarım. Türk insanı asırlar boyu organize eğitim
ve öğretimden yoksun bırakılmış, buna karşın hemen her
çağda yaygın eğitim ve kültür değerlerini korumayı,
kollamayı becermiştir
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, okur yazar sayısı, Türkiye
genelinde %10 civarındaydı. Modern ve çağdaş Türkiye
Cumhuriyeti'ni kurmaya soyunanlar, başta
Örnek insan Gazi Mustafa Kemal Paşa ve
arkadaşları, az zamanda
çok büyük atılımlar yapmak gerektiğinin bilincinde
idiler. İlk işleri Arap ABC' sini kaldırıp, yerine Latin ABC'sini
koymak hazırlıkları oldu. 1927 yılında çalışma başlatıldı ve
1928 yılında bütün Türkiye'yi kapsayan bir seferberlik
kanunlaştı.
Ben o yıl Mut İlkokulu ikinci sınıfında Arap
ABC'sini sökemiyor,
sınıf tekrarlıyordum. Bütün yurda olduğu gibi Mut'a da Millet
Mektepleri açılması emri, uygulamasıyla birlikte geldi.
Gündüzleri bizim doldurduğumuz sınıflar
geceleri, ihtiyar,
genç, yeni yetme, köylü kentli, konuklarla dolup
taşıyordu. Gaz lambası ışığında; kentli ve köylülerin yeni
yazıyı öğrenmeye çalıştıklarını; kısa bir süre sonra,
erken öğrenenlerin, alanlarda kapı pencereden oluşturdukları yazı
tahtaları başında, yeni guruplarla coştuklarını da, kahvehanelerin okul
gibi öğretime soyunduklarını da gururla, gözlerim yaşararak
anımsarım. Hatta kahveler, cami avluları kara tahta ve tebeşir elinde
öğreticilerle, öğrenicilerle dolmuştu. Zaman zaman biz
gündüz öğrencilerine, gece tahta başında
öğreticilik görevi verilmişti. Babam bir süre
Camüül Ezher 'de bulunmuş bir imam, ama aydınlığa açık
birisi idi. İlk geceler biz dört kardeşten edindikleriyle bir
kaç günde okuma yazmayı sökerek, gece mekteplerinde
ders vermeye başlamıştı bile.
Dil devrimi ve ulus bilinci, ne büyük
atılımların umut dolu
başlangıcı olmuştu.
Osmanlı Dönemi'nde, saray çevrelerinde
okumuş yazmışların
yanında, asırlar boyu aşağılık duygusuna kapılmış Türk
İnsanı,
okuyup yazma öğrenmekten kıvanç ve gurur duyuyordu. Sokakta
yerde bulduğu bir yazılı kağıdı alıyor, sökmeye
çalışıyordu.
Dahası, Namık Kemal, Müsahip Zade'nin sahne oyun uyarlamaları;
kaymakam, hakim, berber, kasap, esnaf katılımlarıyla oynanıyor,
haftalar boyu Mut'luya sunuluyordu. Ulusal bilinç yakalanmıştı,
bugün kaybolmuş gibi görünse bile, bu ulusun
büyüklüğü zorları yenmeği hep başarmıştır.
İkinci anı: Türkiye genelinde Ezan'ın
Türkçe okunması
bir genelgeyle cami imamlarına buyrulmuştu. Ekte bir de tercüme
metin yollanmıştı. Bir gece Müftü Nadir Efendi, Hakim Ali
Rıza Bey, kaymakam, jandarma komutanı bizim eve gelerek sabaha kadar
metin üzerinde durdular, belli bir makamda sesli okuma
çalışmaları yaptılar, çevreden duyulmasın diye fısıltı
halinde okuyorlardı, bizler bitişik odada uyuyamıyor, olanları
heyecanla dinliyorduk. Nadir Efendi sesini yükselterek Yahu Hoca
biraz sonra minareye sen çıkacaksın, şunu ayağa kalkıp elini
kulağına atsan bağıra bağıra okusana dedi. Babam da güzel, ince,
titrek sesiyle yüksek sesle bir makamla okudu. Tanrı uludur,
Tanrı uludur, haydin namaza, namaz uykudan hayırlıdır.. Haydin
felaha....
Sonra minareye çıkıldı, sabahın dinginliği içinde bu ses
bütün boşluklara ulaştı, yayıldı ve sindi.
Sabahleyin bizim ev ana baba gününe döndü, eline
küçük bir armağan alan Mut'lular, bizim eve
üşüştüler, tebrik, teşekkürler ediyorlardı.
Hoca, Allah senden razı olsun, ilk defa biz şu Ezan'ın ne manaya
geldiğini öğrendik, anladık.
E. Aydın
Şu derbeder görünüşlü Aydın
sanatevi, sevgilerim,
sevgililerimle tıkabasa dolu. Duvarlarda durdurulmuş zamanlardan
anılar, şövalyelerde bilmem hangi baş yapıtın ilk izleri,
zamanlara direnme gücünü hala koruyan
vantilatörüm, artı zamanlarımda karanlık odada başında
sabahladığım agrandizör, miniklerin oturduğu öğrenci
tabureleri, modellik etmiş alçı ve çamur kırıntıları,
kırk yılda bir gerekecek olan avadanlıklarım, üzerinde boyaların
kuruduğu paletim, dışardan bana iletişim sağlayan bilge dostlarımın
oturduğu sandalyelerim, zaman zaman da olsa sesini duyduğum radyom,
doyumsuz alolar beklentisiyle yanında oturduğım telefonum, sabah
loşluklarında binbir çelişik ama yüksek duygularla
bahçelerden çaldığım güller... Yaprak yaprak benek
benek renk renk beni bana söylerler sessizce.
Raflarda kitaplarım, hergün yenilenen ve
çoğalan belleğim,
düşünüler arasında mavi beyaz uçuşan sigara
dumanlarım, kül tablasında sayısal çokluğa ulaşan
izmaritlerim, dosya dosya yazdıklarım, odalara sığmayan yazamadıklarım.
Her dem harekete hazır daktilomun şaryosu. Bir Nasrettin kapısından
sonra başlayan duyumlar dünyası. Geceler boyu bana sevgi
sıcaklığını tattıran, konuşa konuşa, sevişe sevişe sevmenin
dokunmanın
gizemini yaşadığım yatak.
Ağızdan ağıza aktararak yudumladığımız nektar,
Çukulatalı
sevişmeler, değişmeler, sıradan örneklerden, yaşanmışlıklardan
kurtarılmış balonlar dolu zamanlarımız. Gecenin bilmemhangi deminde,
yazanın da yazılanın da bir türlü hatırlayamadığı uzay. Mor
ötesi zaman, sonsuza eğri, ilahi tınılı. Savruluyor ipeksi
saçlar esimde, ebemkuşağı. Güçlü iki yürek
pompalıyor seviyi sonsuzluğa, ak soluğun rüzgar. Deniz dalgalı,
kauık yalpa, zaman uzayda özgür. Kayıkta biz insana doğru.
Yağmur çisem çisem toprağıma taşıma. Çiseminde sen
nergis kokusu, bulutlardayım, yahutta mitlerdeyim. İçten
içe çoğalıyorum pınarlarcasına... kaymağım sen.. Dışardan
sarılmış içimde gelgitler, kıyılarım ben. Köpüklü
dalgalar kıyıda açılır, soluğu sen, sen... Çoğalıyorum
seninle, azalıyorum sensiz. Devamı uzun...
Hele hele uzun beklentilerden sonra, beklenmeyen bir
zamanda, kapımda
gözüken kardelenim. Burayı seninle daha çok seviyorum,
özlüyorum.
E. Aydın
6 Nisan akşam Adana'dan çıktık. Saat 10,
Ağaçlı
tesislerine (*). Yani üç saat gelindi. Hava serin.
İnsanları da bir tuhaf. İstan(*)e galiba pek iyi bir (*)
Yarın 7Nisan olacak Perşembe.
E. Aydın, gezi notları
Akşam cumartesi. İsmail bey. Değişik bir ortamdayız. Buradan gitmek
zor. Gitme. Biraz bekleyiver. Lazım mı?
E. Aydın, not defterinden
Pazar günü, Çiftlik
Gök bulutlu, sıcak. Ağaçlar ürüne durmuş. Kaysı
önde, şeftali, dut, "üzüm adım adım bekleyince goruk
helva olur" özdeyişi anlamında. Kuşlar kuluçkada
cücük gelişiyro. Yaşam sürüyor, sürecek.
Geneler güyüyor.
Düzen genişleme üzerine, dönüşüm üzerine.
Ağaç, toprak, (*) toprak,, su, güneş, hava oluşumdur.
Gelişim, gelişim, büyük son, sonsuzluk. Yaşam budur. Hepsi
(*) bunların. Dışındayım.
E. Aydın, not defterinden
Mersin'e gidiyorum. Trenle. Toplantı var. İçel sanat klubü.
E. Aydın, 19Şubat1999 Cuma
Bu nasıl olur? Oldu işte. Ne yaptın, oldu işte.
E. Aydın, not defterinden
Bugün ayın 13 Temmuz günü, ben
dün Adana'dan geldim, akşam Kemal'lerde yattım. İyi de oldu,
ne de olsa bir değişiklik.
Yine bugün sabah parka gittim. Park çok bakımsız ve
yürekler acısı, ağaçlar deforme, çiçekler
yok. Hava da sıcak ama ben bir eski ve sevdiğim kişiyi, Hilmi
Dulkadir'i ziyarete gittim, biraz konuştuk, sonra bir rahatsızlığından
bahsetti, doktora gitmesini önerdim. Beraber çıktık, beni
İçel Sanat Kulübü önünde bıraktı.
Bahçede gazetemi okudum, öğle yemeğinde
sahne ve
figüranlar değişti, Sulutaş hocayla ve Faruk bey'le karşılaştık.
O, benim dün de burada olduğumu söyledi, sevindim, ilgi iyi
şey, şundan bundan laf ürettik daha çok ben konuştum.
Güzel sayılacak konulara incelikli değindim, onlar da sevdiler
konuşmayı. Çıktım, Oğuz'a sonra da Kemal'e geldim.
Şimdi daktilo başında bunları yazıyorum. Akşam saat
altıda bir sergi
açılışı var, sonra sanat kurulu toplantısı. Kanımca akan zaman
başlamış oluyor. Altı, yedi ve arkası sekiz. Biraz regriatif sohbet ve
evli evine köylü köyüne.
Dedim ki, Anadolu bir çok kavimlerin yolu
olmuştur, onlar bu
yurttan asimilasyon şekliyle yok edilmedi, biz yani Türk'ler
yaratılış başından beri dominant insanı temsil etmişiz, tarihdeki
yaşımızdan neden farklı bir üstünlüğümüz var.
Onu da koruyarak Anadoluya gelmişiz, yine dominant özelliğimizle
var olmuşuz, bugün bu topraklarda yaşıyoruz. Ama onları, yani
bizden önce gelipgeçenleri yok ederek değil, onlarla
karışarak ve kaynaşarak, bir yerde onarın da oluşuma katkılarını
kollayarak, gözeterek varlığımızı sürdürmüşüz.
Yani daha açık bir deyişle ben Astek'ler, Maya'lar, Eskimo 'lar,
Roma'lılar, Rum'lar, Arap'lar, İsrail oğulları, Urat'lar, Asur'lar
tarihte isim yapmış bütün ırkların karışımı, uyumu ve dahası
özdeki durumundayız. Bundan neden medeniyetin yabancısı değiliz.
Kendimizi dünya insanına anlatırken, biz Türk'üz, tekiz,
en büyük biziz gibi mesajlar vererek
küçültücü bir yapıyı benimsemiş oluyor ve
dışlanıyoruz, özed insanlar birliği için Adem baba Havva
anaya ulaşan birlikte beraberliği konuşarak düşünce
çizgisini doğal ve geniş tutmak yüceliğine ulaşmak
gerekirken, hala başımızdaki neidiği belirsiz maymun kardeşler
Türk sözcüğünü dar bir çembere
sıkıştırmakla zaman yitiriyorlar. Böylece bizi Rum sevmez, Rus
sevmez, arap sevmez, kürt sevmez hep dışlanıyoruz. Hele hele bir
de din ve mezhep ayrılığı için çaba vermemiz var ya, işte
o da işin cabası, tuzu, biberi...
Osmanlı asırlar boyu tarihe hakim oluken neden hep
saygın olabilmişti
acaba!!!.
Demek oluyor ki insanlık asıl özgü
hürriyetine ulaşmak
için daha nice yüzyıllar geçirecek. Atatürk "ne
mutlu" derken, asılda Rum, Ermeni, Arap, Müslüman, Hristiyan,
şu veya bu, ne olursa olunsun, bu toprakta oturup, bu bayrağın
geçmişini ve geleceğini paylaşmış olma ve "Ne Mutlu
Türk'üm" diyebilmek espirisini kapsar.
Yine buda Osmanlı'nın evrensel sloganına denk
düşer.
E. Aydın
Bugün Pazar. Temmuzun son üç
günü. Mut'ta
Çınaraltı'nda ta kendimi duymaya başladığım, günler boyu
sanbar gazalları, o başında oynadığım günlere, 65 yıl
ötesinin derin sisli günlerinin ayak izlerini yazdığım
yerlerde oturuyorum.
Yalnız ve hemşehri çocuklarını (*) izliyorum. Boyacıları, gelmiş
geçmiş Mut insanının soydan soya (*) akanı sonsuza dek
sürecek. (*)
Daha neler neler göreceğim duyacağım. Zaman
nasılda geçmiş,
sürüklemiş herşeyi (*). Kazançlar koyup zararlar
alınmış.
Belediye Pınarbaşı'nda bir düzenleme yapmış. Biz de bir katkı
düşündük. Kazasız belasız dizaynı teslim etmek (*).
E. Aydın, not defterinden
Çuprayı sevmedim öğlen yemekte
29Haziran1999, not defterinden
Ben her bayram ağlarım.
E. Aydın, not defteri
Köy. Erbay (*) gelecek.
Hava sıcak, sabah puslu. Pantol yapışıyor. Karasinek var. Isı
oldukça yüksek. Adana'dan çok veya aynı. Ter
bitmiyor. Gölge etkisiz. Nemli hava. Adana, Aydın Sanatevi, Murat,
işyeri, çiçekler, su, arayanlar hepsi sırada.
11Temmuz1999, not defterinden
Yarın 1Ocak2000.
Mersin'de değilim. Aydın Sanatevi'nde değilim. Mut'ta olabilirdim.
Tarsus'u seçtim.
Atlı spor klübü Tarsus'a 5 km, Berdan gölüne karşı.
300 m rakım. Sessiz, ben benimle... böyle seçtim.
Kırlar bayırlar, su başları, ağaçlar, çam,
çalılar, vahşi doğa, at yeter bana. Yollar yollar bitmeyen
yollar, engebeler, yükseklikler, inişler, çıkışlar,
yalnızlığın yalın sesi, ürpertisi.
Ey bülbül, güzel kuş, şimdi sen
neredesin derdimde sonra
susardın söndümü yoksa güzel hevesin.
Ormanlar koynunda bir serin dere. Şimdi oralarda mor sümbül
vardır. Uçun kuşlar uçun (*) şimdi o güzel
günleri anar ağlarım.
Bir dünya dönüyor, boşlukta sessiz. Üstünde
canlı, bitki, hayvan, sularda balık, yaşam sürüyor. Duyular,
özlemler, kaygılar, nedenler, sorma ve soruşturmalar..... arıyoruz
ama neyi?
Günler birdi bin oldu, olacak da. 1 oldular,
olacaklar da.
Doğdular, doğacaklar da.
Neden, niçin? Hepsi sanal. Hanımı dargın,
barışacaklar. Bu
birrr..
E. Aydın, 31Aralık1999, not
defterinden
Berdan. İşte insanlık bir daha...
Gazeteler ne haberler döktürecekler ne haber.
E. Aydın, 1Ocak2000, not
defterinden
Sabahın yöş dinginliğinde, günü
kutsamak için,
ırmak boyunda bisikletimle geziye çıkarım. Genelde yaz,
güz, kış değişmez.
On kilometre kadardır. İşte şimdi döndüm, bir kahvaltı
hazırladım, Ethem'ciğim için. Benim ondan başka neyim var!?
Akşamın telefon konuşması, hala kafamda renkli bir şerit gibi,
gökkuşağı...
Bana çok önceleri diyordun ki, ben
ölümden
korkmuyorum.
Bense hiç ölümü
düşünmüyorum.
İnsanın neden var olduğunu, enine boyuna; uzam,
zaman içinde;
dünde, günde, yarında evrensel boyutta düşünmeye
çalışırım, gücümce..!
Yine bu bağlamda, hayvandan bozmainsanısıradan
yaratığı, Nafi Efendi
gibi, Müderris Hoca gibi, Neşri Bey gibi, Arap Reşit gibi, Muhacir
Şükrü gibi, Saraç Hüsamettin gibi, Berber
Alaaddin gibi, Hüseyin, Fuat gibi yaşadıkları zaman içinde
yerli yerine oturtur. Yine yaşadıkları zaman içinde, akıl almaz
edimlerini, yükseklilerini düşler; kendimi adamakıllı
hiçlerim.!
Sonra tekrar başa döner, kendime, bir
küçücük tutunacak dal ararım. Hayal kurar, yalan
söyler, sanal da olsa bir özgeçmiş düzerim,
inanırım veya inanmaya çalışırım. Boşlukta bir hiç
olduğumu unutmaz, her insan psikolojisinde olduğu gibi farklı bir
edimle bağırarak, kırıp dökerek, bir ses çıkarmayı
düşlerim. Kendimi duyurmak, duymak isterim... Okuduklarımın
eşliğinde, en gerekliyi ararım.
Resim yaparım, okurum, doğadan izinsiz aldığım ne
varsa geri vermeyi,
yükümü azaltmayı düşler, Mut'a yeşil
bürüncek hayaller, iki köy çocuğunun okuması,
üniversiteyi bitirmesine, özlü katkıyı görev
bilerek, hoplar hoplarım, bağırmış, kırmış gibi olur, dahası, işin
garibi, mutlu olurum, avuuunnuurrrum. Hepsi bu kadar.
Öncekiler anonim oldular, anonim olma
yürekliliğini
koruyalım, zamanlar içinde anılmayı umalım. Avuntum bir
ağaç diken, faydasız yaşamamıştır..
Bu sabahın ürünü de bu kadar.
E. Aydın, 9Nisan2000
Çiftlikteyiz.
Doğa sessiz laboratuvarında. Toprak ana, güneş baba. Ve canlılar
el birlik, imece üretime sessiz bezgin gidiyor
E. Aydın, 14Mayıs2000, not
defterinden
Bugün Balcalı'ya gittim. Test yapıldı. Hayırlısı... bu da
önemli. İshal.. iyiye yönelmeyen.... olay bu. Nedeni?
E. Aydın, not defterinden
İyi gün. Irmak boyu sevgili bisikletimle el ele, bazende kol kola,
diz dize umutla gezinirken, kuş cıvıltıları arasında, imgeler
simgelerde öykü hayallerde yaşarız. Göklerin
derinliğinden bir melek ak kanatlarıyla süzüldü.
Yanaklarımı da sıcacık, yaratan yaşatan bir öpücük
kondu, zenginleştirdi.
23Ocak2002
Mersin sergi... yalnız oturuyorum. Tuncay geldi. İltifatlar.... Yan
alkışlar...
1950 kokuyor burcu burcu.
Kimler yok....Ali Kütük, Aytekin Yakan, Mehpare Caka, Durmuş
Taş, Ahmet Özen, Hasan Ekin, Ruhinaz, Necla, Haşmet, Saadettin,
Hüseyin, Rafet, Türkyılmaz, Melahat, Zinni, Doğan, Faruk
amca, Ali Rıza...
Yüreğimin derinliklerinden gelen, boğazımda bir düğüm
oluşturan, sesimin çıkmasuna dahi izin vermeyen...
E. Aydın, 1Ekim2002, not
defterinden
(*)'le Mersin'e gidiyorum. Trende, saat 910.
(*) duygular. Güya aşka dair. (*) (*) doğan ve sonrası...
E. Aydın, 1Kasım2002, not defterinden
(vefatından
26 gün önce yazılıştır)
YAŞAMDAN BİR
KESİT
Tırrrr, Tır, Ça, Ça Çaaa.
Saat beş. Sağlık yürüyüşü
zamanıdır.
Al horozumun anılarda kalmış;
(üürüüü
üüüiiig), eşek anırmaları, inek öküz
böğürmeleri, koyun kuzu melemeleri, minareden (namaz uykudan
hayırlıdır duyurusu), yerini, sinir bozucu olsa bile; metalik
araçlara bıraktı. Çalar saatlere günaydın. Aslında,
sabahın doğal ve kademeli, tüm canlılarla paylaşılan sesler,
buyurgan olmayan hayvan sesleri, iyi bir ana gibi, bizleri, okşaya
okşaya uyandırır, güne daha bir güçle kavuşmamızı
sağlardı. Ziller hep zaten buyurgandır. İnsan buyrulmağı pek sevmiyor.
Minarelerde Türkçe ezan yaşama ruhsal
bir güç
katıyor.
Yolcu yolunda, emekçi işinde gerek.!...
Sağlıklı yaşam koşusu veya
yürüyüşü başlıyor
Hava serince, sıkı giyinmek gerek.
Bisiklet benim bastonum, iyi anlaşıyoruz. Yollar
bana uzun, ona kısa
geliyor. Zaman zaman kol kola, çamlar altında yürür,
temiz sabah havasını duyumsarız.
Trafik yok denecek kadar az, başlangıçta
yadırganan loşluk,
dinginlik yavaş yavaş, ara sokaklardan çıkan guruplarla
görsel bir cıvıltıya dönüşüyor. Rengarenk.
Çöpçüler, çöp toplayanlar, ev
köpekleri, sokak köpekleri. Yollar, ağaçlar,
gölgeler, gölgelerin belleklerde oluşturduğu, imgeler
simgeler gizemine günaydın...
Uzaklardan, geceler günler boyu hoplaya zıplaya
gelen Seyhan nehri
yorgun homurtulu akıyor. Yosun kokusuna, balıklara günaydın.
Sularda yıkanan kavaklara, yeni güne
günaydın.
Eski baraj yolu'nda; Adana'lım gibi oylumlu, ağır
başlı,
süzgün bakışlı, gövdesi ebru nakışlı, elleri kınalı,
gölgesi büyük okalüptüs ağaçlarına
günaydın.
Umara, geceden olta atmış, balıkçıya rasgele.
Günaydın.
Yeni baraj çavlağına, sisler içinde
henüz uyuyan
Adana'ya, bulutlara günaydın. Eski Baraj, Yeni Baraj, ormanlığa
günaydın.
Gidilen yollardan geri dönülür.
Aydın Sanat
evi'ne, günaydın.
Kitaplıkta yer bulamamış sözlükler, tekrar
yazılması gerekli
mektuplar, son gittikleri yerlerde yeni iticileri bekleyenlere
günaydın.
Şövalyeler, dik çalımlı, binicisini
bekleyen hırçın
atlar gibi aleste. Duvarlarda durdurulmuş zamanlara günaydın.
E. Aydın, 26Kasım2002
(Editörün Notu: Bu yazıyı
vefatından bir gün önce
yazmıştır)