KONU
BAŞLIKLARI
1. Eğitsel ve felsefi Mektuplar
2. Kendisine yazdığı mektuplar
3. Eğitim üzerine
4. Milliyetçilik ve Atatürkçülük
üzerine
5. Sanat üzerine
6. Mut sevgisi rölyef üzerine
7. Sevgi üzerine
8. Kurumsal Yazışmalar
9. Şehircilik üzerine
10. Dost mektupları
11. özlü sözleri
12. Şiirleri |
SAYFA
18
58
62
71
77
87
99
108
125
135
198
200
|
EDİTöRüN NOTU:
Genellikle içerisinde şahıs isimleri
geçen yazıların bu esere dahil edilmemesine gayret
gösterilmiştir. Ancak, yazı esas itibarıyla bir fikir veya
düşünce yazısı ise, eğitsel içerik taşıyor ise, veya
Ethem Aydın'a özgün bir düşünceyi ifade ediyorsa bu
yazı esere mecburen dahil edilmiş, fakat şahısın isim veya soy ismi
silinerek yerine (*) işareti yazılmıştır. okuyacağınız yazıların
herhangi bir yerinde (*) işareti görüyorsanız: ya mektubun o
bölgesi okunamamaktadır, veya bilgisayar dosyası bozuk olduğu
için mektubun o bölgesi kayıptır, veya bir şahısın ismi
veya özel bilgisi editör tarafından okuyucudan gizlenmiştir.
Eğer şahıs isimleri kitabın herhangi bir yerinde yer
alması zorunlu ise, ismi geçen şahıs ile önceden mektup,
email veya telefon ile temas edilerek isminin eserin içinde
kullanılması konusunda kendisinden izin alınmıştır. Daha önceden
bir dergi veya gazetede yayınlanan yazılarda bu kurala uymaya gerek
görülmemiştir. özel ve kişiye özel yazışmalar
burada yayınlanmamıştır.
Ethem Aydın'ın yazmadığı, başkası tarafından Ethem
Aydın'a yazılan mektupları yayınlamak etik olmazdı. Ya mektubu yazan
her bireye ulaşıp yayınlanması konusunda tektek izinlerinin alınması
gerekecekti veya hiç biri yayınlanmayacaktı. Bunlar esere
hiç dahil edilmedi. Sadece gelen mektupların kimlerden geldiğini
vermek ile yetiniyorum (alfabetik sıra iledir) : Abdulkadir
Kaçar, Ahmet Küstü, Ahmet Taner Kışlalı, Ali Canpolat,
AynurHicahi Kadakal, Ayşe Hidayet Kerime Uysal, çetin
Yiğenoğlu, Bülent Ecevit, Berrin Karaküçük,
Birsen Koç Kiraz, Burhanettin Bigalı (kolordu komutanı), Clauda
Tayon, Doğan Akça, Doğan Atlay, Doğanay Saygılı, Edip Sezer,
Erol Aydın, Ethem Durukan, Faruk çağla, Fazıl Tütüner,
Fermansu, Feyyaz Kadri Gül, Fikri Sağlar (Kültür
bakanı), Frans(*), Gültekin Sürmeli, Galip Oğuz, Gesam
Ressamlar derneği, Hüseyin Şahinkaya, Hüzeyin Gezer, Hacı
Angı, Haldun Nazikör, Handan Tunç, Hasan Kavruk, Hilmi
Dulkadir, İbrahim Bayram, İhsan Yücel, İsmet İnönü,
Kırşehir valiliği devlet Güzel Sanatlar Galerisi
müdürlüğü, Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Kadri Gül, Kazım İlkhan, Kiyoteru Fujita, Leyla Balköse,
Mehmet öztürk, Mehmet Yılmaz, Meriç Alkan, Mersin
Barosu, Mersin Belediye Başkanı Okan Merzeci, Mersin Liseliler Derneği,
Milli Güvenlik Konseyi, Molteni Franco, Molteni Franco, Muzaffer
Kılıç, Naci Köprülü, Nazlı Ecevit, Necmettin
önel, Nejat İslimyol, Nermin Ergenekon, Nurdan çakır, Nuri
Abaç, Pertev Taner, Pertev Taner, Süleyman Sevim, Sevgi
Uyar, Sevim Gürsoy, Tülay Gül, TBMM başkanlığı, TCDDY
6.ıncı Bölge Müdürlüğü, Teoman Sungur, Tevfik
Yavuzer, Turhan Soylu (MEB), Wille (*), akrabalar, imzası ve ismi
yazılmamış veya yazısı okunmayanlar.
Gelen mektuplarda genel olarak konuların dağılımı
sıklık sırasına göre şu şekildedir: Belirli bir konu hakkında
düşüncesini danışmak, felsefi tartışmalar, kendi hayat
hikayesi veya problemine çözüm aramak, resim sergisi
açılışı, yazdığı şiiri göstermek, yorum talebi ve bir
mekana davet.
Ayni şahısa hitaben yazılan veya içerik
olarak birbirlerinin devamı olan yazılar tarih sırası ile esere dahil
edilmiştir. Yazılı materyallerden büyük kısmı Ethem Aydın
tarafından tarih atılmadan yazılmış olduğu için yazıları tarih
sırasına sokmak her zaman mümkün olamamıştır. Bazen tek bir
yazılı belgenin dahi hangi tarihte kaleme alındığını bulabilmek
için bilgisayarın kayıt sistemine girilerek o yazının hangi
tarihte yazıldığı tespit edilmiştir. Aşağıda okuyacağınız yazılardan
bazılarına bu şekilde tarih verilmiştir. Tarih, orijinal mektubun sağ
üst köşesinde olsa bile, buraya yazılırken, standardizasyonu
sağlamak amacı ile, mektubun tarihi, yazının son satırına
yerleştirilmiştir. Eğer mektup ayni bireye yazılmadıysa veya genele
hitaben yazılmışsa tarihlendirmeye özen gösterilmemiştir.
Ethem Aydın'ın bazı kelimeleri söyleyiş
biçimi, kendine has olup, bu değişik seslendirme Ethem Aydın'a
özgül bir ağız oluşturur. Bu söyleyiş biçimini
alt kuşaklarıma bilgi vermek amacıyla aktarabilmek için
kullandığı kelimelerden bazıları imla kılavuzuna aykırı olmasına rağmen
olduğu gibi bırakılmıştır. Yumuşak yerine yumşak, bugünkü
yerine bugünki, sevmeyi yerine sevmeği, coşmak yerine
çoşmak kelimeleri aynen bırakılmıştır. Bunun dışındaki yazılarda
sadece imla hataları düzeltilmiştir. Zaten çok az imla
hatasına rastlanmıştır. çok gerekli olmadıkça
cümlenin yapısına dokunulmamış, cümlenin iskeleti orijinali
gibi korunmuştur. Nadiren bazı cümlelerde dır, diğinde, maktadır,
ile, ve, gibi bağlaç ve/veya mastar ekleri ilave edilmiştir. Bu
müdahale eser boyunca sadece çok zorunlu olan 161 tane
cümle üzerinde yapılmıştır. Okuyucunun yazıların orijinalliği
konusunda tedirgin olmasına gerek yoktur.
Eserin tamamı boyunca okuyucunun sorması muhtemel
soruları araya girerek "Editörün Notu" başlığı vererek
cevaplanmıştır. Mektuplardan bazıları Ethem Aydın tarafından
yayınlansın diye yazılmamıştır. Ancak taktir edilirki, hangi mektubunun
yayınlanması için yazıldığını bilinemezdi. Kimseyi incitmediğimi
umarım.
Murat Aydın, editör
EĞİTSEL-FELSEFİ MEKTUPLAR
Kalemle kağıt hep var olacaktır.
Uygarlık ne denli ilerse ilerlesin, insanlığın
geleceği, yazılanların
sorumluluğuyla bağıntılıdır.
İsa'dan öncesinin, teknolojik ve bilimsel
vereleri hala severek
okunabiliyorsa; bizlere sayılamaz bilgileri ulaştırıyorsa, gelecek
zamanların da, ışığı, aydınlığı şimdi yazılanlar olacaktır.
İlk insan önce işaretlerle anlaştı, sonra dili
buldu, sonra
işaretlerden başlayarak yazıyı geliştirdi.
Zamanımıza değin, bu öğeler, insanın olmazsa
olmazlarıdır.
Bu gerçek, bilim ve teknoloji ne kadar
ilerlerse ilerlesin,
iletişim ölümsüz; söz ve yazıyla yarınlara
ulaşacaktır.
Ulus devletler bu düşünceyle, eğitimde
okuma yazmaya gereken
önemi verirler. 1928'lerde Latin ABC'si, bir bayram şenliğiyle
bütün yurda, yediden yetmişe büyük coşku
yaratmıştı.
ülkemiz insanları, işte o tarihten beri okur
yazar olabildik. Bir
sanatçı olarak, düşlediğim kurgu, yanılgılarla bezenmiş
belki de çocuksu olabilir. Ancak yazmakda, böylece sosyal
yapının çekirdeğinde, değişmezinde,ailede, süregelip,
süregiden benlik kargaşasını, bilimin ışığında yorumlamayı
deneyeceğim.
Ama yazılacak o kadar anı var ki, hangisi okuru
sıkmaz ayrımına
varmakta zorlanıyoruz.
E. Aydın, 24Temmuz1994
SEVGİLİ DOSTLAR
Ben bir öğretmenim. Her koşulda öğretmekle
yükümlüyüm.
Sizi de canım kadar sevdiğime göre;
gerçekleri açık
açık konuşmam gerekiyor..
Bir soru; mektup nedir?
Niçin yazılır?
İçeriği nasıl oluşur?
Ne zaman angarya olmaktan kurtulur?
Mektup, birinci kişiler arasında bir iletişim
aracıdır. Konusu duygusal
ve işlevseldir. Onun için özellikle hep beklenir. Kişiye
özeldir. Giz vardır, gizlilik vardır.
Karşınızdaki kişiyi, çok incelikli, saygılı,
sevgi
yüklü övgü ve sevgi sözcükleriyle ama
tanıdığınız kadar gerçekçi, övgüsüz,
abartısız, edebi imgeler ve simgelerle, bazen de anılarla bezeli,
unutulamaz, unutulmamış tümcelerle, sözcük
sözcük, ölçülüp biçilmiş,
içtenlikli, kuyumcu elinden çıkmışcasına özenli
olmak koşuluyla yazılmalı.
Yazım kuralları, noktalar, virgüller,
ünlem işaretlerini
yerli yerinde kullanarak, güzel Türkçe'mize
böylece saygılı olunmalı. Yazarken, karşınızdakini
düşünüp, kendinizi kanıtlamalısınız.
Eğitim ve öğretim bu amaçlar için
önemlidir ve
yapılması zorunludur. Sıradan olmaktan, bir varlık olmaktan,
özünüzü büyüterek kurtulabilirsiniz.
ölümlü yaşamın değeri, özle
ölçülür. Yoksa sadece doğulup
ölünmüş olur ki; hayvanlar da böyledir.! Eğer
isterseniz, bir başka betide açıklamaları
sürdürebiliriz. Sizleri öper, renkli bir dinlence
geçirmenizi
düşlerim.
NOT: Bu beti iki saatte yazıldı. Ama yine de yazın kuralları tam
anlamıyla oturmuş değil. Büyük bir bilgin arkadaşına yazdığı
mektubum altına böyle özrünü yazmış: Kusuruma
bakmayınız, daha kısa yazmak için zamanım dardı.
E. Aydın, 29Haziran1998

Gözler
görür, gönüller sever, eller elleri
tutar duygulu, ebencet hislerle, insanlar, insancıklar, dünleri
arar yarınlarda, kum tanelerine harç konur, davul vurur
gümgüm, sesler gelir Mut'lulardan, mutlu, umutlu. Zaman
içinde zaman kımıldar, Karacaoğlan gelir 100 yılların
ötesinden, ozanların sesinde dizesinde, sazında.
Bir ezgi sunulur, içli, içtenli,
gönüller
duymaya açık. 1 yaştan, 80 yaşa, 100 yaşa selam. Zaman ılkımını
almış, kımıldar yavaş yavaş. Zaman, (o) üstüdür, (o)
altıdır zaman. Ozan zamanda
gezendir artısız, eksisiz. Zaman zaman içinde, onun
içinde, duman olmuş bir kişi elinde sazı, sazda teller, tellerde
ses, tınlar tınlar, aşk olur perde perde, ağaçlara, dağlara,
güzellere. İçten bir deyiş akar, pınarlar kadar duru.
Güneş büyür büyür. Herşey
güneş olur.
Güneşe karşı ay olur, aya karşı ağaç büyür.
Güneş küçülür küçülür,
bir ruh olur yaprakta.
Mut'ta doğma, Hatice'den olma, okumuş mu okumuş,
cahil mi cahil, yeşil
mi yeşil, sarı mı sarı, var mı var, yok mu yok. Babam 1867-1949
ölüm-doğum.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Sevgi umarsız bir yükselmedir, yüceliktir.
Ermişler, evliyalar, embiyalar, aşıklar yer
çekiminden,
(toplumun yargılı kural ve kuramlarından) kurtulabilen, anonim
çizgisinin özgün yörüngesinde yer alabilen
saygın kişilerin adlarıdır.
Yükseklikler esintilidir, fırtınalıdır.
Esintiye karşı
yürüyebilenler yüksek ve yüksekliklerde yaşarlar.
Şimdi hepinizi daha çok seviyorum.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Ben yetmiş iki yaşında gözüküyorum.
özgürce
düşünerek, bu epeyce uzun sayılan zaman içinde neleri
öğrendiğimi soruyorum kendime? önce şunu açık
kalplilikle demeliyim ki, boooomboş bir zaman geçirmişim. Bir su
kabağı gibi sadece görüntü. Kültür birikimim,
dini inançlarım yok denecek seviyede. Akademik kılasik eğitinin,
bilimsel öğreni, tarih, coğrafya, hukuk, matematik, fizik, kimya,
toplum bilimin evrelerinden yoksunum. Ama yaşamı seviyorum, yaşamayı
seviyorum. Bunun için hep dikkatle kendi yargılarıma göre
çarelere baş vuruyorum. Yiyor gereği kadar ya da yapıma uyduğu
kadar yiyorum, uyuyorum, yürüyorum, su içiyorum. İlk
gereksinimlerimi bir böceğin, bir hayvanın, bir bitkinin duyarlığı
içinde dengelemeye özeniyorum.
Kafamda oluşan gerekçeler bilimsel değil, hepsi duyumsal. Okuyup
öğrendiklerimle bile çelişik uygulamam. Zamanlama,
pilanlama, hesaplama bende kısa.
Tipik bir anlayışla, hemen hemen her şeyi, yeniden
keşfetmek bir garip
tutkum. Böylece bir şey, bir olgu, bir yargı, benim için
çok yönlü bir sentezle özümsenebilir. Bu da
daima geç kalmayı getirir. En basite indirgersem, yön
bilgisi ve duygusu bile benim için göreceli. Doğruluğu
kanıtlanmış bir olgu her defasında kararsızlığa sürükler
beni. Elimdeki yarım verelerin ışığında, tanrıyı, tanrı fikrini,
yaratılışı, yaratılışın nedenlerini, sınırlı süregenliğini,
kimyasal, fiziksel, biyolojik olayların gerçekte nedenlerini,
doğumu, ölümü uzun uzun sorgularım.
Görüntülü sevgiden yoksun olduğumu bildiğim halde,
salt sevgiyi irdelerim. Sevgiyi severim. Sevenleri severim. Sevgiyi
yine evrensel nedenler içinde yoğunlaştırmak isterim. Aslında
açıklayamadığım özde bir şey var. Ben sevgiyle doluyum, her
nesneyi, her objeyi sonsuz seviyorum. Ama alışılmış
görüntüden yoksun. Vatanı severim, devleti severim,
ülkem için öz emek vermişleri severim, insanlık
için küçük bir hizmet vermiş herkesi severim,
canlı olmayı, bütün canlıları severim. Tekmil doğayı,
kimselerin sevemeyeceği kadar severim. Tanrıyı, varlığından kuşkulu
olmama karşın, severim. Onu sorgulayanları da, inananlar kadar severim.
Sevgiyi, onun uzantısı ve bir endikleyicisi olan aşkı doğuştan beri
delice, mantığı bile kenara iterek severim. Ve derim ki, ben bir divane
aşığım.
Birey olarak onu duymadan, onu düşlemeden, onu
sıradan bir nesneye
yüklemeden bir küçük anım geçmez.
önceleri cinsel dokunmayı amaçlardım, her tür dişiye
ilgi duyardım. Sonraları gerçeklerden ayrılarak kadını, insan
türünden ayrı bir varlık olarak, doğal insan
ihtiyaçlarının sadece göze ve duyguya hoş gelenlerini yapan
ideal ve estetik kurguya götürdüm, öyle görmek
istedim. Onu putlaştırdım. Hala da bu çizgide düşünmek
bana haz verir. Yine bu nedenle kadınlarla aramda kendiliğinden
ekzantirik, geçilmez bir tampon bölge oluşur.
çocukluğumda bilimsel olmayan, duyumsal ve
fakat içten
inandığım konuları çevreme aktardığımda, yahut da yarım bilgimle
düşlerimi anlattığımda, bilgisiz, ukala durumuna düşerdim.
Okul sıralarında derslerim, resim de dahil, hemen hemen hep başarısız
olurlardı. Sınıfları bin zorlukla geçerdim. Kendimi bildim
bileli hafızam, yani belleğim, çok çok zayıftı. Yine
hiçbir konuda birileriyle yarışmaya cesaret edemezdim, etsem de
başarısız olurdum. Böyle bir fikir anatomisine sahip olan ben, bir
gün kendimi lise resim hocası buldum. Yemyeşil, gencecik bir resim
hocası. Şimdi ise emekli, bilgi dağarcığı zengin, sanatı anlayarak
ortaya koymaya çalışan, mesleki bilgisi, genel
kültürü olan, okuduklarını anlayan, durum
değerlendirmesi yapabilen, hemen hemen her dalda önbilgisi ve
yargısı olan, sırasında konuşması ciddiye alınan, söz verebilen ve
sözünü yerine getirebilen, unutması çok az,
pirensiplerine saygılı ve felsefesi olan, yılmadan hep araştıran,
bulgularını sentez eden ve özümseyen, çevre ile ilgili
çağdaş olmaya hep hazır olan bir kişiyim. Geleceğe umutla, aşkla
bakıyor, bir çok eskiyen organlarıma karşın hayatı seven,
ileriye doğru hamle içinde birisiyim.
Pekiyi bu başlangıçtaki anlattığım kişi nasıl
oldu da şu son
betimlediğim yapıya ulaştı??! Şu anda hiç de yabana atılmayacak
bir performansım var.
Bu paragraftan sonra da yorumlayamadığım ara
bölümü
irdelemeye çalışacağım.
E. Aydın
YAŞAMA BİR ANLAM GEREK
Güneş doğuyor, ısıtıyor, ısıtıyor, her şey
cıvıl cıvıl, her şey
açık seçik, ayan beyan. Güneş batıyor, gölgeler
sarıyor çevreyi, herşey soluklaşıyor, rengini yitiriyor, bir giz
doğayı sarıyor, yaşam sakinleşiyor, duruyor sanki. Yerini bir giz ve
mekan tanımayan gölgeler alıyor.
çiçek neden açar ilk sabahla,
neden binbir koku
yayar cinsine özgü, bir düzen bir düzensizlik
içinde. Meyveler neden oluşur tat tat? Bütün
düzensizlikler de bir başka düzen içinde. Karınca gece
gündüz gider gelir, yuvasını doldurur, arı petek hazırlar,
kelebek boşlukta bir benek. Sevgi doğar canlının içine kendine
özgü bir düzen ve düzensizlik içinde.
Her canlı diğer canlılara karşı ve onlara paralel,
onlarla koşullu. Her
canlı diğerlerine bağımlı, kendi bağımsızlığı içinde.
Tilki tavuğu, yılan yumurtayı, aslan geyiği yer ama neslini
tüketemez, dengeyi bozamaz, bozmaz. Ortada bir kararlı denge
vardır bozulmaz. Bu dengeyi kim koruyor, nasıl koruyor? Dağların
içinde sular birikir, damla damla, pırıl pırıl, tertemiz.
Pınarlar kaynaklar oluşur, akar serin söğüt
gölgelerinde. Her canlı nasibini alır, bu sudan kendi
ölçüleri içinde.
Bitki yaprak verir, çiçek verir, koku verir, kendine
özgü, kendine uygun kokular içinde. Dallar
büyür ilahi ölçüye yatkın.
Koyun koyunu, keçi keçiyi, aslan aslanlığını korur.
Duygusal bitkiler kokudan etkilenmez, ondan sebep değişmez, kendi
çokluğu, kendi kuramları içinde. Bütün bu en
özlemleri, bene saygı, ben tutkusu nasıl oturmuştur, nasıl
oluşmuştur kuralsı? Bir erkek bir kadını sever, yaklaşır yaklaşır,
karşılıklı isteğin tavanına kadar. Tavanı kim koymuştur? yaklaşmaktaki
amaç nedir? bu ilahi duygu nereden kaynaklanıyor?
Erkek dişi ister, dişi erkek, hücreden
büyük yapıya
değin, bu isteği, isteğin kurallarını kim koymuştur? Bu birlik
için her canlıda sonsuz özveri, içsel itenek vardır
sonsuz.
Hayvanı ağacı küçümseyerek "akıl ve
mantık bizdedir"
diyorsak, bütün bunlara anlamı biz koymak zorunluluğundayız,
onların içinde oldukları dengeden başlayarak.
Yaşlı dünyamız bizden hoşnut değil. Doğanın
dengesini bozdunuz.
Doğanın doğal yapısını, dağları yol ettiniz, orman varlığını
kemirdiniz, havayı suyu solunamaz, içilemez ettiniz, canlı
türlerini dar hesaplarla kırdınız, sayısını azalttınız, uzaya el
attınız. Nereye sığınmayı düşünüyorsunuz? Evinizde
yangın var. Görmüyor kokusunu da mı almıyorsunuz? Diyor:
Ethem Aydın.
E. Aydın
BIÇAK ÜZERİNDE MUTLULUK
Bu ne çelişkidir yarabbi. Bilirimki sen,
gerekçesiz bir
şey yapmazsın, yaratmazsın.
Canlıyı yaratacaksın, gerekçeler ortaya
koyup, birileri
için birilerini ölmeğe hazırlayacaksın ?
Büyük çelişki, kafamda mantığımda
karşılığını arar hep.
Tohumda bolluk var, bu tamam. Fireler, olasılıklar,
kötü
şanslar düşünülmüş. Artı oranlar, eksi oranlar
için konulmuş.
Genel çizgide evrensel beslenme kurallaştırılmış. Ot fazlasını
otçular, et fazlasını etciller, belli bir
ölçüde yiyecek, yaşamını sürdürecek. Sınır
zorlanmayacak. Keklik çalı dibine yumurtlayacak. Tilki,
çakal, yılan, bütün sürüngenler
türü yok etmeyecek bir olasılıkla yumurtayı yiyecekler,
kuluçka olunacak, piliç ve palazlar büyüyecek.
Ayni yerde, ayni ortamda artmayı koruyarak sürecek. Denge
birilerinin zararına bozulursa, genel önlem, sonucu artı
yönde etkileyecek.
İnsana gelince, devreye bir takım tinsel, mistik, mitolojik, dinsel
ölçüler de girecek. Bunlar da genel kavramlar
içinde tıpkı onlar gibi işlevlerini sürdürecek.
Gelecek toplumlara bir şeyler bırakmak çabası
başlayacak.
Sınırlarda ölünecek, masalarda, bürolarda,
laboratuvarlarda, okul sıralarından pembe günler harcanacak. Belki
15 karın geçmişinden, 20 karın geleceğine bir şeyler
götürme çabası egemen olacak.
Ben yokken benleri yok etme pahasına çalışıp
didineceğim.
Böylece yaşama bir sınır çiziliyor.
Sınırsızlık
içinde mantık herhalde duruma isyan eder, ama genel varoluş
teorisi böyle.
Yaşam sahnesinde canlılar birer figüran. Bu neye böyle? Bu
oyun neden oynanır? Ne amaçlanmış? Daha değişik yarınlar
niçin düşünülmüş? Amaç nedir? Kime ve
kimlere hizmet veriliyor?
Bunu düşüneceğim
düşleyeceğim
bugünü yaşayacağım yarını hazırlayacağım ve
günü gelince bir sebepten çekilip gideceğim.
Yaşam
sürüyor, sürecek de. Ama nasıl ve ne pahasına?
Ay doğdu, güneş battı ve ötesi Ayşe kız
çamura battı
ve ötesi...
E. Aydın, 1Ağustos1987
BAŞLIKSIZ
Akan zamanın, daha ve daha birçok olayın
birlikteliğinde yaşamak
var. Anlık, rastlantısal sulara akıp gitmek varken, yaşamı kıstas
içine almak niye? Belki, aynı ayrıntıları bulamama korkusu....
Bu anı parçalarcasına
bütünü koruma, bir o
kadar da yok etme...
Birşeyler olmalı, olabilmeli....
Dünleri hep yaşarken bir sonrakilere umutla
bakmaya doğru...
E. Aydın , 26Mayıs1998
DOĞANIN
GİZEMİ
çiçeklerin, ağaçların,
yaprakların, taşların,
toprakların, bütün görülür görülmez,
havanın, suyun, ay ışığı, gün ışığı, loşluğun, karanlığın sağlam
bir belleği olduğunu, okunabilirliğini düşündüğün
oldu mu hiç.!
Bütün bu ayrıntı gibi geçiştirdiğim
sözcüklerin en küçük ayrıntısına kadar
kaydedildiği, sonsuz büyüklükte bir depo belleğin
varlığından haberli misin?
Hani günler gelir, rengarenk, benek benek
üzgü mutluluk
kırpıntıları bırakarak geçer gider ya; arkasından bazı geceler
ay olur, o solgun, çağırgan iklimde sevgiler, sevgide
çoğalır ya; sonra mevsimler döner, bahar gelir, yaz gelir,
canlılar çoşar, koşar edimler çoğalır ya; sonra esimler
yerlere düşüp oylumlu oylumlu dalgalanarak gezinir, doğanın
bellek defterinde yerini arar ya; uzamda, zamanlarda,
çıkarılan, konuşulan sesler, çevrede, otta,
ağaçta, yaprakta, taşta yerleşerek gelecekte kendilerinin
okunacağı zamanları bekler ya; hani duvarların kulağı var deriz ya...
Bütün bu görkemli, akıl yetmez olgu
kaynaklar, insanlık
evrimi boyunca, hep okunmuş, kütüklere geçmiş,
geçecektir de.. Adına kısaca ilham dediğimiz; o sanatsal ve
sanal olguları,
düşünür, yazar, ozan, bilgin, şair, ressam, yontucu,
evrensel belleği okumaya çaba verenlerin, tanrısal
özellikleri var ya.
E. Aydın, 26Mayıs1998
BAŞLIĞINI YİTİREN YAZILAR VE
öYLE BİR ŞEY
Bir gün, bir yerde çocuk bir anababa
buluyor ve de
dünyaya geliyor. Bütün canlılarda, böylesine giz
dolu bir başlangıç. Nedenleri, niçinleri, nasılları bir
türlü
açıklığa kavuşamayan....
Artık açık alandaki, görülür,
gözlenir yaşam
başlamıştır.
İsimler, sıfatlar, yüklemler, nüanslar, yorumlar başlar,
yaşam da artık sürmektedir. Ayakta kalmak savaşı verilir, şartlar
ne olursa olsun. Birileri birilerine artık borçludur, sanki
kanunları kendi içinde oluşur, kanunlardan ileri. Beslenecek,
soğuk sıcak ve her türlü tehlikelerden korunacak sınırsız
verilecek.
Genel yapı, kendi özendirici kurallarını
kendisi koymuş, aslında
var olan bu bağıntıyı anlamaya çalıştığımız zaman zorlanıyoruz.
Aslında her şey kendi kuralları içinde, kendi varlığını korumak,
devam ettirmek için çok sarmal bir yapıda
sürüyor, anlasak da anlamasak da sürüyor,
sürecektir.
E. Aydın
BİR PORSİYON YAŞAMIN ANATOMİSİ
İnsan elinde olmayarak dünyaya geliyor, hoş
geldi, sefa geldi. Bu
ziyaret sıradan bir gelişmidir? Amaçladığı, yani doğanın
programladığı ölçüler dışında bir ileri ide var mıdır?
Canlılar yaşamı taparcasına seviyorlar, onun
için yapamayacağı
özveri yok. özveri içinde seviyorlar ve fakat bir
gün ölüyorlar.
Bu dönüşüm bir düzeliğin izlerini taşısa bile,
insan veya canlı yaşamı öz ben olarak özümlemek istiyor.
Ayrıcalıklı yaşam için çaba veriyor. Güzel
gördükleri, elle tuttukları, tadımsadıkları hemen hemen
ayrıcalıklı bir yorumun potasına dökmek özlemindeler.
çeşitlemeler çoğalıyor, görüntüler aynı
olduğu halde tınılar çoğalıyor, ama yine de
ölünüyor.
İnsana değin canlılarda bir farklılaşım izlenemiyor,
bir düzelik
konularını icra ediyor. İnsanda ben duygusu yoğunlaşıyor.
öyleyse ideal bir yaşamın anatomisi nasıl olmalıdır? Nasıl
yaşanmalıdır ki, ilahi ölçütlerin şablonuna
uygun olunsun? çağlar boyu terbiyeciler, felsefeciler,
sanatçılar, bilim adamları konuya hangi gözle bakmışlar?
Dinler, kültürler, bazen katı, bazen de
ılımlı öneri ve
yaptırımları ortaya koymuşlar, az da olsa uyum ve uygulama
sürüp gidiyor. öz beni sorguluyorum, ben nasıl
olmalıyım? çok para,
çok sağlık, çok ilim, çok din, ama bütün
bu istenenlerde ölçüt ne olacak?
Karun gibi zengin, Herkül gibi güçlü kuvvetli,
cinsin en güzeli, en seksisi, en'ler bitmiyor ki... Yalnız tinsel
ve dinsel olmak bir yaşam biçimi olabilir mi? Biraz ondan, biraz
bundan denildiği zaman, farklar farksızlaşıyor. Ağırlık öğesi ne
olmalıdır?
Her şeyin birincil olduğu yerde ikincil hangisidir???
Bir şey mi icat etmek istiyorsunuz, öyleyse
çiçek
yetiştiren bir bahçıvan kadar sabırlı olacaksın, en az.
Yaşamak mı istiyorsun? Yaşam emaresi gösteren
her şeyi dikkatle
izleyeceksin, arıyı tanıyacak, kelebeği o görkemli renk
cümbüşünü, tatlı hareketlerle kanat
çırpışını, süzülüşünü, bir
çiçeğe konuşunu, doyumunu izleyecek, onu en özentili
bir eser gibi seyredeceksin.
Asırlar boyu bir kısım insanlar bu gizleri
incelemişler. Bir kısımları
da, iyi gören, iyi duyanların vereleri ile kelebeği tanımış
sevmişizdir. Burada kelebek küçük bir
örneklemedir.
İlimler ve fenler rasgeleliğe yer vermezler, onu
methetmezler. Buluşlar
ise titiz incelemelerin eseridir.
Bizler yeni nesilleri bu güzel yoldan, sağlam
bulgulardan ayırmaya
çalışıyoruz.
E. Aydın, 30Nisan1992
BAŞLIKSIZ
Yangında kurtulacak eşyalar dizisinde
öncelik tanınan,
canlılıktır. Sonra diğer gereksinimler, sırasıyla
düşünülür.
Böyle gerçekci
bakıldığında,dünyamızın soluk alıyor
olması bizi sevindirmeli. Bir de ay gibi, birçok gezegen gibi
dünyamız da ölmüş soğumuş, ısıtmaz olsaydı; işte bu
beklenmedik büyük bir felaket olurdu. Dahası yaşamın sonu
olurdu.
Jeolojik yapı başlangıçtan beri değişmekte. Bir zamanlar Toros
dağlarının deniz dibinde olduğunu da düşünürsek,
geleceği kestirmek kolaylaşır. Doğal olaylar, fırtınalar, seller,
depremler; dünyamızın hala soluk aldığının vereleridir.
Sevinmemiz, hem de çok çok sevinmemiz, yukarda
belirttiğim durumlardan hep daha iyi olduğu bilinciyle, mutlu olmamıza
bir gerçekci nedendir.
E. Aydın
İLAHİ, HüSEYİN
BÖYLE ANSIZIN ÇEKİLİP
GİTTİN ARAMIZDAN
ACELEN NEYDİ,
TABANSIZ ÇOCUK!
(Editörün notu: Aşağıdaki yazı,
vefat eden bir sınıf arkadaşının ardından yazılmıştır)
Yıl, 1941....
Dünyada savaş rüzgarlarının acımasız
soluğu ensemizde.
ülkemiz dört bir yandan korumasız, silah ve cephanemiz
yetersiz, fenni savaş araçlarımız yok. Dostumuz da yok.
Daha dün kurtuluş savaşından yorgun ve bitkin
çıkmışız.
Yokluk ve kıtlık yurt genelinde egemen!
Ekmek vesikayla.!
Gazi Eğitim Enstitüsünün bal
döksen yalanır temiz
koridorlarında devletimizin bize layık gördüğü lacivert
yün kumaştan elbiselerimizin son provası yapıldı.
Akşamleyin asorti giyinmiş iki Taşeli'li kol kola:
Hüseyin Sevim,
Ethem Aydın. Takım elbise ne güzel yakışmıştı Hüseyin'e.!
Bukleli kıvırcık, bakımlı saçlar, gözlük, dudak
kenarına özenle tutturulmuş sigara, ortanın üzerinde,
hiç kamburu olmayan, kusursuz bir vücut, açık mavi
gömlek, üzerine vişne çürüğü kıravat,
altın sarısı metal iğne, dik duran baş, ala çakır göz, loş
koridor ışıkları altında, yanar döner bir portre. Doğrusu ya, kız
ve erkek bütün ilgileri üstüne çeken bir
pırıltı kaynağı oluşturuyordu.! Herkes sakız çiğniyordu ama
Hüseyin gibi yakıştıramamıştı neme lazım, yiğidin hakkını yiğide
vermek gerek.
Ben O'nun kontrastı gibi kalıyordum. Kamburu, bu yüzden elbisesi
defolu, sigara içmez, gözlüksüz, sol bacağı
nedeniyle tekleyerek yürüyen...
Ertesi sabah bahçedeyiz,
çiçeklerin arasında,
çiçekler.!
Hüseyin bana: Yahu bu ne biçim devlet?
Harp kapıda silahımız yok, cephanemiz
yok, askerin sırtı, postalı yamalı, halkın yediği vesika ekmeği, mısır
koçanı, üretici yok. Ya askerde ya okulda, bizcileyin! İki
resim öğretmeni yetiştirmek için bunca masrafa ne gerek
var! Yediriyor, kaloriferli odalarda yatırıyor, kat kat elbise,
gömlek, çamaşır, ayakkabı veriyor, ders araç ve
gereçlerini boyafırçakağıdına kadar bol bol karşılıyor,
bir türlü anlayamıyorum dedi.
Bu düşünceye ben de katılıyordum sustum.
Radyodan savaş haberlerini her akşam izliyorduk.
Büyük
devletler Türkiye'yi savaşa zorluyorlardı.
Bir süre sonra, üst sınıflardan başlayarak
hemen hemen her
öğrenci eski, evinden köyünden getirdiği kılıklarını
giymeye başladı. Durum okul müdürü Esat Altan'ın
gözünden kaçmamış olacakki "öğrenciler okul
içinde ve dışında lacivert elbiselerini giyecektir, üstelik
dışarı çıkarken kasketsiz öğrenci istemiyorum" buyruğunu
verdi. Yine de direnenlerin olduğunu görünce bölüm
bölüm öğrencileri anfilerde toplayarak konuşmaya
başladı. Sıra Resimİş bölümüne gelmişti.
Hasan Ali Yücel de anfideydi. Söze O başladı. Koca kafalı,
tıknaz, orta boy, çatık gür kaşlar altından ela
gözlerini üzerimizde gezdirirken, köy dokuması, keten
urbasıyla Hüseyin'i gördü ve tok, babacan sesiyle
gürledi: NEEEDEEENNN LACİVERTLERİNİ GİYMİYORSUN?????????...
Hüseyin bayıldı bayılacak. Benzi önce limon sarısına sonra
yeşile doğru kaydı. Saygılı bir eğilimle ayağa kalktı
"Ben bir köylü çocuğuyum. Ailem
fakir. Savaş
çıktı çıkacak. Askerimiz zemheri zürafaası gibi
gaputsuz yamalı elbise ve yamalı postalla gezerken, lacivert yün
takım elbisemden utanıyorum" dedi.!
Bir fırtına öncesi suskunluğunun dayanılmaz
dinginliği amfiyi
sardı. Sonra birden bire bir alkış tufanı...... Başımı kaldırdım, Hasan
Ali Yücel, Esat Altan gözlerini siliyorlar, alkışlıyorlardı
da...
Yücel, yavaş adımlarla kürsüye geldi,
iyice yaslandı,
doluluğu belli oluyordu. Bizleri uzun uzun izledi. Tok ve inanmış
sesiyle: "çünkü büyük Atatürk
öğretmenler yeni nesi sizin eseriniz olacaktır buyruğunu O size
verdi" dedi. Sonra yine yavaş yavaş kürsüden indi,
Hüseyin'e doğru gitti. öptü, sevinç
gözyaşları... alkışlar... alkışlar... alkışlar...
Hüseyin ne acele ettin, çekip gittin
aramızdan...!
Ne olacak.... tabansız çocuk...
E. Aydın, 8Ağustos1997
DüNYAYA GELİNMİŞ BİR KERE
Soluk almak marifet, üzülecek şeyler dizi
dizi. Seç
seç üzül.
Sevinecek şeyler boy boy, belleğin sınırlarına kadar
sevin
sevinebilirsen. Hava güzel, toprak verimli, yeşiller ton ton,
çiçekler, böcekler buram buram iyi örnek,
yarınsız yarın düşüncesiz çalışıyorlar.
İnsanlar bundan farklı değil. Son nefesinde bile mal diyor, mülk
diyor, para diyor. Kürt, Kürtler diyor, Türk,
Türkler diyor. Ermeni bir başka alem. Hepsinin kendine göre
bir mantığı, bir felsefesi var.
O halde dünyaya gelişin amacı nedir?
Niçin akılca, insanca,
insanlık için bir sav üretilemiyor? Yaşam bu kadar tatlı
iken, bir soluk bu kadar muhteremken, her gün binlerce insan
ölüme koşuyor, ölüyor.
James Joyce sanatçı portresini şöyle
çizmiş: "Ey
yaşam, hoş geldin.! Milyonlarca kez gidiyorum karşılamağa, deneyimin
gerçeklerini ve dövmeye ruhumun örsünde, soyumun
yaratılmamış vicdanını"
Ocakta ak kor kolmuş demiri, kendi vicdanımızın
örsünde
dövmek şekillendirmek.! Ne büyük cesaret, ne
büyük sorumluluk.!
Bence yaşayan insan, yaşamın anlamı bu tümcede gizli.
İnsan bunu bilebilse, duyumsaya,
özümseyebilse, yaşam kendi
soyut ve gerçekçi anlamına yüklemine ulaşır. İlk
insan, yeri gördü, göğü gördü,
güneşi tanıdı, her birine anlaşılır deneylere dayalı bir
yüklem getirdi. Ateşi buldu, pişirdi, yenilebilecek nesneleri
denedi. Deneyimler arasındaki farklılıklar ve benzerlikleri anımsadı,
gelecek soylara anımsattı. Milyonlarca sene sonra gelecek soylara bir
iz bıraktı. İzde yürüyenler, tekerleği buldu, buharı tanıdı,
elektriği, sesi, görüntüyü araştırdı, bizlere bazı
kıymetleri kazandırdı. Onlara binlerce teşekkür ve minnet. Bizler
de kendi yolumuzda, kendi düşün gücümüzü
zorlayarak, gelecek insanlık için ortaya yeni ve denenmiş,
doğaya parelel bulguları araştıralım. Yarışın bize özgü
etabını onlara layık bir yüceltide bitirelim. Milyonlarca yıllar
boyu, örsçekiçateş önünde soyumuzun
yüksek güzelliğini ve özelliğini sürdürelim.
İnsan ölür ama insanlık yaşayacaktır. Sonsuza dek.
E. Aydın
EL öPTüRMEK
Bayram gazetesinde, Sayın Melih Cevdet Anday'ın el
öptürmek
diye bir yazısını okudum. 26Temmuz1988 Salı günü.
ölümden korkarız, yaşlanmak ölüme yaklaşım gibi
gelir bir çoğumuza. Halbuki insan her an ölüp, yeniden
dünyaya gelmektedir, farkında değiliz. ünlü Latin ozanı
Lucreties şiirinde: "zaman değiştirir özünü her şeyin,
bir halden bir hale çıkar hep, doğa zorlar her şeyi
başkalaşmaya".
Montaigne de şöyle demiş: İhtiyarlık gelince,
olgun yaş
ölür. Gençlik olgun yaşta biter. çocukluk
gençlikte, ilk yaş çocuklukta, kaldı ki dünkü
gün bugün ölmüştür. Dünkü gün
de bugün ölmüş olacaktır. Bugün de yarın
ölmüş olacaktır.
Görülüyor ki, insan ölümle
hep
içiçedir. Yaşam bir avantür, bir maceradır, bizler
macera severleriz. Rizikosuz bir yaşam, yaşam mıdır sizce? Su
içersiniz ölünebilir, sokağa çıkarsınız,
otobüse binersiniz, merdiven iner, merdiven çıkar
ölebilirsiniz.
Kıymet verdiğiniz bir şeyler yıkılır, ölebilirsiniz, acılardan,
dışardan gelen etkilerle, hastalıklarla binlerce kez ölebiliriz.
Buna değin yaşamak güzel şeydir. Uzun yaşamak, sağlıklı yaşamak,
sevilmek, yeniliklere açık olarak yaşamak.
Hatıralar bizi, yaşlandıkça durağan bölgelere iter, durağan
bölge ise yaşlılığın özlediği ortamdır. Geleceğin
mutluluklarını düşlemek, onlarla iç içe olmak bence
yaşamaktır.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Hinterlant ve debi, bozuk plak gibi deyimini
yansıtır.
İnsan insanda çoğalıyor. Sana yazarsam
yaşıyorum. Shaw insanı,
onu seven ve tanıyan bir arkadaşı yaratır der. Seven, sayan,
yaratanlara şükran!
Büyüklüğün
büyüsü; beyinde ve
düşüncede oluşmasındadır. Genelde urbalar, rütbeler,
hamı olgun göstermeye yardım ederler.
Urbasız, rütbesiz de büyük olanlara Şükran!
Mutluluk adalarına, sıradanlık denizlerinden
gidilir. özdeki
pırıltıların yaydığı kozmik ışınlar, besleyiciliğini
sürdürdükçe, insan ve insanlık
büyüyecektir.
Pırıltılara bin Şükran!
E. Aydın
YAŞAM KAYNAĞI
(SU), HEM DE...
Yaşamın müzveddesi yoktur, hepsi orijinal
olarak yaşanır.
Kaderciler, radikaller günlük sıradan uğraşlar dışında ibadet
edip, tespih çekerek cennet düşlerini
zenginleştirirler. Diğer bir bölümü ise, iş
içinden iş üretir, neden, niçin, varlık nedir, neye
hayattayız gibi sorulara yanıt ararlar. İleneği zayıf olsa bile anlam
arar ve kendilerince bir ilinti bulup inanırlar, bu yarı
bilinçli konumda zamanı küçük dilimlerinde
kollayarak "doğduyaşadıöldü"
üçlüsünün girdabından kurtulmağa,
yaşanmışlığı kanıtlamağa çaba verirler. İncelerler,
araştırırlar, okurlar, yazarlar, sanat yaparlar, dahası
geçmişteki benzerlerinin belleğini taşırlar.
Birincisi bilinçsiz kaderci, ikincisi ise yarı bilinçli
avuntuludur, dahası çalışanlar isimsiz kalmazlar. Bu
yüzdendir ki, asırlar ve asırlar ortaya yaşanmışlığın kanıtlarını
bırakmışlardır.
Nerden geliyoruz, nereye gidiyoruz, yaşamın kendisi
nedir, neye yarar?
sorgulamasına erken başlamamak gerekir. Siz erken başladınız. Aynalar
henüz sizlerle dost. Aynalara rağmen yaşamak, yaşamdan zevk almak
bir felsefe ister, o bir ilenek balantıdır. Yoksa
istenmeyen yokluk
kapıdan gözükür.
Yaşamda bazı değişmezler vardır. Onlardan bir tanesi
yer
çekimidir. Tutunmamızı, ayakta durmamızı, devinmemizi ona
borçluyuz.
Bir ikincisi de sevgidir. Sevmenin dokunmak olduğunu
biz insanlar bir
türlü anlayamadık, dokunmaktan ebencet çekiniriz,
nedeni de ne ise...? Halbuki bu güç toplumu oluşturan
yapıyı sağlamlaştıran gizil güçtür.
öğretiler içimize fena oturmuş,
tortulaşmış. Sevmek
dokunmak ki bireyin yegane varlık nedeni olan, onu
bütünleştiren, sevmeyi dokunmayı dışladığımız için;
Tanrı devreye girip evlilik yasasını getirmiş. Dokunsunlar sevsinler
diye! Gerçi o da çıkarcı, çünkü bu
akılsız insanlar olmasa tanrı yalnızlıktan, konusuzluktan can
sıkıntısına kalırdı. üremeyi hedeflemiş olsa gerek.
Aslında üremek yaşamın ilk koşulu değil, onsuz da mükemmel
yaşanır, bilinçli severek dokunarak. Dahası, objeleri,doğayı
yaratmayı severek.
Sevgiyi bana betimlerken, çok alçak
gönüllü davranmışsın. O hanımların en akıllısı, neyi
nasıl yaratacağını yaratan, bu işi sağ duyusu ile
gerçekleştiren, (aklıyla değil) seçkin bir örnek.
Neyi nasıl yapacağını arar, arar, bulamazsa oturur kendi yaratır.
Sağduyu ve özveri sahibi benzersiz bir kişiliği taşıyor. Bernard
Show derki, insanlar üstün insanlar üzerine:
Dünyada ilerleyen kişiler, kollarını sıvayıp
istedikleri ortamı
arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir.
Ahırda doğmak, at olmayı gerektirmez. Antenlerini istediğin kadar
çoğalt, çok ve değişik yaşanmanın değerli olduğuna dair
sesler alırsın.
Yaptığın resim denemesini çok güzel
buldum, aslından da
güzel, daha değişik fonlarda deneyemez misin?
Lütfen kondoktöre söyle treni biraz
yavaşlatsın.
Sanatçılar için hız zaten hep vardır.
Ama hızlı trende
değil.
E. Aydın, 30Ocak1996
BAŞLIKSIZ
Gün geçtikçe, özlü
düşünmeye
kendimi zorlarken, bir adım daha ileri attığımı sanırken, bilinmeyen
bir noktayı geçmek üzere olduğumu sanırken, birden bire
kendimi boşlukta, özden çok uzaklarda, hiç bir
dayanaktan yoksun hissediyorum.
Her varlık hemen hemen aynı nesnelerin bir başka türevi, bir
kök beraberliği içindeyken, bu denli ayrılık, bu denli
farklılık neden?
Bu çıkmazı bir kenara kor, insanları düşünebildikleri
için öncelikle ele alırsak, evet
düşünüyorlar ama hepsi de kendi doğrularının izinde. Bu
doğrular neden bu kadar çok? Doğrular bu denli sonsuz olunca
genel anlaşma, toplum olma, beraber yaşama, kaderde, kıvançta
birlik nasıl sağlanacak? Canlılar zaten kendiliğinden kendi
içlerinde ve kendi dışlarında bir çıkar
çatışmasını sürdürüyorlar mı? Bu çıkar
çatışması nasıl oluyor da, tüm özü yok edemiyor?
Etoburlar sürekli et, ot oburlar sürekli ot buluyorlar,
yaratılıştan beri bula gelmişler! Kurt, kuzu, keklik, tilki, yılan,
çayan, aslan, kaplan hep varlar. Hem de kendi geleceklerini
koruyarak. Kuşku duyuyorum, acaba bütün bu gerçekler
bilimsel midir?
Eğer bilimsel olsa, bu denli zıtlık nasıl bir arada
ve hep var
olurlardı? Düşüncenin henüz var olmadığı günlerde,
bütün bu oran vardı, kendi iç kuramları içinde
akıl günlerine ulaştı. Akıl neyi değiştirmiş oluyor ki? Belki
kendi iç düzeni, iç ritmi içinde oluşup
geçen sıradanlıklar bizce bir olay kaynağı olarak var sayıldı.
Medeniyet tarihi öyle de olduğunu
düşündürüyor. İnanma gereksinimi, totemler, putlar,
dinler, buna benzer sonsuz var sayımlar. İnsan ruhundaki bitmez
çelişkiyi, belli bir çizgide tutmak için, yine
insanlar eliyle ortaya konulmuş, bir takım tabular, varsayımlar aklı
nasıl bağlamıştır? Hala akıl onun gölgesinde dinleniyor. Yanıtını
bulamadığı nedenler zincirinde, isteseniz de, istemeseniz de Tanrı
inancı karşımızdadır. Hayat zinciri o denli sarmal, o denli karmaşık,
karmaşık ve sarmal giriftlikte olduğu kadar baside indirgenmeye yatkın
anlaşılırlılık ve anlaşılmazlık içinde ki, bir yerde
gördüğünüzü sandığınız, tanıdığınıza tamamen
inandığınız, elinizdeki verelerle kanıtlamaya eğildiğiniz, madde veya
element, biraz ilerde bir başka, bir değişik görev ve işlerlik
içinde karşınıza çıkıyor. Cırcır böceği vardır, siz
ona yaklaşınca, sesinin yönünü, tonunu değiştirir,
yerini bulmanızı imkansız kılar. Evet bir böcek sesi duyuyorsunuz,
tipi tonu belli, ama sesin kaynağı, sesi üreten şu anda nerede?
Kültür tarihi, geçmişin bir takım
deneyimlerini
gelecek nesillere taşıyorlar, bu bir gerçek. Onlara yenilerini
ilave ettiğimiz de bir gerçek ama kalıcılığı, insanın daha mutlu
yaşamasına ne denli katkıda bulunduğu zaman içinde anlaşılacak.
İnsanlık tarihi çok eski, ama insan gençtir.
Aklın insanlarda var oluşundan beri, olumsuz
etkileri de, sayılamayacak
kadar çok olmuştur. Yararları ise birçok bulgunun
henüz tartışmaya açık yönleri vardır.
Yaradılışın bir uzun gelişimle, ortaya koyduğu doğal
yapı, onun
içinde yaşam biçimleri vardır. Bunların her biri, bir ve
binlerce diğerleriyle bağımlı kılınmışlardır. Bağıntıyı herhangi bir
deney için bozmaya yöneldiğimizde, uzak yakın tepkimeler
kendini göstermekte, çoğu zaman da öze dönmek
zorlaşmakta, belki de imkansız olmakta genel denge bozuklukları, genel
ve mutlu olacağını var saydığımız yarınları tehdit etmektedir. Yoksa
dinlerin telkin ettiği gibi, ne yaratılmışsa, o en mükemmeldir,
daha mükemmeli olmaz tezini mi savunacağız?
Bu tezi savunmamız için ortada binlerce neden
var.
Bulduklarımızla öz olan insana hangi mutluluğu getirdik?
Hızlı yaşıyoruz, neye göre hızlı? Zaten insanın algılama hızı
bellidir, bu hızı aşmak mümkün müdür?
Görme olayını örnek olarak alırsak,
biyolojik olarak eşyaya
çarpan ışık ışınlarının yönümüzde uyandırdığı
duyumların her birine renk diyoruz. Bunların yoğunluğu bizde haz veya
tepki uyandırıyor. Bu olay saniyenin belli bir süresinde ve belli
oranda beynimize ulaşıyor, onları algılıyorum ve tepkimeye
geçiyorum. Sonrası için, düşünmek istiyorum.
Bunları yapamazsam ben görmüş olamam. Bu durum
bütün canlılarda, belli sürelerde oluşur,
hızlandırılamaz. Her değişkenin bu varsayım üzerine kurulması
gerekmez mi mutluluk için. ?
Benim hazmetme süremi hesap etmeden bana en
zengin çeşnide
yiyecekleri verseniz neye yarar, neyi değiştirir? Mayalanma olayına bir
süre tanıyor, bir virüsün çoğalma süresini
kabul ediyor, ama insana gelince büyük yanılgıya
düşüyoruz. Veya zaman kazanmak için ister istemez uyum
sağlıyoruz bu çelişkiye.
Futbol sahalarında kullanılan çimlerin, bir
yaşam amacından ne
kadar saptırılmış ve de kabul görmüş olması, yeşilin varoluş
nedenine ters düşmüyor mu? Kentleşme, sanayileşme hep aynı
entegre problemin kısır sonuçlarını getirmiyor mu? öyleyse
düşünceyi egemen kılmak, saygılı olmak, varsayımları tekrar
tekrar elden geçirerek uygulanabiliri bulmak, böylece
doğayı manda girmiş lahana tarlasına çevirmemek olanaksız mıdır?
Akıl için! Dünyada hiç bir şey yoktan var olmaz,
vardan da yok olmaz.
Bireyler önce yaşam savaşı verirler. Bu savaşın çabası
içinde, soyunun devamını da güvenceye almak için
iç şartlanmaya uyarlar, sanki ölümlülük
iradesi öz benlerine yerleşmiş gibi. Cinsellik aslında
küçük bir ayrıntı, gel gör ki, ne kadar ulaşılmaz
bir ayrıntı. Dişi olmak, doğurgan olmak, erkek olmak, etken olmak.
Kendi içinde, kendi sarmalığı, kendi karmaşıklığı, anlaşılırlığı
ve anlaşılmazlığı. Biz insanlara gelince, bu karmaşa, sevi, aşk, sanat
soyutlamalarıyla daha da bir çözülmeze ulaşıyor.
Normal bir yapıda hiç de önemli bir
görev
üstlenmeyen duygular, bütün yapıyı yıkacak veya yapacak
güce ulaşıyorlar. Tek başlarına en büyük neden
olabiliyorlar. İşte altmış senenin bilgi birikimi, üç aşağı
beş yukarı, çağımız insanının sorunlarını ve de
sorumsuzluklarını bu netlikte ortaya koyabiliyor.
E. Aydın, 30Ocak1990
BAŞLIKSIZ
Bir canlı diğer canlıya, belli
ölçülerde
tahammüllü, hatta varlığından memnundur. Kargaşa sınırların
paylaşılmasında ortaya çıkar. Et obur, ot obur ne tür
olursa olsun, bu olaya önem verir. Kendine tanıdığı sınırlar
içinde, egemen olmak ister.
Kedi, köpek, kuş, at, şu, bu hepsi bu olayı
benimser.
Doğanın yapısında da belki bu böyledir. Sınırı
dışında gezinen bir
köpek, başı yerde, kuyruğu inik, bakışları endişeli kararsızdır.
Saldırgan değildir.
İnsan beyni ne harika olaylarla veya olay
malzemesiyle dolu.
Bakıyorsunuz, sıradan bir yapı, hepsi birbirine benzeşiyor.
İhtiyaçları, gereksinimleri de aynı. Ama yansımaya başlayınca,
neler oluyor neler. 29 harften dünyanın, kainatın, kaosun
sınırlarını zorlayan, şiirler, dizeler, fikirler. Doğayı yakından
izlemeye başlayınca, kurallar, kuraklar, uçmak için,
yürümek için, yüzmek ve yüzdürmek
için, yakmak için, yapmak için.
Ben bir ressamım, sıradanlık karekterim, tuval
önüne
oturuyorum, bembeyaz, bomboş, fırçayı boyayı alıyorum, ilk
lekeyi koyuyorum. Bazen doğa, karşınızda bir şema veriyor. Ama her
yerde, her şey iç içe özümlüyor,
seçiyor, beğeninizi ekliyor, beğenmezliğinizi koyuyor,
istemlerinizi, kuramları, kuramları zorluyor, tuvali doldurmaya
giriyorsunuz. Artık poşette bir hayat, hep yeni bir dünya
başlıyor. Benzetiyorsunuz olmuyor, benzetmezseniz olmuyor, olanı
kaldırıyor, olmayanı koyuyor, bir anıtsal dize ortaya koyuyorsunuz.
Yorumluyor, düşlüyor, soyutluyor onları da koyuyorsunuz, her
defasında, sanki önünüzden akan bir ırmaktan, bir tas su
alıyorsunuz, ama hiç bir tas bir önceki tasın
içeriğini taşımaz.
Düşünebildiğin, yapabildiğin her şey bir
iz, geçmişe
ait bir belge. Sıradan malzeme, fırsat verilirse kestane fişeği gibi
boşlukta bin bir nüans, bin bir renk ve tonları içinde,
simetrinin, yörüngenin, renk ve renkler cıvıltısını,
izlenimini anlar içinde sunuyor. Bin bir değişik nüans ve
değişik imkan. İster ki birileri çıkıp bu kestane fişeğini
ateşleye.
Sanıyorum ki ve de umuyorum ki, yaşam bu kestane
fişeklerinin anlık
nüanslarıyla varlığını koruyor, görkemliliğinin sırrını
veriyor. öyleyse eğitim bir bunalım içinde, denenmiş
verelerin tekrarı, onun yaratının zevkine varmamıza mani oluyor. Yaşamı
alalade yapıyor, belki de bundan çocuklarımız iyi okumuyorlar.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Zaman oku giderek artan düzensizlikle
belirlendiği düzende
kaosa doğru giderken, genel bir akışın içerisinde bu hareketin
tersine çevrildiği süreçler, ortamlar vardır.
Termodinamiğin ikinci yasası düzenden
düzensizliğe
geçiş yönü entropi denir. çevresiyle enerji
alış verişinde bulunamayan kapalı sistemlerde entropi'nin sürekli
arttığı görülür.
çevresinden enerji aktarımı yapabilen
sistemler (özellikle
öz çoğalma entropiye ters düşen yaşamın kendisi
böyledir.)
Ağaçlar el uzattı çekingen, dans başlıyor rüzgarın
müziğinde yapraklar gel gel. Beklerim selemın seher zamanı
Ilgıt ılgıt yel ile gönder
E. Aydın
YAŞAM SANAL MIDIR?
İnsan düşüncede "yaşam"ın evrensel bir
amacı olduğunun
duyumundadır. öyleyse, bu amaç nedir? ne olmalıdır?
A Soyun sürdürülmesi
B Görünür olanakların kullanımıyla var olmak
C Gelecek kuşakların daha iyi yaşamaları için birikit
oluşturmak.
Güzel yüz, güzel vücut, tatlı
dil, incelikli derin
anlamlı söz, çiçeklerin rengi; beyaz, sarı, turuncu,
mavi, yeşil, mor ve ötesi. Kokular; gülün renk
katmanlarından yansıyan derin kokusu, yaseminin içten
açık seçik çağırganlığı, karanfilin iç
ürperten aşk benekli, yoğunluklu kokusu, saklamenin renk
ötesi, ışınlar dünyasına çağrısı, menekşenin
gözlerden ırak, sessizliğin içinden gizli, platonik,
utangaç, hanımsı çağrısı, esinin esintide bin bir
yapraktan süzülerek, ince yağmurla arınmış duyumları yer
altından katman katman süzülerek doğaya ulaşan pırıltısı,
kuşların barışık sesleri, gören göze, duyan gönle aşk
çağrısıdır. Yaşam bunlarla güzel, bunlarla
görkemlidir.
Balonlarım vardır, üzerinde çiçek
isimleri. Yaşama
yaşam katan dünyalar güzeli hanımların ak soluklarıyla
şişirilmiş.
Konuşurum onlarla sevgi ve aşk üzre. Uzun uyku yüklü
gecelerde.
E. Aydın
UYGARLIĞIN öLüMü
Uygarlığın yazgısı, teknolojinin, varsayımlarına, yanılgılarına
endeksli oldukça, düşünce bir ütopya bir
rüya olmaktan kurtulamaz.
E. Aydın
BEN HEP MUTLULUĞA AĞLARIM
Şu gezegende hepimiz birer konuk olarak bulunuyoruz. "Gelip yaşayıp
gidenler gibi, bizler de gideceğiz" düşüncesini ve
gerçeğini hep dışlıyorum. Bu, yaşama sanki savaş hissi
veriyorrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr.
E. Aydın, 24.Kasım.1998
DOĞUŞ ve YOK OLUŞ
(*) yaşam bu kadar gerçek ve yok(*) çaba gerekmezdi.
Doğan yok da olacaktı.
Düşünce, bu tek yönlü denklemin fantezi oyun ve
oyuncakları, süsleri (*).
Oyun başladı. (*) fazla oynuyordu. Gerçek unutulmuştu.
Kazanmak ve kaybetme uğruna yaşanıyordu. Sonsuz değildi. Böylece
gerçeği(*)
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
İyisi bir kötüsü bir. Büyük
küçük hepisi bir. Evlerinin tapusu bir bu
dünyanın, bu dünyanın acıları....., koyunları kuzusuzdur o
dünyanın.... Karşıki dağlarda, karlı dağ olsa, çevre yanı
mor sümbüllü bağ olsa, ağa olsa, paşa olsa, bey olsa,
yakasız gömleğe sarılır bir gün. çoban ölür,
sürü kalmaz dağılır, sarı inek sağ oldukça sağılır.
Baranalarda, kavaklarda, karaağaçlarda,
pelitlerde, tilki
kuyruğu salkımların oluşturduğu hevenklerde, incecikten yağan yağmurun,
gezinen saydam damlalarıyla kehribar bir gerdanlık gibi, gel gel eder.
E. Aydın
UZAM VE ZAMAN
Zaman, birbirlerinin yerini alarak
zincirlendiklerinde sonsuz
süre, ışık hızına yakın akan, belkide bir enerji
türüdür. Bazen hızlı, bazen yavaş, bazen de durağan ve
görecelidir.
Uzam ise soyumuzun geçmiş belleğidir,
yaşanmışlıkla ilgilidir.
Değişmezlerin ışığında, ruhsal, psikolojik, dinsel değerleri,
geçmişin belleğiyle de buluşturarak, kartografimizin taslağını;
varlığın ve yaşanmışlığın her tür olaylarıyla, yani doğumlar,
ölümler, aşklar, savaşlar, umutlar, mutsuzluklar, imgeler,
simgelerle anımsayabildiğimiz, geçmişin kıvrıntılarında
yakalayabildiğimiz ve bulanık olsa da tanımlayabildiğimiz ve
yorumlayabildiğimiz, ayrıca geçmişin belleğinden, anonim olmuş
türküler, şarkılar, özdeyişler, atasözleri, anıtsal
ürünler, öykülerle süslediğimiz uzam bir film
şeridi gibi geriye doğru soluklaşarak sonsuz tınılar uğultu halinde
akar gider..
E. Aydın, 28Haziran2000
BİR
Bir, birler sonsuza değin bir kalırlar. Ama biri çoğaltan
ikidir. Hem çoğaltır hem sulandırır. Artık binlerin yolu
açılmış, bir o görkemli yerini terk etmiştir. Renkler
biter, sayılar başlar. Kemiyet keyfiyete dönüşür.
Kargaşa başlar.
E. Aydın
ZAMANI KULLANMAK
Canlı belli bir süre için dünyaya
geliyor. Akarsu gibi
her an ayrı ayrı yaşanıyor ve geçiyor. Yenileri, yenileri....
Tren katarı yürüyor, yolcular sanki
telaşta. İnen, binen...
ama yürünüyor. Sürezaman kendi katılığı
içinde. Sessiz ve kararlı yürüyor. Her geçen an
bantta bir iz bırakır. Yaşanan an, gelecek zaman onların üzerine
yazılır. İlerde, çok ilerde bandınızı dinlemeğe kalkarsanız,
yıllardan kalan tortulaşmış ama yine de anlamlı izler bulursunuz.
Anılar, anılara yol vermiyor. Anılar fuluğ. Eğer onları netleyen
günü durdurup tekrar başlatan bir aygıt bulunsaydı bilmem
mutlu olur muyduk?
Kar izleri örtmüş, acıtatlı hatırlara.
Gününde
kabir azabına benzeyen hatıralar, unutulan hatıralar. Yaşamak,
unuttukça bir anlam getiriyor. Bencil yorumlar, karanlık
kavramları, sevimli ve kabullenilir yapıyor. İstediğin oranda sınırlar
çizmeğe, sınırları daraltmağa, genişletmeğe, istenmeyeni sevmeğe
gerekçe ve mantık getiriyor. Objektif, eski çarpık
objelere yaklaşmıyor. Bir yerde kişiyi ve kişiliği korumuş oluyor.
"Bütün bu olanlar oldu mu?" diyorsunuz.
"Olacak ne kaldı ?"
demiyorsunuz. Bir ince kök, yaşama umut vermeğe yetiyor. O incecik
umut, bir koca ağacı canlı yapmağa yetiyor. Mademki yaşıyor,
gövdeye bir canlılık, çürümeğe karşı bir koruma
getiriyor. çoğu zaman bu umut, yaşamın bütün
ağırlıklarına, fırtına, fırtına, hastalık, beslenme yetersizliğine
direniyor, normal şartlardaki süre, zamanı bile solluyor. Yaşam
süreci içinde, geleceğe pırıltılar öz belgeler
sunuyor.
Ben de buna bir örnek değil miyim?
Zayıf, nahif, sağlıksız, hastalıklı, yaşamışlıkla,
ölmüşlüğü fark edilmeyecek kadar renksiz.
öğrenme gücü yok. Yorgun bir çocuk
düşününüz. O çocuk, yaşayacak,
büyüyecek, öğretmen olacak, yüksek öğrenimini
bile yapacak, lisede resim öğretmeni olacak. öğrenecek,
öğretecek, sayacak, saygın olacak. Sonunda 30 yıl görev
yapacak, emekli olacak, ve de mesleğinde çalışkan,
öğrenmeğe açık, hep kendini yenilemek özelliğiyle
seçkin olacak. Bu hangi pedagojik, psikolojik, sosyolojik kurama
uyar.!
Ben her müspet verelerin, dışlayacağı bir
yapıya sahibim. Ama
bakınız varım ve varlığımla öğünüyorum. Sağlığım Allah'a
çok şükür yerinde. Varlığım düzey altı değil.
Sanatım kendi içinde kendine özgü. Bağıntılı,
düşünsel okuyorum, okuduğumu anlıyor,
düşünebiliyor, dahası bu çelişik fikirler
üzerinde öz yargımı yazabiliyorum. Hayat
görüşümü yadsımadan dinliyorlar. çocuklarım
çağdaş mutluluğun kollarında. Biri diş doktoru, biri makine
mühendisi, işlerinde çalışıp gidiyorlar.
Yaşam kavramı o kadar çelişkilerle dolu ki, hiç bir
oluşum mükemmel, kusursuz olmamıştır, böylece, olmayacak da
denebilir.
Eğer en mükemmel, en kusursuza ulaşabilseydi medeniyet süreci
dururdu. Her zaman kurallar, varsayımlar sonucu faydalıya, kullanıma
yatkına ulaşılamıyor.
İşte yine dönüp dolaşıp, eğitim sorununa,
beslenme sorununa,
yaşam biçimine gelindi. O biçim, organize olduğu zaman,
belki bir hedefe varılmış gibi görülür. Aslında
hedeften çok uzaklaştığımız bir gerçektir. Zaman ırmağı
üzerinde düzenli bir trafik isteniyorsa, bir iş birimi
içinde işiyle özdeşleşmiş, kendini başarısının bir
parçası saymış, belkide zamanı durdururcasına hoyratça
kullanan bireyleri bu trafiğe sokamazsınız. çünkü
bütün başarılar, belkide bir hiç uğruna emeğini,
zamanını verebilenler sayesinde oluşur. (Bir şey mi icat etmek
istiyorsun, öyleyse çiçek yetiştiren bir
bahçıvan kadar sabırlı olacaksın En az). Kreasyon dediğimiz
olay, yoğunlaşmadır. Bir objenin düşünülmesi,
üzerinde odaklanma, birçok zaman yitirici araştırmaları
gerektirir. Bir Kant'ı, bir Edison'u, bir Anştayn'ı, bir
Küri'leri, Mikelanj'ları, Karacaoğlanları
düşününüz. Zamanı nasıl kullanmışlardı bakınız.
E. Aydın
BİR GüNüN İKİ
TüRLü YORUMU
Akılcı günce: İnsan vücudu, evingen ve
devingenliğe
programlanmıştır. Böylece bütün kaslar hareket eder.
Hücreler yenilenmek gereksinimi duyarlar. Nasıl bir şehir trafiği
durağanlıkla aksarsa, sıkışırsa insan vücudu da, genel dolaşımında
hareketliliği ister.
Seçilen yaşam biçimi gereği,
hareketler topluluğunda bir
tek düzelik oluşursa, hücreler topluluğu içsel
devinimlerinde yavaşlar veya dururlar, tembelleşirler. Aldıkları
rutin enerjiyi sarf edemezler, gereksiz birikimlere yönelirler.
Doğal olarak, ilerde gerekeceği anlamında yağ birikimi başlar. Kaslar
durağanlığa geçer, kemikler yeni üretimi azaltırlar.
Sonuç olarak bütün vücutta iç sarhoşluk
gözlenir olur, ruhi gevşemeler adım adım artar. İşte bundan neden
günün bir bölümünde yine rutin olmak koşuluyla
vücudu evindirmek ve devindirmek gerekir. Uzun sabah
yürüyüşleri bunun ilk ve en uygun gereğidir. Her yaşta
uygulanabilirliği de avantajdır.
Yine bundan neden sabahın ilk saatlerinde,
açık hava da bazen 5,
bazen de 78 km yürüdüm.
Duyumsal yönüne gelince: Her sabah
önemli bir işiniz
olduğu gerekçesiyle yatağınızdan kalkar, gezi yolunuzu
düşleyerek giyinir, yola çıkarsınız. İlk olarak serin bir
havayı solur, mevsimlere uygun giyiminizle adımlarınızı akort eder,
sokakların suskunluğuna karışırsınız, kaldırım taşları, ağaçlar
size "günaydın" derler. Dallar, yapraklar gülümser, esin
yavaş yavaş sizi okşar, kuşlar telaşlı ve seveğen uçuşurlar,
cıvıltıları, yem aramak için birbirleriyle itişip kalkışmaları,
bir yandan da sizi gözlemeleri, arp bülbüllerinin
melodik seslenişleri, sizin ıslıkla tekrarınız. İşte size bir
candan arkadaş, daha yakın dala konarak, melodiyi değiştirip,
öterek, yol boyu sizi izleyerek, ilgi alanınızı genişletirler.
Irmak kenarındasınız, güneş doğmak üzere, sabahın serin sisi
yer yer dağılıyor, uzak bulutlar güneşin önündeler
şimdi, gök, bir renk cümbüşü, maviler, açık
maviler, turuncular kırmızılara kayarken, mavilerin üzerinden
geçer, saydam viyoleleri ve morları beslerler. Uzak selvi ve
kavak ağaçları arasından sızan bir güneş, bir an
için sularda kümelenir ve oynaşır, sallanır ve gider,
yürüyorsunuz, ama sizi ayaklarınız vücudunuz sadece
taşıyor, içiniz bir orada bir burada, bir siyah poşet ne
güzel de bir hayvan taklidi yaparak size doğru koşuyor,
ürperiyorsunuz.
Bir adam traktör lastiğinden yaptığı bir botla
ırmakta ağını
seriyor, ırmak balıkları durumu uzaktan ilgiyle gözetiyor.
Kimileri zaman zaman sudan fırlayarak umut dağıtıyor. Ağ toplanıyor,
çocukların ilk nafakası bir kaç balıkla oluşuyor.
Az ama gün daha uzun, morarmış eller, ayaklarda umut bitmez.
Demiryolu köprüsünü geçtiniz, banliyö
trenide işte geçiyor, bir çekici, kırk vagon,
kompartumanlarda bir kaç sarılı baş. Karayolu
köprüsü altındasınız, mevsim kış ama bir kaç
pembe çiçek, doğadaki görkemin ilk
savaşçıları, direniyorlar, Mimar parkı girişindesiniz, yeşil
başlıyor, çimler seyrek ve yalbırtılı, belediyemiz belki yirmi
yaşında olan hurka ağaçlarını çaktırmadan buraya taşımış
ve dikmiş, hayret hiç de gövdeyle kökler arasında bir
sorun yok, yaşıyorlar.
Herhalde bu moral bağlamda bir olay. Yaşlı ardıçlar, selviler
epeyce şaşırmış gözüküyorlar, eğri dikilişleri onların
şiiriyetini etkilemiş, doğrulmaya kararlılar ama zor olacak..
Alman barajındasınız, Toros'lardan kopan kar suları,
dört
gözden çağlayarak ırmak yatağını dolduruyorlar, fışkıran
beyaz dantel örgüler arasında, güneş de kendi olgusu ile
sahnede ebemkuşağı. Regülatör köprüsü
üzerinde bir yazı "geçiş tehlikeli ve yasak", yayalar,
bisikletliler, motosikletler gelip geçiyor, bekçi bezgin.
İkinci yazı, "elektrik görülmez". Geçiyorsunuz, Ceyhan
ovasına akan kanalın kenarındaki yolu izliyorsunuz, iri yüksek
çam ve okalüptüs ağaçları koyu gölgeli
dingin. Okalüptüs ağaçları ne kadar da Adanalıya
benzer, dalları sarkık, yorgun ve bezgin, ama güçlü.
Esintili havaları ağaçlar da seviyor,
öylesine oylumlu,
yumşak hareketlerle, bir bale yapar gibi birbirlerine sokuluyor,
duyulmaz bir figürle ulaşabildiklerince birbirlerine sokuluyor,
yapraklarıyla dokunuyor ve ayrı bir dönüşler konumlarına
geliyorlar. Onlar da "dokunmanın sevmek olduğunu biliyorlar".
Bugün semt pazarı var, tezgahlar yeni yeni kuruluyor,
gölgelikler terekler hazırlanıyor, bitmez bir coşku var insanın
yüzünde. Ertesi gün Kanal, sonra Cemalpaşa, Vali yolu,
Kurtuluş mahallesi... Bir hafta boyu tezgah kurmak, bozmak, tekrar
kurmak bıkmadan tekrarlamak! Namuslu para kazanmak zor be dostum zor!
Ama her zaman ve zamanlar içinde alın teri saygındır,
güzeldir, muhteremdir.
Eski Ziraat okulu karşısındayız, öğrenciler ve
vatandaşlar dolmuş
bekliyorlar, o, onların haftanın yedi günü çektikleri
ezgileri ve zevkleridir. Yaşamak bu değil midir?
Artık taşıt trafiği sıklaşıyor. Ebeş karayoluna
geldik. Karayolu
köprüsünün koltuğundan parkın yanından, Seyhan'ın
kenarına iniyorum bir patikadan, bir vatandaş ayaklarını
çemlemiş, yarı yarıya suya girmiş oltasını atmış kısmetini
bekliyor, selamlaşıyoruz, gülüşüyoruz. O, bana bu saatte
burada ne arıyorsun, ben ona, hasta olacaksın, değer mi? diyordum.
Demir köprünün sol ayağından
üzerine çıktım,
karşımda kocaman kızarmış bir fırın ekmeği gibi güneşi buldum.
Bisiklet barikatlarını geçerek rayların yanından çakıl
dolgusu üzerinden, lokomotif tamir atelyesi özel otomobil
şeritlerini yaparak petrole ulaştım.
Oto gürültülerinden, eksoz
gazlarından korunmak
için bir ara yolu seçtim, zakkum çiçekleri
hala gülümsüyor ve var olmanın zor çabasını
veriyorlardı. Bildik turunç ağaçları, kaldırımlar, işte
bizim sokak ve Aydın Sanatevi. Günün başlangıcındayız,
kitaplar, yazılar, yarım kalmış resimler, beklenen dostlar.
E. Aydın, 6Aralık1995
GüNAYDIN SAVAŞLARI
Birkaç zamandan beri, bazı yörelerimizde
sportif sabah
yürüyüşü yapılır oldu. Her geçen gün
katılım daha da artıyor.
Her gün ben de, iki saat kadar yürüyorum. çok da
güzel ve iyi oluyor. Adana belediyesi, ırmak boyunda trafikten
arınmış, ağaçları ve yeşilliği bol bir yerde
yürüyüş parkuru düzenlemiş.
Sabahın çok erken saatlerinde yollara
dökülen
kalabalık ırmak yönüne yönelince, sevimli bir
görünüm de sergileniyor. Temiz spor giysili, rengarenk
eşofmanlı, ağızları, yüzleri mevsime göre sarılmış,
kadınerkek, çocuk. Kimi koşar, kimi hızlı yürür,
kimileride benim gibi orta karar gider gelirler.
Yürüyüşlere ilk başladığım
günlerde, bazı
gurupların karşı karşıya geldiklerinde "Selamünaleyküm"
dediklerini, karşıda gelenlerin de "Esselamünaleyküm"
yanıtını verdiklerini duydum. Günlerce uzun uzun
düşündüm. Kanımca ortada bir terslik vardı.
Biz yetmiş yıl, bunlara "günaydın" demeyi öğretmiş
olmalıydık. Bu saatte, sade vatandaş yatağında dünün
yorgunluğu ile uyur, dindar ise sabah namazına gitmeyi yeğler.
öyleyse geride kalan seçenek, bu kesim "entel" kesimidir
ki, kendilerine "varlık nedir?", "neden yaşıyoruz?", "insanın, canlının
değeri nedir?", yaşam neden kıymetlidir?" gibi soruları sormuş ve
kendilerince bir yanıt almış olmalılar.
Ertesi sabahların birisinde, karşı gurubun selam
mesafesine girmek
üzereyken, fazlaca yüksek bir sesle, "esenliğe günaydın"
diye bağırdım. Bu beklenmedik bir ünlem, yavaş da olsa
günaydın basınçlı, aleykümselam karması yankı getirdi.
Akşam, saatimi iyi ayarladım, tam beşe kurdum, ertesi gün tam
zamanında yürüyüş alanında yürüyüşe
başladım. Tanısam da, tanımasam da herkese "günaydın" dedim. Onlar
"esenliğe günaydın" diye cevap verdiler.
Kısa ve çapraz bir deneyle randımanın
yüzde doksan beşe
vardığı, mutluluktan uçtuğum bir sabah orman içinde
üçlü bir gurup "ah şu selamını bir değiştirsen"
dediler. "Selamünaleyküm Allah kelamıdır" dediler. Yanıtım
"Selamınızı siz değiştirin, Cumhuriyet çocukları" oldu. Diğer
günlerden bir gün, karşıma topluca geldiler, avukat olduğunu
sandığım, bir kişi ince nezaketiyle, saygılı bir sesle, "Beyefendi ah
şu selamınızı bir değiştirseniz" dedi. Yanıtım "Tanrının
Türkçe bilmediğini size kim öğretti" oldu.
Mücadele sürüyor. Sonunda "AKIL" galip gelecektir.
Atatürkçü düşüncelerde
ilkeler, edime
dönebildiği sürece, "Bir ağaç diken, faydasız
yaşamamıştır" inancındayız.
E. Aydın, İçel Sanat
Kulübü dergisi, Ocak 1996
üzerime gelmeyin çocuklar!!.
Deli olmak işten değil
Karanlık nur oldu bana
Hayal gerçek oldu bana
Felek çelik ben bir çomak
Deli olmak işten değil.
Aza nereye gidiyorsunuz demişler çoğun yanına demiş. Bu kadarı
da olmaz ki, böyle de yapılmaz ki..
Mektuplar yağıyor ardı arkası kesilmez. Ethem Aydın deyesi:
"ulanerkekseniz, bir bir gelin..!!."
Size bugün gelen bir mektubu yolluyorum. çokların
içinden seçtim. Suçlu ayağa kalk diye
ünleyesim geliyor. Sen çıkıyorsun karşıma...
Bir şey değil, bir ağlama krizim tuttu. Her mektuba mutluluk göz
yaşları döküyorum. 24Kasım2000 de Yunus'la yan
yana..güler misin ağlar mısın.? çocuklar benimle fazla
oynamayın mismil değilim. Bir de size kanacak olsam, tanrının başına
gelen olur. Bir gün peygamberler toplanmış, bir ırmak kenarında
balık avlıyorlarmış. Peygamberler koca koca balık çekiyorlarken
bir de bakmışlar ki, ırmağın çavlak deli akan bir yerinde tanrı
da balık avlıyor ama hiç çekemiyor. Peygamberler
utanmışlar birimiz gidip, akıntıda balık olmaz, biraz yukarı veya
aşağıya olta atarsan iyi olur demişler. Tanrı da öyle yapmış.
Biraz aşağıya gelip oltasını atar atmaz koca bir balık tutmuş ve
"alllah alllah" diye bağırmış.
Deli çocuklar hepinizi seviyor, sizlerle
övünüyorum...
E. Aydın
KARADENİZ üZERİNE BENDE OLUŞAN
YENİ BİR SöYLENCE MODELİ
John Gray, diyor ki Erkekler Mars'tan, kadınla
Venüs'ten...
Ben bunu elli senedir biliyorum da
söyleyemiyorum, deli derler
diye!..
Tümceyi biraz değiştirerek diyeceğim; Karadenizliler kesin kez
uzaylı.. Dünyamıza yeni bir şekil vermek için gelmişler.
Biz zavallı abdal dünyalılar bunun farkında bile olmamışız.
Seçtikleri yerleşim alanı, kımıl kımıl, denizi dingin, engin ve
yalpalı, ta uzakta gibi görülen bir siyah bulutla, ne kadar
tansık fırtınalar koparabilir!.. Havası sessiz ve havalı...
Yöresel konumu ve iklimi üzerine denecek söz pek
çok ama ben hanımlarını anlatmaya çalışacağım,
becerebildiğimce.
Onlar güzel mi güzel doğuyorlar. Deniz gözlü ve
huylu, güneş sarısı kadar sanal, oyunları gibi hareketten öte
hareketli, insandan insan, kadından kadın. Bilimselliği hep ters
kurguyla tepe takla eden ince zeka, tez buluşlarıyla belirgin
karakterde.
Onların yanılgıları biz dünyalıların doğrusu. Aşklar, sevgiler
Karadeniz kadınında bir başka çelişik ama gerçek bir rota
izler.
Dünyalılarda, kızgınlıklar, kırgınlıklar; bir ömür boyu
yaşatılmak, yüreklerde tortulaştırılmak, kişiyi için
için kemirerek öldürmek veya mutsuz etmek için
kullanılırken, bu, yıkım gücü çok çok
yüksek olan yetiyi, anında görüntü; kavga,
gürültü, patırtı, gerekirse sopa, bıçak, tabanca
kullanarak derhal yok ederler.
Arkasından bir Karadeniz güneşi doğar ki, pırıl
pırıl, sıcacık,
ılıman ve besleyici! Kitaplar, ideali eğitim kitapları, acaba bunu
görüp neden yazmazlar???? Daha da bir insan olmak
için!..
Benim büyük eksiğim, belki de aynı bazda
özelliğim, hep
ayrıntılarda gezerim. çabukçabuktan, hızlıdan, hızlı
yapılan her işten nefret ederim. Yoğun düşüncenin, emeğin
özüne işlememiş hiçbir üretim beni hoşnut etmez.
Bundan neden, hep çağ dışıyımdır.
çocukluktan böyleydim. Zor yol aldım. Belki de az mesafe
kat ettim ama kendimi o kadar dolmuş duyumsuyorum ki, bana görece,
böyle olmak, içimdeki çocuğu doyuruyor. Kafam motor
gibi çalışıyor. Günde gezindiğim kadar, dünde ve
yarında da rahat geziniyorum. Karadenizli değilim ama, uzayın bir
kesitinden olduğumu sezinliyorum.
Benim çağdaşlarım, bulmak için hep
koşarlarken, yavaş
adımlarla, mümkün olduğunca yavaş adımlarla,
yürüyorum. Onlardan daha çok şeyler görür,
daha çok şey duyar, duyumsarım. Dahası, onlardan göreceli
anlamda daha çok yaşarım.
Sözü bağlarken, bir Karadenizli hanımın
son verelerini de
yazacağım. Yolum Mengen'e düşünce, yolumun ilk etabında sen,
bir sevdiğim, saydığım kişi vardı. İçimden seni anmak geldi,
aradım. Aman efendim, bu sevgi ahhh.. Bir bülbül şakıdı,
şakıdı, mantık parabolumu allak bullak etti. Sevgi yağmuru seller gibi,
üzerime üzerime ! Sevgiden bir ömür yoksun kalmış
birisi olarak, sırılsıklam ıslandım. Bir de otogara gelmeyi, basite
indirgemez mi! Dünyalar tatlısı bir hanımefendiden, bu
içten gönüllüğü duyunca, sevgi yağmurundan
kaçayım derken, nice nice yalanların şemsiyesine sığındım. Bu
besleyici nem bana, yollar boyu yetmişti.
Bolu öğretmen Evi ve Otelcilik Okulu'ndaki
bahçe ve
hizmetler güzelliğini de görünce, içimden,
paylaşmak, bir kıymet bilenle paylaşmak, geldi. ödüllendirmek
ve ödüllenmek istedim. Telefon ettim. Siz de havaya baktınız,
aniden gelen çağrıya baktınız, münasip bir de yalan
buldunuz.
Gelmediniz. İmgeler sıcaklığını yitirdi. O akşam
dönüşe
geçtim.
E. Aydın, 22Eylül1996
SİVRİSİNEK VE YAZARLAR, çİZERLER.
Akşamdan sabaha, gazeteler ülke çaplı ve
dünya
genelinde haberlerle dolar taşar. Eğrisi, doğrusu, taraflısı,
tarafsızı. Göz nuru alın teri. Görünüşte kurulu
düzen, hep duyarsız, bildiğini okumaya devam eder. Acaba bu kadar
emekle, incelemelerle, yazmanın anlamı ne ola.!
Yetke sahipleri acaba uyanırlar, yanlıştan
dönerler mi?
Sivri sinek kan emer, bazı kalın, bazı ince
kemanıyla, bütün
gece kulağımda öter durur.
Kan emecekse, uyuyanın kulağında bütün
gece ötmesi neye?
Sivri sinek, kandaki demire ancak uyanıkken
ulaşabilir.
E. Aydın
HAYVANLAR AKILLI MI?
(Editörün
notu: Bu köpek, sahibini şehirlerarası
karayolunda kaybeden yaşlı bir teriyer'dir. Oturduğum apartman komşum
yolda başıboş bulduğu bu köpeği apartmana getirmişti. Babama
alışmıştı. Aydın sanat evine sık sık babamın ziyaretine giderdi.
Fotoğrafı kitabın sonundadır.)
Bir köpek tanıdım, adı Zeytin. Adını
biliyor, çağırınca
anlıyor, ancak çağıran kişinin kimliğine göre, yakınlığına
göre tavır alıyor. Tanımadığı bir yakınlığa ilgisiz kalıyor. Bazen
de sert tepki veriyor. çocukları seviyor, kendisine sataşma
varsa yine karşılık veriyor. Sataşmaya tepki büyükler
içinde geçerlidir. Tanışıklığı hemen olmuyor.
Rengi siyah ve bol tüylü, asabi
mizaçlı değil,
çevreyle ilgisi tamamen kendine özgü. Genelde yerlerde
bir şeyler koklar, bulduğu her şeyi yemez, sadece ilgilenir.
Sakindir, uzun süre rahat bir yerde uyumayı
sever, açlık
bile onun bu durumunu değiştirmez. Verilirse yer, beğeneceği bir şey
olmazsa yine yemez. Hiç bir zaman sofrayı taciz etmez, kendine
verilinceye kadar uyuyarak bekler. Sevilmeyi, okşanmayı istiyor.
Okşandığı zaman kahverengi gözleriyle sanki, oda sizi okşuyor veya
mutluluğunu anlatmak için aşırıya kaçmayan, rahatsız
etmeyen serzenişlerde bulunuyor.
İnsan kadar, (bazen onu da geçen) bir
inceliği var.
Gençliğinde iyi bir ailenin içinde çok iyi
eğitilmiş. Hiç bir zaman, bir köpek olduğunu unutmaz,
alıngandır, onurludur, istenmediği zamanlarda hemen ortalığı terk eder,
geri dönmekte ısrar edip, ağlayıp, sızlanmaz. Daima ikinci,
üçüncü seçenek bulma yetisi vardır. İnsan
tiplerinden, zararlı, tehlikeyi ayırır, çöp toplayanlara,
dilencilere, boyacılara karşı hep tetiktedir. Kılığı, kıyafeti uygunsuz
olanlara tavır kor. Sahibince istenmeyen hareketleri zamanında terk
eder ve bir daha unutmaz.
Köpek olarak bir takım görevler
üstlenmek ister,
verilmezse kendince önemli olan davranışları yapar. Uzaktan gelen
köpek seslerine yanıt verir, gerekirse gidip bir şeyler yapmaya
davranır ama saldırgan, kavgacı değildir. Sulh sever, ne yapar ne eder
uzlaşır. Zaman zaman kendinden güçlü köpek
guruplarıyla raslaşırsa, onların sığamayacağı bir boşluk seçer,
bekler. Genelde kısa bir süre sonra nasıl olduğunu bilmem anlaşır,
koklaşırlar.
Şayet uzaktan bir kavga başlatılmışsa, gurubun
içinde
öncü olanı bekler, gözü de kestiyse acı bir hamle
yaparak yıldırır, homurdanarak yoluna devam eder. Eşliğinde gittiği, ki
saydığı kişi, her hangi bir saldırıya uğrarsa; canla başla, önce
yıldırma caydırma savaşına girer; zor durumu önler.
çişini sınırsız kontrol eder, hiç bir
şekilde bulunduğu
çevreyi kirletmez. Gezinen tanıdıkla beraber olmakta bir
güvence bulur ama ara komutları dinlemez, gel denilince gelmez,
eskiden bunu da bildiği gerçek.
Bir kaç kere önemli trafik kazası
geçirmesi, derin
yaralar almasına karşın; otomobilin araç olduğunu, onu bir
insanın kullandığını bilir ve şoförlerin vicdanına sığınır. Hasta
köpeklerle koklaşmaz, yaklaşmaz. Kaniş tipinde ama ondan
büyük, görüntüsü ilginç ve
yalındır. Hırsız değildir, bir şeyi bir yerden katiyen aşırmaz.
çok acıktığında kuyruğunu sallayarak, sokularak halini ima eder.
Sonuç; çevreye, insanlardan daha
çok uyumlu ve
durum değerlendirmesi, onlardan gerçekcidir...
E. Aydın, 5mayıs1998
HAYVAN KARDEŞİMİZLE BİR SöYLEŞİ
Nereden bakılırsa bakılsın, sizleri taktir etmemek
elde değil.
Sizler yaşayabileceğiniz şartlar altında
dünyaya gelirsiniz, doğa
kurallarını çok iyi bilirsiniz, ona uyum sağlarsınız, uyumu
sağlayamayanlar ölümü yeğlerler.
Kendi çokluğunuz içinde, yerinizi
bilirsiniz, gereğine
göre davranırsınız, gereksiniminiz kadar yersiniz, yarın, daha
ileri günler için kaygı çekmezsiniz. Yaşam
çizginizde prensipleriniz vardır. Hemcinslerinize karşı sonsuz
nobran değilsiniz, diğer cins canlılara karşı belli bir sınırda
saygılısınız. Aşklarınızda doğallık geçerli, sevişmeyi de kavga
kadar bilirsiniz. Birbirlerinizi aldatmaz, yapay tuzaklar kurmazsınız.
Cinsinize özgü karekter yapınızı içinde bulunduğunuz
her şarta göre değiştirmezsiniz. öldürmek için,
silah icat etmez, üstün ve sömürgen olmak
için kanunlar koymazsınız, seçim yasalarınız basit
çıkar oyunlarıyla zedelenmemiş, siyaset sizin çokluğunuzu
kemirmiyor. Bir de bizlere kendisini insan sayan, insanlığa soyunan
bizlere bakınız nelerle uğraşıyoruz.
Artık bir ananın doğurmak için belli bir
süre beklemesi
gereğini unuttuk. Artık yumurtalar tavuğa varamıyor, kısa devrede
piliç ve yemeklik oluyor. Tarlalarımızın özü
tükendi, dinlenmeden doğurmaktan, tohumlarımız da soysuzlaştı sık
yenilenmekten. İlaçlardan, gübrelerden yiyeceklerimizin
özü kaçtı. Dahası zararlı oldular.
çiçekler özgürce açıp, görkemle
dölleniyorlar her şey yapay, artık hanımlar bile doğurmaktan
kurtulmak üzere. Babalar, babalıklar, analar, analıklar artık
tarihe karışmak üzereler, soy ağacı bir fantazi olmak üzere.
Atomlar ve hücreler oyuncağımız oldu, yapının
özüne kurt
gibi daldık, kemirgenler gibi kemiriyoruz. Yalın doğayı karmakarışık
ettik, soyları soysuz ettik. Yer yuvarlağını, gök kubbeyi
kirletebildiğimizce kirletiyoruz, temizlemeye gelince hiç de
acelemiz yok diyoruz. Bu gidişle sizlere bile soluk alacak bir hava,
temiz bir yiyecek, arı bir su bile bırakmadan kendi darağaçları
mızı hazırlamakla uğraşıyoruz. O küçük insancık
aklımızla, doğanın bitmek üzere olduğunu sezinledik. Şimdileri
galaksilerde rahatça kirletebileceğimiz yerler keşfetmeye var
gücümüzle çalışıyoruz.
E. Aydın, Mavi çizgi
Dergisi, Ocak1992
öRüMCEĞİN
öYKüSü üZERİNE BİR MİT.
ARAKNA.
Ror bölgesinde Lidya'da çok güzel,
becerikli bir kız
yaşardı. El işlerinde gergef ve iğne işlerinde O'ndan
üstünü hiç yoktu. Yeteneği ile
övünmesine övünürdü de.
Bir gün güzeller güzeli
ölümsüz
tanrıça Atenadan daha becerikli olduğunu söyler. Bunu duyan
Atena göksel hızla Lidya'ya gelir. Bir yaşlı kadın kılığında
Arakna'nın evine konuk olur. Sohbet sohbeti açar. Yaptığı el
işlerini ortaya döker.
Atena, çok çok güzel işler ve kızın cazibesi
karşısında şaşırır. O'nu örümcek kılığına sokar.
O gün bu gündür,
örümcek utanautana
gözlerden uzak yerlerde örgüsünü örer ve
yaşar. O, bizim Arakna'dır. (Lydia.Tanrıça Athena)
E. Aydın, 26Temmuz1999
İNSAN VE öRüMCEK
İnsan ve örümcek arasında, çok
enteresan bir bağ
vardır. örümcek gerebildiği ağ nisbetinde emin ve geniş bir
av ve yaşam alanına ulaşır. Tabiidir ki, bu iş sadece maddeseldir.
Ancak insan, yaşadığının bilincine varmak için ise
gönül iplerini gerer. Kurduğu kominikasyon
oranında, ruhen
dinç ve dinamik, güncel olabiliyor. Hatta çağdaşlık
bile bu ölçülerden soyutlanamaz.
Yazıyorsunuz, yazıyorlar. Yazıştıkça, pınarlarda olduğu gibi,
önce belirsiz, bulanık sonraları durula durula tertemiz bir doğa
kazanıyor. Demek ki akmak, devinmek, devindirmek, bir yerlerde bir
şeyleri arındırıyor.!.
Ola ki, kişi pınar niteliğinde yaratılmış olsun.
Aktivitesi, dolup
boşalma özelliği yoksa, teneke tangırtısı gibi monoton, bir
süre sonrada çekilmez olur. Böyleleri de
çevremizde az değil.!.
Bugünde platform sözcüğünü
taktım aklıma.
Aradım, karşılığı; sahanlık, tahta, boş balkon altı imiş. Acaba Evren,
özal dün bu kelimeyi ve caydırıcı
sözcüğünü ne anlamda kullandılar? İran'ın,
tahtaboş'u, sahanlığı, merdiven altı neresi?. Orduyu
silahlandırıyorsunuz. Bu olası bir savaş içindir. Karşı tarafta
bunu ve daha fazlasını yapacaktır. İkisi de güçlü
oldukları kanısına varınca, savaş kaçınılmaz olacak. Amaç
savaş değil midir?
Ava çıkıyorsunuz, silahınız, cephaneniz
sırtınızda,
"gezintideyim" diyorsunuz?..
Sorulmaz mı, bu silah, bu cephane, gezinen kişinin
sırtında ne arıyor
diye?..
E. Aydın
KARINCA
Karıncalarda iletişim, koku alma, iz sürme,
engel aşma,
haberleşme, bireysel işlerde sorumluluk, mühendislik,
amölajman hizmetleri. Sevmedikleri kokular. İmece.
Yaptığım deneyler: üç ayrı yuvada, üç ayrı
büyüklükte karıncaların farklı davranışları.
(a) Yuva: Küçük karıncalarkalede, bir kaya platosu
üzerinde, kimileri yuvadan dışarıya yiyecek artıkları
taşıyor, kimileri yuvaya yiyecek getiriyor, kimileri koşa koşa sağda
solda dolaşıyorlar, gidip telaşlı telaşlı birbirleriyle de
karşılaşarak, koklaşarak hemen ayrılıyorlar.
Kayanın üzerine kendime bir oturacak yer
seçtim. Ama
önemsemediler, benim de üzerimde dolaşmaya başladılar.
Sigaramın izmaritiyle taşı üzerine beni içine alan bir
çizgi çizdim. Oraya kadar gelip geri geri dönmeye
başladılar. Bir Antep fıstığını açtım, ortalığa bıraktım.
İlgisiz gezinen bir karınca önce yanından ilgisizce geçti,
sonra yine geldi tadına kokusuna baktı, yine gitti, bir başkası, her
halde görevli idi, zorlukla bir parça kopardı
götürdü. Kısa bir sonra paça görünmez
oldu ve yavaş yavaş yürütülmeye başladı ve tepeler,
hendekler aşarak kayboldular.
E. Aydın
MUT'TA MUT'UN KAYSISI
Bir yıl fazla, bir yıl kıt
önce erik, sonra dut
Hak vergisi, bin bir tat
Mut'ta Mut'un kaysısı.
Yeşil yaprak alıdır
Ayva nardan suludur
Tadı şifa doludur
Mut'ta Mut'un Kaysısı.
Ne Malatya ne Iğdır
Hem beyaz, hem de aldır
Bir sarışın hoş yardır
Mut'ta Mut'un kaysısı (Yazan : Dede Papur Pide Fırını Ustası
Mut İçel)
Dün Mut'tan sizin yolladığınız iki koli kayısı
geldi;
açınca kayısıların üzeri karıncalarla
örtülüydü. Yeni bir kaba aktarmaya başladık.
Belliydi ki, karıncalar da Mut'tan geliyorlardı. Sağa sola dağılmaya,
sığınacak bir yerler aramaya kalkmadılar, özellikle de kayısıdan
uzaklaşmak istemiyorlar. Bize duyargalarıyla, sanki tanışıklık işareti
nanik yapıyorlardı. Her ne olursa olsun onları uzaklaştırmam
gerekiyordu.
Süpürgeyle kapı dışına kadar
götürdüm.
Dışarıda da karıncalar vardı. Daha önce tanışmış, savaşmıştık. İki
ayrı koloni karşı karşıya gelince, neler olacağını ilgiyle izlemeye
başladım. Bir tür savaş bekliyorum.
Kısa bir süre, kendi dillerince konuştular. Bizimkiler, geri
dönmek için hızla kapıya yöneldiler, arkasından
Adanalı karıncalar da sevinç çığlıkları atarak,
teklifsizce kutulara yöneldiler.
Bu öteden beri çok sevdiğim; yaşam
biçimlerini de
okuduğum, yaşam biçimlerini iyi bildiğim savaşlarını, yem
toplamadaki becerilerini, işbirliği, imecelerini,
mühendisliklerini, inşaat ustalıklarını, ara sıra yan gelip
yatmak, sarhoş olmak için termit adlı bir böceği
beslediklerini, onu ilkbaharda filizlere taşıdıklarını .
Uzun uzun, kafamda bir şerit gibi geçirdim,
ama ortada bir
gerçek vardı, ben bu hemşehrileri barındıramazdım. Hele hele
arkalarında bir ordu konukla gelince. üzele üzüle
üzerlerine D.T.T. boca ettim, süpürdüm.
Her kayısı yiyişte, konuklara kayısı ikram edişte, ben hemşehrileri
anımsıyor, kayısının tadını eksikli buluyordum. Paylaşmanın tadını
gereğince alamıyordum.
Sabahın loşluğunda yollara düşen, en az
üç kilometre
mesafede ağaçlara tırmanan, dal dal gezip, tane tane toplayarak
koli dolduran, köyüne on üç kilometre mesafedeki
Mut'a getiren, otobüse yüklüce taşıma parası da
ödeyen; İbrahim'lere, Kerime'lere, Ayşe'lere, Zafer'lere,
Seçkin'ler'e, onlara gün boyu hizmet veren Deli Kara Eşeğe,
yorgun motorsiklete borcumuz, şükran istencemiz, söylemekle,
yazmakla ödeşilir mi?
Kayısı bizleri çok çok memnun etti.
Ama emek verenlere,
hele hele, üzüle üzüle ölümüne neden
olduğum hemşehrilerim karıncalara ne demeli! Yarab, bir
lokma için ne emekler gidiyor!.
İşlerinizde başarılar diler, herşeyin gönlünüzce
olmasını, sağlık içinde olmanızı yakarırız.
Ethem Hidayet, 5Haziran1999
MUT'UN DİŞDAŞ KöYüNDE HİNDİ
YETİŞTİRME
Bu köy yayladır, sulak, çayırlı,
engebelidir. Burada
oturanlar görenekleri hindi ve tavuk beslerler, her evin
kümesi vardır.
Havluları vardır ama kenarları tavuklara karşı korumalıdır. Mevsimlik
ve günlük sebze gereksinimlerini
düşünmüşlerdir.
Hindiler tembel hayvanlardır, ama akıllarına diyecek yok.
üç beş yumurtayı yan yana görseler, hemen gurk
olasıları gelir ve yumurtanın üzerine inatla otururlar.
Bunun farkına varan köylüler, her gün
yumurtaları
toplarlar, imece suretiyle bir gurk hindinin altına on beş yumurta
yerleştirirler. Gurk sayısı başlangıçlarda on hindiyle idare
edilir. 150 Civcivle bizimkisi yaylıma çıkar ama sakin ve
düşüncelidir. Zaman zaman, yüksekçe bir
tümseğin üzerine çıkar, sürüyü
seyreder, aklı yetmemiştir ama, Allah için görevini de iyi
yapar. Bir hafta sonra, büyümeye başlayan palazlar
sürüden ayrılarak bir çocuğun gözetiminde yaylıma
çıkarılır.
Hindiye pekmezbiber karışımı zorla bir şurup
içirirler,
ayaklarından güçlü biri tutarak havada hızla
döndermeye başlar, bir kaç tur sonra, daha önce
hazırlanmış onbeş yumurtanın üzerinde otururken sarhoşluğu
geçer, ama hayvancık geçmişi unutmuştur.
İyi yolculuklar Selami...!!!
22 Gün daha yatar. İki veya üç
turdan sonra, üvey
ana olarak yaylıma çıkar, beslenmesi gerek, ya yumurtlamaya
oturacak, ya da pazara hazır olacaktır.
E. Aydın, 30Mayıs1996
RAHŞAN TEYZEM ve öZAL AMCAM
ELİYLE
ANNE BABAMA
Anneciğim, sevimli mi sevimli bir amca, kafesimizin
önüne
geldi, sessizce olanları izledik, görücüye
çıkmıştık besbelli.
Bir dizi konuşmadan sonra biz beğenildik, bir eve getirildik.
Görünüşe göre, aile bireyleri
bizi beğenmişti. İki
gün sonra, kafesimizin kapağı açıldı, dışarı
çıkmamız istendi, ben çıktım, yanımdaki arkadaş
çok beceriksiz bir şey. Yiyemiyor, uçamıyor, korkağın
teki. Onu da zorla çıkardılar, uçma denemeleri yapıyoruz,
kafesten çıkıyoruz ama, geri dönmek bir mesele. Ben, zor da
olsa yapabiliyorum ama bizim erkek bozuntusu, alanı tutturamıyor, ya
pas geçiyor ya da alanı tutturamayıp düşüyor.
Evdekiler bizim civciv olduğumuzu unuttular galiba. Bizi muhabbet kuşu
sanıyorlar. Hepsi de bizden mutlu. Daha yakından sevmek istiyorlar.
Halbuki sen, bize böyle bir şey
öğretmemiştin. Yaklaştık,
ellerine aldılar, okşadılar, önce korkmuştuk ama, olanları biz de
sevmeye başladık, çok samimi olmuştuk. Bir gün, bir yabancı
da geldi, o da birimizi yakalamak istedi. Benim kuyruğumun en
güzeli ve henüz tek olanı, onun elinde kaldı. Şimdi bir tavuk
civcivine döndüm, uçuyorum ama yön
değiştiremiyorum. Anneciğim, bizim durumumuz ne olacak acaba, kuyruğum
çıkacak mı? Amcayla, abla büyük doktormuş ama, ben
onlara bunu soramıyorum, dilimi anlamıyorlar, su istediğimizde yem
veriyorlar, bol bol yeşillik ikram ediliyor, yiyoruz seviniyorlar,
zararı olur mu acaba? Ara sıra, yakında bir ressamda, bizim
akrabalar yaşıyormuş, onlardan duyduk. Rahatları da iyi imiş. Keşke
bizi de alsalar oraya, burada işler ters gibi geliyor bana.
Bize aynı adresle acele bir yanıt ulaştır.
öperiz.
Kuyruksuz
Civciv
E. Aydın.
KARIŞIK VE AYDINLIK BİR RüYA
Sokrates'i okuduğum bir gecede, O bana geldi.
Boşlukta seçilebilen
görüntünün dışında
dalgalanan bir lekeydi fuluğ. Sonra seçikleşti, yaklaştı,
anlamsız ve derin boşluğa bakıyordu. Göz göze geldik.
Belirsiz ve çağırgan bir gülücük geçti,
heyecanımı cesarete dönüştürdü. Yaklaştım selam
verdim yerlere kadar eğilerek. Bir baş işaretiyle karşılık verdi.
Sizin tanrı Zeüs'le konuşmanızı okudum,
çok etkileyici
buldum dedim.
Ben hiç yazıt bırakmadım, bütün
zamanlarda insanlar,
ürettikleri tezleri bana dayandırarak beni
büyüttüler. Tanrıyı da öyle bulmadık mı? Ben,
filozof Eflatun'un ürettiği bir kişiliğim, devlet teorilerini
yazarken sık sık beni devreye sokması inandırıcı olmak istencesinden
kaynaklanır.
Yani siz siz değil misiniz, Zeüs'le
konuşmadınız, ona "şans, kader
ne demektir, bunun dağıtımını en büyük tanrı olan sen
yapmıyor musun?" demediniz mi?
Hayır onun ayrı bir tanrısı, ilgisi var.
öyleyse "sizin
büyüklüğünüz nerede
kaldı?" deyince Zeüs size kızmadı mı? sonra sizi kovmadı mı?..
çağlar boyu beni eflatun kullandı, şimdileri
kullanıldığım
gibi. Kendisi güçlü bir sofistti, benimle
büyüdü, yani ben doğdu dedi.
Fuluğlaştı, yüzü güzelleşti, saçları bukle bukle,
Boticelli ve Venüs oldu, dalgalandı, Leonardo, Monaliza olurken
asimetrik bıyıklarıyla zamana kaydı. Meriç oldu,
Tütüner oldu, Akbulut oldu. Eyvah görüntü
yitiyor derken Anamur oldu, durakladı. Filmin, termodinamiğin ikinci
yasası gereği geriye kaymakta olduğunu gördüm, uyandım
sizleri gördüm.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Hep merak ederim, rüyalar olmasaydı, şu zavallı
bizler, hem
dünde, hem günde, hem de yarınlarda yaşama duyumsamasının
görkemini yaşayabilir miydik?! Bellidir ki, rüyalar da,
dayanıklı olmasa bile verelerden hareket ederler. Eğer aklımız,
eteğimize doğru boy veriyorsa, huri melekler görür,
bastırılmış bin bir hoşluğu gerçekte yaşarız. Mal mülk
konusu da öyle, İspanya'da şatolarımız olur.
İnsanlığa, gelecek kuşaklara dönük bilgi
istencemiz varsa,
varsıl da değilsek, geceler ne güzeldir, ay, yıldızlar, kaos
uzaklıklarını yitirirler, yahut da biz onlara kadar
büyürüz. Eşkere bir dost, geçmiş güzel
günlerden bahsederken, Müderris Oğul Kitaplığı'ndan kitap
okuduğundan dem vurmuşsa ve siz de böyle bir şeyi zaman zaman
kurmuşsanız kafanızda, olmayan, olmayacak olasılıklar çocuksu
bir çizgide sarar da sarar!
İşte tam da böyle bir rüyanın fuluğ
derinliklerinde kolan
vurup, zevkler içinde uçar ve nihayet tatlı bir iç
rahatlığıyla uyanınca, gerçeklerle burun buruna gelince,
hayalleri geri getirmek için tekrar umarsız çabalar
vermeye başlar, elinizde bulunan basit olanaklarla, uzun ve zor
günlerde ve gecelerde size beşiklik etmiş kendi coğrafyanızda,
doğduğunuz yerde, bir karış toprağınızla, Ata nal çakılmış,
kurbağa ayağını uzatmış örneği, yekinirsiniz umutlara. Umutlar ki,
sizlerden dağlar kadar yüksek. Ama olsun, hayal yiğidin katığı, ye
Hamit ye.... Yine de kitaplık, on on beş öğrenci barındıran yurt
kurulur. Vakfın başına, araştırmayı seven, alçak
gönüllü, özveri sahibi, kitap kurdu birilerini
düşünür. Kendine açarsınız, beklenti gocamaz.
Yıllar sonra bir daha agşıtırsınız, yarı sitem yarı ciddi tekrar
yazarsınız. Artık o yörenin ekşilerine, geçmişin
bıraktıklarının peşine düşmüş, Karacaoğlan'ın şiirlerinin
namusunu nasıl koruruz düşüncesinde, özneyi yitirmiş,
kalıcı sandığım bir öneriyi düşünmeye zaman bulamaz.
İşte bu çizgide, işte yüksek duyguları, yol yöntem
değil, yolsuzluk öldürür. Rüya ve hayal
ürünü burada biter. Havaya bakıyorum, yağış yok ama
puslu, ilerisi gözükmüyor. Cumhuriyet gibi, devlet gibi,
partiler gibi, gelecek gibi..... Ama Ethem Aydın olarak seni sevmekle
ışıklı, ısılı ve yazma gücündeyim.
Daha şimdiden taa uzaklarda bir dostun beni
okuduğunu umarak, rahat,
yeni rüyalara dalacağım. Seni, yeni yıl için öper,
sağlıklı günler dilerim.
E. Aydın
KELEBEĞİN RüYASI
Gerçek olsa, siyaset krizalit dönemini bitirse.
1923 kuruluş
1924 eğitim birliği
1927 yeni yazı
1940 Köy enstitülerinin kuruluşu
73 yıl okuduğumuz yetsin artık!!
Kozamızı delip, mavilere özgürce kanat açsak
Benek benek kanatlarımızla
Onuncu yıl marşını,hep bir ağızdan tekrar söylesek
çoşkuyla gülsek ağlasak
çIKTIK AçIK ALINLA, O YILDA HER SAVAŞTAN
ON YILDA ONBEŞ MİLYON GENç YARATIK HER YAŞTAN
BAŞTA BüTüN DüNYANIN SAYDIĞI BAŞKOMUTAN
DEMİR ĞLARLA öRDüK ANAYURDU DöRT BAŞTAN
TüRKüZ, CUMHURİYETİN GöKSüMüZ
TUNç SİPERİ
TüRKE DURMAK YARAŞMAZ, TüRK öNDE TüRK İLERİ
BİR HIZLA KöTüLüĞü GERİLİĞİ BOĞARIZ
KARANLIĞIN üSTüNE GüNEŞ GİBİ DOĞARIZ
TüRKüZ, BüTüN BAŞLARDAN üSTüN OLAN
BAŞLARIZ
TARİHTEN öNCE VARDIK, TARİHTEN SONRA VARIZ.
çİZEREK KANIMIZLA öZ YURDUN HARİTASINI
DİNDİRDİK MEMLEKETİN YILLAR SüREN YASINI
BüTüNLEDİK HER YöNDEN İSTİKLAL KAVGASINI
BüTüN DüNYA öĞRENDİ TüRKLüĞü
SAYMASINI
öRNEKTİR MİLLETLERE AçTIĞIMIZ YENİ İZ
İMTİYAZSIZ SIZ SINIFSIZ KAYNAŞMIŞ BİR üLKEYİZ
UYDUK,GöRüŞTE,BİLGİYE GİDİŞTE üLKüYE BİZ
TERSİNE DöNSE DüNYA YOLUMUZDAN DöNMEYiZ
Kelebeğin rüyası......
E. Aydın, 25Nisan1996
BENDEN SİZE
Bir rüya gördüm, hayırdır inşallah.
Evet evet, yanlış
değil bir rüya görülen. Rüya gördüm diyen
kim biliyor musunuz? Ethem Aydın.
Demek ki oda şu yıllar boyu renkli bir rüyaya
hasret gitmiş. Bu
mektubu teşekkür babından ele almıştım, görüyorsun ne
kadar derinden taramaya başladım. Ne yaparsın, içimden doğruyu
söylemek geçti.
Doğruların bu denli tehlikeli çevre kirliliği
yaptığı bir
ortamda, zavallı insancıklar yaşamın özünde olan ama
toplumların hep zorladıkları, öz bene inmek suçunu işledik.
İnsan sevgisi olmasa yaşamın ne tadı kalırdı?
Geveleyip duruyorum görüyorsun, nedeni ise
bizler sevmeye,
sevilmeye hasretiz. Yoklukta çokluk bir garip geliyor. Mutluluğu
uzakta anlatırlar isteyince, özden isteyince ondan yakın ne var
acaba.!
çevrenin kem bakışlarına karşın katılaşmış
tabulara karşın,
hakim çizgileri yıpratmadan balonlu hoş bir zaman
geçirdim. Bunu sana senin orada olmana, inceliğine ve
özverine borçluyum. Binlerce teşekkürler. Bu kadar
içten sevgiyle dolu mektuplar yazarken, düşünmeden
edemiyorum. Acaba bu mektubu üçüncü göz
okusa durumu nasıl değerlendirirdi? Görüyorsun ben ve biz
demeden ne kadar korkuluyor.
Zaman büyüyor, günler oluyor,
otobüs
yürüyor, aralık büyüyor, kilometreler oluyor ve sen
büyüyor büyüyor sevgi oluyor, özlem oluyorsun,
artık seni içimde duyuyorum.
E. Aydın, 9Ekim1990
BİR YAKIN RüYA
Galiba Mersin'de kardeşim Kemal'in evindeyiz. Bol
ışık var, yüzler
seçik ve gülücüklü.
Ben salonda şimdiki gardrobun yerinde pencereye
yakın iki veya
üçüncü sandalyede oturuyorum, yanımda Kemal'le
konuşuyoruz, bir başka akraba da olabilir. Kapı yanında bir sandalye
sıkışması olduğunu kardeşimin işaretiyle anladım. Baktım Doğan Atlay'ın
başını saçından tanıdım. İlgilenmek için kımıldadım.
Kendisiyle galiba konuşamadan mekan değişti. Bir takım ilgilenmem
gereken kişiler oluştu. çok kalabalık olduğundan oturacak yer
bulunup bulunamayacağı tedirginliği içindeyken,
görüntüde kopukluk oldu. Bir loş odada bir arkadaşla
veya daha önceden tanıdığım bir erkekle beraberiz. O bir şey
arıyor, ya sigara ya da ona benzer bir şey. Bir gardrobu açıyor,
araştırıyor, gizli bölümlere başlıyor. Gizlilik akorduyon
gibi körüklü bölümler içinde
dokundukça yeni şekiller alıyor. İşte o sırada loşluğun
içine kapıdan daha önce tanıdığım bir hanım giriyor. Galiba
evin o bölümüyle ilgili, ben karşıda pencereye yakın
kapıyı gören pozisyondayım ama diğer kişi göremiyor, bakışma,
gülüşme dekor değişiyor. Biz dış mekandayız, yokuşu olan bir
yol, bir kalabalık ve Hüseyin Gezer'le görüşüyoruz,
esinleşiyoruz. Bana gelmesini söylüyorum, galiba Akademi gibi
bir yere gideceğini, ama muhhakkak geleceğini söylüyor.
Ayrılırken, eğer istersen gel ama eğer işlerin yoğun olursa
gelmeyebilirsin diyorum. Ben bir yerlerde takılıyorum, beklenti
yerinden uzak, kalabalıklarlayım. İçimde verilen randevular
nedeniyle bir sıkıntı, ama koşulumu hatırlıyorum, rahatlıyorum.
Hayırdır inşallah.
E. Aydın, 21Ekim1994
BİR İLKBAHAR RüYASI
(31MART1999 akşam ve gecesi geçer).
Ben balköseyi, içten/aşk/kertesinde
sevdim, severim de...
Bilirim ki sevgi kolay oluşmaz. Dolu dolu yürek ister. Sıcağı
soğukla denkleştiren, olumsuzu olumluya taşıyan.!! (*)
Ali Aydın akrabamdır. Babası Necmi bey, benim
yiğenim Nihal'in beyi
Feyyaz'ın kardeşidir. İnsanlar değer verdikleri kişilere karşı, duyarlı
olurlar. Bu yazı onun için yazıldı. Görüldü ki;
Ben sizden daha çağdaş, özgür, art niyetsiz olabiliyor
ve sizlere duygu ve yerine gelememiş beklentilerimi yazıyorum. Yani
sizi hala sevebiliyor, dostluğunuza gereksinim duyduğumu kanıtlamaya
çaba veriyorum.
Olaylar gerçekte en ağır bir Nisan
şakasıydı... diyorum. Sizleri
seviyorum, sevginin bedeli olmalı..!
Sayenizde çok görkemli, hayat dolu bir
bahar rüyası
gördüm. Ama rüya kelebeğin mi, benim mi belirsiz.
öperim.
E. Aydın, 31Mart1999
DEYİNTİ
Oturdum, düşünüyorum. Neyi
düşünüyorum?,
hayret kendimi kuşatılmış hissediyorum! Nerede, nasıl? kanıt yok!
Geçmişe gidiyorum, fuluğ! Güne bakıyorum, ele gelir bir şey
yok! Yarınlara sığınmak istiyorum, tutunacak dal bulamıyorum!
İnsan dünde, günde, yarında olabilir mi? O da anlamsız!
öyleyse nerdeyim, neyi istiyorum? Yanıt yok!
Düşünmekten vazgeç diyorum,
beynimde kıpırtı var!
Oku diyorum, tümceler, maskaralık edip yer
değiştiriyor. Okuduğumu
anlayamıyorum! kalkıp göbek atmak istiyorum, ses ve oylum
bozuk! bir şeyler atıştır diyorum, neyi atıştıracağımı bir
türlü bilemiyorum! Kendimi ekmek yerine mendili kemirirken
yakalıyor, gülüyorum!
Yürüyüşe çıkıyorum, yol
yetmiyor! Kafamda bir
bozuk şerit!
Telefon çalıyor, tavana yapışıyorum,
açıncaya kadar
kapanıyor! çalmıyor ona da, aramayana da bozuluyorum!
Yoksa ben bozulmuş muyum diye telaşla ayağa
kalkıyor, edavatlarımı
dinliyorum, hayır her şey yerli yerinde, tıkırtıkır, hem de domuz gibi
çalışıyor!
Kırk birinci sigarayı yakıyorum, yakmak istiyorum,
son kibrit yanıyor,
başından kopup pantolonumu yakıyor! Fırttırmamak için
otobüsle yolculuğa çıkıyorum, elimde bir börek, bir
meyve kutusu, naylon çöpü düşmüş, ağzını
açmaya çalışırken, gömleğime bir damla, doğrulurken
bir büyük damla da pantolona! Tepem atıyor, hepsini
üstüme boca ediyorum, bir otobüs dolusu seyircisi
önünde! Sakinleşiyor, bu olanlar sanki bana olmamış gibi cama
yaslanıyorum, kırları seyrediyorum!
Aa Aa ne göreyim uyumuşum, rüyamda sen!
öyle bir rahatladım ki, öyle bir
rahatladım ki!
Dostlar buna bağımlılık diyorlar! Bunun neresi
bağımlılık Allah aşkına
siz söyleyiniz.!
E. Aydın
ASLAN YüREKLİ YİĞİT DOST
Sevmek, sevmek, sevmek, sevilmek; zor zenaattır.
Yürek ister, bıkmayan emek ister,
<Gazanferane> savaşım, tek
seçenek, doğru seçenek.
Pınarların kaynağına ulaşmak için, akıntıya
karşı yüzmeyi
göze almak gerek...
Adamın biri, bir rüya görmüş; Bir
bilge kişiye danışmaya
gitmiş. "Rüyamda, renkli bir kelebektim, ılıman mavi bir gök
yüzünde yumşak dönüşlerle uyumlu, oylumlu, yeşil
bayırların, binbir çiçeklerin üzerinde, giz dolu
kokuların termiğinde, alçalıp yükseliyordum, sanki
hiç ağırlığım yoktu" der..!!!!!!!
Bilge: Bu senin rüyan mıydı, kelebeğin
rüyası
mıydı????!!!!
Biz öğretmenler, hep kelebeğin rüyasını
gördük,
boşluklarda, boşluğa sanısıyla uçtuk. Mutluyduk...
Sizlerse, kendi rüyanızla mutlusunuz.
Görülen, bürüncekli bir
rüyadır, yaşamın
kendisi gibi sanal, kendisi gibi paradokslarla dolu bir rüya..
Varlık, sıradandır. Her doğan bir varlıktır. Varlık
"özün"
dışında bir saksıdır. öz kol atıp, dallanıp mavilere
tırmandıkça kişilik, insana doğru yol aldıkça;
Gazanferane savaştıkça; öz büyür, insanlık
büyür, biz büyürüz
Size yapmakta olduğunuz; "insanlık için
değerli edimleri"
yaptıran sevgidir,
İnsanlığın vazgeçilmezi, yapıştırıcısı, zayıf
çekim
gücü, <<Sevvvgggi>>'dir.
Yaşamı dürüstçe algılayabilen,
edime çeviren
sizlerle öğünmek, ana babalardan, çapı ne olursa
olsun, öğretmenlerin, vatanın ve insanlığın hakkıdır diye
düşünüyorum.
Güzellik daima ayrıntıda, kıvrımların
arasındadır, görenlere,
duyanlara binlerce şükran...!!!!!
Yine, yeni yıllarda, "İdeo"daki insana koşmayı
sürdüreceğin
umuduyla.
E. Aydın, 22AralıkI998
SöYLEMEDİKLERİMİ
İŞİTİN LüTFEN
Bana aldanmayın!
Yüzüm bir maskedir, sizi aldatmasın.
Binlerce maskem var, çıkartmaya korktuğum. Ve hiç biri
ben değilim...Olmadığımı göstermek ikinci doğam oldu. "kendinden
emin biri" dersiniz. Sanki güllük gülüstanlık,
benim için her şey... Adım güven belirtir ve oyunumun adı,
ağırbaşlılıktır. İçimde ve dışımda denizler sakin, her şeyin
kumandanı ben... Kimseye gereksinim duymayan ben... Fakat inanmayın
bana, Lütfen!.. Her şey dışta düzgün ve cilalı, her
zaman saklayan o maske!..
Altta ne güven, ne rahatlık...Altta karışıklık, korku ve yalnızlık
içerisinde bocalayan, gerçek ben! Ama saklarım bu
gerçeği savunuculukla.. Kimsenin bilmesini istemem.. Zayıf
taraflarımı düşündükçe, titrer ve sararırım..Ya
başkaları görürse iç dünyamı, gerçek beni
ve yalnızlığımı!..
İşte maskelerimi onun için takarım..Onun
için arkalarına
saklanacak maskeler yaratırım..Onlar gösterişle kullanabileceğim,
parlatılmış yüzlerim. Beni korur bakan gözlerden.. Beni
olduğum gibi kabul edecek, sevecek bakışlar bulamazsam, solacak,
kuruyacak gerçek ben.. Ve ben bunu biliyorum.
Beni kendi maskelerimden kurtaracak, kurduğum
hapishanelerden
kaçıracak, diltiğim engellerden aşıracak, beni seven, beni
anlayan bakışlar olacak. Bana, "sen değilsin" diyecek, "maskesizken
daha bir insansın", "daha bir bendensin", "daha yakın, daha bir
dostsun" diyecek bir bakışa, beni gören bir bir bakışa muhtacım..
Benim yanıma sokulman kolay olmayacaktır! Uyarırım seni dost! Uzun
yıllar kendini yetersiz hissetmiş ben, sana kolayca
açılamayacaktır..Bütün gücümle tutunacağım
maskelerime, ne kadar sokulursan yanıma, o denli şiddetli geri iteceğim
seni.. Kim olduğumu merak ediyor musun?, hiç merak etme..
Ben çevrendeki her erkek ve kadınım.. Maske
takan her insanım.
E. Aydın
SATILIK ŞEHİR !!
14ARA1989Milliyet Gazetesi'nde, (Elli milyarı
veren, Kars'ı satın
alır). ???????..!!!! duyurusu, bir tükenmişlik çığlığının,
dalga dalga yansımasıydı.!
Ulusal kimliğimize, etiğimize, uymayan, bu satış
ilanı, uykularımı
bozdu....!!!!!.
Şehirler de satılır mıydı?
İstanbul, İzmir, Ankara, Mersin satılır mıydı?
Satılırsa, parasal değeri, ne olmalıydı!.
Belleğimdeki durağan vereler, sorunu
çözmeme yetmedi.
HayırKars satılamazdı!
1944 öğretmenliğe Kars'da başlamıştım. Donna'ya
orada, sırılsıklam
aşık olmuştum.
Şehir planlı, insanları sağlıklı, oylumlu,
gönülleri sevecen,
düşünce ötesi saygılı, sevgi dolu. Memura, konuğa,
özveriyle yaklaşan, dahası, bir öğretmeni, devlet
töreniyle askere yollayan, ütopik ülkenin
örneğiydi, Kars.
İçimde duygular, Dolaşık yumak, sevgiler, ebemkuşağı,
Yollardayım. Görülen; yürekler acısı. Kars boşalmış,
Göç vurgunu.! Konutlar, semtler boyu boşalmış, ana yollarda
in cin top oynuyor.
1992Kafkas üniversitesi açılıyor. Bir
avuç
gönül adamının da çabasıyla; artık Kars satılmayacak
30Ekim Kars'ın kurtuluş gününde, devlet oradaydı. Anlatmakla
bitmeyecek; çok görkemli bir tören yapıldı.
Devletin ve sanayicilerin, koruyucu, besleyici ışığı, artık geç
de olsa, Kars'a düşmüştü....
Artık Kars satılık değil......
Dadaşların çoşkulu diz vuruşları,
izleyicilerin mutluluk
gözyaşları, sel oldu, gönüllerden gönüllere
aktı..
(ironik bir ileti)
E. Aydın, 10Aralık1999
ATATüRK PARKI KİMİN?
Yerel bir televizyonda, çevredekilere
muzipçe soruyordu
spiker Kadir Kaçar, Atatürk Parkı kimin? onlar da aynı
biçimde bir sahip arıyorlardı Atatürk Parkına.
Bana sorarsanız, bu park Adanalının değil,
Türkiye'nin değil, en
geri kalmış ülkelerden (yabancı) birilerinin de değil.
Olsa olsa uzayın kuzluğunda unutulmuş yoksul bir doğa parçası
diyeceğim, ama yalın değil kullanılmışlığı var.
Adanalım yeşili çok sever, korur, en sıkışık ve eski yerleşim
alanlarından biri olan Tepebeğ'da, her mekanın oturduğu yerden
çok yeşilliği, çiçekliği var.
Yine dünyanın hiç bir yerleşim
bölgesinde, bu denli
bakımsız bir park alanı bilmem düşünülebilir mi?
öyleyse bu park, uzayda unutulmuş bir
köşedir.
Ama ben bu parkı bir güzel anılar saklambacı
içinden
anımsıyorum. Gölgelerimde ilk aşkların, çiçeklerle
çiçeklendiği ayak izleri, unutulmaz unutulamaz. Ben bu
parkı anılarımın fuluğ derinliklerinde bir yerlerden anımsıyorum. Ya
bende uzayda bir gezginim, yahutta o benim rüyalarımın
içinde otağ kurmuş bir hece idi.
E. Aydın
KADIN CEBİMDEKİ CüZDANI
çEKTİ
Aslında hemen herkes bir yerlerden bir şeyler
yürütüyor.
Türkiye çalınıyor da bilincinde değiliz.
Cüzdanın lafı
mı olur.!
Baştan anımsatmağa çalışayım. Hırsız dışarıda
değil,
içimizde.
Ulusal radyomuz, televizyonumuz
Türkçe'mizi kirletiyor.
Ticarethaneler firma adlarını Fransızca, İngilizce, Almanca,
Arapça, İtalyanca isimlere dönüştürdüler.
Berber, kasap, terzi, attariye, marangoz, daha bir çok anlaşılır
sözcükler ecnebi bürüncek giydiler. çarşı
pazara çıktığımızda dil bilmiyorsak alışveriş etmek olanaksız
oldu.
Para birimimiz, dolar, mark, liret, riyal oldu.
Güzelim dinimiz
satılık meta haline geldi. Laiklik satıldı. Şeriat gelmek üzere.
Fabrikalar, işletmeler, limanlar, posta, telefon, elektrik satışta.
Demiryolları sırada. Kültürümüz, etiğimiz,
göreneklerimiz, namusumuz, şerefimiz parayla
ölçülüyor. Doğa güzelliklerimiz, havamız,
suyumuz, kafamız, gözümüz, yabancılara, yabancılaşan
idarecilerimize emanet.
Bankalar soyuluyor, devlet kasaları boşaltılıyor.
Herkes bir ağızdan
çoşkuyla bağırıyor: "HIRSIZ VAR!" diye.
Eminönü'nden Sarıyer'e
körüklü otobüs
doldu. Yağmur ince ince yağıyor. Saatı geldi. Otobüsümüz
yürüdü. İğne atsanız yere düşmez. Tek vücut
gibiyiz. önce arkalardan bir ses: "cüzdanlarınıza mukaat
olun". Ortaköy'e doğru aynı ünlem bu defa önden duyuldu.
Uzunca bir süre sonra, sırtımda bir kadın göksü
sıcaklığı duydum. Döndüm baktım, gülüştük. Yol
istiyordu. Ceketimin düğmelerini de açarak, sağa yanaşmaya
çaba harcadım. önüme geçmişti. Arkasından
ikinci ve üçüncü genç hanım öne
geçtiler. İlk durakta indiler. Otobüsün içi
biraz ferahlamış, kendi öz bedenimizi duyumsamaya başlamıştık.
Yine arkalardan bir ses: "Eyvah cüzdanım". Derken ünlem beşe
çıktı. Arka cüzdan cebimin bulunduğu yerde bir serinlik,
bir hafiflik hissettim. Yokladım. Ben altıncı idim. çoğunluk,
otobüste, iç arama isteminde bulundular. Kaptan: "onlar
indi, paranızı koruyamıyorsanız ben ne yapayım" dedi. "İnin karakola
başvurun" dedi.
Kemik hastahanesi durağında indik. On beş kişiydik.
Emniyet
sözcüsü olan genç polis bizleri topluca dinledi.
Sonra hepimizin üzerlerini titizlikle aradı. Araması bitenlerin
adreslerini, kimliklerini alıkoydu, geç vakit serbes bıraktı.
Abonman bileti olanlar, olmayanlara son yardım biletlerini uzattılar.
Dönüş başladı.
İstanbul'da yaşam hep zevkli ve heyecanlıdır.
Acılıdır. Ama yine,
herkes, hala "ah İstanbul" der.
Kimbilir, şimdileri, yankesiciler, üçkağıtçılar,
madrabazlar daha ne yenilikler bulmuşlardır sade vatandaşı soymak
için.?
Daha sonra memurlarımız da işini bilir oldu. Soygunun adabını
öğrendiler.
Sağolsun devletimiz de ekmeğe, gaza, tuza, petrola,
sigaraya derken
düzende yerini almakta gecikmedi. Mantık çizgisini aşan
zamların modasını ülke çapında serbes bıraktı. Vatandaş,
gücü ve zekası seviyesinde yolunu arıyor ve buluyor. Sade
vatandaşın canı sıkkın, bezgin, Allah'a sığınıyor, O'ndan ve O'nun
pişdarlarından medet ummağa başlıyor.
Bütün bunlardan neden, radikal
çizgi öne kayıyor,
totaliter devletçilik göz kırpıyor. Kurnazca. Dünya
küreselleşiyor, cebimiz bile saydamlaştı. Sözün
özü: üryan geziyoruz.
ülkemi arıyorum. Galiba yitirdim. Lütfen
bir bulan olursa
bana da haber versin
E. Aydın
EVLENMEYİN BEKARLAR
NAYLON KIZLAR çIKACAK
Naylon, yapay bir dokuma maddesidir. Hemen hemen
herşeyin yapayına,
naylon ismi verilir, nedeni pek net değil. Bu sözcüğün
dile girmesiyle, doğal ile yapay arasında somut bir çizgi
yakalamak olasılığı da doğdu. Yapaylık son elli yıldan buyana aids
virüsü gibi önce görüntüye, sonra da
duygu ve duyumlarımıza göz dikti. çiçeğin, bitkinin,
yiyip içeceğin, giyeceğin, siyasetin, ekonominin, ticaretin,
insanlığa özgü değerlerin, iradenin, mantığın, aklın,
düşüncenin, sevginin, aşkın; dahası, atalardan devraldığımız
kültür ve eğitimin içine sessizce sızdı. Yapaylık
çağdaş olmak erdemliliği uğruna, dokunulmazlığını sağlamlaştırdı.
19201950'ler kuşağının ideal saydığı tekmil değerler, yok oldu veya
körleşti. Bundan neden o kuşak çağ dışı kaldı, kelaynaklar
örneği nesli tükenmekte. Artık onlar nostalji, yani
geçmişin özlemiyle avunuyorlar. Tanığı olduğum bir
kaç örnekle, günümüze gönderme yapmak
istiyorum.
öğretmenlikle ödüllendirildiğim, 1944
yılında başlayarak
öğretmen olarak girdiğim bütün sınıflarda,
öğrencilerimin isimlerini, soyadlarını, numaralarını, geçim
durumlarını, aile yapılarını, ders içi ve ders dışı her tür
etkinliklerini bilmek ve öğrenmekle
yükümlüydük. (yönetmelik böyle
buyuruyordu). 1950'de Mersin lisesine geldiğimde, seve seve
öğrencilerimle ilgilendim.
özellikle isim ve numaralarını,
yavaş yavaş diğer yönlerini tanımaya çalıştım, sınıf
yoklamalarını kendim yaparak, belleğimin yavaş algılamasına karşın,
kısa zamanda çoğunlukla isimleriyle çağırıyor ve bunda
haz da duyuyordum. Yine bundan dolayı da kendi isim ve soyadıma da
saygılıyım.
1994 yılında, Adana Belediyesi Altın Koza
Etkinlikleri kapsamında,
üç belediye başkanlığı onayıyla, beni yılın
sanatçısı seçmişler. (görünürde bir
etkinliğim olmadan).. İsim ve soyadım isim kitapçığına yanlış
geçmişti. İlgililer, başvurmama karşın ödül
törenine kadar yanlışlık sürmüş, geleneksel sevgi de
yara almıştı. Bu durumu İçel Sanat Kulübünde
dostlarıma türlü nedenlerle anlatmıştım. Doğan Akça da
bu seranominin çarpık hikayesini ilgiyle dinlemişti.
Geçtiğimiz ay içinde, İçel
Sanat Kulübü,
iletişimde bir yeni aşama yaparak birde gazete çıkardı.
çok büyük bir incelikle, benden yeni bir
özgeçmiş istendi. Kısaca, bende birkaç değişiklik
yaparak kendilerine; yani o zaman gazeteyi yönlendiren, Sühan
ve Doğan Akça'ya verdim.
Abartılı bir şeyler yazmamak koşuluyla
değiştirebileceklerini de
söyledim, rica ettim. Gazete elime geçtiği zaman, ismim ve
soyadım yanlış yazılmış ve benimle ilgili gösterilen fotoğraf
yanlış dizayn edilmişti. Bu olanlar benim kuşağım için onur
kırıcı bilinirdi. Avuntum; on parmağında on beş hüneri olan bir
öğrencimle özdeşleştirilmiştim. öğretmenlik adına
büyük bir mutluluk! Orta öğretimde, işresimyazı
dersleri, sanattan öte, genel bir amaca dönüktür.
Bütün öğretim bilimlerinin, tabanını ve
gerçekçi temelini oluşturur. İyi görmek, doğru
görmek, gördüğünü kusursuz çizmek,
sanatın ve estetiğin kuramsal yönlerini izlemek, iş içinde
eğitim, pedagojik manada iş diğer taraftan ulusallaşmış yazı
karekterlerimizi kuramsal ve estetiksel olarak öğrenmek ve
uygulamalı çalışmalar yapmak, Resimiş öğretmeninin,
birincil vazgeçilmez sorumluluğudur.
Olaya bu açıdan bakıldığında, ders saatlerini
aşan bir
çalışmalar gurubu ortaya çıkar. Halen maaşını devletten
alan öğretmen, doçent, prof.ların sergi davetiyelerine
bakılırsa, ressamlık kimliği öylesine abartılmış; öğretmenlik
kimliğinden hiç dem vurulmamaktadır.
üzücüdür!
Resim öğretmeni, bilimsel bir programın temel
yapısını
oluşturmakla görevli bir kişidir. Ressam olmak ikincil ve
özel bir durumdur. Ben hep resim yaptım, kırkta sergi
açtım, ama ben bir resim öğretmeniyim. En iyi olduğumu
söylemiyorum. Uzun öğretmenlik yıllarımda, beraber olduğumuz
öğrencilerimin, bugün bana ışıltılı gözlerle
günaydın deyişlerinde, geçmiş beraberliklere dair olumlu
imler sezinliyorum.
çİçEĞİ SEVERSEN çİçEK BüYüR
çOçUĞU SEVERSEN çOCUK BüYüR
İNSANI SEVERSEN İNSAN BüYüR
SEN BüYüRSüN İNSANLIK BüYüR.
E. Aydın
5 OCAK ADANA'NIN KURTULUŞU
(öYKü)
(Editörün Notu: Bu
öykü, bir 5Ocak (Adana'nın
kurtuluşu) bayramında, radyo konuşması olarak Ethem Aydın tarafından
yayınlanmıştır).
Yıl 1919, Tarsus Fransızların işgali altında,
erginler silah altında,
çocuklar, orta yaşlılar, malullar için sokağa
çıkma yasağı var. İşgalciler hergün, sabahtan evlerin
nevalesini dağıtıyorlar. Süt, yoğurt, yağ, boy boy konserve,
yiyecek eksiksiz dağıtılıyor. Kuşun sütü eksik!
O zaman Tarsus'da evler seyrek, genelde tek katlı,
toprak damlı. Bizim
savaş artığı malullar, gizli gizli, hemen her gün damdan dama
geçiyor; çelengilerin duldasında yerenlik ediyorlar.
Biri yahu şu Fransız'lar iyi mi ne; biz
günlerdir besleyip,
doyuruyorlar, kılıçtan geçirip de kurtulmuyorlar?
Gene de Osmanlı'dan korkuyorlar mı ne?
Osmanlı'da korkulacak ne kaldı? Onu da İstanbul'da
İngiliz'ler
besleyip, doyuruyormuş?
Asırlardan beri, biz onları kanımızla besledik;
biraz da onlar bizi
beslese çok mu olur!
Bizi dev bellediler, erimerim eridiğimiz heç
ağnayamadılar!
Bizi besleyip durduklarına ne bakıyorsunuz,
akademizi zehirliyorlar
akademizi!
Padişah Amerika'ya habar salasıymış, bize sahip olun
deyesiymiş! Bir
çok böyük ulema da böyle
düşünüyormuş.
Osmanlı donuna güvense gene savaşırdı yaaa!
ülen bizim gibi özürlülerden ne
köy olur ne
gasaba! Baksağıza hepimizi seyipleyiverdi, yularımızı üzerimize
attı goyuverdi! ne sorduğu var ne düşündüğü!
Eskiden canı istediğinde cendermesini salar,
erginleri kulağından
tutar, sınır boylarına yollardı. öl babam öl...
Ellahim, hepigiz bezginleşmiş, her şeylerden umudu kesiksigiz,
üzerigize ölü toprağı serpilmiş. Bu milletin
ölüsü de bir işe yarar bellerdim!
Ne diyon, gambır, ağzındaki baklayı çıkar!
Eyi deyonuz eyi de, işsiz güçsüz,
şu çeleni
duldalarında kaçamak kaçamak buluşmalarla,
geçirdiğimiz günlere gün mü deyonuz, gafes kuşu
gibi! Böyle yaşayabilir mi goca yörük!
önümüzdeki sokaklar, şu bağlar bahcalar, arkadaki yeşil
tepeler doruğu karlı, allı morlu, enişli yokuşlu, sovuk sulu pınarlar,
boz bulanık dereleriyle, goca toroslar bizim değil miydi, ebencet
ölenleriz neyin uğruna öldü bellesiniz, ta karşı
mezerlikte yatan, yediden yetmişe ölülerimiz vallahi galkıp
yüzümüze tükürürler; böyle
böyle densiz gonuşursagız!..
Baştan beri konuşmaları hep dinleyen sakallı
güdük Osman:
Gulağıma çaldığına göre; sarı paşa dedikleri biri varmış,
düşmanla girdiği savaşları hep gazanmış; şimdi de işgalcilere
hepten gafa tutmuş, yurdumuzdan çekilin demiş; dağlardaki
çeteler de onun emrindeymiş.
Buralarda miskin miskin siftinip duracağımıza, tez zamanda dağlara
çıkalımın, çetelere garışag. Belkime bir işe yarar
ölürsek de, milletin nezdinde bir yerimiz olur, derim!
Tarsus'ta üç gün koyu bir sessizlik
yaşanır.
Zulaladan, tek horozlu, çift horozlular çıkarılır,
namlıların karıncası gazla temizlenir, boy boy saçmalar
dökülür, güherçile, söğüt
kömürü, toz kükürt, kalın bezler içinde
harmanlanır, tülbentlerden geçirilerek diremsiz barıt
hazırlanır, güdüllere doldurulur, azık dürümlenir,
bütün keseleri çakmak gayıtı da unutulmaz.
Seher vakti, kuşlar kurtlar destur alıp
ötmeden, ev halkıyla
sarmaş dolaş vedalaşılır; göz yaşları sel olur, umut barajlarında
gelecek özgür günlerinde buluşmak, düşleri; o,
Türk'ün gizil gücüyle, bir avuç savaş
artığı, yel hafifliğinde evlerinden çıkar, yola revan olur.
Sayıları yirmidir; ama içleri dolu dolu!
Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar!
Kısa aralıklarla, Verdön kahramanı Menile taburuyla toroslarda,
Karboğazında çetelere teslim olur. 1920 de Fransız'larla Ankara
anlaşması imzalanır. Bu anlaşma Türk'lerin uluslararası ilk
anlaşmasıdır.
Ethem AYDIN
BOLLUK YOKSULLUK
Cinler, yarı tanrı yarı insandır. İnsanlarla
tanrılar arasında iletişim
sağlar, yapıdaki büyük boşluğu onlar doldurur, onlarda tanrı
soluğu vardır.
Sevgi de cinlerden birisidir. Afrodit dünyaya
geldiği gün,
bütün tanrılar bir şölende buluştular. Zeka nın oğlu
bolluk da orada imiş. Yemekten sonra, yoksulluk şölenden payını
almaya gelmiş, kapının önünde durup beklemiş. Tanrı
şerbetiyle sarhoş olan bolluk Zeüs'ün
bahçelerine dinlenmeye çıkmış, bir yere sızmış.
çaresizlik içinde yaşayan yoksulluk,
bolluktan bir
çocuğu olsun istemiş, gidip yanına uzanmış, bugünde gebe
kaldığı için, sevginin talihi de ona göre olmuş. Her zaman
yoksul, kaba, pis, evsiz, yalınayak, dağda, bayırda, yol
köşelerinde yatar kalkar, anası gibi yoksulluktan kurtulamaz.
Babası bolluğu çeken tarafları, güzelin, iyinin peşindedir,
sürekli atılgan, yaman avcıdır, tuzaklar kurar, fikirlere
buluşlarla geçer. Yaman bir büyücüdür.
Aslında ne ölümlü ne de ölümsüzdür.
Bakarsın bir günde gelişir ve ölür. Sonra babasının
tabiatı gereği bir çaresini bulur dirilir.
Varlık var olalı beri, anlam da anlamsızlık da
çelişkideki
gizini koruyor. Akılcı olmağa özenen insan, yaratıcılığa tutsak,
sevgi ise varlığın tek ve koşulsuz gerçeği.
Anımsanacağı gibi sevgi pek öyle asil soylu bir
duygu değil.
Aç, çıplak, yalınayak sokaklarda gezen, oralarda yatan,
her yerlere davetsiz girip çıkan, bir garip haspa..! Anası olan
yoksulluğa çekmiş. Bir de baba yönü var (babası
zekanın oğlu bolluk). Atak, akılcı, yaratıcı, savaşçı,
eleştirel, kısa günde kırk defa ölen, ne yapıp ne edip
dirilebilen baba yönüdür.
Yine mistik söylencelere göre, sevgi, cin
gibi, peri gibi,
görünmez uzam ve zamanda hep yakın çevrede bulunan,
varlığını var oluşundan algıladığımız, gizil güçtür.
Yerçekimi örnekli, çekici, yapıştırıcı ,
bağlayıcıdır. Nötür olmasına karşın, yönlendireceğiniz
hedef bütün gücüyle koşar, biçem kazanır.
İyiliğe derseniz, sonsuz çoğalarak iyiliğe ayırımsız koşar.
Kötülüğe hedeflerseniz, amansız, acımasız,
kötülüğe dönüşür. Kırmak, dökmek,
öldürmek, kıskanmak, yok etmek gücüne ulaşır.
özde, yaşam kısacıktır, sınırlı uzunluktadır.
Derinlik
amaçtır.
Onu zengin tutanlar, renkli ve derin tutanlar, onun
evrensel insana bir
geçiş olduğunu bilen, duyumsayan üstün
yaratılışlardırki; topluma hep ışık tutarlar, fener olurlar....
E. Aydın, 8Haziran1996
BAŞLIKSIZ
Medeniyetin 16.ıncı asırdan zamanımızın, göz
kamaştırıcı
seviyesine gelinceye kadar, sadece ve sadece "ilimden, bilimsellikten"
yüzde yüz faydalanarak gelmiştir. Biz ona "müspet
ilimler" diyoruz.
İlkokuldan başlayarak, orta, lise, üniversite
bize ne vermişse,
biz, neleri deneysel olarak iyi öğrenmişsek, onlarda
başarılarımızla kanıtlanmıştır veya kanıtlanıyor.
İyi bir doktor, iyi bir matematikçi, iyi bir
fizikçi, iyi
bir öğretmen dediğimizde, öğrendiklerini hazmetmiş uygulamaya
sokabiliyor demiş oluyoruz. öğrenilebilen, öğretilebilen,
uygulaması kontrol edilebilen, kısacası, nedeni, niçini
içinde olan her türlü bilgiyle donatılmışız. Başarı ve
başarısızlığımız bu uyuma bağlı.
Pozitif ilimlerde, tüme varım, tümden
gelim trafiğinde her
hangi bir aksama düşünülemez.
Hemen söylemek gerekirse, kainat sadece
müsbet ilimle
algıladığımız gerçekler çizgisinde kurulmuş değil.
Ancak insan, hayvanlıktan zekaya geçişte eliyle tutup,
gözüyle gördüğüne, duyumsayabildiğine
"gerçek" demiş. Tek veresi de bu. Bu perspektiften bakarak bir
kaç olguyu inceleyelim:
Bir Yetişmiş Ağaç Niçin Kesilir:
a Odun gereksinimi için.
b Bulunduğu yer, geniş kullanım alanı içinde, gereğinden
çok yer işgal etmiştir ondan.
c Hastalanmıştır.
ç Bulunduğu yerde, hırsıza, böceğe, şuna, buna, güneş
gelişine bağıntısı vardır.
d Bir kaç ağaç yan yana dikildiği zaman, fidan olduğu
için çok aralıklı gözükür, halbuki
büyüyünce birbirlerine çok yaklaşırlar, meyve
veremezler, beslenemezler, güneş alamazlar. Seyrekleştirmek
gerekir.
Şimdi bizim bahçedeki durum budur, bir
kaç ağacı
kesmekle, hem daha çok meyve, hem de normal meyve almayı bilmen
gerekli. Kitaplar böyle yazar.
E. Aydın
BİR CANLI DİĞER CANLIYI NEDEN
öLDüRüR?
Tabii, mantıksal nedenleri anlatacağım.
a- Et oburlar et yemek, ot oburlar ot yemek içindir. Bu bir
yaşam
biçimidir. Genel yaratı prensipleri, bu duruma uygun olarak
programlanmıştır.
İnsanlara ve toplumlara gelince, sosyal yapıyı
ayakta tutmak
için kanunlar oluşmuştur, yasalar vardır. Yasa koyucular uzun
uzun düşünmüşler, araştırmışlar. çoğunluğun
yararına olmayan hallerde ölüm cezasını koymuşlar. Annem,
babam, çocuklarım yaşasınlar mantığı ile bazen
ölümü bile mantıken kabul etme durumundayız. Askerlik
gibi.
b- Canlı hastadır, topluma zararı dokunacaktır.
c- Ayaklarıyla iş gören bir hayvandır, ayağı veya ayakları
kırılmıştır. öldürmek en iyisidir.
ç- çoğalmaya ekonomik bir açıdan bakarak,
nüfus
planlaması şart olmuştur.
dİnsanoğlunda egolar oluşmuştur. İsabetli vuruş denemesi yapmak
için, tüfeğini kuşa, kurda, domuza, çakala, şuna
buna çevirecektir. Yeni yeni vurulan canlının, çocuğu
olmaması düşünülür oldu. Onun için av
mevsimi belirlendi.
Bakınız, anlatmaya çalıştığım her olay
bilimsellik
çizgisini koruyor. çünkü ben bu
günlerime bilimsellikle geldim.
İyidir, kötüdür o ayrı bir sorun. Bilimsel olabilmek ve
bilimsel düşünebilmek için bu yolu izlemek
zorunluluğundayım.
Yeni ve alışmadığımız, varlığını duyumsayıp da kanıtlayamadığımız
durumlar yok mu? Elbette var. Onlara da açık olacağım.
Ama ikircimli olup elimdekileri de yitirmeyeceğim. Zaten bilgilerim tam
değil. O eksikli bilgilerin eşliğinde bir takım yeni bilgi kanalları
varsayımlar peşinde koşmaya kalkarsam, bu da bir nevi aşure olur ki,
adına şaştım aşı denir.
Müsbet ilmin ışığında her türlü ide
gelişimlerine
açık olmak, bence sınırda nöbet beklemek gibidir. İşin en
doğrusudur.
FelsefeMetafizikİlim: Felsefe, metafizik, ontoloji, spekülatif
adlarını alırlar. Bu gurupları onların özel kanunlarının
üstüne yükselen insan zihninin çabasıdır.
Niçin bu alem vardır?, nasıl oluyor da olduğu gibidir? Neyi
bilebilirim, ilim nasıl meydana geliyor. Varlık ve onun
örttüğü sır? Bilgi şartları, metodları.
Bunlar çok derin, asırlar boyu araştırma
konusu olarak gelmiş.
Şimdileri daha da dal budaklanmış. Psikoloji, Pedogoji gibi ilimlerin
katkısıyla daha da yeni boyutlara ulaşmış gidiyor. Zaman
ilerledikçe, araştırmalar çoğaldıkça umudum odur
ki, daha yeni gerçeklere varılacaktır. Yaratı da her şey bir
ölçü biçiminde gelişmiştir. Rasgelelikten eser
yoktur. Simetrik, parabolik, geometrik, sarmal ama
ölçülü biçili. İnsanın tanrıdan önce
var olduğunu kanıtlamaya gerek yok. (Tabii burada kasıt tanrı değil,
tanrı fikridir.)
Toplumlar geliştikçe bugünkü
inançlara
ulaştılar. Gelişme devam ettiğine göre, daha yeni anlayışlara
ulaşmak, olası normal bir bekleyiştir. İlerlemeye açık
olduğumuzdan bu böyledir.
Böylece bugünkü dini bilgiler,
eserler ilerleme
için bağlayıcı ve tutucu değillerdir. Sınır da olamazlar.
İnsanlar ölümlüdür. Gelişmeleri biz
görmeyeceğiz. Bizden öncekilerin bugünküleri
görmedikleri gibi. Ama gelişme sonsuza kadar sürecektir.
Bugünkü kurban kesme olayına gelince: O
bir Hz.İbrahim olayı
değildir. Efsanesi de öyle. Ama bize bir şeyi unutmamamız
gerektiğini, her yıl hatırlamamızı, gözümüzün
önüne biraz önce, biraz önce ot yiyip, suyunu
içen bir canlının bıçak altına yatırılışını ve kanın
tazecik, köpük köpük akışını, bir de evlat sevgisi
miti ile karıştırarak önümüze konuşu. Var oluş
için milyonlarca nedenin dramatik tek anlatımı oluyor.
Bütün bu değinmeye çalıştığım
konuların dışına
çıkabilir, olaya ordan seyredecek kadar güçlü
olabilirsen, ressam Goya'nın ne demek istediğini anlarsın: "Ben onu,
elinde orantörü, pergeli, cetveli ile, görkemli doğayı
yaratırken gördüm".
Diyeceğim şu ki, elindeki müsbet verileri
sağlam tut, onların
ışığında yeni şeyler görmeye gayret et. Ama sakın olasın kerat
cetvelini gevşetme, acabalardan kaçın.
Biraz da felsefe okumanı, bilhassa okumanı tavsiye
ederim. Zira
bütün ilimlerin babası felsefedir.
E. Aydın, 30Ocak1990
FISTIK SöZCüĞü
üZERİNE, ETİK, ESTETİK,
ETİMOLOJİK, EROTİK, BOTANİK YAPI
öZELLİĞİ üZERİNE BİR İNCELEME
Genellikle insanlar, bitkileri besin değerleri
üzerinden
sınıflandırmışlardır. Aslında dar bir açıdır, böyle
değerlendirme.
Fıstık genelde Antep, Şam, yer fıstığı olarak dilimize oturmuştur.
Yağlı, besin değeri yüksek, iştah açıcı, zevk verici,
doyumsuz bir bitkidir. Etikde dolgun, besili, hayat dolu, canlı,
çok güzel, albenili bağlamında yoğunlaşan bir anlam
kazanır.
Yer fıstığı aslında kök yumrusudur. Familyası değişiktir.
Belki de fıstık ismini, yanal,özdeş,duyumsal ve
doyumsal,damak
tadı nedeniyle bu isme uygun görülmüştür.
Şam, Antep fıstığı çift çeneklilerdendir. Erkeği ayrı
ağaçta, dişisi ayrı ağaçtadır. Kayalık, ılıman,
esintisiz, kurak bölgelerde yetişir. Dulda bitkisidir.
çoğunlukla aşılayarak yetiştirilir. Meyve, sert, karmaşık,
sarmal hem de çok yönlü sarmal bir kabuğun
içindedir. Kolay ulaşılmaz. Kahverenginden kırmızıya ve karmene
ulaşan, ikinci gevrek bir zarla örtülüdür. Eviğin,
sarıdan yeşile kayan, erotik, çekici, kaygan, çağırır,
çağrıştırır.
Kabuktan ayrılmasında belli direttiren, beklenti
dozu yüksek ama
bilinçli ve beklenmesini bilen bir güç de
gerektiriyor. Narin, nazenin bir gize gelişmenin nedeni olacak bence.
Doyurucu değildir. Belkide yukardaki vurguladığım
nedenleriyle birazda
caydırıcıdır. Ondan neden olacak doyumsuzdur.
Fıstığın oluşumu, girift ve görkemlidir.
Ceviz için, nar için de aynı
türden ama ayrı
amaçlı yorumlar sezinliyorum. Bu üç meyve kanımca
insandan önce vardı ve birer "BEYİN" idiler. Koruyan, kollayan,
yaratan, oluşturan, kendine yeten. Belki de üzüm de bunlarla
sayılabilir ama bence hayır demek için bazı nedenler var. Sizin
vurguladığınız gibi, kadınlar için "fıstık gibi" deyimi insan
belleğinin, iç nedenli erotik, durumlarının etiğe yansımış
dirençsiz, doğrudansız, ama yaşaması ve sürmesi istenen
"istinck divin" dediğimiz haldir.
Taslak yaparken yazdıklarımı okumakta zorluk
çektiğimden, dikiş
makinamın akışına uydum, ara sırada olsa dikiş uğramamış boşluklar
varsa lütfen bağışla. Düşünceme çıkış noktası
olabilecek kanıtlar da verebilirdim, ama domatik doğaçlama olsun
istedim.
Sizin yirmibirinci asrın, benim de yirminci asrın
hilkat garibeleri
olduğumuza dayatırsak düşüncelerimizi; yorum da yine
çağ ötesi olan bizlere düşüyor, bir asırcık
farkla!...
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Bugün 18 Nisan Pazartesi. Dün akşam saat
20'de otobüse
bindim, sabah sekizde garajlarda.
Ama uyku dünek yok, nedense yolculukta ben de
uyku hiç
olmaz. Yanlışlıkla biraz dalsam, mankafa olur çıkarım.
Böylece kulaklarım, beynim ve düşünce mekanizmam, hepsi
tehirli ve yarım dikkatli oluyor. Daktilonun sesini duyuyorum ama işte
o kadar.
İstanbul garip bir kent. Herkesi koynuna almıyor,
aldıklarını da
öldüresiye bastırıyor, veriyor, alıyor, özdeşleşiyor.
Bütün kentler böyle değil midir?
Analar gibi önce
sıradan ama özde ayrıcalıklı, onu keşfetmeye çıkarsanız,
aradıkça aramadıklarınızı bulur, zenginliğin sonsuz
çizgisine dek uzadığını görürsünüz.
Kasaba insanları bize görece bir sıra
içinde dizilir,
Ahmet sarhoştur, yalancıdır, hırsızdır, ama zekidir, ilginç bir
tiptir.
Mehmet ise zengindir, dini bütündür, Hacca
gitmiş, kimsenin helalında gözü yok, asker
kaçağıdır, karısı sözüm cemiyetten dışarı
kötü yoldadır. Kazancın bereketi de ondandır denir.
İbrahim'in çocukları çoktur,
geçimleri kıt, el
hizmeti ile ekmek parasını kazanır, çocukların okulda dersleri
iyidir, elleri ise hepsinin keldir. Osman Efendi, okumuş, zaman zaman
taraflar arasında ayrım yapar, rüşvet alırmış ama kimseyi
incitmezmiş, iyi adammış.
Ali baba heykelle resme yatkın, Ziya matematikten
önde,
Ziyetti'nin dokuz çocuğundan biri saz çalar,
üç tanesi ayakkabı boyar, biri hızarda çalışır,
okuyanları da iyi okumaz. Ya kavga çıkarır, ya top oynar, ya da
sağa sola bulaşmıştır. Sık sık karakoldan aranır durur.
Yirmi yahut otuz sene sonrasını isterseniz bir daha
gözden
geçirelim. Sarhoş Ahmet banka müdürüdür, iş
bitiricidir, sevilir, sayılır, Zengin Mehmet köşeyi
çabuk dönmüş, kasabanın mühim alanları onun
olmuş, ama kalbi teklemekte, ara sıra bayılmaktadır. İbrahim'in
çocukları hep okudular, ikisi gedikli çavuş, biri
jandarma zabiti, biri radyoda saz çalar, biri de yüksek
okudu, ressam heykeltıraş oldu. Osman Efendi okumuş, zabıt katibi
olmuş. Ziya mühendis olmuş, iyi de yer tutmuş ama erken hastalık
getirmiş, sizlere ömür. Ziyetti'nin dokuz çocuğuna
gelince, şimdi biri sevilen bir başkan, diğeri Ankara'da mebus, ara
sıra gelir gider. Sonra bunlar da evlenecekler veya evlendiler,
çocuklar yalarını seçtiler veya seçecekler.
Şüpheniz olmasın, hep olacağın en iyisi oluşa
oluşa devam edecek.
Toplumlar geleceklerini hep mozaikler de ararlar çünkü
mozaikte pırıltı vardır, yaşam ışığı vardır.
E. Aydın
BENİM üNİVERSİTELERİM
Böyle bir başlık altında yazı yazmağı
çok öncelerden
düşlerdim.
Düşüncenin özünde,
öğrencinin organize eğitimi
yanında, bazen onu da geçen aile içi toplumla yakından
ilişkin, zorunlu imecelerini, katılımlarını, katkılarını, bunun
gerekliliğini, eğitimdeki gücünü ve iş içinde
eğitimin sevgi bazında besleyiciliğini, yaklaştırıcılığını,
bağlayıcılığını konu edecektim. Ancak geçen 17Nisan'da,
köy enstitüleri için konuşmak için
hazırladığım, hazırlık yazım dosyada elime geçti.
üniversite çevresince desteklenen bir dergiye yazacağım
yazının bir de bilimsel tabanı bulunsun düşüncesiyle yazıma
ordan başlamağı uygun gördüm.
Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber eğitim alanında
yenilenme
çalışmaları; bu çapta, bu yerindelikle, nasıl plan ve
programa alınmış, uygulayacak olan isimsiz kahramanlar nerede
nasıl idealize olmuşlar, anlayamadığım bir şey...!
Bir taraftan düşman bir taraftan saray,
kapitilasyonlar,
anlaşmalar, Latin abc'si, medreselerin kapatılması, iktisat kongreleri,
bankacılık, demiryolları, karayolları, tarım her şey sıfır
noktasındaydı start verildiğinde.
Bu çok yerindelikli ideal karar, hazırlık
uygulama alanı buldu
ve ulaştı. Bu uygulayıcılar, nerde nasıl bu denli bezenmiş
bilenmişlerdi? Anlayamıyorum? Kesin kez uzaydan gelmemişlerdi.
Araştırıyorum. Saffet Arıkan, asker. Ordu
komutanlıkları, ataşelikler
yapmış, Atatürk'ün yakın arkadaşı, eğitim bakanı. Hakkı
Tonguç İskeçe'de doğmuş, yatılı öğretmen okullarına
girmiş, Almanya'ya eğitime gitmiş, dönmüş, kuruluşta
görev almış. Hasan Ali Yücel asker kökenli, sonraları
Milli Eğitim bakanı. Kendilerini yetiştirmiş kişiler.
Bildiğimiz gibi Osmanlı'da eğitim yetersiz, yok
denecek seviyede idi.
Asırlar boyu savaşlar sürmüş, tarım yapılamamış, sanayi yok,
okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eskiyeni. Kuzular bize söyler
yılların geçtiğini. 1925 yılında, Amerika'dan Jon Dewey
çağrılıyor, uzun ve titiz programlar hazırlanıyor.
İçtenlikli ilgimiz çok hoşuna gidiyor. İçtenlikle
kutluyor.
Nasıl mevsimler döner, yağmurlar yağar,
ağaçlar uyur
uyanır, işte sanıyorum bizim uyanma zamanımızın mevsimiydi.
Bütün şartlar yan yana, peş peşe gelmişti. 1940 larda
Türkiye haritası üzerinde en ücra köşelerde peş
peşe köy enstitüleri papatyalar gibi açıldı. Sayısı
yirmi bire vardı. çadırlarla, barakalarla başlandı. İş
içinde eğitimin gizil gücüyle, kendi yağlarıyla
kavrularak geliştiler binalar yaptılar, pencere kapılarını koydular,
betonu döktüler, geniş tarlalarda ekim yaptılar, hayvan
yetiştirdiler ve okudular.
E. Aydın
ABUKSABUK DüŞüNCELER
Doğrular eğri olarak doğar. Bu hep böyledir;
çünkü doğrular, aklın ürünüdür.
"Eğri" diye adlandırdıklarımız; henüz çözemediğimiz
ama duyumsadığımız oluşumun: kendince koruyucu, kollayıcı,
süregenliğinin gizi, bir garip sigortası gibi vardır,
sipiritüeldir. EĞRİ: doğanın temel doğrusudur. Kaosa bakarsanız,
adından anlaşıldığı üzere, karmaşa, belirsizliktir.
Bulgular ise, zıtlıkların
ürünüdür.
Düşünce, aklın eşliğinde kendi doğrularını
yaratır.
Bu doğrularsa, uzam ve zamanda değişkendirler. Bazen günün
doğrusu, yarının eğrisiyle çeliştiği gibi örtüşür
de.!
Bazen, her ikiside doğrudur ama uyumlu değildir.
Sayın Balbay, bir özdeyiş vermiş: Savaşta,
babalar
çocuklarını gömerler, barışta da çocuklar
babalarını.!
İkisi de doğru ama uyumsuz. İnsan ve insanlık ideosuna ters.
Ben derim ki: Osmanlı, çağının en doğrusunu
yapmış, fiziğin,
fizyolojinin, pedagojinin, biyolojinin, psikolojinin, sosyolojinin
evrensel verilerini duyumsamış. (ama bilincinde olmayarak)..
E. Aydın
PALALIM, BELALIM BENİM
Trafik kazaları ölümlerinde bir şok tedavi
vardır.
çoğunlukla değil ama yarar sağladığını birçok kez
gördüm.
Biraz önce Cumhuriyet bitti, şezlonkta miskinliğe
geçmiştim. Chow'un bir lafı vardır, yapılacak iş çoksa,
sakın başlamayınder. Ben de çeşitlemeler arasında
öncül bir seçim yapamadığım bunaltı içindeyken,
postacı selamınızı getirdi. Tutmayın Ethem Aydın'ı cinlerim,
perilerim, bildiklerim, bilmediklerim silah başına!
Her insan, şöyle veya böyle dünyaya
gelir. Bu bir
varlıktır, sıradan, milyarlarca insanın bir kopyasıdır. Yavaş yavaş,
öz oluşmaya başlar. Varlık, özün yaşam kaynağıdır, o
kadar. öz oluştukça, varlık diğerlerinden farklılaşmaya da
başlar, bir dem gelir ki, parmak izi kadar orijinal, seçkin
olur. Sanıma göre insan dediğimiz, geleceğin oluşumuna katkıda
bulunan, bu öz ve özün sıfatlandırdığı kişidir.
öz nasıl gelişir? Düşünerek, duyarak,
çevresine
duyarlı olarak gelişir. Sen de, Doğan da, Sıtkı da, ben de, oluşumun
doğrudan veya duyumsal bilincindeyiz. Bugünün şablon insanı,
düşünmeye, duymaya zaman ayıramıyor, bunu kazanç
hanesinde arıyor, böylece öz benine yolları tıkalı oluyor.
İşte bu çizgide bizler, parkurumuzda, diğerlerini solluyor, fark
atıyoruz. Aslında farkımız yok birbirimizden, ama biz Osmanlı
Bankasıyız!
Bizden önce de dedeler, nineler dünyaya
gelip gittiler.
Doğaldır ki, biz de gelip gideceğiz. öyleyse, başlı başına uzun
yaşamak hüner değil. Eğer bu acımasız başlangıcı ve sonu
özümseyebilir, bilincinde olabilir, ölüm
gerçeğine bir başka salt felsefeyle karşı durabilecek
görüntüde, hiçlik, boşluk gibi gözüken
yaşamın kendisini ciddiye alabilecek kadar yürekli isek; zamanı
tespih çekerek doldurmayı yeğleyen kaderci kişilerin, burnundan
kıl aldırmayan, havalarından yanına varılamayan zavallıların
yanılgısını, gelecekte evrensel insanın mutluluğu bazında bir şeyler (
bu herhangi bir şey olabilir) yapabiliyorsak; okuyabiliyor,
araştırabiliyor, yazabiliyor, çizebiliyorsak, sanıyorum farklı
ve faydalı yaşıyoruz demektir. Ethem Aydın, ne seviyede bu dediklerine
uyuyor? Bilemem; ama karınca kararınca önemli, çok
özel ve güzel bir şeyler yaptığım inancında ve bilincindeyim.
Doğaldır, inanmasam yapamam.
İnanmazsanız yapamazsınız, inanmasalar yapamazlar!
Aydınlanma Dönemi'nde Volter sıradan biri gibi
gözükür ama Fıransız İnkilabı içinde bakılınca, o
kadar büyüktür ki, yazmakla bitiremezler. Türkiye
Aydınlanma Dönemi'ni yaşıyor. Muzaffer Kılıç gibi mayası
sağlam bir dost göreve soyunmuşsa övünülesi,
övülesi bir seçkidir derim. Mut'un şansı derim.
Müderris Mustafa Efendi, Mut'ta ilk Türkçe ezanı
okuduğunda ki, o geceyi hatırlarım, Müftü Nadir Efendi, Hakim
Rıza Bey, bir de galiba kaymakam, bizim evde sabahladılar, ezanın
okunuşundan sonra sabahleyin yerleşik Mut'lular babamı tebrikte
yarıştılar (Tanrı uludur, Haydin namaza, Namaz uykudan hayırlıdır,
Haydin felaha, Haydin namaza ), sözcüklerini beş yaştan
yetmiş yaşa ilk defa duymanın, anlamanın mutluluğu içindeydiler.
Müftü Zade Hüseyin Efendi,
öğleyin camide babama
sataşmış, onu dine aykırı işler yapmakla suçlamıştı, ama
coşkunun gücüne karşı çıkışı bir benek olarak
sürüklenip gitmişti... İşte Muzaffer, burası o eski aydın
Mut'tur. Olanlara bakarak çelişkiye düşmeyesin. Ezanınızı
rahat okuyunuz, o benim bildiğim Mut'lu, sizi anlayacaktır. Yuvarlanan
taş yosun tutmaz. Siz orada çok faydalı ve gereklisiniz.
Göz kendini görmez, Karslı'nın dediği.
Büyük kenttir diye bir yerlere gidip
yitmeyiniz. Sıtkı, Mut'a
niye döndü dersiniz???!
Geçen bir fırsatta Karacaoğlan'la
karşılaştık, Zodyak
açıklarında. üzgündü, beni tedirgin ettiler,
yurdumdan yuvamdan ettiler, her göçerin her obanın
tanıdığı, çadırlarında baş konuk olarak ağırladığı, dizelerim
ezbere içten okuduğu, güzel günler, gelecekler
konuşan, söyleyen Karacaoğlan, böyle yoksun mu olacaktı bu
yaşlılıkta, nerede benim pınarlarım, beş çınarlarım dedi,
ağladı, Muzaffer..Dayanamadım, ben de ağladım, Muzaffer.
Dağların çocuğu, dağlar gibi Karacaoğlan'ın
göz
pınarlarında biriken billursu yaşlar öyle bol, öyle arınmış
bir akışla önce saka, sonra sazının göbeğine ulaştı.
Muzaffer, kulağına söyleyeceğim, Eski Kale Pınarı, kara ekşi
suları serinliğinde, arınmışlığında, dinlendiriciliğinde idi.
Artık konuşmak istemiyorum, söyleyen kadar ve
daha fazla okuyan,
dinleyenin de arif olması gerek. öperim. Benden bu kadar.
E. Aydın, 3Kasım1995
İLKELER VE EDİM
Kars'ta bir küçük gezegen,
üzerinde cansızlar,
canlılar ve biz; ayakta durmak için çabalıyoruz. Her an
yok olabileceğimizin bilinci ve bilinçsizliği içinde,
yaşana gelmiş, yaşana gidiliyor.
İnsanoğlu bu umarsız yalnızlığı, milyonlarca
olumsuzluğu, bir doğru
orantıda birleştirmeyi başardı. Tanrıyı yarattı. Yaratana
çevirmenler, peygamberler, sözcüler, (imam,
papaz, keşiş), yorumcular atadı. çevirmenler ve
sözcüler, kaosa kendilerine görece ağırlıklı anlamlar
getirdiler. Acımasız kurallarla, düşünce bastırıldı.
Orantı bozulmazdı, çünkü din tek
doğruydu.
Sığınmacılığın kaderciliğe uyumu için ön koşuldu.
Böylece ön asırlar, on asırları
kovalarken; akıl ve
düşünce, uyanmaya ve sorgulamaya başladı. Dünya
yuvarlaktır dedi, dönüyor dedi, çekim kanunu dedi. Din
savunucuları karşı çıktı, engizisyon mahkemeleri çalıştı,
giyotinler indi çıktı, ölümler ölümleri
kovaladı.... Dünyamız yörüngesel
dönüyordu, bilim de yavaş yavaş da olsa ilerliyordu, baskıya
karşın.
Bugün, nasılsa ilerde dünyamızın dengesi
bozulacağı
bilinciyle, başkaca dünyalar, gezegenler, ilenekler arıyoruz.
Yirminci yüz yılda, Adana'da bir camide, çok
üstün konuşmacı, ünlü bir vaiz, kadınlarını
okutanlar günahkardır Kolları omuzlarına kadar açık gezen
kadınlar or........., onlara göz yuman erkekler pez.........tir
gibi konuşmalar yapıyordu. Cami hıncahınç doluydu.
Bir öğretmen el kaldırıyor, söz istiyor vaizden, veriliyor.
Hocam, bu tür yazıları gazetelerde bol bol
görüyor
okuyoruz, bize biraz Kuran'dan bahset diyor. O an da bir yerlere bomba
düşmüş gibi cemaat hep birden ayağa kalkıyor, öğretmeni
linç etmelerine ramak kalıyor.
Durumun farkına varan vaız, namaz çağrısı
yapıyor, saflar
tutulmaya başlıyorken, öğretmen Ethem oradan canlı olarak
sıvışıyor. (Editörün
Notu: Babam bu olayı Adanaçifteminare
camisinde yaşamıştı)
Bilim ilerliyor, mehter adımlarıyla da olsa
ilerliyor. Biraz duyarlı
olmak da, sanırım biz, Cumhuriyet çocukları'na düşer.
Biz özgürlüğü kolay elde etmedik, bedeli vardır
ödemek gerektir diye düşünüyorum.
E. Aydın
ALICI KUŞ
Zamanımızdan üç bin beş yüz yıl
önce, Mısır'da
Terzi Hermess adında birisi yaşamış. Bu adam ilk kalem tutan ve
papürüs üzerine yazı yazan kişi imiş. Kendinden öte
bin yılın da bilincini taşırmış.
Ondan aktarma bir Suriye söylencesi var. İlk
insan yaratıldıktan
sonra Merkür gezegeninde yerleşmişler. Kendilerine cennet taamı
diye bir de yiyecek gösterilmiş. Bu yiyecek insanı beslediği gibi,
artıkları vücuttaki gözeneklerden tekrar havaya karışıyormuş.
Günlerden bir günler, bizimkiler nereden buldularsa peksimet
ellerine geçmiş, seve seve yemişler fakat olacağa bak ki
çıkaramamışlar, ağrılara, sancılara kalmışlar, bir melaikeye
sığınıp durumlarını anlatmışlar, çare istemişler. Melaike onları
Merkür'ün kenarına kadar götürmüş, oradan
parmağıyla uzakta küçücük mavi bir yuvarlağı
göstermiş, oraya gideceksiniz, bize yirmi bin güneş yılı
mesafededir, yeriniz de orası olacak, demiş. Ondan beri biz
dünyalılar, hep fazla fazla, fazlanın da fazlasını, yiyerek,
dönderip (*)okumuzu birkaç kere daha yiyerek yaşıyor veya
ölüyormuşuz.
Yunus'ların, Karacaoğlan'ların mideleri birincil
değildi,
gözlerinden, gönüllerinden doyabiliyorlardı. Her ne
kadar, at gözünden çayır almaz, dense de.. Bana
göre, sanırım, mastürbasyonun özünde bu ide yatar.
Yani at gözünden de çayır alıyormuş.
özürlü inancıma göre,
pazartesinden sonra hemen
cumartesi geldiğine göre, kılasik zaman artık dar geliyor.
Diyeceğim o ki, sen 65 yaşında değil, tam 650 yaşındasın.
ölümü ise düşünmeye değmez, nasıl olsa
karşılaşmayacağız, birbirimizi görmeyeceğiz. Büyüklere
illa da bir mezar aramak bağlayıcıdır, avuntudur, ayrıntıdır. Yine bana
göre, insanlar büyüdükçe, yani
insanlaştıkça, yani tanrıya yaklaştıkça, mazruf yırtılır,
yok olur. öyle olması da gerekli. Yunus'lar, Mevlana'lar,
Karacaoğlan'lar, Muhammet'ler, Atatürk'ler, Edison'lar mezarı
yıkmış, evrensel olmuşlardır. Münasibi de böyledir. Senden
başladık, sende bitirelim. Ete, kemiğe büründün, Doğan
diye göründün. öperim.
E. Aydın
DOĞRULARDAKİ çEŞİTLİLİK.
Ansiklopediler doğruyu tarif etmezler, yorumlarlar.
Doğruyu dilimin ve bilincimin yettiği ölçüde
sıralamaya çalışacağım.
I Teknolojik verelerin hesaplanabilir doğruları
2 Nedensel doğrular.
3 Tabulardan gelen doğrular.
4 çıkar doğruları.
5 Yerindelikle istenen doğrular.
6 Evrensel doğrular.
örneklemek istersek:
I Matematikseldir, iki kere iki dört eder gibi sonuçlar
verirler. Yaşamın büyük bir bölümünde
geçerlidirler. Bilimsel araştırmaların omurgasıdır.
2 Belli bir hedefe ulaşmak için kullandığımız, bireysel doğrular.
3 Tabu ve etiğin getirdiği din, ahlak ve inanç doğruları, olguyu
münasibe ulaştırma amaçlıdırlar.
4 çıkar doğruları ise kişi ve kişilerin kurmak istediği
bütünlüğe hizmet eden doğrulardır. Savaşlar, ihtilaller,
kavgalar bu türdendirler.
5 Evrensel doğrular ise, her durumda kullanılmadığı için muattal
durumda olurlar.
İnsan evrensel doğrular amacına uygun şablone edilmiştir.
çeşitlilik içinde, doğaya paralel, koruyucu, besleyici,
günler, aylar, yıllar, asırlar ötesine bakan doğrulardır.
Uygarlık için vardırlar.
Dinler, keşifler, buluşlar, uygarlık için,
geleceğin insanı
için yaratılışın özüne giden doğrulardır. Aristo'lar,
Sokrat'lar, Galilea'lar, Nevton'lar, peygamberler, Kolomp'lar,
Mikelanj'lar, Leonardo'lar, Şekispir'ler, Mevlanalar, Yunus'lar,
Pastör'ler, Edison'lar, daha binlerce saygın ve evrensel isimler
bu tür doğruları hedefleyerek, belki de ızdırap çekerek,
ölümsüzlük uğruna, evrensel insan uğruna
ölmüşlerdir.
Tanrı fikri evrensele açılan bir penceredir.
Ayetler, hadisler,
bu pencerede ışık verirler. Gündemi öğretir ve anımsatırlar.
İyilik derler, yardım derler, temizlik derler, bağışlayıcılık derler,
özet olarak, insancıkların insan olmasının öğretisini
olabildiğince somutlaştırarak örneklerle verirler.
Ancak insan beynini örümcek ağı gibi
sarmalamazlar,
düşünce ve duygular örgüsüne ve daha iyiye
açıktırlar.
Bu sağlamda zaman zaman bizim kendi kendimize
sormamız gerek, ben bu
doğruların hangisini izliyorum? Zira yörünge düzeltmek
sonsuza değin vardır. Yeter ki kişi öz beni sorgulamak cesaretini
göstersin.
Akan zaman içinde insanlar, hızdan çılgına
dönmüş (mahşer)i yaşarken; Dingin, ışıklı, yüksek,
yörüngesinde ışıldayan, yansıyan, yansıtan yüzler de
var. Gönül adamıdırlar.
Onlar ki, dünden bugünlere, solmayan
incelikleri bağışlarlar.
Ve insanlık ideosu bu pırıltılarla varolur.
E. Aydın, I ITemmuz1992
DüŞüNME BİçİMLERİ
DüŞüNCENİN
SINIRLARI NELERDİR?
Düşünmek, insanlara vergi bir yetidir.
Veya biz insanlar
öyle düşünüyoruz. Bir sarmaşık, tutunacak bir dal
ararken, hayvan yiyeceğini, sevgilisini veya sevdiği nesneyi ararken,
bulduğu dolaylı düşünce ve tasarım sezilir. Varlığını
çevresine kabul ettirmek için, her canlının irs dışı
davranışları inceleme konusu edilse, sanırım enteresan bulgulara
varılır. İnsanlar düşündüklerini kanıtlamak için,
çare, oranlanan sonuç, müteala, fikir,
mülahaza, metotlarını kullanır. Düşünce, kişilere
göre değişken olması, değişkenliğin de toplumca onaylanabilir
olması, öze katılık ve görecelik getirmektedir.
Görecelik, bir düşünün bireysel
olmasına sınır
getiriyor. öyleyse düşünmek, düşünce
üretmek, toplumsal yapının istek ve ihtiyaçlarıyla
sınırlıdır.
örf ve adetler, dinsel inançlar,
tinsellik, bireysellikle
karşı karşıya geliyor. Düşünce üretmenin tekeli
başlıyor. İnsan oygusu, çağlar boyu, bu tekelin, cenderesinde
ezilmiş, ancak düşünmekten geri kalmamıştır.
Cinselliği ele alalım: Bireylerin cinslik gereği
olarak
gösterdikleri (iki cinsten her ikisinin, ötekini araması,
kendine çekmesi, birleşimdeki özel rolleri, yavruları
karşısında davranışları ve her birinin yaşamdaki ruh durumları gibi)
cinsel özelliklerin tümü. Bu anlatım, diğer canlılar
için geçerli ise de, insanda değişkenliğini korur. Başta,
estetik ve sanat olmak üzere, evrensel kaygılar ve felsefe,
istense de istenmese de kendini var saydırmıştır. Düşünmenin,
itici gücü duygulardır.
Günümüzde sergilenen doğa olaylarını,
duyularımızla
onların değişkenliği ve sonsuzluğu ile süsler, insanlığımızı
yüceltiriz. Cinsellik, tarifte görüldüğü gibi,
üreme iç güdüsü gibi ele alındığında, insan
sözcüğü özel kayıplara uğramaktadır. Sevmek ve
sevilmek, sonsuza dek ulaşacak üretken mozayik motifleriyle
yüklüdür. Nükleer enerjiye sahiptir. İlk sevgi ve
ikincil sevgiler, yeni sevgi birimlerinin oluşmasına kaynaktır. Ben
sevgisinden kurtulmağa çalışan insan, anne, baba, akrabalar,
vatan, millet sevgileri, karşı cins sevgisiyle güçlenir,
yeni boyutlar kazanır, cinsellik sentezinden süzülerek
evrenselliğe yol alır. Cinsellik birimi, bireyler için, iyi bir
eğitici faktördür. Ahu gözlü bireyin, 25 ile 30
yaşları bölümünün yadsınamaz uğraşı kişinin
insanlık hinterlandını yapan duygusal ve fakat onsuz olunamaz
malzemesidir. İnsanlık sevgisine bu yoldan geçilir.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
ünlü ingiliz yazar Bernard Shaw, Oscar
Wild için, o
çiçek gibi güzelliğinizin, sizin için
mutlaka büyük bir engel olmuş olmalı. Bu güzellik,
tabiatın babanızın kötü karekterine duyduğu bir isyandan
kaynaklanmış olmalı, der. Ayrıca, derki:
İyi Amerikalılar ölünce Paris'e gelirler.
Tutarlılık düşünceden yoksun
olanların son sığınağıdır
Eğer insan bir kitabı birkaç kez
okumayacaksa, o kitabı
hiç okumasa da olur.
Günümüzde insanlar her şeyin
fiyatını bilirler,
hiçbir şeyin değerini bilmezler.
Yaşama bir skandalla başlamamalı, yaşlılığını
ilginç yapmak
için yaşlılığına saklamalı.
Düşünmek dünyanın en sağlıksız
işidir, insanlar her
hangi bir hastalıktan, öldükleri gibi düşünmekten
de ölebilirler.
Gelecekleri olan erkeklerden ve geçmişleri
olan
kadınlardan hoşlanırım.
Benimle aynı düşündükleri zaman
yanıldığım
duygusuna kapılırım.
Inkılaplar halk için ve halka rağmen yapılır.
Inkılapçı, ınkılabın manivelasını
gevşettiği gün,
eğilen yay süratle gevşer. Halk kendini tekrar eski yerinde bulmak
için, o güne kadar fethedilen siperleri hızla boşaltır.
Halk kalabalığı aslında ınkılabın
aleyhindedir.
Halkın yapıp, yürüttüğü
ınkılabın, tarihte
bir misali yoktur.
Demokrasilerde ekseriyetler, halkın insiyatifini
daima göz
önünde bulundurmayı, partilerinin geleceğini garanti etmek
için şart sayarlar. Böylece devlet makinasının
bütün vidaları ile oynarlar. Sonuç, bugünkü
durum ortaya çıkar. Bunu önlemek için
köklü demokrasiler, üst düzey planlama ihtisas
komisyonları oluştururlar. Bunlar partiler üstü
çalışır ve ülkenin yıllar sonrası, hatta asırlar
ötesini hesaplayarak programlar yaparlar, siyasiler uygulamada
kesin, zamanlamada serbest olurlar. (Altın kitaplar.)
Kanımca bu bizde de gereklidir. Bizde de bu tür kuruluşlar
konulmuştur, vardır. Yargıtay gibi, Sayıştay gibi, yüksek planlama
gibi, talim terbiye gibi.
ülke savunması hariç hiç biri
siyasilerin etkisinden
korunmuş değildir. Bundan böyle Atatürk yelkenlisi
yönü bellisiz rüzgarlarla çalkalanır durur.
Yol alınıyor gibi gözükürsek te,
yıldırım vurmuş
çınar gibi büyüyoruz, yaralı bereli. Eğitim politikası
yaralı, tarım politikası yaralı, sanayi politikası
yaralı, ticaret politikası yaralı, daha neler neler yaralı.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Dün akşam oğlum diş doktoru Murat Aydın'a
yemeğe
çağrılıydım. Sofrada torunum Oğuz Aydın'ın okuldan
kaçtığı ve gerek sınıf öğretmenigerekse
müdürün telefonla durumu bildirdikleri karakola da haber
vermeyi düşündüklerini onun için eve telefon
ettikleri ve suçlunun evinde bulunması nedeniyle olayın
açıklığa kavuştuğunu konu ettiler.
Dondum kaldım. Durumu irdelemeye yılların deneyimi
yeterli olmamıştı.
Kendimi sokakların dinginliğine bıraktım.
Bütün gece ilkokul yıllarından başlayarak öğretmen
okulu, Gazi terbiye, otuz sene öğretmenlik, muavinlik,
müdürlük günlerimi sayfa sayfa, satır satır
gözden geçirdim. Bu davranışın bir benzerini duruma ışık
tutacak bir anımı bulamadım.
İlkokulda çocuk okuldan kaçmaz. O,
kaçmak
sözcüğünü algılayamaz. Hırsız dense (*), veya (*)
dense yine algılayamaz çocuk..!
Ama şimdi kendisine yüklenen bu tür bir
sözcük
O'nun iç karteksine yerleşir. Zamanla sözcüğün
yüklemi bazen yergi, bazen de sevgi, tutku durumuna geçer.
Bu olay, daha çok sessiz, sakin, içe dönük
çocuklarda; yüze çıkmak, var sayılmak için
yenilenir.
çocuklar uzun yol yolcularıdır. Onları korur kollarken eğitir;
öğretirken geleceği için leke olabilecek her
türlü varsayım ve kişisel duygusallıktan korumamız gerekir.
Yılların deneyimi ve düşüncemin ışığında,
bu durum, size
gelmeden, sınıf öğretmeni tarafından, yumşak bir dille
çocuğa anlatılmalıydı. Size iletildiğine göre, siz,
rasyonel, akılcı metotla öğretmeni uyarabilirdiniz: "Hocam,
toplumda suçlu hep vardır. Biz eğitimcilerin asli görevi
suçu ve suçluyu azaltmaya çalışmak olmalıdır."
E. Aydın, 10Haziran1997
SüNNET
Yine bir yeni yıla daha giriyoruz, ne kadar da
çabuk akıyor,
kumarcı parası gibi! Ama can dostlar bu nedenle de olsa hatırlanıyorsa,
işin içinde bir gereklilik de var sayılır. İçilen bir
bardak çay veya kahve ve bazen de tavlada bir parti, hepsi demek
ki, şimdi dün oldu! Ama can dostlar hep hatırlanacak, anılacak.
Aslında tabular görenek, geleneklerin
sünnet
düğününden farkı yoktur. Birilerinin bir yerlerinden bir
şeyler kesilecektir, işte bu gerçektir. Bin yaş daha yaşlanmak
da böylece bir karambol çizgisinde yutturulmuş oluyor. Nice
nice sünnet düğünlerine aile boyu sağlık, afiyetlerle
koşalım.
E. Aydın
BU, DüNDEN BUGüNE BİR TINIDIR
Şu insan olgusu ne garip, ne şaşılasıdır. Sokakta
burnu
sümüklü, üstü başı toz toprak içinde bi
çocuk görüyorsunuz, kız erkek ayrımı gereksiz, ismi de
önemsiz, Sezar, Neron, Nabakadonasır, Ramses, Napolyon, Mustafa
Kemal, Edison, Markoni, Mikelaj, Rafael, Vangogh, Sinan, Hüseyin,
Gezer, Tunalı, Ethem Aydın olmuş farketmez. Bunlar görkemli
yapının, giz dolu olgunun ilkel malzemeleridir. Yaratmayı veya
yaratılmayı beklerler. Niceleride yaratılmadan ölürler.
İnsan olgusu nükleer bir yapı için
planlanmıştır, doğuş bu
olgunun sıradan bir nedenidir. önce ana baba, okullar ve
çevre oluşumun potalarıdır, deney tüpleridir.
Yönsemeler burada belirginleşir. Cinsellik iksiriyle
bütünleşerek evrensel insana, ilahi kurgunun
amaçladığı yüksek platformlara doğru uçulur. Artık
insan felsefe olur, bilim olur, ilim olur, sanay olur, şiir olur,
müzik olur, sonsuz kaosta öz benini aramaya koyulur. Napolyon
olur, Sezar olur, Edison olur, Markoni olur, Mustafa Kemal olur ve
öteleri. ölümsüzlüğe doğru yol alır.
Medeniyet tarihi, sanat tarihi, bilim tarihi bizlere
bu türden
binlerce örnek sunar.
E. Aydın, 4Kasım1992
1997 DEN 1998 E
Perşembe akşam...
Unutmadım... yarın da Cuma
Zaman akarken, sanki biz oturuyor muyuz!?
Dünyayı, insanla ilişkin her şeyi; şöyle veya böyle
kemirmeye devam ediyoruz.
Sonuçta, yaralı bereli bir sürü anı kalıyor ortada.
Demek oluyor ki, insanı koşturmak için önce coşturmak
gerekiyor. Bir filizi, hep budar durursanız, meyveye ulaştırmak sorun
olur. çoğunlukla kozaya ulaşırken, kozasının yeri değiştirilmiş
ipek böceği gibi.
Yirmi yıl önce yapılmış bir resmi, bir nedenle karşıma aldım, yeni
bir yorum için. Geriye gidiyor da, ileriye bir çizgi
olsun değişmiyor. Demek ki anlıklarla yaşıyoruz. Anlara saygı..!!
Dostlukları da aynı şekilde kocatmıyor muyuz?
Elhasılı bu insanoğlunu, öldürmeli değil dövmeli...
Irmak boyunda üç kişi gördüm. Biri galiba kızın
kardeşi, öbürü de nişanlısıydı. Gergindiler, bir
süre sonra nişanlı kızı tokatlıyordu. Bu çizgide bu olay
bitmeli değil mi, hayır bitmez.! Neye bitmezyanıtı çok karmaşık.
Radikallerin ramazanıyla, entelin yılbaşı bir tenhada karşılaşmışlar.
Ne olacağını veya ne olduğunu kestirebiliyor muyuz? yaşadığımız halde...
Tozu dumana katarak mehter adımlarıyla
yürüyoruz. İnsanlar
insana dost değil, düşman da değilmiş.
Kadın kadındır, erkek de erkek. Türün sıradan varlıkları.
Gel gör ki, ikisi de "sakıncalı piyade", daima mesafeli
olunur. Seversin, öpersin, ama daima bir yasak bölge
ilan edilir.
Hayvan atalarımızda bu böyle değil. Doğal..
özgür her kadın, bir erkek cinsi arar,
erkek de kadını
arar, bulur; şöyle veya böyle bir zaman kesitinde,
beraberlik konudur, bu beraberliği kullanmakta iki tarafta aynı
duygularda, neden samimi olmazlar da, karşı tarafı zor durumda
bırakırlar.?
İlk davranışlar, "zor yaptırım" çizgisinde; erkekden beklenir!!
(*)
Deyeceğim şu ki, samimiyet degörecelişartlar ne
olursa
olsun. Bu ne biçim samimiyetse......
Sizin yılbaşını, nasıl geçirdiğinizi bilmiyorum, ama ben Namrun
yaylasındaydım. öperim, sağlık esenlikler dilerim.
E. Aydın
KARABULUTLAR
Her şeyin kolayı ülkemizde. Başta para
kazanmak, köşeyi
dönmek. Elektrik bütün iller ve kasabalarda
çalınıyor. Diyarbakır(% 54), Van(%50), İstanbul'da sayılamıyor,
Ankara'da sayılamıyor, doğuda en yüksek, batıya doğru azalıyor.
%15' ler gibi. Su için bir inceleme henüz yok. Onun
için bizler çok bedel ödüyoruz,
görünüşe göre ödeyeceğiz de.
Türkiye'mizde, aslında zenginlerimiz, kurnaz.
Altı minareli Merkez
Camii'ni Sayın Sabancı yaptırıyor. İmamlarını devlet atayacak. Nerede
cami yapılmışsa imamlarını devlet atar. Plan program hak getire. Yurt
yapar, vergiden düşer. Devlet başkanının açışıyla, Adana'da
süper market (Karfur) açılır. Fransız malı mutfağı orada,
çevre düzenlemesi bulvarlar devletten....
İtibar dost kazanmak,
Diploma almak,
İmalat yapmak,
Sanayici olmak,
Paradan para kazanmak,
İş bitirmek, iş bitirici olmak,
Tamir etmek,
Kariyer yapmak,
İşi yokuşa sürmek, veya inişe getirmek,
Adamını aramak,
Adam soymak, devleti soymak, banka soymak,
Kargayı bülbül diye satmak,
Vitrine etiket koymamak, %50 indirim yapmak,
Elektrik çalmak, su çalmak,
Eksik tartı aracı kullanmak, ölçü aracı kullanmak,
Trafiğe bilhassa uymamak,
ülkeyi tüketime özendirmek,
üretmemek, üretilene yabancı marka uydurmak,
Yerli üretimi durdurmak için, şekeri, buğdayı dış
ülkelerden almak, milli sanayii hiçe indirmek,
Zengini daha zengin etmek, fakiri daha fakir etmek, memuru,
öğretmeni süründürmek, acı acına çalıştırmak,
öğrenciyi başarısız kılma çabalarıyla ilgilenmek,
üniversiteleri kendi dallarında halka hizmetten uzak tutmak,
ilkokuldan başlaması gereken inceleme, araştırma, derleme yapmayı
yük saymak,
Dilde, kültürde özlü ve sürekli, sicilli
çalışmaların başlatılmaması,
Vergi kaçırmak, yanlış beyanda bulunmak, sahte fatura vermek
sanat haline gelmesi,
Resmi kuruluşların, gergin, uyuşmaz politikaları,
özal'ın mirası: "benim memurum işini bilir" özdeyişi, v.s.....
E. Aydın
DEVLET BABA VE SANAYİCİ.
Sanayici ulusun doğal kaynaklarını emek
gücüyle, akılla
besleterek, yine ülkesine yararlı iş sahaları yaratan, kendi
çıkarlarını, ulusun çıkarları üzerinde tutarak
büyür. Devletine gözle görülür vergiler
ödeyerek, kalkınmada motor görevi üslenen, yüksek
yetenekli kişi ve kişilerdir.
Ulusal çıkarları devletin çizdiği,
planladığı doğrultuda
yapmak sorumluluğunu taşımaları ön koşuluyla ulusca ve devletce
hep saygı görürler.
Sayın Sabancı Adanalıdır. Kendisiyle, yaptıklarıyla
hep
övünürüz. Adana'mıza SA rumzuyla damgasını
vurmuştur. Sabancı Kültür Merkezi, Sabancı öğrenci
Yurtları, Sabancı Merkez Camii, tekstil fabrikaları, Kabasakal
köyü civarında Fransa ürünleri satan
büyük süper market, Karfur, sayamadığım diğerleri...
Devletin planlama kurulunun ulusal çıkarların
doğrultusunda mı
olmuştur yoksa bir türlü dayatma mıdır?
Cemaati uzaklardan gelecek Merkez Camii; şehirden bugün
için 15 km uzaklıktaki sadece arabası olanların ulaşabildiği
süper market (*)
E. Aydın, 23Ocak1999
ADANA 1938
Adana, okalüptüs ağacına benzer. Yaprakları, doğanın yedi
rengini her mevsim taşır. Gövdesi, ara renklerle ebrulu yumak.
Gölgesi bol, dalları salkım söğüt gibi yerlere ulaşır.
Gövdesi sağlam, boyu uzun.
Rüzgarda ırgalanışı oylumlu, uzun boylu agül yanaklı,
gülgümü kerakeli, mor hareli nesimi şiir gibi gelir bana.
E. Aydın, 5Mayıs1996
DEMİRYOLLARI
Şu radyoculara şaşmamak elde değil. Hele hele T.R.T
gibi has kumaş
olanlar.!
Birkaç gün önce bir konuşmanızı dinledim tren yolları
üzerine.
Benim çocukluğumda doğrular tek ve güçlü
olurdu. Doğruyu Ankara ölçer, biçer, halkına
duyururdu. Bize, onu katmerleştirerek uygulamak kalırdı. Yeni yazı
günlerini anımsarım...
Onuncu yıla gelindiğinde, Ankara şahlanıyor
bütün yurdu
ayrıcalıksız gözetiyordu. Onuncu yıl marşı Ankara'nın verdiği tek
doğru senetti. Tilcik tilcik sözcük, tümce tümce
yaşanan, inanılan tek doğruydu. Aynı zamanda komut kadar açık ve
sağlamdı.
Neler oldu bizlere, böyle rüzgarda savrulup duruyoruz.!
Devletimiz devletlikten, hükümetimiz
hükümetlikten,
medyamız medyalıktan uzak kaldılar.
Bu kadar yaşamsal olduğu kanıtlanmış demiryollarının üzerinde
gereğince konuşan yazan olmuyor. Düşünen yok gibi.!
Daha anlaşılmazı, az bir çabayla, o kadar çok yapılabilir
gözüküyor. Bu cennet vatana hep birlikte düşman mı
olduk yoksa?
Radyo konuşmanız beni çok etkiledi.
Darısı sağır sultanlarımıza.!
Saygılar, teşekkürler.
E. Aydın, 10Ekim1998
UZAYIP GİDEN TREN YOLLARI
2Temmuz2000 İstanbul Sirkeci garında, duygusal bir
olay yaşandı.
Türkiye'de Cumhuriyetlin kuruluşuyla önem kazanan, ulusun
büyük bir gereksinimine yanıt veren, köylünün,
kentlinin, sevgilisi olarak uzayıp giden tren yolları; kapitalizmin
azgın canavarı, karayollarına yenildi, o gün bu güne değin,
trafik kazalarında bir çanakkale savaşları kadar insanımız
hiç yere, gittikçe artarak ölüyor,
ölüyor.
Demiryolları özlemi, nostaljisi, ülkeyi
ayağa kaldırmışken
Boray Uras, Hilmi çamurdan, Edirne'den Ardahan'a raylar
üzerinden aylarca süren bir tepki
yürüyüşü başlattı. Otoyol gitsin, ölüm
bitsin. Doğayı kesmekten yaralamaktan geri dönülsün,
otomobil çöplüğü istemiyoruz.
çöplükte ölmek istemiyoruz diyorlar, ulusun
isteğine sözcü oluyorlardı. Ced
sözcüsüydüler.
Sirkeci garı yurdun dört bucağına yolcu taşır, dört bucaktan
gurbetci getirir, trenler yolcunun seyyar evidir günlerce.
Orada oturulur, orada yenir içilir, uyunur,
gezilir.
Pencerelerden yolculuk boyu, yurt doğası izlenir mevsim mevsim. Bir
çay içimi durulan istasyonlar yerleşik halkın
günlük gezi yerleridir. Yöresel yaşamı vurgulayan ev
yiyecekleri, işleri bir andaç gibi sunulur anıtlaşır. Vagonlar
bir evdir, konuklarla dolu.
E. Aydın, 2Temmuz2000
SEVERKEN DöVMEK üZERİNE
BİR öZELEŞTİRİ.
İslamiyet'te ve Osmanlı'da, büyüklük
mertebesine ulaşmış
kişiler genellikle büyük olarak ölürler,
öldükten sonra da yerleri tabularca korunurdu. Genelde bu
böyleydi, istisnalarda olmuştu ama sayıları çok değildi.
Cumhuriyetle beraber biz Türk'lerde, büyük yeme
hastalığı belirdi.
İnsan kendi kendine soruyor, büyüklerimiz
mi kapasitesiz,
yoksa biz mi beğeni özelliğinden yoksunlaştık?.
Sade vatandaş, doyumsuz esnaf, tüccar hakkına razı değil.
öğrenci öğrenmemekte direniyor, öğretmen yetersiz
deniyor. Seçilmişlerin, seçenleri, onların
gereksinimlerini bildikleri yok. Siyasiler ülkenin öz
sorunlarını tanıyamıyorlar, uzman kadrolar daima teorik, pratikten
haberleri yok. Anlaştığımız tek nokta hepimiz bu ülkeyi canımız
gibi seviyoruz.
E. Aydın, 10Aralık1991
BAŞLIKSIZ
Pınar sözcüğü halk arasında (göze) oluşumu
itibariyle temiz, ilk çıkış kaynak demektir. Pınarlar
sürekli akışlarıyla durulur, suyu arınır. Kıymeti artar. Sağlam
bir pınar kolay oluşmaz, oluştuğu zaman da diğerlerine göre farkı
fark edilir.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Bu sabah mızkımda bir meymenet vardı. Güneş közde kalmış
mayalı hamur gibi, irenge irenge geçerek, fes rengi, bal rengi,
bezük, alacasarıları da geçerek, karlı dağların
önünde, kavak sıralarının arkasından, defrenin sazlarına,
sonra da benim pencereye uğradı. Tüylerim ısındı, kaşık
düşmanıma işaret ettim, dürttüm.
E. Aydın
İNSANLIK KOMEDİSİ
çağımız, hız üzerine endekslidir.
Günü dolu dolu
yaşamak; (dün)ü belleğimize sıkıştırmak, (yarın)ı heyecanla
gözlemek olgusu yalnız biz insanlara özgü bir
yanılsamadır.
Bu bağlamda insan, yaşamı bencillikle bağdaştırarak,
doğayı; dağlar,
ovalar, ırmaklar, bitkiler, hayvanlar, hava, su ile algıladığımız
doğayı, toplumun düzensiz, hoyratça kullanımına
açar.
Böylece bütün varlıkları kapsayan
yaşam;ben merkezli
olur. Günlük yaşam otobanda seyrediyor; hızlı, daha hızlı,
geri kalmak, geriye dönmek yasak!..
Bilindiğine göre, biyolojinin fizyolojik
güdünün,
kendi iç değişmezleri; akıl, mantık, düşünce,
algılama, karar yetisi, oluşumun bütün evreleri ister istemez
devre dışı kalırlar, anlamlarını yitirirler, ağırlıklı edim
güçlerini, yarınlara bırakırlar.
Kuşkusuz, evrim sürdüğüne göre,
bu
düzensizliğin, zaman içinde kendi düzenine
kavuşacağı, avuntumuzdur.
İnsan, var olduğundan bu yana, doğayı değiştirmeye
çaba
vermiş; buğdayı, mısırı, bize sunmuş, hayvan soyunu kullanıma
açmış, ateşi, tekerleği, buharı, gazı, daha binlerce
bulgusunu bizlere ulaştırmış.
Atalarımızın belleği, kitaplarda, kitaplıklarda
saklanarak, korunarak
bizlere ulaştı. O yüzdendir ki, zaman zaman, hatta sık sık,
otobandan çıkarak, arkaik, hatta kılasik olmuş zamanlarda,
bellek tazelemek gereksinimi duyarız.
Zaman bu denli hızla akarken, gerçekte
dünlerde yaşar,
yarınları hayal ederek mutlu oluruz. Bana öyle geliyor ki, yaşamın
en verimli mevsimi, rüyalarda, hayallerde, ütopyalarda
gizlidir.
Hayal; yaşamın gerçek motifleriyle,
düşün
gücünün renkli bezeklerinde, ilmik ilmik işlenir.
İmgelerimiz, gerçeklerden türeyen, gerçek
üstü ideolardır. Yeni buluşlar, keşifler de, kuşkuyla
zenginleşmiş hayal gücü ürünüdürler;
yaşanan gerçeklere tepkiyle başlar, bireyin kendi
özgürlüğüne saygısıyla büyür.
Toplumların yapısı, bireylerin tepki ve kuşku
nedenleri, karmaşık, ama
yaşamsal sorunları da beraberinde getirir.
Bir sosyal yapının bütünlüğü ve onun korunması,
güçlenmesi gereği, kuramlara gereksinim duyulur. Yasalar,
yasaklar, zor yaptırımlar, tabularla da güçlenerek, bireyin
özgürlüğü sarılıp sarmalanmış, kuşatılmıştır.
özgürlüğün bilincine varmış birey, tek umarı,
kendini sanatın uçsuz bucaksız okyanuslarına atmakta bulur!.....
Burada; SANAT ve SANATçI
sözcüğü, AYDIN anlamında
olup, genel kapsamlıdır. Toplumunu, onun geleceğini, gerek
düşünerek, gerek sezinleyerek, özgürce konuşan,
yazan, çizen kişi anlamındadır.
Artık, okyanusların amansız dalgaları arasında
özgür ve
yalnızdır; toplumun çağdaşlaşmasına engel olan yasalara,
tabulara, zamanında gereken değişimleri yapmayan ERKEye karşıdır.
İnsanı sevdiği için, onun, güne ve
geleceğe ait her
türlü sorunlarını yakından izler, araştırır,
düşünür; sezgileriyle besleyerek konuşur, yazar. Yasa
koyuculara ve şöyle veya böyle çarkın bir dişlisi
olmuş olanlara, isteksiz de olsa uyumlu çalışanlara,
düşüncesini iletmeye çalışır. Şiirler yazar,
öyküler, taşlamalar, romanlar, sahne oyunları yazar, resim
yapar, yontu yapar, karikatürler çizer, toplumunun her
türlü sorununu dile getirir.
Sivil toplum, sanatçıları sever, sayar,
korur. Onları, kendi
geleceğinin temsilcisi, pişdarı, şıvgarı olarak görür.
Dünya genelinde, çağlar boyu sayısız örnekleri vardır.
Türkiye'mizde ise Nazım Hikmet, Aziz Nesin,
Yaşar Kemal, Ruhi Su,
İbrahim Balaban, Mehmet Aksoy , tükürülesi Heykelin
Ustası , hatırıma hemen gelen sanatçılarıdır. Nazım Hikmet,
özgün şiirleriyle, Aziz Nesin, kara mizahı ve konuşmalarıyla,
İbrahim Balaban, ezilmişliğin kompozisyonlarıyla, Ruhi Su, absoli halk
türkülerinin içli anlatısıyla, toplumu derinden
etkilemişler, hapislerde bile yatmışlardır.
(Sözlük Açıklaması : pişdar:
önde giden,
öncü, ön tarafı güvene alan, tutan. Şıvgar: koşulu
topçu terimidir. Topu, dört iri at kadana çeker. En
önde, yükte olmayan, delişmen, neşeli, cesur, boylu boslu,
bakımlı bir at bulunur. İlk hareket komutu ona verilir. Engebeli,
tehlikeli, yol dışı hareketlerde, o yürür,
yürütür. Dinamik, devingen oluşuyla olası önemli
sarsıntılarda çırpınarak denge kurucudur.)
E. Aydın
İçERDEKİLER DIŞARDAKİLER
Tutukevleri doldu taşıyor. Depremzedeleri bıraktık,
onlara ev
beğendirmeye çalışıyoruz. Daha çok çalışacağız.!
Aysberkin, buzdağının aşağısı, sanal büyüklükte.
Devletimiz, sağolsun, suçlu aramaya,
yaratmaya çaba
veriyor. Yazarı, çizeri, konuşanı, düşüneni,
içeri almak için yasaları hızla çalıştırıyor.
Böylece en verimli sektör, tutukeviinşaat
sektörü
olacak.!
İşçi, memur, sade vatandaş, emekli,
köylü, nerde
yatıyor, ne yiyip ne içiyor, nasıl geçiniyor?, hİç
önemli değil sanki!
Taşları bağlamışız, köpekler serbest.
Suçlular, sanal suçluların oranı
öylesine
büyüyor ki, suç kavramının, tekrar bir
yargılanması;bizi bize, yönlendirip, aysbergi görmemize
yardım etmez mi??.
Dışardakiler içerdekiler....
E. Aydın
BİR ZAMANLAR TANRI VARDI
İnsan O'nu yalnız bırakmamak, yalnızlıktan
ölmemesi İçin
tanrıçalar yarattı, sundu....
Başlangıçlar, raslantıların karmaşık ve
sarmal, dingin ve
devingen, ölçülemez zamanların potasında, olabileceği
en kusursuzu, süregen yapısına ulaşmışlardır. Yaratılışın
başlangıcında sayısız raslantıların, birbirlerinin üzerine,
doğrudan, dolaylı, dolaysız, düz ve sarmal etkileşim hatta siberne
katışımı sonucu, o görkemli, bir türlü anlaşılmaz
gözüken yapısına, milyarlarca belki trilyonlarca zaman dilim
içinde ulaşmıştır.
Raslantılarda ayrımına varamadığımız bir gizil
güç vardır.
Zamanlar içinde insan beyni, matematiği
tanıdı, onun yaşam
kolaylıklarından pek hoşlandı, işte ondan sonra bütün
bilimler ona, onun değişmez veya az değişir yapısına sığındılar, bundan
neden bugün, hesaplanabilir, gizemden yoksun bir çağın
şablonları içinde, zaman zaman da olsa da taşarak, evrensel
yataklarımızın özlemini duyarak, çalkalanıyoruz.
Duygular gerçeklerin talanına uğradı. Hayalin
yüksekliklerinde gezinmeye zamanımız kalmadı.
Natürel yapının özdekleri olan, aşk, sevi, seks ve duyumlar
da bu gidişten payını aldı. Sıradanlaştı, bodurlaştılar.
Kanıma göre, her türlü iç tepkiler, onlar
nedeniyle ortaya çıkan görünüm ve duyumlar,
parmak izleri kadar değişmez, bireye özgedir.
Yine bir raslantısal nedenle çok çok
geç
öğretide (Sevmek dokunmaktır) sözü gündemime
gelmişse, bu gerçeğe sıcak bakabiliyorsak, aşk da, sevgi de,
seks de, romantizmin kelebek kanatlarında özgür, kendi
başlangıçsız ve sonsuz kaosuna yükselir ki, orada ideo
insan bulunur.
örneği hemen yanımızda.
Uzay morötesi,
Zaman sonsuza eğri! İlahi tınılı.
Savruluyor, koyu ipeksi saçlar esinde! Gökkuşağı.
Güçlü iki yürek pompalıyor, seviyi sonsuzluğa,
Ak soluğun rüzgar, deniz dalgalı,
Kayık yalpa.
Zaman uzayda özgür.
Kayıkta biz
İnsana doğru......
Bu dize bence, çağın kısırdöngüsünü kırmış,
zincirlerinden kurtulmuş, sizin de özlemini duyduğunuzu umduğum,
belki şiir kuramlarını bilmeyen, ama yüksekliği olan bir anlatı
değil midir? Bu hiçbir zaman bir paraloji değildir. Elli milyon
yıl sonra, eylülde buluştuğumuzda yine ( sevmek dokunmaktır )
temasını işlemek umusuyla öperim.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Gazetelerde ezanın Türkçe okunması
düşüncesini
alkışlamıştım.
Televizyon konuşmalarında Cumhuriyet kuşağı
konuşmacılarından birisi bu
öneriyi duyunca tüylerim diken diken oluyor dedi.
22Ocak1932 yılında Yerebatan camiinde ilk Türkçe ezan
okunduğunda halkımız çoskuyla karşılamış, hemen arkasından
Türkiye genelinde uygulama başlamıştı.
Sizlere Mersin'in Mut kazasında tanığı olduğum
Türkçe sabah ezanının müderris olan babam tarafından
okunuşunu anlatmak istiyorum.
O akşam müftü Nadir Efendi, hakim Ali Rıza
Bey bizim evde
sabaha kadar değişik tınılarda tekrar tekrar okundu. Bizler bitişik
odada yataklarımızda dinliyoruz, heyecanlıyız.
Babamın sesini uygun buldular. Sabaha doğru herkes namaz hazırlığı
yaptı.
Tanrı uludur.. tanrı uludur...
Namaz uykudan hayırlıdır...
haydin namaza...
Haydin felaha...
E. Aydın, 4Eylül1996
EZANIN TüRKCESİ
Tanrı uludur tanrı uludur <iki kez>
Şüphesiz bilirim bildiririm tanrıdan başka yoktur tapacak
<üç kez>
Şüphesiz bilirim bildiririm tanrının elçisidir Muhammed
<dört kez>
Haydin namaza <beş kez>
Haydin felaha <altı kez>
Namaz uykudan hayırlıdır (sadece sabah ezanında) <7 kez>
Tanrı uludur <sekiz kez>
Tanrıdan başka yoktur tapacak <bir kez>
Türkçe ezanı düzenleyenler, arapça ezanın
okunuşunda olduğu gibi, türkçesinin de usulsüz olarak
sabarast, hicazevcıraknevasegah İsfahanHüseyni makamında
okunabileceğinin notasını yapmışlardı.
8Kasım1997 Cumartesi sabah
GELİP GİDENLERE GöNDERİ
Gelenler giderler. Bu bir birleriyle sarmaş dolaş
iki sözcük
arasına bir ömür bile sığar. Günü, saati, ayı, yılı
bir yana bırakarak geldi ve gitti. Geldi, gönüllerde yerleşti
ve gitti de olumsuz.
Güney Batıdan bir yerlerden geldi, resim
öğretmeniydi,
hanımdı, insandı, ak bir bulut gibi sevgi doluydu. Yeşilin dostu bir
mavi yumağıydı, bilgileri gülücüklerle daha bir sağlam
ulaştırıyordu çevresine. Bu belki bir yetiydi asil soyundan
getirdiği. Gitti, Güneydoğuya gitti, şimdi güneşe daha
yakındı. Yansıdı, yansıttı, bizleri unutmadı,uzun uzun mektuplarla
özlü, tilciklerle uzakları yakın etti, içli ve
içtenlikli, içerikli mektuplar ulaştırmaya, gecelerden
artı zamanlardan zaman ayırdı.
Bir gün yine geldi, daha ışıklı daha sevecen, mavi mavi girdi
iç boşluklara. Sevgi ekiyor, sevgi biçiyordu,
çiçekçi kızdı o. Bir dosta gereksinimi olan
herkesin yanındaydı, ogmaz yaralara merhem olmak ister, zamanından
zaman ayırırdı. Metin kişiydi vesselam, ama yine gitti....
Kapı boşluklarında, sımsıcak izlenimi,
gönüllerde doldurulmaz
yeri kaldı bizlere. öğrencileri soruyor nerede, ben soruyorum, Ey
bülbül, güzel kuş, şimdi sen nerdesin?.
E. Aydın, 5Ocak1993
SUYA öZLEM İLETİSİ
Akşam üzerleri olunca, dağarcığımı yollarım
biriken önemli
önemsiz neler var? İyi fikir ve düşünceleri ertelerseniz
bayat ekmek gibi değişikliğe uğruyor. Kötü ideler ise
çökeltiye bırakılmalı, onlarda aktivite vardır, zaman
içinde kristal değerlerine ulaşabilirler. Hiç olmazsa
yönüne göre sarkıt dikit gibi görüntü
yalınlığına ulaşırlar. Para da bayatlamaya gelmez, onları da ertesi
güne veya zamana bırakmak akılcı değil. Hiç olmazsa benim
için. Daktiloyu bulan adam, başlangıçta sanırım
çok eleştiri almıştır. Kaligrafiyi dışladı, kişinin yaratma
gücünü, ideotizm'ini yok etti diye. Ama bir
büyük iyiliği var ki, hiç unutulamaz, kenara itilemez.
Yazma kolaylığını, fikir akışını yıldırım hızına ulaştırdı.
Ondan neden, benim elimin altında daktilo,
vazgeçilmez bir
gereksinim ve araç. İyi kadirbilir bir arkadaş. önüme
çektiğimde bir de hedef belirledim mi, basıyorum tuşlara, dum
dum...
Hedefe isabet önemli değil. Dum dum dum tetikle
gitsin. Bazen,
hedefi vurduğun da olur, ses gelir, dum..dum... Evci işi (kırk gün
taban eti, bir gün av eti), genelde hedefleri büyük
seçerim, serde miyopluk var. Sevgi gibi, Cumhur reisi gibi,
bakan gibi.. Geçen gün öğretmenler günü
nedeniyle Mersin'li resim öğretmenleri bir sergi
düzenlemişti, içlerinde ben de vardım. Vali onur vermişti,
işin daha enteresanı benim resimlerle de çok ilgilendi, kamera
karşısında uzun uzun konuştuk, iyi kokteyl tüketti, ama
görüldü ki, sergiden bir tek resim almadan ayrıldı.
Bende sanat evine geldim, silahımı aldım, dum dudum, dum... Kendine bir
mektup yazdım, sergilerden resim almanın asaleti, anlamı, vali olarak
gerekliliği bağlamında. Bu ayın onunda yine Mersin'de bir başka sergide
karşılaşacağız bakalım, isabetli bir vuruş yapmış mıyım?
Biz insancıklar, tavuskuşuna benzeriz, yalbırtımız
vardır, ama
içimizde boşluklar tümen tümendir. Onun için
bizi tanıyanların gerçeklerini ve hayallerini besleriz ve
saygılı oluruz, işimizede geldiği için. Biliyorsun, sanat ve
kişilik duygulardan yola çıkar, onlarla yaşar ve yücelir.
Duygular ise büyük bir karmaşadır.
çocuk annesinin memesini emerken, cinsel bir
doyuma da varır.
Ama biz ona anne şevkati, çocuk muhabbeti der
geçeriz.
Zira kültür ve tabularımızda öze yakın
düşünmek bile yasaklanmıştır. Seni seviyorum demek, hala
kuşkuyla beraber yaşar içimizde.
E. Aydın, 6Ocak1993
SUNU1
Güzel insanlar
Hepinize Merhaba
8.inci Altınkoza festivalinin en iyiye ulaşması için gece
gündüz demeden özveriyle çalışan isimsiz
kahramanlara merhaba.
Bu akşam burada kadirbilir Altınkoza organizasyonunun lütfettiği
bu onur belgesini günümüze değin resim sanatına
gönül vermiş amatör ve profesyonel olarak katkıda
bulunmuş sanat eğitimine soyunmuş öğretim üyeleri adına Ethem
Aydın olarak alıyorum.
Sevgi ve saygılarımın kabulünü sunuyorum.
Kutluyorum.
E. Aydın
SUNU2
(Editörün Notu: 3
numaralı kaynakta bu konuşma sesli olarak
şu şekildedir:)
Güzel insanlar merhaba.
Hepinizi kucaklarım.
Altınkoza çok iyi düşünülmüş, Adana
için ilgi emekle ortaya konulmuş bir olaydır. Bu olayı
yaratanlara saygım sevgim sonsuzdur.
Sayın Adanalılar, bu onur belgesini Ethem Aydın'ın şahsında
bütün Adana'da yaşayan sanatçılara verilmiş kabul
ediyorum.
Güzel insanlar hepinize merhaba. Candan kucaklarım sizleri.
Adana'mızda Altınkoza 8.inci çalışmalarını yoğun bir şekilde
ortaya koydu. Bin bir müşkülatla bu olayı ortaya koymaya
çalışan isimsiz kahramanlara merhaba.
Bu gün Ethem Aydın adına burada vereceğiniz plaketi, Adana'da
başlangıçtan bu güne, sanatta iz bırakmış ve emek vermiş
amatör profesyonel ve fakülteler seviyesinde öğretim
yapan bütün arkadaşlarımla paylaşıyorum ve onların adına
kabul ediyorum bunu.
Sizlerin adına, sanatçılar adına, bu incelikli, güzel olayı
ortaya koyan kişilere sonsuz sevgi saygı..
Unutmayınız, hatırlayınız bizleri. Hatırlanmaktan mutluluk duyarız
bütün sanatçılar.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
(Editörün Notu: 3
numaralı kaynak bir ses kasetidir, Ethem
Aydın ve Feyyaz bey arasında geçen konuşma şu şekildedir:)
Ethem Aydın Şimdi... şeyin.. Feyyaz'cım.. birer kahve içelim mi?
Feyyaz bey İçelim.
Ethem Aydın Başıma bir iş geldi benim...
Feyyaz bey Söyle abicim.
Ethem Aydın onun etkisi altındayım... Bu kız beni ağlarken
görmüştü..
Feyyaz bey Allahallah ?
Ethem Aydın Ondan sonra.. ilgilendiler sağ olsunlar.. Beni
altınkoza yılın sanatçısı seçmiş
Feyyaz bey Yaaa. Gayet güzel hocam haberim var
(Sigara yakmak için çakmak sesleri)
Ethem Aydın Bu benim zoruma gitti. Bu kadar genç insan... buna
layık insan varken neye beni seçtiler diye bir haylı..... o
sırada bunlardan bir doçent arkadaşımız gelmişti.. ve bu da
O'nun yanındaydı... geldiklerinde ben bardakla burda baş başa vermişim
gözlerimden de yaş akıyordu. Ne yapacağım ben bu kadar insanın
karşısına ne yüzle çıkacağım filan diye kendi kendime
ağlarken bunlar geldiler. Anlattım. çok mutlu oldular,
yanındayız dediler, bundan daha isabetli bir şey olamaz dediler,
üniversite olarak orada olacağız dediler, filan sağ olsunlar...
işte böyle bişey.. şimdi kahvemize geçiyoruz..
Feyyaz bey Kutlarım hocam...
Ethem Aydın Ne yiyeceğiz.? (sohbet devam ediyor)
BAŞLIKSIZ
Anday derkiBen yazdığım her şiiri yeniden yazar
cebime korum, sonra
yayımlanmak için şiir isteyene cebimden herhangi birini
çıkarıp veririm der.
Zamanlar üstüne zamanlar
örtüşmüş, yine
zamanlar içinde, ne olmuşsa olmuş, insan (var) olmuş.
Varlık, kendi evrensel nedenini, öz'de bulmuş.
Varlık, özyargı kategorisiyle,
seçilebilen zaman
boyutlarında, değişmeyerek türleri, onun farklılıklarını,
cinslerin çeşitliliğini koruyarak, kollayarak elle tutulabilir,
gözle görülebilir gerçeğimize ulaşmış. Sonlu
olarak.
öz ise, bu radikal, sonsuza sınırlı kabuk içinde, ve de
dışında, özgür, ışık, hava kadar akışkan, göreceli!
özlemin coşkusu ve hoyratlığıyla, düşüncenin kendisi
olmuş.
Bu çelişkili sarmal oluşum, yine zamanlar
içinde, (dil
ile kuşatılarak), geleceğin insancıklarına, sevgi adına sunulmuş.
İnsancıkların dille başı derttedir.
Saatler boyu daktilo başında geniş kapsamlı
sözcükler
arıyorum. Sevgi ve sevgili bağlamında.
Meğer, yaşam ne kadar anlamlı, güzel,
dayanılmaz
çekicilikte imiş!...özbenin hamuruna, yüce bir im,
sevgiyi fısıldamışsaa........
Yüklüce bir yaşam şeridinde, uyuşmuş, uyuşturulmuş,
dinginleştirilmiş, öze ilişkin duyu ve duyumlar, barajlardan
kurtulan seller gibi, varlığı siliyor, süpürüyor...
Gerçek bilinmiş, emek verilmiş, akıl, irade,
karar, kararlılık,
onur, konfeti gibi serpilmiş, anlamsız pırıltılardır, sevgi
esintisinde....
Zaman zaman kendimi sorguluyorum, Sevgi karşılıksız
vermekse, ereği
niçin sel kapsamına alıyor, yansımayı umuyorsun?
Bu edim coşkusu, bencillik olmuyor mu??
Ethem özbenin labirentlerinde yiten,
çırpınan, klasik
romantizmden medet uman, eziyeti bunaltıyı seçerken ,sevgiyi
topluma, bütün insanlığa yaymak için,
açık denizlerde pupa yelken, bilinçli, soluk soluğa
koşarken; bu senin öznel sevgin, çelişik, ayak bağı olmuyor
mu??!..İkincil hatta üçüncül olman gerekmiyor mu?
Bunun da bilincindeyim, şüphesiz!
Ama seviyorum işte, yazıyorum işte, yansıma
bekliyorum işte var mı
diyeceğin. Böylece çoğaldığımı anlıyorum.
E. Aydın, 24Şubat1996
BAŞLIKSIZ
Mektuplar özgür olmalı, insanlar değilse
bile!!
Tutsağım, uzamlar içinde, zamanın getirdiği
soyut
düşlerime..Yaşanmışlık içinde ulaşılmamış sevi
panoramasının sonsuzluğun tavanını delen duyum ve doyumlarına....
Abislerde (okyanuslarda onbin metrenin altı),
dingin, durağan
loşluklarda hayat, yavaş görkemli algılanabilir yoğunlukta gizemle
sürerdi.
Su yüzüne, kimler, neden çıkardı
beni?
Esintiler, dalgalar, sıcak soğuk akıntılar,
fırtınalar, boralar,
tayfunlar, siklonlar bu garip martı için ne demek?
üşüyorum,tedirgin umarsızım.
Niçin martı (Jonathan), mesihinden, onu
ışığından, ısısından!
Zaman zaman da olsa, aloo diyen çağırgal sesin tınısından yoksun
olmaya itiliyor! Bu ışıklı suskunluk bilinçli midir, bunda da
alınacak bir dersin nuansları mı var? Düşülen girdabın
acımasız budaklarına çarpa çarpa yiten güzellikler,
seiler, yitiren için de ezgi ve ezi olmayacak mı?
çaplı ve devasa dalgaların tepesinde patlayan
köpükler, Abislerin çocuğu, yetisiz martıya dayanılma
yük değil mi?
Diyorsun ve diyeceksin ki, zamanla ve mekanla sınırlı olmayan
dostluklar için, uzak diye bir yer yoktur.
Her zaman olduğu gibi sevgi ve saygılarımla.
E. Aydın
BOZUK BİR ŞEY üZERİNE DEYİNTİ
Bugün kuruluşa, çocukluğa,
çocuklukla geleceğin
ilintisine övgüler ve özlemlerin anımsanmasına
açılmış düşüncenin sıradan insanın öz beninde
yükselen saf, katışıksız, duygu ve duyumların, dahası
çocuğa ve çocuksuluğa övgülerin anlatımı
için konulmuş bir gündür. çünkü insan
yitirdiği çocuksuluğunun özlemi içindedir.
Zaman oldu çocuksuluğumdan utandım, maskeler
takarak
büyük gibi gözükmeye çaba verdim.
Büyük olamadım, oldum ama büyüyemedim.
Tekrar çocukluğuma dönmek istedim, ilk
etapta seni buldum,
bir yetişmiş eğitimci olarak beni tanıdın, değerlendirmeye çaba
verdin, çocuksuluğuma övgüler yağdırdın,
ödüllendirdin.
Coşkularım seninle dirildi, nefesinle
dalgalandı,seninle yelkenim
doldu.Yürüyorum insana doğru
Senin yanında çocuklar kadar içten,
seçmesiz
konuştum hiç bir zaman olmadığım kadar çocuk oldum.
Bütün zamanlarım içinde seni düşünür
oldum. Seninde bir insan olduğunu unuttum, Mesih dedim. Yaptığım puta
tapmaya başladım. Hala bir çocuk olduğumla kıvançlıyım.
Yine de biliyorum ki, sen bir tüzel kişisin, Hükmi
Şahsiyetsin, toplumun hizmetindesin, yalnız benim için olamazsın.
Benim züremde ilgini odaklayamazsın. Ama bir
yerlerde bir bozuk
bir şey olmalı.
çocuk bayramında çocuksu bir ışık
altında yazılmıştır.
Onun saf pür duyumlarını izleyerek.
E. Aydın, 23Nisan1996
BAŞLIKSIZ
Bir şeyler düşünüyorum.
Düşünceler yumak yumak
eski iplik. Yeniden düşünüyorum.
Doğumu düşünüyorum,
ölümü
düşünüyorum. Bu seferde varlığın anlamı ve önemi
devreye giriyor, çatal kazık oluyor yere geçmiyor.
Bir ömür, yıllar önemli değil.
Kendine uğramadan yaşar
mı? Yaşarsa yaşamış sayılır mı?
Kendine uğradığında, kendinde kaldığında suçlu mu sayılır? Kime
karşı suçludur? Neden?
İnsan inandığıdır. (Chow)
Kalpten kötülükler, elin ele, dudağın dudağa deymesiyle
atılabilir. (Williams)
Sizi, sizi anlayan bir arkadaş yaratır. (Rolland)
İnsan çevrenin yaratığı değil, çevreyi yaratandır.
Sadece yeteri kadar sevebilirseniz, dünyanın en
güçlü insanı olabilirsiniz. (Fox)
Hayatın gerçek amacı, bilgi değil eylemdir.
Her disiplinli çabanın, birden çok ürünü
vardır.
İlginç olan, en iyi, in iyiyi isteyenin olur.
Nesneler değişmez, biz değişiriz.
Yalnız iki durum değişmez, mezarlıkta yatanlarla, yaşlılar yurdunda
kalanlar.
İlimler ve sanatlar, medeniyetin gelişmesine yardım etti mi?
(J.J. Rousseau Yıl: 1750)
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Yöresel, gelenek, görenek, yöre için
çalışma (*) varlığıyla anonim olmaz kişiler.
Yemek yarışları, iyi ana çocuğunu her türlü yeni
buluşlara karşı emziren, karısını seven, öven, çamaşır
yıkamadan haz duyan, ekonomik yaşamı seven, modern, reklama aşık
olmayan, çorabı gömleği yamayan, ekmeği, gazete, kitap
parçasını öpen, bütün olanaksızlıklara karşı (*)
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Mevsimler dönüyor. Her yaratılmışın yaratmağa en uygun olduğu
zaman, oluşumun zaman içinde belli sürecidir. Bir olgu
belirgin evrelerden belirli zamanlarda geçer. En iyi bir
yayladır. Dağın en başıdır.
E. Aydın
SEVGİLİ MAKİ
Bodur ağaçlar canlı olurlar, dirençleri olur, toprağa
yani halka yakın oldukları için, onu konuşur onu konuştururlar.
Zamanı yuttukları için çağlara tanık olurlar, dahası
geçmişin belleğini yarınlara taşırlar.
Hoş geldin dünyamıza, sefalar getirdin. Emek verenlere bin
şükran......
E. Aydın, 24Mayıs1997
HALK BİLGİSİ, GELENEK GöRENEKLER
<Ağaç korkutma>: Bahçe sahibi,
bir kaç
kişiyle ağacın dibine gider, aralarında yüksek sesle konuşurlar:
Bu ağaç marul gibi büyüdü gitti, meyve vermiyor,
sizlerin de bağınız bahçeniz var, deneyiminiz var, ne dersiniz?
Bana bir akıl verin, dallarını budattım, bu sefer daha
güçlendi ama meyvesi yok. Meyve vermeyen ağacı ne yapalım?
Keselim de, yerine daha başkasını dikelim.
<Güçlü birisi, baltayı veya
testereyi hazırlamaya
başlar, yavaş yavaş ceketini çıkarır, kollarını sıvar, bir
hışımla ağaca yaklaşır>.
Mal sahibi derinden, içli bir ağıt tutturur: a, benim soylu
ağacım, boylu ağacım senin ne derdin var?, maşallah kocaman
oldun, bir tanecik olsun meyve veremez miydin?, seni bin emek ve umutla
taa nerelerden, özene bezene kucağımda getirdim, uz ellere
diktirdim. Yoksa sen sıla özlemim mi çekiyorsun?, suyunu
verdim, gübreledim, kökünü gevşettim; beş mevsim
döndü, komşu ağaçlar meyveye durdu.
Konu komşu bundan odun bile olmaz, ocakta
tüter, marsık olur,
sobayı gorumla doldurur, diyorlar.!!
Mal sahibi, hemen döner kalabalığa bağırır:
Aman ağacımı kesmeyin, siz onu gelecek sene görün, baharda,
pembeli, yeşilli bürünceğini giyecek benim kızım, mevsim de
onat giderse bizleri utandıracak, inşallah. Bu seferlik de kesmeyelim,
bahara Allah kerim.
Draması, çoğunlukla etkili olduğu görülür..
E. Aydın
BüYüME öZENDİRME
Deneyimlerle görüldüğü gibi, tek ağaç yavaş
büyür, hele soylu bir ağaçsa.!.
Aynı türden fidanlar arasına arasına daha çabuk
büyüyen ağaçlıklar, yıllık bitkiler, sarmaşık
türleri tohum olarak atılırsa genel büyümenin
hızlandığı, neredeyse büyümede yarıştıkları
görülür.
Saksı bitkilerinde daldırma, <kırılan bir daldan dikim yapıldığında
veya fidelendiğinde>, üzeri ışık geçirmeyen bir bezle
örtülürse, ışığa özlem duyan gövde
çabuk gelişiyor.
E. Aydın
RENK ELDE ETME YöNTEMLERİ
Kırmızı: Kök boya, yabani gül, itburnu.
Yeşil: Şeftali yaprağı, göz taşı kaynar.
Sarı: Nar kabuğu, safran, sığır kuyruğu, nevruz otu, sütleen.
Siyah: Naturel, yarpuz
Kahve: Ihlamur, çam kabuğu, armut yaprağı, ceviz çirki.
Mavi: Ayva kabuğu, çekirdeği, paslı çivi.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Kaos nasıl yorumlanır, nasıl dengeleri korunur. Yaşam ve yaşamsızlık
nasıl ayırt edilir.
İnsan beyni algılayamadığı bu olaya yaklaşırken benzerleri nedir?
Algıladığımız herşey hava, su, toprak, uzay
dönüşümlü canlı dersek canlılık nedir, nedensiz
midir? Nedenliyse, nasıl yorumlayalım?
Isı, düşünce, zeka, yaratı, varlığın
tümü, ilerdeki
olduğu düzenin aynı zamanda koruyucu, kollayıcısı oluyor.
Saatler, günler, aylar, yıllar, mevsimler bir
örnekse ereğe
yönelik. Bulut, yağmur, fırtına, sarsıntı nedenleri, bir irade
özelliği taşır.
İnsanda obje şey, varlıkta soyulamayacağına
göre, tüme varımı
için bir demek olamaz mı?
Biyoloji dışındaki davranışları psikoloji konu etmiştir. Bu ağır
boyutlu çalışmaya soyunduğumuza göre. Bilimsel, duyumsal
bir (*).
E. Aydın
SEVGİLİ ARKADAŞIM
Narin, nanemolla, mızmız, beceriksiz bir Ethem vardı
bir zamanlar,
üstüne üstlük ona erkek de demişlerdi, öyle
olmayada özendi. Ona erkeğide tarif etmişlerdi: Kırıcı, cesur,
korkusuz, kadınlardan daima güçlü, her halükarda
işin en zor tarafını üstlenir, ağlamaz, hasta olmaz, olursa da
çaktırmaz.
Şu günlerde oldukça sıkıcı, ikircimli,
çelişkili
gerçeklerle doluyum. Seçmek, hele hele
gerçeklerden birini seçmek durumunda olmak eksi ve
artıyla sınır sınıra olmak eh epeyce zorlayıcı!
Uzaydan bir sava getirdi postacı sabah,
düşünü ve
düşüncelerim, kıraç ve bitek bir tarladaki ekinlerin
seyrek, sabah şebnemleriyle dikelmesi gibi dirildi ayağa kalktılar,
sonra nedendir bilmiyorum iki damla göz yaşı ve arkasından
diğerleri......
Ne diyorsun, erkekliğim bozuldu mu sayılır?
Şu canlıları yaratıp yeryüzüne salıveren
yukardaki acaba neyi
amaçlamıştır? Bu denli çeşitlilik, çelişki nasıl
anlaşılırlığa ulaştırılabilir? Hayvan atalarımıza bakıyorum, onlar
rahat, çünkü hiç birşeyi yargılamıyorlar.
Herşey gerektiği gibi, olması gerektiği gibi, ya bize ne oluyor? Bu
denli sorunları kendimiz icat ediyor, sonra da of puf ediyoruz. Toplum
din, tabular, diller, renkler, cinsler ve cinsiyetler. Onlar
üzerine kestiğimiz ahkamlar! Tamam biz belayı bulmuşuz, yaşamı
çıkılmaz, dayanılmaz etmişiz. İşin garip yanı sanki bu ikinci
saydığım etkenleri de o yapmış gibi anlaşılmaz, değiştirilemez. Eksi
ile artıyı bir uçta toplayabilir misiniz? Topladığınızda yepyeni
bir olay, yepyeni nedenler zinciriyle karşılaşıyorsunuz.
Bu konuyu galiba biraz saptırdım, neredeyse
unutuyordum ben mektup
yazıyordum. Buralara neden geldiğimi anlatmaya başlarsam, bana
fırttırmış diyebilirsin.
Bir şeye çok içten inanıyorum,
hanımlar özür
dilemez, dilememeli de. Zaten onlar hep affedilir, hoş
görülür, cinselliğin kutsal ve değiştirilemez değeri bu
olsa gerek. Nedenine gelince bende bilmiyorum. Ama öyle olunca
daha bir güzel, daha bir yerindelik kazanıyor.
Benim öz kannatıma gelince: Bana bu kadar
içli, bu kadar
içerikli bir mektup yazmışsınız, beni
düşünmüşsünüz, bundan büyük, bundan
kutsal ve değerli ne olabilir ki?!
Dün akşam (*) burada idi. Hep seni konuştuk,
niye yazmıyor, durumu
ne ki, ne kadarda sevmiştik onu, acaba bu kadar sevmenin
özünde ne vardı ki, gibi. Onu çok çok
güzel bir okul sergisi oldu, biraz da ondan söz ettik, ocağım
bozuktu kahve içemedik, Pazartesi dönmek için
Ankara'ya hareket ettik. Bundan sonra belki bende Mersin'de olacağım ve
oradan yazacağım. Bana yazıları yazdıran bu ilaheyi öperim.
E. Aydın, 24Mayıs1991
AH SEVGİLİ KARDEŞİM
Bileceksin, hanımlar uzun süre beylerinin en
zayıf taraflarını
yakından tanırlar. Bir fırsatta, bir dalaşta, o en zayıf tarafınıza
dumdum kurşunla ateş ederler ve kişi tavanlarda gezinmeye başlar. İşte
ben de öyle oldum, şu yazın üzerine.
çocukluğumdan beri ben cebe ile yatar onunla
kalkarım.
Sivrisineklere karşı Adana'da evimin pencere kapılarını Amerikan
çelik teliyle iki kat kaplattım, cibinlikte kurdum, olmadı
olmadı.
Hep sabahın dördünü zor ettim ve
sokaklara
düştüm, yürüyüşe verdim. Yatakta kaldığım
süre içinde senin yaptıklarının yüz katını yaptım,
önce cibinlik, sonraları duvarlar kan içinde kaldı.
Uykusuzluğa ve duvarların kirine dayanamayan karım beni boşadı da
kurtuldu.
Her tür haşere, kedi, köpek benzer
insanlar hiç
nedensiz bana saldırdılar. Sanki ellerinde ayrıntılı, fotoğraflı,
çok isabetli zabıta kaydı varmış gibi tanırlar. Geçmiş
bir zaman kesitinde babama anlatmıştım, güldü, onları
seveceksin dedi. Anlattı: Ben camiilesherde okurken, gün iner
inmez gözlerime rüya ağırlıklı uykular, memleket özlemi,
ailem, sevgililer birikir, uyuklardım yatardım, o sivrisinekler yok mu,
işte onlar diğer mollalara değil bana tebelleş olurlardı, uykumu
kaçırırlardı, öylece okuyabildi; sen ve ablan bana
çekmişsiniz, uykucusunuz, teniniz ondan sevimli, eğer diğer iki
kardeşin ve annen gibi olsaydınız, sizde okuyamazdınız dedi.
Mersin'e geldiğimde, bana sanat tarihini
yüklemişlerdi, şimdi
hatırlayabildiğim kadar, Rafet'in ablası, Nuri Munsuz, Nejmi, Podalar
Şen Pekak'ların bir sınıfına girerdim, onbeş kişiydiler, sanat tarihi
bilgimde yetersizdi, iki üç tümce anlatır, onlara
görev verirdim. Haftaya her biri onar sayfa ödevle
gelirlerdi, nereden nasıl bulurlardı bilmiyorum.
ödevleri toplar, zavallı Ethem'ceğiz eve
götürür,
okumaya çaba verirdi. Ne mümkün uyku gözlerimden
akarken!..
Sözün özü, aslında onlar beni eğittiler. Eğer
bugün iki satir birşey biliyorsam o üniversiteli yapılı
çocuklara çok borcum var. Sizin orta ikinci sınıfta sınıf
öğretmeninizdim, hepiniz çok çok zeki, civa gibi
akışkan, her halikarde konuşan birer "sivrisinek"tiniz, sınıfınızda
kalabalıktı, hatırlarsan sana ayrı bir de sıra yaptırmıştım.
öğretmen okulunda, Naci Eser'in tercümesi,
"Karıncaların
Hayatı"nı okumuştum, hem de çok iyi okumuştum. öyle uygar,
öyle sosyal, öyle iş bilircilerdi ki, insan yanlarında
çırak olamazlar.
Sivri sinekleri uzun süre inceledim, kitaplar
hep baştan sona
yanlış, zaten de özlü bir bilgi yok. Deneyimlerimle tanıdığım
kadarıyla, sivrisinekler karıncalardan çok çok
medeni, onlara uzaylı dense yeridir. Sizden ricam, üniversitenize
bir haşere dalı açınız, bölümün başına da beni
getiriniz, söz veriyorum kısa zamanda bir or prof'luk getiririm.
Sayın profösörüm, bu konuda o kadar
söyleyecek
sözüm var ki, şu anda dum dum kurşun yemiş gibiyim. Ne olur
onları sev, onlar olmasaydı ben ben olamazdım. Deyintiler: Bazı kalın
bazı ince, kemanıyla bütün gece kulağımda öter durur
sivri sinek. Esintiyle savaşa tutuşmuşlar sivrisinek esintinin
önünden yavaş yavaş gitmiş bir çatı aralığına
sığınmış. Esinti meltem olmuş, yerinden çıkaramamış, poyraz
olmuş, tayfun olmuş, çatı sarsılmaya başlamış. O zaman sivri
sinek bağırmış, "terbiyesiz rüzgar bana bir fakirin
çatısınımı yıktıracaksın"......
Size teşekkür ederim bana sivrisineklerle
hoşça bir zaman
verdiniz. öperim.
E. Aydın, 29Ocak1996
17.
YüZYILDA YAŞADIĞI
SöYLENEN KARACAOĞLAN'IN
BİR PORTRE ARAŞTIRMASI
önce eldeki vereleri sıralayarak, akla gelen olasılıkları
yargılayarak araştırmanın açılması.
1 Karacaoğlan bir efsane miydi?
2 Bugünkü toplumda ona benzer tipler var mıdır?
3 Günümüzde, özellikle köy çeşmesi
başında oturup saz çalan, kızlara, kadınlara şiir söyleyen
bir yabancı nasıl karşılanır?
4 Geçimini yalnız saz çalarak, şiir söyleyerek mi
sağladı?
5 Amele mi idi, çiftçi mi idi, ırgat mı idi?
6 Mirasyedi mi idi, dilenci mi idi?
7 Sağlıklı veya hasta mı idi, uzun boylu veya kısa mıydı, sakatlığı var
mıydı?
8 Temiz giyimli, üstü başı bakımlı mı yoksa derviş bektaşi
aptal mı idi?
9 Hoş sohbet, karşılaştığı kişiler veya toplumlara karşı hemen
etkileyici havası mı vardı?
10 Okur yazar mı, yabancı dil biliyor muydu? Dilinde, değişinde,
zikrettiği o sonsuz değişik ülkelerde yansımadan ve
yansınmadan nasıl dolaşabildi.?
11 Sesi güzel, etkileyici mi idi?
12 Hayvanı var mıydı?
13 Güçlü, kuvvetli, bazen de zorla alan biri mi idi?
14 Beyler, ağalar, aşiret reislerinin kendisine itibar edip,
birbirlerine salık verdikleri biri mi idi?
15 Devlet düzeni içinde de bulunduğu anlaşılıyor, bu nasıl
gerçekleşmişti?
16 Saraylarda konaklarda bulunmuş muydu?
17 İletişim araçları yavaş ve eksikli olmasına karşın dünya
bilgisi bu denli nasıl özlü oluşmuştu?
18 Bize aktardığı sağlam bilgileri nerelerden, nasıl alıyordu ?
19 Askerlik yapmış mıydı? Evli miydi?
20 Doğayı ve doğa olaylarını o kadar içten gözlemleyen,
canlı cansız dünyanın incelikli ve duyumsal davranış inceliklerini
dizelere nasıl aktarmıştı? Değerini biliyor mu idi?
21 Aşkın, sevginin evrensel yapıştırıcılığına bu denli eğildiğine
göre, görevinin sonsuz değerini kim ona duyumsatmıştı?
22 Aşkın, sevginin emek verilecek değişmezliğini nasıl yakalamıştı?
E. Aydın
DüŞüNüLMESİ YAPILMASI
GEREKENLER
Hepsinden önemlisi, kendine karşı
dürüst olmandır. Gece
gündüz bu doğruluğu izlersen kimseye karşı yanlış olmazsın.
Eğer istediğiniz şeyler için içtenlikle dua eder ve
isteklerinizin gerçekleştiğine inanırsanız dilekleriniz
yerine gelecektir. Bu sanki elde etmişim gibi davranırım ve elde
ederim meselesidir.
1. Kendiniz için ideal zihinsel imajı belirleyin.
2. çaba göstermeden, yalnızca inanmak hiçbir işe
yaramaz.
3. Düşüncelerinizi kendinize saklayın.
4. Esnek olun; gerekirse plan değişikliği yapın.
5. Gözlerinizi hedeften ayırmayın, işi yarı yolda bırakmayın.
Düşündüğünüz, inandığınız ve güvenle
beklediğiniz şeye mutlaka ulaşırsınız.
Aranmadan ansızın akla gelen düşünceler
çoğunlukla en
değerli olanlardır ve bu yüzden korunmalıdırlar;
çünkü nadiiiren tekrar gelirler.
Dikkatimizi yoğunlaştırdığımız şeyi yaşarız.
Kendine güven, aklın bir kesin bir inanç
ve güvenle
büyük ve gurur verici işlerde kullanımıdır.
Düşüncelerine hakim olamayanlar kısa zaman
sonra
davranışlarına da hakim olamazlar.
Geçmiş ve gelecek yoktur; yalnızca sonsuz bir
ŞİMDİ vardır.
Sonuna dek çaba verin ve asla kuşkuya
düşmeyin;
Hiçbir şey o kadar zor değildir, araştırın yeter.
Cesaretin en korkunç düşmanı, korkunun
kendisidir, korkulan
şey değildir; içindeki korkuyu yenmeyi başarabilen insan en
büyük kahramandır.
Bir düşünce eken bir eylem biçer,
bir eylem eken bir
alışkanlık biçer.
Bir alışkanlık eken bir karakter biçer, bir
karakter eken
kaderini biçer.
Son derece huzurluyum.
Hayatımdaki iyiliğin gücüne inanıyorum.
Koşullarda hiçbir güç yok:
kişiliklerde
hiçbir güç yok: yalnızca iyilikte güç
vardır.
Şu anda içimde bulunan güce engel
olabilecek hiçbir
insan, yer, nesne, durum veya ortam yok.
Hiçbir şey bana karşı değil: hiçbir
şey beni rahatsız
edemez.
Geçmişimde olanların beni incitecek
hiçbir gücü
yok.
Şu anki düşüncelerle geleceğimi
hazırlıyorum.
Bugünü yaşıyorum, geleceğe
güveniyorum; geçmişten
hiçbir pişmanlık duymuyorum.
Tüm hayatım benim iyiliğim için el ele
verdiğine inanıyorum.
Rahatım. Huzurluyum.
E. Aydın, 17Mart1997
GELİBOLU SEFERİ
"Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken
kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve
sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan
yana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen
analar! göz
yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur
içindeler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır.
Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık
bizim evlatlarımız
olmuşlardır. " diyor : ATATüRK.!
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Bizim insanımız hep öyküler üretir,
şiirler düzer,
öykülerle yatar, şiirlerle kalkar. Ondan neden belediye
otobüslerinde taşınan insanlarımız değil öykülerimizdir.
çisentili bir gün,
Eminönü'nden Sarıyer'e giden
çift salonlu otobüs zınk diye dolu. Hareket edildi.
Duraklardan yeni binenler oluyor, kaptan; ortaları
üçleyelim diyor. İki ayağı yere basanlar tek ayak
üzeri yaklaşıyorlar. Aynı zamanda arkadan ve önden, sıkışalım
arkadaşlar diyor, Beşiktaş önlerinde birkaç kişi daha
otobüse biniyor. Yine arkalardan gür bir ses,
cüzdanlarınıza sahip olun buyruğunu veriyor. Herkes para koyduğu
yerleri yokluyor.
Ortaköy geçiliyor, inenlerde oluyor.
Yeniköy durağında
bir hanım, Eyvah! cüzdanım yok diye figan ediyor. Bu ünlem
otobüste şok yaratıyor. Herkes eksiksiz cüzdanım, para
çantam korosuna katılıyor. Kaptan oralı değil. Bereket versin
yedek biletler, dönüşü kolaylaştırıyor. Ertesi
günler, yeni olaylara gebe, organize aşırma sistemi eksiksiz
sürer gider.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ellili yıllara kadar
seçilmişlerle, atanmışlar halka hizmete yarış halinde olurlardı.
Vali (bir ilde hükümeti temsil eden, onun yetkilerini
kullanan, yetkili yönetim görevlisi), belediyeler,
üyeler, başkanlar, yerleşik birimin gereksinimlerine hizmete
soyunmuş seçilmiş kişilerdir. Bir yerde, vali, belediye başkanı,
kaymakam elele verdikleri zaman ki böyle olması gerekir,
çözümlemeyecek sorun bulunmazdı. Neler olmuşsa oldu
şimdileri, bu yetke sahipleri, makamlarını hiçbir koşulda
dolduramıyorlar. İl sayısı ne kadar artarsa artsın, nüfus
patlaması bir yandan, yetkisiz olma istencesi bir yandan
sürüp gidiyor.
İnsanlar mı küçüldü?
E. Aydın
BERABERLİKTEN KUVVET DOĞAR
İNSAN SOSYAL BİR VARLIKTIR
1 Biz burada niçin varız?
2 Amacımız nedir?
3 Bizi birlikte kılan güç ne olmalıdır?
Bu birlikteliğin amacı, ideal bir ereğe dönük çağdaş,
bilimsel, faydacı olmalı.
OLASILIKLAR:
1 Regriatif, güncel konuların irdelenmesi
2 Bireysel sorunların üleşilmesi, deşarj.
3 Bilgilenme, ilgilenme değişimi
4 Yapıt okunarak, eleştirel konuşmalar
5 Edim olarak, sanatsal etkinlikler; Şiir, resim, el işleri
6 Sabah yürüyüşleri, çevre gezileri, birlikte
arifane, yemek yenilmesi.
7 Sinema, tiyatro, bale, dinletilere gitme
8 Günlerin rutin bir düzeliğini zorlamak, bireyin varlığını
öne çıkararak, yaşamışlığı duyumsamak.
9 Kısıtlı bilgilerimizin veya yanılgılarımızın labirentlerinde
bocalayarak, Amerika'yı tekrar keşfetme yerine, uzman gönül
dostlarını konuk ederek, aydınlanmayı sürdürmek.
10 Pigpong, satranç, dama, tavla turnuvaları düzenlemek
toplumsallık.
Toplumumuza katkı için birşeyler yapmalıyız Bunun için
ayrıca organlaşmalıyız.
Birlikteliğimizin, yakın ve uzun vadede amaçlarını belirleme,
bir isim altında sunmalıyız. v.s.
İletişim, söz ve yazıyla doğru orantılı olarak
güçlenir. Dil, yazı ile olgunlaşır.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
İnsan önce işaretlerle anlaştı, sonra dili buldu ve sonra yazıyı.
Bu ögeler insanın olmazsa olmazlarıdır.
Bilim ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin iletişim sözle ve
yazıyla kalacaktır. Bundan neden konuşmak ve yazmak sonsuza değin
iletişim aracı olarak kalacaktır.
Sizler (*), (*), (*) , çağdaş yaşama talipseniz eğer, elinize
geçen her fırsatta yazmak okumak konuşmak fırsatları
yaratmalısınız. Yoksa çağdışı kalırsınız.
İnsanın dindar olması iyi birşey ama aile boyu namaz kılan fotoğraf
çektirmek iyi olmadığı gibi günahtır.
çünkü ibadet teşhir etmek, kullanmak anlamına gelir.
Dini ancak dinsizler, yobazlar, ticaret için kullanırlar. İbadet
gizlidir. Kişinin inançları ile ilgilidir. Muhteremdir.
Yazmamanıza
Okumamanıza
Yapmacık dindarlığınıza
çağın gerçeklerini yanlış yorumlanıza
karşıyım. Bana mektup yazın demiyorum. Bir çok kez
söylemiştim sonuç vermedi. Vazgeçtim. Ama kalemle
kağıt hep var olacaktır. Kullanmazsanız sıradan olursunuz: doğdu,
yaşadı, öldü !!!!
Bu tümceleri kağıda dizen kişi otuz sene Türkiye Cumhuriyeti
okullarında öğretmenlik yapmış birisidir. Deneyimlerin bana
öğrettiklerini istiyorumki alt kuşaklarıma aktarayım.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Alman Erhard Dr. Ludwig 1949 yılında başbakanlığa çağırıldı.
Dünya savaşından eli ayağı bağlı çıkan Türkiye 16
Ekim'de kabinesini kurdu.
Nerde o eski liderler?
ülkemiz seçime gidiyor. Kurulacak hükümete aday
olan partiler konuşuyor. Konuşmalar yalın, yalçın, anlaşılır,
inandırıcı ve geleceğimizi kapsayan bir söz söylemiyorlar.
Yıllardır birikmiş sıkıntıları, ülkenin içinde bulunduğu
çıkmazları, nasıl düzelteceklerini ya bilmiyorlar yahutta
söyleyemiyorlar. Biz gelirsek her sorunu çözeceğiz
diyebiliyorlar.
Bu söylemler demokrasilerde hamasi sayılır.
Seçmene kesin projeler sunmak gerekir.
Dr. Ludwig Erhard, korkunç Alman gibi.
E. Aydın, 7Eylül1996
BAŞLIKSIZ
Büroda yine canım sıkılıyor. İnsanların
yapmacık şekilde
birbirlerine gülmeleri daha sonrada arkalarını dönerek
yüz ifadeleriyle etraflarına nefret kusmalarını görmek,
inanılmaz derecede üzüyor beni. Ne kadar görmemeyede
çalışsam da olmuyor. Görmemi engellemek için iki
çare var. Ya gözlerimi kapatacağım, ya da başka şeyleri
düşünerek kendimce hayal düyası oluşturup o
dünyayla transa geçeceğim. İki çözüm
yoluda umutsuz. Ne gözlerimi kapatarak kendimi kandırma oyunu
oynayacak, nede hayal dünyasında yaşayacak kadar vaktim var.
"Oturmak ve olaylara tepkisiz kalmak kolay olan" diyorum kendime,
"Bu bana göre değil. Kendim neysede burda böyle
oturarak Kübra'ya yazık ediyorum" der demez:
Hemen çantamı topluyor, zaman boşa gitmesin
diyede
kendimce günün değerlendirmesini yapıyorum.
Sonuç pozitif. Ufak tefek bikaç şey öğrenmişim.
Polyannacılık oyununa başlıyor, doyumsuz olduğum
öğrentilerime bana yeter şimdilik diyorum. Gün
değerlendirmeside; karşıma arkadaşım Aykut; düşünceleriyle,
kişiliğiyle, tavır ve hareketleriyle bilinçli kişiyi
tanımlamasını bilen herkesten tam not alan arkadaşım
çıkıyor. Onun artık üniversiteli olduğunu bilmek
üzerimdeki stresi atmama ve yüzümde hafif bir
tebessüm oluşmasına yetiyor. Mutlu oluyorum Aykut adına
seviniyorum.
O sevinçle yetkili mercilerden gerekli
izinlerimi alıp kendimi
dışarı atıyorum. Hızla açtığım kapıda oluşan aralıktan seni
göruyorum. İyi adam düşüncenin üstüne gelirmiş
diyorum. Gülüşlerimi çoğaltıp seni bekliyorum kapıda.
Sevincini paylaşıp, tebrik etmek istiyorum seni. İsteklerim kısmen
gerçekleşiyor. Seni tebrik ediyor, iyi dileklerimi dile
getiriyorum. Fakat paylaşmayı beklediğim mutluluktan, sevinçten
eser göremiyorum. Biraz daha sohbet ettikten sonra sen
büronun, bende sana çaktırmadan gizlice aldığım
sıkıntılarla evin yolunu tutuyorum.
Sıkıntılı olduğunu kendine kabul ettirmiş olman ve
Polyannacılık
oyununu (belkide insanın kendini kandırması olarak
nitelendirdiğin ama gerçekte insanın hayata boyun eğmesini
önleyen ve acımasızlıklara karşı yüreklendirerek dimdik
ayakta kalmasını sağlayan kimine göre aptallık bana göreyse
matıklılığın ta kendisi olan oyunu) gerekli yerlerde kullanmaman
canımı sıkıyor. Düşüncelere dalıyor, o
dalgınlıkla da otobüse biniyorum. İçerisi yapış yapış
insan kokuyor. Havadar olsun diye şoförün yanında ters
yöndeki bölüme oturuyor, paramı ödüyor ve
düşünmeye devam ediyorum. Belkide senin içindekinin
iki katı bir sıkıntı oluşuyor içimde. Şoför amcanın aniden
firen yapmasıyla irkiliyor, bir an için düşünmeyi
bırakıyor ve pencereden dışarı bakıyorum.
Ters yönde oturuyor olduğum için tekrar
hızlanmaya başlayan
otobüste herşeyi geçtikten sonra
gördüğümü fark ediyorum. Tıpkı yaşam gibi.
Sonuçları yaşarken bile göremiyoruz, ancak yaşadıktan sonra
görebiliyor ve iyi yada kötü olarak
değerlendirebiliyoruz. Gözlerimi kapatıyor ve sana kızıyorum.
Elbetteki elinden geleni yaparak, acı çekmek
senin hakkın ama
lütfen; herkesin gıpta ederek baktığı ve geleceğin
yükünü çoktan sırtlamış, bu günün değil
geleceğin adamı olan Aykut'a böyle davranmamalısın.
Bu günün olmayan sıkıntıları kafanda
tasarlayıp, kendince
tahminler yaparak morallini bozması ve tahminlerle yola çıkarak
olayları değerlendirmesi gereken en son kişi olduğunu bilmen ve her
zaman mutlu olmayı hakettiğini unutmaman dileğiyle.
Hoşça, dostça ve mutlu kal. lütfen yarının
adamı olan Aykut'a iyi
bak!!!
E. Aydın, 2Ağustos1996
SUYA DEYİNTİ
Bizim bu mekanda birçok değişiklik yaptım.
Galerinin hemen hemen
yarısına ulaşan bir duvar, ördüm, karşı duvarlara boydan boya
kapaklı dolaplar yaptırdım, içlerine, çevredeki
vazgeçilmez kıvır zıvırı doldurmak için, ama meğer
bütün yapımız kıvır zıvırmış, bir türlü
sığdıramadım. Bana öyle geliyor ki, herşey yine eskisi gibi
ortalıkta dolaşıyor. Bir yerde dağınıklık karakterimiz olmuş.
Denebilir ki, sadece sarf etmek için sarf
edilmiş bunca
paracıklar. Birkaç öğrencim var. Onları da pek istemiyorum
ama başladım bir kere. Ben resim yapamıyorum, yapsam da iştahsızım.
Şefik Bey, Tuncay Bey ve daha birkaç arkadaş, zaman zaman
geliyorlar ve sohbet kaynatıyoruz. Konuşmaları bilimsel oluyor ve
yararlanıyorum.
Dün Mersin'de, üç sergi
açılışı vardı, oraya
gittim, eski öğrencilerimle buluştuk. Mersin bu yönden,
galiba Adana'dan daha ilgili ve verimli, izleyiciler çoktu.
Burada da Neşet Günal'ın sergisi oldu. 15 Ocak da Bedri Rahmi
Sergisi geliyormuş. O adamı ben hep severim, halka dönük bir
çalışma düzeni var. Sırası gelmişken söyleyeyim, Şefik
Bey ve hanımı, sizin ilginizden çok memnunlar. Burada havalar
biraz meyhoşu, ama sabahları aksatmadan bir saat kadar
yürümeme mani değil. Saat altılar gibi Demir
Köprü'ye, oradan Eski Baraj üzeri dönüp
geliyor, kahvaltımı edip, çeşitli çalışmaya koyuluyorum.
Başta günlük gazeteler, Gün ve Cumhuriyet gazetelerini
izlerim. Gün fena değil, haberleri tazecik ve
gerçekçi oluyor. Akşam saatleri ise, bir gelip giden
yoksa, belli olduğu gibi, daktiloya oturuyorum. Füsun Adana'daki
özel okuldan ayrıldı, Ankara'ya taşındı, Berrin İngiltere'de
okuyor, zaman zaman yazıyor, Asuman İstanbul 'da çalışıyor, ara
sıra uğruyor, Adil ise evlendi, iki çocuğu var, butik işi
yapıyor.
Burada, tezgahta, çizgi değişiyor, motifler ve renkler değişiyor
ama kumaşlar hala top top dokunuyor.
Buralarda, elinde birkaç poşet biriken hemen
herkes sergi açıyor, trafik biraz da karışıyor. Biz izleyiciler
de, oradan oraya koşturmaya mahkumuz. Ayın on beşi, sıkışık bir trafik
yine var.
Biraz önce telefon ettiğimde, daha önceki
mektuplar okundu mu, okunmadı mı öğrenmek istemiştim.
Bütün çeşitli olanların yanında, bir de mektupla taciz
etmiş olmayayım, yazıyı burada kesiyorum. öperim.
E. Aydın, 11Ocak1993
YEŞİLDE NE ARAR DA BULAMAZ İNSANOĞLU.
Sevgiyle sarılmış insanlardan uzak dururum. Sıraya
da girmem. Sevgiyi
içimde yoğunlaştırırım gerekirde kullanmak üzere.
Ben hep birebir seçerim. öğretmen olmama karşın!
Konuşurken, yazarken, kendimi karşımdakinin yerine
korum. öylece
alternatifler üretir, seçeneklere açılırım. Bir
başkası olarak çokca konuştuğum ondandır.
Canavarları severim. Onlardan çok şey
öğrenmişimdir. Van
gibi, Mehmet gibi, Yeşil gibi ve diğerleri.
Mesleğim gereği, insanları severim. Geleceğe açık insanları.!!
çünki ben yarınları düşler,
yarınlarda yaşarım.
Dün ve gün sıradandır, koklanmış çiçek gibidir.
Beni anımsadığınıza sevindim.
Yeni yeni yıllara iyi yolculuklar Selami...
öperim
E. Aydın, 30Aralık1998
SEVGİLİ VE SAYIN BAŞKANA
BAYRAM TEBRİKİ
Demokrat parti günlerindeyiz.... Ethem Aydın,
Mersin Lisesi'nde
resim öğretmeni... Eniştem Rıza özcan, meclis üyesi
olarak Mersin'de oturuyor.
Mersin limanının temelleri atılırken sık sık Refik
Koraltan Mersin'e
geliyor. Enişteyle sıkıfıkı...
Bir gün Koraltan enişteye bir sır açar.
İsviçre'li
sevgilisiyle cinsel ilişkide sıkıntı varmış. Mersin Aslanköy
dağlarında derde deva bir ot duymuş. Onu nasıl elde edebileceğini
sormuş.
Düşünmüşler..... Benim daha önce
Düziçi
Köy Enstitüsünde bulunduğum, orada çok sayıda
öğretmen yetiştirdiğim, köyün sevgilisi olduğum
konuşulmuş. Beni bu konuda görevlendirmeyi
düşünmüşler.
Enişte birgün beni bir köşeye çekerek meseleyi
dolambaçlı yollardan, ıkınasıkıla anlattı. Bilirsin
işgüzarfadimelik benim yapımda var. Kabul ettim.
Program: Aslanköy müftüsü
Demokrat parti
sempatizanıdır. Ben, iki torununu okuttum, dostumdur. Gece olunca Refik
Koraltan ile köye gideceğiz. Müftüye musafir olacağız,
durumu tıbbi bahanelerle açacağız. O da, dağa ağzı sıkı bir
köylü yollayıp, adamotu'nu getirtecek. Yine gece, sabaha
doğru Mersin'e döneceğiz.
Program anlatıldığı gibi gerçekleşti. Gidiş
ve dönüşte
İnönü'yü kastederek: "Sen şu sağırda ne buldun ki hala
O'nu seversin? Halk partisi görüyorsun silindi gitti. Hala
akıllanmadınız mı?" dedi.
İki gün sonra (veya ikinci bir gelişinde)
limanın açılış
töreninde iğne atsan yere düşmez bir kalabalık..... Koraltan
halkı coşturuyor...... coşturuyor.... Herkes türlü methiyeler
düzüp, bağırıyor.... Ethem farklı bağırmasa olur mu...?
"limanımızı yaparsanız buraya heykelinizi ben yapacak ve dikeceğim"
dedim. Mesaj kulağına dolaylı ulaşmış. Enişte anlatıyor: "bu
çocuğu ikna et, partiye sok, üstünü bana bırak"
demiş.
Birkaç yıl sonraydı... Trenle Istanbul'dan
geliyorum....
Ankara'yı geçtik. Konya ovası.... Toros 'lara kadar yeşilden
yoksun... Acaba birşey yapılamaz mı? diye
düşünüyordum... Bende domuzluk bitmez. Mersin'e
gelirgelmez Menderes'e deli işi bir mektup salladım. Göksu yatağı
için önerdiğim gibi, Mut'ta turizm havacılığını
düşlediğim gibi, mantık ölçülerinden kısmen
yoksun, ama vurucu ve uzun bir doğaçlama yazdıktan, bu ovaların
dağların bir Menderes'e rağmen hala yeşilden yoksun oluşunu kınadıktanm
sonra sonra, elime fırsat geçse, yetki verilse, çok az
masrafla, yeşil olur bu sarı dağlar dedim. "Asırlar boyu ataların
suçluluğunu silerdim" diyerek, saygılar sunarak mektubu zata
özel postaladım. Olsun.... aslında hayaller gerçeklerin
yaramaz çocuklarıdır...
Bu garip vatandaşın, sivri öğretmenin, mektubu kurucular arasında
Refik Koraltan'ın bulunduğu bir ortamda okunmuş olacakki, Tarım
Bakanlığı'nı ayağa kaldırdı. Müdürler geldi, genel
müdürler geldi. Projemi istiyorlar.....
Olmayan proje nasıl verilir?
İlgi hoşuma gittiği için sustum. Bu işin
benim takibimle
gerçekleşebileceğini anlatmaya çalıştım. Kendilerini
dışladığım izlenimine vardılar sanıyorum. İlgi tavsadı.
Sonraki bir Koraltan karşılaşmamızda "seni Ankara'ya
istiyoruz, arın ve
Cumhuriyet Halk Partisi'ni suçlayan bir dilekçeni bana
yolla'" dedi.
Şimdi, bana soracakları tutar... projen neydi? diye..
çok basit. Birkaç ton akasya tohumunu
birkaç
helikopter filosuyla mevsiminde, kuş uçmaz, kervan geçmez
boşluklara serpmek. Bu birinci etaptı. İki ve
üçüncüsü de ayrıca vardı.
E. Aydın, 29Ocak1998
BAŞLIKSIZ
Şu derbeder görünüşlü Aydın
Sanatevi, sevgilerim,
sevgililerimle tıka basa dolu. Duvarlardan durdurulmuş zamanlardan
anılar. Şövalyelerde bilmem hangi baş yapıtın ilk izleri.
Zamanlara direnme gücünü hala koruyan
vantilatörüm. Artı zamanlarımda karanlık oda başında
sabahladığım agrandizör. Miniklerin oturduğu öğrenci
tabureleri. Modellik etmiş alçı ve çamur kırıntıları.
Kırk yılda bir gerekecek olan avadanlıklarım. üzerinde boyaların
kuruduğu paletim.
Dışardan bana iletişi sağlayan bilge dostlarımın
oturduğu
sandalyelerim. Zaman zaman da olsa sesini duyduğum radyom.
Doyumsuz alolar beklentisiyle yanında oturduğum telefon. Sabah
loşluklarında binbir çelişik ama yüksek duygularla
bahçelerden çaldığım güller. Yaprak yaprak, benek
benek, renk renk, beni bana söylerler sessizce. Raflarda
kitaplarım. Her gün yenilenen ve çoğalan belleğim.
Düşünüler arasında mavi beyaz uçuşan sigara
dumanlarım. Kül tablasında sayısal çokluğa ulaşan
izmaritlerim. Dosya dosya yazdıklarım, odalara sığmayan yazamadıklarım.
Her dem harekete hazır daktilomun şariyosu. Bir Nasrettin kapısından
sonra başlayan duyumlar dünyası. Geceler boyu, bana sevgi
sıcaklığını tattıran, konuşa konuşa, sevişe sevişe sevmenin, dokunmanın
gizemini yaşadığım yatak.
Ağızdan ağıza aktararak yudumladığımız nektar,
çukulatalı
sevişmeler, değişmeler. Sıradan örneklerden, yaşanmışlıklardan
kurtarılmış, balonlar dolu zamanlarımız. Gecenin bilmem hangi deminde,
yazanın da yazılanın da bir türlü hatırlayamadığı uzay mor
ötesi zaman sonsuza eğri, ilahi tınılı. Savruluyor koyu, ipeksi
saçlar esimde ebem kuşağı. Güçlü iki yürek
pompalıyor seviyi sonsuzluğa. Ak soluğun rüzgar. Deniz dalgalı,
kayık yalpa zaman uzayda özgür, kayıkta biz insana doğru,
yağmur çisem çisem,toprağıma taşıma, çisemde sen
nergiz kokusu, bulutlardayım (yahutta mitlerdeyim). İçten
içe çoğalıyorum, pınarlarcasına.. Kaynağım sen...
Dışardan sarılmış, içimde gelgitler, kıyılarım sen.
Köpüklü dalgalar kıyıda açılır, soluğu sen. Ben
çoğalıyorum seninle, azalıyorum sensiz.
Devamı uzun.....
Hele hele uzun beklentilerden sonra, beklenmeyen bir zamanda kapımda
gözüken kardelenim. Burayı seninle daha çok seviyor,
özlüyorum.
E. Aydın
KENDİSİNE YAZDIĞI MEKTUPLAR
(Editörün
Notu: aşağıdaki yazıların hepsi Ethem Aydın
tarafından kendi kendisine yazılmıştır)
BEN
önümde uzayıp giden geçmişimdir.
Kendimi ona farklı gözlerle bakar kılmalıyım.
Onu görmemezlikten gelerek yapamam bunu.
Ya da küçümseyerek, ya da yücelterek, ya da
yatsıyarak, onu yaşamımın, kişiliğimin geçirdiği evrenin
kaçınılmaz bir parçası olarak kabullenmekle, tam
yapılabilir bu ancak: "Acısını çektiğim herşeyi onaylamakla"
(Oskar Wideu).
Değerli dost. Yıllar önce verilmiş, defalarca
ertelenmiş,
yakınlığını koruyacak hala anlamlı şeyler var mı? Kestirilemeyen
tartışmanın bir bitiş olacağı paniğin, fırtınalarıyla,
küçücük bahanelerle uzaklara atılan, buluşma
sonunda gerçekleşti, "BEN" benle buluştum.
Toplumsallığa ilişkin, bilime ilişkin, sanata
ilişkin tüm
üniformalarımı bir kenara bıraktım. Onlarla "kendime" gidemezdim.
Artık boş, bembeyaz, daha önce hiç yaşanmamış, hiç
bir anı bırakılmamış, çırılçıplak bir mekanda onunla
karşılaşabilir, belki birbirimize eski tanıdıklığın sıcaklığıyla
merhaba diyebilirdik.
Benimle yaşayan, beni isteyen, gelişen her durumu
devinimsiz bir
sabırla kucaklayan, unutulmuş olayı çoktan kabullenmiş olan
"BEN" bu kez hoşgörülü değildi. Sıcak bir karşılaşma
gerçekleştiremedik. Bir süre birlikte olmaları zorunlu iki
yabancının can sıkıcı huzursuzluğunu duyumsadık. Tanımadığım bir otel
odasında, tanımadığım biriyle yapılmış zorunlu bir buluşmaydı sanki..
Yüreğim çarpıyordu aşılmazın üzerinde "ateşe
düğüm yapıp gölgenle kavuş" dedi
büyücü... İletişimimizin son olanağıydı, ya aşacaktık bu
buluşmanın sıkıntısını, ya da bir daha karşılaşmayacağımı
söyleyerek vedalaşıp dönecektim, gündelik dünyama.
Ve "BEN" tamamen unutulmuşluğun içinde kaybolup gidecekti.
Kucakladım onu, son sınırlarına varan bir güçle, sesim boş
odada bir kaç kez yankılandı, büyüyerek geri
döndü. "SENİ öZLEDİM".
Seninle özgürce özgürce
buluşamadık. Bir eşit
tamamlanmışlık düzeyinde, hep bir yana kayık oldu ilişkilerimiz,
dolanıp durduk gerçeklerimizin çevresinde onlara
hiç ulaşmadan, dokunmadan. Her şeyi geciktirdim, erteledim, hep
etrafında döndüm diğer insanların yaşamının.
Hep çarpıcı biçimde anımsadım
yüzlerle, şaşırtıcı
biçimde anımsayamadığım adlar arasında gidip geldi dünyayla
ilişkin. Rüzgarın çoktan ters taraftan esmeye başladığı
anda kıyıya vuran gecikmiş bir dalganın masum fısıltısıyla
özür diliyorum "BEN". Beni bırakma!.
Yeniden deneyelim bütünlenmiş, tamalanmış
soluk alışı...
Güneşi başka dünyalara uğurlamadan önce, yeniden
ısıtalım usumuzu, yüreğimizi... Duydu beni "BEN" buluştuk yıllar
sonra yeniden başlamak üzere birlikte soluk almaya...
Zaman karşı yarışırken, içinde kaybolmuşum
anıların. Bazen o
kadar hızlı koşmuşum ki, geçip gitmişim, zamanın üzerinden,
dışında kalmışım kendi zaman diliminde.. Değerli dostum..
Benim "BEN" le buluşmanın ardından beraberliğimiz
artık doyumsuz bir
paylaşıma dönüştü.
E. Aydın
HOCAM
Ben de öğretmenim, methiyelerden hoşlanmam ama bazı
gerçekler var ki, konuşmak zorunluluktur.
Bin özlerden, bin gözlerden, bin pınarlardan su içen
gençlik elbet bir yerlere gelecektir. Hocam ne kadar iyiydiniz,
ne kadar bizden, içimizden biriydiniz.!
Coşardınız, coştururdunuz, koşardınız, koştururdunuz, gençliğe
birşeyler vermekten zevk alırdınız, denize atar gibi verirdiniz. Ama
görülüyor ki! bilenler de oluyor ve olacak. öperim.
E. Aydın, 2Haziran1994
HOCAM
Daha önce APS ile yolladığınızı
söylediğiniz mektupları
henüz almadım. Bugün 581995 tarihli mektubunuzu aldım.
Bu nedenle tanrıların neden üçüncü şahıs
çoğul kullandıklarının ayırımına vardım. Tanrıçalar da
aynı yolu izliyorlar. Böylece tümceler, geçmişe,
geleceğe, bugüne şamil oluyor. Mevhum oluyor.
Kapsamı düşünce sınırıyla
örtüşüyor.
Bizim zamanımızın en büyük mutsuzluğu,
sözümona,
zamanın kıtlığıdır. Toplumlarımız gelirleriyle zekalarının
büyük bir bölümünü, işleri daha
çabuk yapmanın yollarını bulabilmek uğruna harcarlar! Ama
bundaki amacın ne çıkarsız bir bilim tutkusu ne de daha ulu bir
bilgeliğe ulaşmak kaygısı olmadığını sezeriz. İnsanoğlunun en
büyük ve son hedefinin kusursuz insanlığın doruğuna erişmek
değilde bir şimşek, bir yıldırım olup çakmaktır sanki.!
Sizin öğreti, aydınlanma konuşmalarınızı her
kes ama herkes
anlıyor, seviyor, zar zor lise bitirmiş kişiler anlıyor da Ethem
anlamıyor. İyi, yüksek şeyler konuştuğun gerçek! Ama salt
absoli içerik metalik geçirgen olmayan petekler
içinde çok çok titizlikle, bin emekle
sıkıştırılmış gibiler. Galen veya dedektör gibi. (Galen, silisyum
kurşun ve kömür karışımıdır. Onu alır geçirimsiz bir
nesneye asarsanız binlerce gözeneğinde sayısız radyo dalgaları
saklı durur. Eğer bir yine yalıtılmış ince bir iğneyle frekans ayarlı
yine bir runkof bobini ucuyla dokunur ayarınızı sabitlerseniz değişik
dalgaların yayınını alırsınız. Gözeneği değiştiridiğiniz
sürede değişik yayınlar karşınızda olur.)
İşte ele.
Tanrıçalar anlaşılmaz, tapılır, sevilir.
Bir paragrafınızda benim yazdıklarımı (duyarak
yazdıklarımı)
özentili buluyorsun imajını verdinki, yanıt vermem için
hazırlık gerek diyorsun. çok büyük iltifat ettin, ve
belkişde tam tersi, sıradan buldun.
İkisini de kabul etmiyorum.! Size olduğum gibi
ulaşabilmek için
doğaçlama, paldırküldür yazdım, çünki size
yazacak o kadar çok şeyim varki.... Yazdıklarımı okumağa
kalkasam bozulur diye korkuyordum.
Yine inanıyorumki, yazmak için masaya
oturmak, yüzmek
için suya girmek gerekir. Aslında insan da bir galendir. Yeterki
gözenek gözenek araştıran dinleyen olsun.
Sartre varoluşçuluğun kısa tarifinde her
nesnenin bir
özü (sürekli nitelikler topluluğu) ve bir varlık
(yani varoluş, dünyada etkin bulunuş)'ı olduğunu söyler.
çoğu kimse özün önce; varoluşun sonradan
geldiğine inanırlar.
Hayır.! çünkü O
özünü kendi yaratır.
Nasıl mı? Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak
kendini belirler. Hasan gibi. Hepimiz gibi.
Bir kişi felsefi anlamda acı çekiyorsa,
Sartre Ca, özü
büyür. Yaşamak budur bence. Yoksa solucanın bile karnı
doyuyor.
Sözün özüne gelirsek sayın beyefendi, çok
şeyler taşımağa soyundunuz, dayanın başaracaksınız.
Siz varlığınızın bilincinde olduğunuz sürece,
soluk almak doğal
sıradan motorunuz olarak rölantide emrinizde olacaktır.. Gaz
pedalından sakın ayağınızı çekmeyiniz. İyi yiyip içiniz.
Bilirsin benzin de gerek.
Her zaman böyledir: Yerinde sayanlar
yürüyenlerden daha
çok ayak patırdısı ederler. Seni yine çalışmaktan
alıkoydum.
Eh ne yapayım seviyorum. Hep seninle olmak istiyorum. öperim.
Lütfen yanıt vermeğe kalkıp benim
düştüğüm
yanılgıya bir de sen düşme.
E. Aydın, 7Ağustos1995
öĞRENCİSİNDEN ETHEM AYDIN'A MEKTUP
Mayıs ayının ilk haftası geçti bile. Havalar
kararsız. Ya
bulutlu ya rüzgarlı. Güneşin bile tadı yok. Adana'ya emekli
sandığına gitmem lazım. İki aya yakın zamandır gitmemek için
sebep uyduruyorum. İçerlikliğim senden. Gelirsem seni ziyaret
etmem lazım, oraya gelip sana görünmeden geri dönmek var
ama buda kendime yalan söylemek olur.
Kontur'un otobüsü herhalde uzun bir yoldan
geliyor.
İçerisi sıcak ve yapış yapış insan kokuyor. Klima
çalışıyor, hafif bir sesle radyo çalıyor. Başımı cama
yaslıyorum. Otobüs trafik lambalarında durup kalkıyor. Ne
ağaçlar ne gerilerdeki mor renkli toroslar, ne de onlara kontras
sağlayan yeşil sarı regarenk tarlalar, bahçeler birşey ifade
etmiyor. Beynimin ta içlerinde biryerlerde bir kadın bir şarkı
söylüyor ayrılık üzerine, aşk üzerie. Bir
türlü susturamıyorum. Beynim ne kadar gereksiz şey varsa
tekrar tekrar anımsatıyor bana. Resim oyunu oynamaya, doğayı tuallerle
gözlemeğe, parçalara ayırmağa başlıyorum. Beynimdeki
müzikte anılarla yavaşlıyor, öteleniyor.
Adana'ya az evvel yağmur yağmış.Yerler su
içinde.
Köprünün altıdan geçip emekli sandığına doğru
gidiyorum. Dudaklarımda istemeden alaturka bir şarkı var. Buram buram
efkar kokuyor. Sağ ayağımdaki çorap ıslanıyor. Demekki su
kağıtlardan ve kartonlardan yukarı işlemiş. Ayaklarıma bakıyorum.
Ayaklarımda benim gibi yıpranmışlar. Kötü ve çirkin
görünüyorlar. Şarkı daha bir yükseliyor beynimde.
çelik kutunun içinde yukarı çıkıyorum.
Görevlilere evrakları veriyorum. Devlet memuru olmanın gizli
çalımı ve aşağılayıcı bakışlarıyla bakıyorum.
AçS'nin sanat galerisine gidiyorum.
Açılacak bir serginin
telaşı var. Sema önce hatırlamıyor sonra abartılı sesle odasına
alıyor. Genç bir öğrenci var yanında. Sergi
açmam için başvumamı istemişlerdi. Dilekçeyi ve
birkaç fotoğrafımı veriyorum. Güncel şeylerden, krizden,
sanattan bahsediyoruz. Birşeyler ikram ediyor. Beynimin ta
derinliklerinde şarkılar çoşuyor, bir ses bir güç
"gitme sakın gitme" diyor "üzüleceksin gene kırılacaksın"
diyor.
Köprünün yayalara ayrılan kısmından
değil
araçlara ayrılan kısmından yürüyorum.
Göğsümde o erotik ağrıyı duyuyorum. Küçük
ısırıklar artıyor. Köprünün en üst noktasında
duruyorum. İki yönden gelen araçları seyrediyorum.
Kaç kez geçtim, neler neler düşündüm,
neler yaşadım. Bir anfor oluşuyor beynimin içinde. Bulutların
arasından çıkan güneş gözlerimi yakıyor.
Büyük bir sessizlik oluşuyor önce, sonra yine şarkılar
beynimin her yanını kaplıyor.
Kapın yarı aralık. Yerinde oluşuna seviniyorum. İki
gençle
konuşuyorsun. Herzamanki karışık feylozofça sözler. Ben
feylozof yakıştırmasını sevmiyorum söylüyorsun. Beni
gördüğün için sevinmedin. Hatta hafif bir
rahatsızlık duygusu kaplıyor yüzünü. Huzursuzlanıyorsun.
Gençlerle konuşmayı uzatıyor kahveden sonra ki hiç
yapmadığın şeylerden biri çay hazırlıyorsun.
Kitaplara bakıyorum. Duvardaki resimleri izliyorum. Kitapların kalitesi
ve çokluğu içimi sızlatıyor. Yarınlarda ne olacak bu
kitaplar. Sanane diyorum kendi kendime. Kayıt ediciye bakarak
konuşuyorsun. çekim bitiyor. Gözüm saatte. Geldiğimden
beri yirmi beş otuz dakika geçmiş hiçbir şey
konuşmadık. Bir öğrenci kız arka tarafta eşyaları düzeltiyor.
İletişim lisesinde okuyor diyorsun. Gazanfer'den bahsetmek istiyorum.
Sözü değiştiriyorsun. İstanbul'daki sergiyi anlatmak
istiyorum. Geçiştiriyorsun. Benim dışımdaki sözleri
ediyorsun. Sıkılıyorsun. Sorunlarım olduğunu biliyorsun. Anlatmamdan
korkuyorsun. İstemiyorsun. Yıllar önce gülerek bana
anlattığın oyunu sahneye koyuyorsun. "Konuşma benim
insiyatifimden çıkıyorsa ve konuşmayı kesmek istersem hemen
tavlayı çıkarırım" demiştin. Aynı oyunu oynuyorsun benimle.
Hayır diyorum. Kalkıyorum. Eski bir heykelimi geri veriyorsun.
Tren bir hızlanıyor, bir yavaşlıyor. Karşımda oturan
kız bir roman
okuyor. En ön vagonda gidişe ters yönde oturuyorum. Aynı
yaşamım gibi. Bitiş, giderken arkamı zamana dönmüşüm.
Herşeyi geçtikten sonra görüyorum. Gözlerimi
yumuyorum. Sana kızıyorum. Gelmemem gerekirdi diyorum. Beynimde o
sırada bir kahkaha yükseliyor. Batan güneş tarlaları renk
oyunlarına boğuyor. Tuval oyunlarına tekrar başlıyorum.
Küçük ısırıklar kaplıyor göğsümü.
Keyfalıyorum. Gözlerimi yumuyorum. Herşeyin bitmesini istiyorum.
Herşeyin bir de sonu vardır.
Saygılarımı sunuyorum.!
E. Aydın, 18Eylül1995
SEVGİLİ öĞRETMENİM
Size yazarken, bin kez de temize çeksem
gereğince, gerektiği
yoğunlukta sözcükler bulamıyor, tümceler kuramıyorum.
Bağışlayacağınızı umarım.
Nikos Kazancaksi ideal öğretmeni şöyle
tanımlıyor:
öğrencisinin geçmesini istediği bir köprü olma
işlevini üstlenen ve öğrencisinin geçmesine yardımcı
olduktan sonra sevinç ve çoskuyla söküp aradan
çekilerek öğrencisini kendi köprüsünü
kurmak için yüreklendiren "öğretmen"dir der.
Toplumumuzda olaylar yaşanırken öVGü,
nedense unutulmuş bir
değer yargısıdır. Geçen zamanlar içinde, cömertce,
açıklıkla, her fırsatta, hafife alınması olasılığına karşın,
övgülerimi çocuksu bir tema içinde sundum.
Yukardaki içerikli söylence beni destekliyor.
1994 lerde başlayan 1996 lara uzanan "sevmek
dokunmaktır" konulu tek
ders! yoğunluğu, parentezi, paragrafı, incecik ayrıntıları ile T
E K D E R S !. Ama yaşam sürecinde alınan
bütün derslerin üzerine kurulmuş, kurgulanmış, hepsini
kapsayan ! yaşanacakların değeri ve sonsuzluğunu çağrıştıran.!
Tek ders... ama dersler boyutunu aşan, pırıltılar
ülkesinin
kapısını açan....!
öğretmen konuşmadı, hep dinledi, deneyselliği
bilinçle
seçti. Yukardaki özlü tümcenin gereğini yaptı.
Onun da bilincindeydi.
Tam da gerçeklik yansımasına, yanılgısına kendimi
kaptırmışken...!
Bir sunuda dediğiniz gibi:
Hiçbirşey söylemeden, hiçbirşeyi
açığa
vurmadan! düşmek.... göktaşı gibi...! Gecenin nasıl
yırtıldığını unutacak tek insan olmak..... istiyorum...... dostum..!
Gökyüzündeki yıldızlardan birinin,
bir garip
rastlantıyla yanıbaşımda ateş böcekleri fısıltısında "mum"
şiirini, tansığın bir başka ayrıntısında duyumsuyorum. Sevgiler,
saygılar, teşekkürler.
E. Aydın,
19Haziran1996
SEVGİLİ öĞRETMENİM
(20Haziran1997, İsa'dan sonra)
Kendini yetkin duyumsayanlar (aileler için
çocuk,
öğretmenler için öğrenci, toplumlar için
birey), önce yakın çevresini sorgulayarak, yargılayarak,
eleştirerek, kişiliğini kanıtlayabileceğini umar. Hep böyle
başladığı için eğitim, bilimlerce yüreklendirilerek baş
tacı edilir. Toplumsal hiyerarşi böyle başlar. Zamanla
demokrasi dediğimiz düzen ortaya çıkar, "yoklukta bal da
katık" özdeyişiyle yerini korur.
Bilge dostumuzun mektubu ülkemden
uzaktayım herşey
düşündüğüm gibi!. ülke'nin sözlük
anlamını araştırdım. Bir erkenin egemenliği altında bulunan toprakların
tümü. Daha da açıldığında, tümcenin anlam
alanı pek değişmiyor.
Burçlardan yıldızlardan geldiğinizi
düşlediğim için,
acaba satır aralarında bir ayrı mesaj mı verilmek isteniyor diye
düşündüm. öyleyse eğer, Mersin'in
seçilmişliğini ülke ve kozmos genelinde
düşünmenizi ve de ona soyunmak istediğinizi ummak isterdim.
İsa'dan önce, İsa'dan sonra ünlü bilgelerin
vurguladıklarına göre: aşk gelirken yıldırımlar, seller gibi,
görkemli, alkımlı, görkemli, seçicidir. L'amour est
l'enfant de boheme, il n'a jamais connu de loi. Zamanla
gücünü yitirerek yerini sürekli olan eğitimle
verilebilen"sevgi"ye bırakarak yok olur. Gel git olayı olamayacağını
düşünüyorum.
İmzanız anonime koştuğunuzu ele veriyor.
Saygılar sevgiler sunar o yaratkan ellerinizden
öperim
E. Aydın, öğrenciniz,
20Haziran1997
MUHTEREM HOCAM
Bindokuzyüzyirmiyedilerden buyana yaşanmışlığın
görkemini,
hızını, halkla bütünleşmenin, asırlar boyu yoksunluğu,
çekilen bu duygular girdabının içinden geliyorum.
Atatürk ummanının tansığ dalgalarıyla, tıpkı
deniz kıyısınaki,
uyumlu, oylumlu çakıl taşları gibi, sürtüne
sürtüne Cumhuriyet'i yaşadım. Ona candan inandım. Yine bundan
neden, görüntüde Atatürk'çülere savaşım
vardır.
Bu duyguların ışığında size yazıyorum.
Onuncu yıl marşı, inananların dilinde, ezeli
mutluluk
türküsüdür. Ağlatan, coşturan, insanı insana
götüren...
E. Aydın, 10Kasım1997
MUT'A öZLEM
(Editörün Notu:
Ethem Aydın bazen karşısındaki insana
kuvvetle empati yapardı, karşısındaki insanın
düşündüklerini onun ağzından kağıda dökerdi. Oğlu
Cumhur'un ağzından yazılmış, burada verilmeyen buna benzer mektupları
da vardır. Bu yazı Ethem Aydın tarafından Hidayet Uysal'ın ağzı
ile kaleme alınmıştır.)
Şu günlerde özlemini duyduğum şeylerden
biri de Mut.
Neden diye sorarsanız aslında özlediklerim
çok ama
hangisinden başlayacağımı bilemiyorum. çünkü
bütün sevdiğim insanlar Mut'ta. Kaldıki benim için bu
ayrılık iyi oldu.
Neden derseniz: Adana benim için hayata
açılan yeni bir
kapı. Bu kapının içerisinde o kadar güzel şeyler varki....
Bunların başında, yeni başlayan güzel dostluklar, kitaplar, resim,
bilgisayar, daktilo bunlar bana sunulmuş imkanlar. Bu imkanların
büyüğü de dershane. Ben bu imkanların hepsine elimden
geldiği kadar cevap veriyorum. Ama bu olaylar içerisinde en
önemlisi dershane. Sebebi ise gelecek için bir
güvence. çünkü bu sınavın sonucunda benim idealim
var. Resim öğretmenliği.
Bu arada resimden bahsetmedim. Şu anda başlayabilmiş
değilim ama en
kısa sürede resme de başlayacağım. Şu sıralar defter köşeleri
ile idare ediyorum. Resim nede olsa bir yetenek işi ama bir
süreçten geçmesi gerekiyor.
Genelde herşey öyle değil mi?
29Ocak1999
SAYIN ADANA VALİSİ
(Editörün Notu: Bu
mektup çöp toplayan bir
çocuğun adına Ethem Aydın tarafından kaleme alınmıştır)
Benim, başımdan, yaşımdan kat kat büyük
bir derdim var.
Ben ondört yaşındayım. Ortaokula gidiyorum,
sonsuza dek okumak
istiyorum. Sekiz kardeşim var, biri lisede okuyor, babam okuryazarlığı
yok, gerçi imamlık yapar. Anam babam öz, ama hemen
hergün beni döver, sokağa atarlar, eve para getireceksin diye.
Derslerden arta kalan zamanlarda ayakkabı boyamaya
çıkarım, 150
ile 200 lira kadar kazanırım, bir kısmını biriktireyim, ilerde lazım
olur diye saklarım. Şu tatilde gazete kağıdı toplamaya başladım, daha
çok kazanıyorum ama hepsini bize ver diyorlar, yoksa evi terk et
diyorlar. Diğer kardeşler ve babamın eve bir katkıları yok gibi,
hiç birisi de kötü muamele görmüyor.
Ondört yaşında bir erkek çocuğuyum, ailem evden kovabilir
mi? Ben kendi isteğimle mi dünyaya geldim? bana neden böyle
yapıyorlar? Bu ters gidişe bir çare ararken, konuştuğum amcalar,
ağabeyler durumu size yazmamı söylediler. Hakikaten Vali evlerin
içinde dayak yiyen, falakaya yatırılan çocuklarla da
ilgilenebir mi? Ama durumum bu, kazanıyorum, iki kuruşunu yarın
için biriktirmek hakkım yok.
Yarın lise, üniversite yıllarında çok
paraya gereksinim
olacak, bunu düşünebiliyorum. Onun için az az
biriktirmek istiyorum.
Günde yüz kilo kadar gazete ve kitap toplayabiliyorum,
bu iş faydalı bir iş gibi geliyor bana, seviyorum ama sen
kazançlı çalışıyorsun, bizden gizliyorsun diye
dövüyorlar. Evi terk edeceğim ama bu yaşta ben nereye
sığınırım, ben bir çocuğum, aklım ve gücüm yetmiyor.
Bana sadaka değil bir yol gösterebilir misiniz? Yardımcı olabilir
misiniz?
Bir derdimi dinleyen amca bana bu mektubu yazıverdi,
ben de son umut
olarak size ulaştırıyorum. Ya yırtar atarsınız, ya da bir çıkar
yol gösterirsiniz, o artık sizlere kalmıştır. Ellerinizden
öperim.
Ramazan REçBER
YüKSEK BİR ORUNA İLETİ
(Editörün Notu: Bu mektup
çöp toplayan bir
çocuğun adına Ethem Aydın tarafından kaleme alınmıştır)
çocuklar hep bağışlanarak büyürler,
bu büyük
kusurum için beni bağışlayınız. çaresizlikten,
bilgisizlikten, sizlere içinde bulunduğum, kendimce
çıkmazda olan bir durumumu yazmıştım. yanıt vermek
büyüklüğünü gösterdiniz, bu şerefte bana
yetti. Bu kafasızlığımın cezasını hergün daha fazla dayak yiyerek
ödüyorum. Kaburgalarım sızım sızım sızlıyor. Oh olsun bana
Akılsız başın cezasını bütün vücut çeker. Bu
böyle gelmiş böyle gidecek, yazgıya boyun eymek varken, otur
oturduğun yerde, neye yükseklere bakıp iç
çekiyorsun, amcaların, abilerin, ablaların verdikleri
öğütlere uydum da başıma gelmedik işler kalmadı. Hepsine
küstüm artık, ama size küsmedim.
Büyüklere ve tanrıya küsülmez.
Kenarından da olsa
beni dinleyip yanıt vermeniz benim için çok
büyük övünce kaynağı oldu.
Ellerinizden öper, teşekkürler ederim.
Ancak evime neler yazdığınızı merak ettim, bu kadar
dayak yememi
gerektiren neydi? öğrenmek için makamınıza geldim ama, Vali
bey yorgun dediler, içeri almadılar, siz
büyüğümden dileğim, aman bana mektup yazmayınız,
uslandım, haddimi öğrendim, artık iyi bir ayakkabı boyacısı
olacağım, vali olmayı kafamdan çıkaracağım.
Ellerinizden saygıyla öperim.
Ramazan REçBER
SAYIN VALİM
(Editörün Notu: Bu
mektup bir seyyar kebapçı adına
Ethem Aydın tarafından yazılmıştır)
Eskiden evin başında, köyün başında,
kasabanın başında, ilin
başında, belediyenin başında katı olmayan, halkın sesine duyarlı
kimseler bulunurdu. Her duruma rağmen, kanunlara rağmen
münasibini arayan kişilerden bahsediyorum.
Doğduğumdan beri feleğin sillesini yiye yiye ellibeş yaşına geldim.
Hırsızlık bilmem, beceremem. Karanlık işleri sevmem, dobradobra alnımın
teriyle kazanmak beş nüfuslu ailemiş geçindirmek istiyorum.
Dün gene belediye geldi bir daha vurdu. ölmeği
düşündüm. Kime ne yararı olacak dedim. Evim viran,
çocuklar öksüz kalacak.
Adana Kurttepe Anadolu Lisesi kavşağı civarında,
büyük
göbeğin uç kenarında, gelen geçene çay ikram
etmek, gücüm yeterse bir çorba da pişirebilmek
umuduyla küçük bir baraka kurdum.
çiçekler diktim, sarmaşıklarla, sazlarla oturulabilir
hale getirdim, evime üç beş kuruş götürmeğe niyet
ettim. Ne göze kötü gözüküyor, ne de
manzarayı bozuyordum. Bir süre daha böyle çalışmayı
düşlüyordum. Yerde mülkte gözüm yok, varsın
devletin olsun. Dünyanın dört bir yanına yardım eli
uzatan bir ülkenin çocuğu olarak , bir fakir vatandaş
olarak, bu milletin bir mozayiği olarak, benim hiç mi esamem
olmayacak. Akşam gelip yıktılar. Ben öksüz, çocuklarım
öksüz.
Hiç benim ne yapacağımı, ne olacağımı
düşünen, kalbi
yüreği durmamış bir büyüğe rastlayamayacak mıyız? Gelen
vuruyor, giden vuruyor. Ellerinizden öperim. Kusurum olduysa
bağışlayınız.
Halil (*), 22Ağustos1993
Kebapçı, KurttepeAdana
BAŞKENT üNİVERSİTESİ
BAŞKANLIĞINA
(Editörün Notu: Bu
mektup Ethem Aydın'ın bilgisayarında
bulunuyordu)
BütünDünya dergisini çok
seviyorum.
üniversiteye giremedim. Köyümde oturuyorum. Zaman zaman
bir dostumuz adresime yolluyor. Hem geç geliyor, bazen de
unutuluyor. Köyümde okuyabildiğim bu değerli hazineden yoksun
kalıyorum.
Daha önemlisi, köyümde gençler bu derginin yolunu
gözlüyor, okumak için sıraya giriyorlar.
Bizlerin bu güzel güneşten yararlanması
için adresime
bir adet dergi postayla yollanamaz mı?
Aile durumumuz abone olmağa uygun değil. Saygılarımı
sunar ilginizi
beklerim.
Ayşe Uysal, 25Ağostos2001
ADRES:. Axxx Uxxx
çaltılı köyüMutİçEL
EĞİTİM üZERİNE
DüNYADA VE TüRKİYEMİZDE
EĞİTİM çIKMAZI....
Eğitim ve öğretimde, bilgi üretimi ve
birikimi çok
önemli bir etken, bir gerekçedir. Tüketimin hep
pompalandığı bir garip zaman kesitinde yaşıyoruz.
çağımız bilgi çağıdır diyoruz, bu bir
gerçek. Ama
üzülerek söylemeliyim ki, çocuklarımızı papağan
gibi yetiştirmeye çaba veriyoruz.
Tarih boyunca, düşünürlerin fikir
birliği ettikleri,
insan tanımına göre, (düşünen,bulan, üreten,
kullanan) canlı insandır. Genel görünüme göre,
Amerika dışında hiç bir ülke bilgi üretimi ve
değişiminde olumlu bir adım atamıyor.
Japonya yeni bilgi ve bulguları, çok çabuk kullanım
alanına sokarak bir üstünlük sağlıyorsa da pedagojik
karekterli değildir.
Türkiye'mize gelince, olaylardaki hızlı değişimi hayran hayran
seyrediyor, bulguları hazır satın almaya çaba veriyoruz. Satın
aldığımız nesneler hızlı değişim sürecinde olduğu için,
elimizde demode araç ve gereçler birikiyor. (Teknik
üniversite Elektronik Bölümünde olduğu gibi), bir
nevi çöplük oluşuyor.
Bu acıklı senaryo karşısında, resmi uzman
kadrolarımız konuya gerektiği
ciddiyetle eğilip geniş anketler dizisiyle, sağ duyu sahiplerinin
önerilerini de derleyip toplamalı, kısa sürede uygulanabilir,
dinamik eğitim ve öğretim programlarına gidilmelidir.
Yörüngesini yitirmiş bir akan yıldız durumundan böylece
belki çıkılabilir.
özlü bir bilgi birikimi için,
devletin organize eğitim
sistemi içine giren, her bireyi zorunlu görevli saymamız
gerekir. Tutarlılığına inandığım bir örnek vermem gerekirse, bir
resim öğretmeninin, Ethem Aydın'ın uygulamalarından bir kesiti
aktarmak durumundayım.
Fasa fiso dersler anlayışına karşı ortaya elle
tutulur ve kalıcı
birşeyler koymanın isteği ve sorumluluğu içinde pratikler
aradım. Sayısız alternatifler de ürettim. Resimİş dersini,
önce kendime, sonra öğrencime, sonra da çevreme
sevimli ve yararlı kılmayı hedefledim. Alternatiflerden bir tanesini,
bütün eğitim kademelerine uygulanabilir, bilgi birikimine
temelden ve büyük katkıları olabileceğine inandım.
öğretmen okullarında göreve başlarken ilk dersimde
öğrencilerime önce bir yıl süreli ödevler dağıttım.
(Köyde hayat, kılıkkıyafet, düğünler, nişanlar, söz
kesmeler, oyunlar, imece, urasalar, hurafeler, oranlamalar, dualar,
beddualar, yöresel yemekler, folklorik ve etimolojik her konuda
seçme hakkı tanıdım. Sınıflar arasında benzer seçimlerde
gurup çalışmasını saptadım.
Yılın sonunda, ödevler güzel br dizayn
içinde bana
ulaştı, not vermede birinci etken oldular. İkinci,
üçüncü sınıflarda bu konuları tekrar istekli
araştırmacı öğrencilere mezuniyet tezi olmak üzere dağıttım,
ortaya çıkan şeyler göğüs kabartıcı
güzellikteydiler. özgündüler, araştırma idiler.
öğretmen, öğretim görevlisi,
öğretim üyesi,
doçent, profesör el birliğiyle ve inanarak, böyle bir
uygulamaya başladıkları gün, bilgi birikimi ve bilgi üretimi
konusu çözüm yoluna girer, ülkemiz bilgi dar
boğazından kurtulur. Rantabıl bir sistemi başlatmış olur. Sirano'nun
tiradı sanki hep bizi söyler gibi gelir bana;Felsefeyi severdi,
fizikten de anlardı, şairdi, musikide bir hayli benresi vardı,
zavallının Siranı de Berjeraktı adı, herşey olayım derken hiç
bir şey olamadı.
Okuyan, duyan, düşünenlere saygılarımla.
E. Aydın, 1Ocak1991
DüNYADA VE TüRKİYE'DE
EĞİTİM KARGAŞASI
Kendi kendinize sormanız gerekiyor; İnsan
ömrü bir asırla
sınırlı olduğuna göre, bilgilendirmede, eğitimde genç
kuşağa gerçekçi, akılcı bir koşu parkuru hazırlamak,
devletimize, eğitimcilerimize düşen görev ve sorumluluktur.
Bunun bilincinde olmamız yetmiyor, bir şeyler yapmamız gerekiyor.
1936'larda hazırlanan ortaöğretim programı
artık çok yetersiz kalmaktadır. çağını bile yakalamaya
yetmiyor.
1 Genç kuşağı nasıl eğitmeliyiz?
2 Bizim gibi ezberci, taklitçi mi?
3 Güncel, yüzeysel bilgilerle donatım mı?
4 Robotlaştırma mı?
5 Kuşağı eğitimine göre yönlendirme mi?
6 özgür düşünen, okuduğunu yorumlayan, önce
güncele sonra geleceğe bakabilen yaratıcı kişiler olarak mı?
7 Anlamadan bilgilerin depolanması için mi?
8 Devinimden, iletişimden yoksun, koruyarak mı?
9 Dünü mü, bugünü mü, yarını mı, uzay
çağını mı ölçüt alacağız?
10 Hepsi olamayacağı, geçmişi, günü, yarını onun
üzerinde arayarak, ondan umarak, okul sıralarında yorgun
silahşör olarak yaşlandırmak mı?
Olası yanıtlar:
1 İnsan yaşamı ölümle sınırlıdır. Yaşam bir bayrak yarışı
özelliği taşır. Her kuşak kendi etabını koşar. önceki
zamanlarda da böyleydi. Bundan sonraki zamanlarda da konumuz
gereği böyle olacaktır, olmalıdır. Bunun üzerine kesin bir
karar almak durumundayız.
2 Ezber ve taklitle ulaştığımız çizgi, bana göre değil.
Dışarda üretilen bilgi ve teknolojileri, taklit edilerek
üretimin etiketini onurumuza ters olarak "Türk malıdır" diye
yazarak, büyük ülke, büyük Türkiye
olunmaz. Soy asaletimiz yara alıyor.
Her halde benim gibi duruma özgün bakan çok insanımız
vardır. Sokaklarımız, köylerimize kadar, ecnebi tabelalarla dolu,
burası Türkiye'dir diyen bir devletlim çıkmayacak mı? Yoksa
ülkemiz işgal altında da haberimiz mi yok??!!!
Benim dilim, tarihin derinliklerinden doğarak, gümbür
gümbür, aka aka arınmış, anlatımda güçlü bir
dildir. Onu kullanırsak <tarihten önce vardık, tarihten sonra
varız> demeye hakkımız olur.
3 Şimdileri eğitim, çocukları robot olarak ele alıyor.
çocuk uyumaz, oynamaz, evin sosyal gereksinimi ile ilgilenmez o,
çocukluğunu duyumsayarak yaşayan birisi değil, makinadır. Bilgi
dağarcığına, anlamasa da, sevmese de birşeyler doldurur, okulunda satar
not alır. Bizler de öyle yaptık.
4 çocuğun eğilimi konu olunca, lisedeki vereler inandırıcı
olmaz. Organize eğitim ilkokulundan başladığına göre,
çocuğun ilgisini araştırıcı, deneyimci çizgiye taşımamız,
ancak oyun içinde, <dirimsel deneyler> yardımıyla;
önce toplumsal, elbirlikçi olur.
Herhalde benim gibi duruma özgün bakan çok insanımız
vardır. Birileri gündeme getirmelidir diye
düşünüyor, çukurova üniversitesi'nin
öncü olmasını diliyorum.
E. Aydın, 22Nisan1996
TüRKİYE'MİZDE,
çAĞDAŞ ,GELECEĞE
DöNüK EĞİTİM VE öĞRETİM
üZERİNE
DüŞüNCELER.
Bu iki sözcük, yani "eğitim" ve
"öğretim" yanyana
geldikleri zaman yüklem ve anlam kargaşası yaratıyor.
Eğitim sınırsız bir zaman boyutunda edime
dönük olmak
zorundadır.
İş içinde eğitim amaçlanıyorsa, olabilirse toplumsal,
ulusal ve kültürel olabilir.
Pedagojik anlamda yani eğitim yoluyla öğretim izlenecekse:
ilköğretim, orta, lise programları tekrar gözden
geçirilmeli. Ders kitapları ilerde seçeceği
üniversitelerde karşılaşacağı ön bilgileri vermeli, ders
saatları azaltılarak, bol bol deney ve edimlere zaman ve yer yaratmalı.
Konserve bilgilerle sınıf geçmek yaratıcılığı
bağlar.
öğrenciyi araştırma ve deneylerden yoksun tutar.
Her sınavı bilgisayarın hesap makinalarının
kolaylığı
çerçevesinde düşünür, başarıyı
eksiartıların verelerine emanet edersek, ilerde çarpan
tablosunu, matematikte dört işlemi yeniden öğretmek zorunda
kalabiliriz.
Kuramsal bir yazı öğrenilmeden, sade bir vatandaş olmak bile
olanaksızdır, iletişimi zorlaştırır. Doktor reçetelerini
hatırlayınız.
Türkçe derslerinde kompozisyon yapmayan, izlenimlerini
yazmayan öğrenci, ileride bir memur, bir iş adamı olamaz.
Bütün bu konuştuklarım cumhuriyetimizin kuruluş
döneminde çok çok güzel programlanmıştı.
Okullarımızın eğitim programları çok sağlam taban üzerine
oturtulmuştu. Yaşadık, gördük....
Ethem Aydın, 1Kasım1995
SAYIN GENEL KOORDİNATöR
Bugün Hürriyet çukurova ekinde
reklamınızı ve ön
yazınızı okudum. Eski bir eğitimci olan ben, eğitimde devletin yetersiz
kaldığını yıllardan beri görür söylerim. Böylece
özel okul kuruluşlarına, eğitimin kurtuluşu adına saygıyla bakar,
bu dala sermaye yatıranları idealist vatandaş rütbesiyle
tanımlarım.
Devlet okullarında eğitim tamamen laçka
olmuştur, bakanlık
müfettişleri de bunu biliyor ve kabul ediyor olmalılar ki,
özel okulların teftişinde acımasız olurlar. İkincil olarak bu
nedenle de özel okullarımızın hepsi de çok çok
güzel, uyumlu eğitim vermeye soyunmuşlardır. Yakın çevre
olarak Adana'daki özel okullar, kar amaçlı kuruluşlar
değildirler. Uzun vadeli bir yatırım, ticari bakımdan tercih edilmeyen
bir iş dalıdır. Burada tek itici güç ideo'lardır.
Sayın yönetici veya üst düzey idareci
dostum, benim
öğrendiğim kadarıyla, eğitim bireysel bir olaydır, mikrodur.
Bireyleri tanımadan, onları eğitmeden toplum eğitimine ulaşılamaz.
Bireyler için eğitim, toplumlar için medeniyet,
düşünceli şuurun, düşüncesiz şuura galebesini
temin eder.
Eğitimde, koordinatör terimi yoktur. Pedagok
terimi vardır. Zira
eğitim, bilimsel ve psikolojiktir. çocuğu tanımak, çocuk
ve toplum psikolojisini bilmek, öğretimin ilk ve değişmez
verelerine ulaşmak işidir. çok da zordur. Anayol edilgenlikten
geçer, reklamdan asla geçmez.
Eğitim anlayışınıza gelince: Teorik diyorsunuz,
nasyonal diyorsunuz,
enternasyonal diyorsunuz, o zaman bana benzeyen insanlar yetiştirmeye
devam edeceksiniz demektir ki, çağdaşlığa ters olur.
Yani Sirano De Bergerak'ın dediği gibi; "felsefeyi
severdi, fizikten de
anlardı, şairdi, müzikte bir hayli behresi vardı, zavallının
Sirano De Bergerak 'tı adı, herşey olayım derken hiçbirşey
olamadı".
Kafam üst düzey yönetici
sözcüğüne de
takıldı, bence yönetici hep düzeyli olmalı, hele hele
özel okulda bu böyledir. Yine anladığıma göre, okulları
üst düzey yöneticiler değil, öğreti yetisi olan
öğretim kadrosu bir yerlere götürür.
Bütün bu yazdıklarım, bir dost kalbi açısından,
sevgiyle donatılmış öz eleştirilerdir. Saygılar, sevgiler.
E. Aydın, 26Mayıs1992
SAYIN MİLLİ EĞİTİM BAKANI
Sizinle konuşacak o kadar çok şeyim var ki,
neresinden
başlayacağımı bilemiyorum.
Sizin de bir şey yapacağınızı sanmıyorum. Ama bu
yeni Türk neslini
ilgilendiren konuları ancak Milli Eğitim Bakanına yazabilirsiniz.
çocukluğumda okul kitapları o kadar güzel yazılır, o
kısıtlı bütçeye rağmen en iyi kağıda, en iyi ciltler,
içinde en güvenilir bilgiler sunulurdu çocuğa.
Şimdileri okul kitapları çamur gibi. Kaynakça olarak
kitaplığa koyacak kadar inanılır ve kavi değil. Hele hele şu
ansiklopedi savaşları, sanki yeni bitmeleri bilimden caydırmak
için el ele vermişler. Lisede öğretmenken sık sık GRAND
LAROUSSE su karıştırdım. öylesine zevk duyardım, öylesine
saygıyla kitabı elime alırdım, ibadet eden kişinin duygularına
ulaşırdım. Cilt, kağıt kalitesi seçilen resimler, krokiler,
baskı güzelliği, kaynak sağlamlığı beni kendimden
geçirirdi. Bilmiyorum bu eserleri devlet mi organize ederdi,
özel kuruluşlar mı bu ciddiyetle hazırlarlardı, yoksa bizim
özel yapımcılardan onlar mı daha namuslu idi bilemiyorum.
Gazeteler okurun bir saf damarını yakaladılar, hepsi
birden hücum
ediyor. İsmi ingilizce veya fransızca soylu ansiklopedi isimleri,
(grand mastermemo larousse) olmadı, tekrar Grand Larousse ile, incecik
kağıda iki taraflı baskı, resimlerin kimileri yalnız leke halinde,
içeriği bilimsellikten uzak, tek sayfaya basılmış, bazen aynı
forma bir kaç defa cilde girmiş, ciltler sadece kamofle.
Kitaplığım bu sevimsiz şeylerle ister istemez doldu, beni sadece
üzüyorlar, yeni nesle böyle mi hizmet
götürülür?
Bence bunun bir ilgilisi, bir sorumlusu olmalı, birileri veya bir resmi
kurum olaya dur demeli, kontrol altına almalı.
Yoksa bilimin namusu zedeleniyor. İnandırıcılığını yitiriyor.
İşin garibi, bu kampanyalar nedeniyle, namuslu
kişiler ciddi,
özverili, soylu eserler yayınlayamıyorlar.
Biliyorum sizin de yapacak bir şeyiniz yok, ama ben bir eski
öğretmen olarak duygularımı yazıyorum, bir yerde topu size attım,
siz de bunca bürokratik güncel işler içinde bu
ayrıntıların koşacak haliniz yok ya, iyisimi boş veriniz. Saygılar
sunar, beni okuduğunuz için teşekkürler ederim.
E. Aydın, 20Ekim1993
MİLLİ EĞİTİM BAKANINA MEKTUP
Siz Türk ulusunun gözü ve kulağı vede
diline hitap eden
bir mevkidesiniz, bu her faniye veya her idealiste nasip olacak bir
makam ve görev değil. Bilirsiniz Mustafa Kemal o mevkiye gelinceye
kadar, yani okul yıllarından itibaren modern Türkiye'yi
düzlemeye, fikirlerinde işlemeye başlamış ve en müsait zamanı
buluncaya, yetkiye kavuşuncaya kadar çok çok kıymetli
zanalarını, inanmadığı fakat, Osmanlı'nın sanını
düşündüğü için savaşlara savaşlara girdi
çıktı. çok geç olsa bile yalın ve çok
tehlikeli yetkileri aldı ve Anadolu'da İstiklal savaşını başlattı. Siz
ise bu dirayetinizle büyük bir şans, tabii memleket
bakımından iş başındasınız veya iş başına davet edildiniz. çok
şükür ne tersanelerimiz işgal edilmiş ne de İstiklalimiz
tehlikededir. Diyeceğim, büyük Türkiyenin sizin gibi bir
elemana ihtiyacı olmuştur. Ben bu kadar genellemeye girmek istemezdim,
ancak bir takım kısır yayınlardan rencide oldum, doldum.
Konuya kendi yönümden yaklaşıyorum:
İğneye diken, dikene batan, emekliye olgun demeye
alışmamız gerekmez
mi? Emekli yılların hazırladığı bir büyük nimettir. En
verimli, her şeyi gerek deneyimleri ile, gerek okudukları ile
değerlendirmesini öğrenmiş insan potansiyelidir ki bundan
çok çok faydalanmak kaçınılmazdır.
Hatırlarsınız, Orta Asyalardan buyana liderlerin
yanında bir ihtiyarlar
heyeti vardır. Hulaguler, Kublaylar, Attilalar, Kaanlar, Bilge Hanlar,
Timurlar, daha kimler kimler bu potansiyelden faydalanmışlardır.
Halbuki siz hep radyolarımızda, televizyonlarımızda,
emekliye bir
zavallı, posası çıkmış, yardıma muhtaç, korumaya
muhtaç kişiler olarak bakıyoruz, öyle taktim ediyoruz. Bu
uzmanlar kadrosunu gerek devletçe, gerek çevrece
görmezlikten geliyoruz. Yüksek müsadelerinizle ben bu
konuya bakış açısına karşıyım. Karşıyım çünkü,
konunun özü bu açıya terstir. Fırsat verilse bu durumu
kamu kesimine televizyonda, radyoda anlatmak isterdim. Ama nedense bu
olay davasına, inancı kalmamış kişilere veriliyor ve ortaya garip bir
tablo çıkıyor, yanlışların doğrultusunda.
Sizi idealist bir vatansever gördüğüm
için bu
yazıyı yazmayı üstlendim. Yoksa hepsine lafı güzaf
diyebiliriz.
Uygulanabilir birkaç da örnek yazacağım, pratik kullanımlı.
Mesleğinde başarılı olmuş öğretmenler kendi
okullarında veya
bulundukları bölgenin okullarında saygın ve uzman olarak her zaman
kabul görmeliler, saygıyla karşılanmalılar, gerekirse fikir
danışmalılar, (uygulamayı etkilemeyen danışmalar veya bağlayıcı
olmayan).
Memurlar, amirler kendi çalışma alanlarına
rahatça
uğrayabilmeli, hüsnü kabul görmeli sırasında danışılmalı
ki, bir takım sakat çift görüşler, gereksiz arayışlar
önlenmiş, zaman kazanılmış olsun.
Biz şimdi garip bir tabloyla karşı karşıyayız.
Memur, amir, yetkili
kişi kim olursa olsun yalnız çalıştığı sürece
güvenilir sayılır oluyor yani hayatın bir kesimde namuslu, itimata
layık, resmi görevi bitince de inanılmaz, güvenilmez
uzmanlığı elinden alınmış oluyor. Acaba bu olay dünyanın hangi
ülkeside (seçimle gelinen bölgeler hariç)
bizdeki gibidir.?
Ben Adana'da otururum.Şimdiye kadar da orda resim hocası idim.
Türkiye ve dünya genelinde yapılan her tür genç
kuşak yarışmasına bol bol eserler ulaştırırdım. Bir kaç gün
için İstanbul'a geldim ve Kültür sitesinde bir
çocuk resimleri sergisini gezdim. Bir kaç idealist
öğretmen dışında bu sergiye eser yollanmamış, Adana'dan ise sadece
iki adet sıradan eser yollanmış. çünkü ders, bilhassa
ilkokul çocuğu için anlaşılmamış öğretmenlerce,
idarecilerce.
E. Aydın
SAYIN HİKMET ULUĞBAY
MİLLİ EĞİTİM BAKANI
Eğitimci Prof Olcay Kirişoğlu'nun Cumhuriyet
gazetesi'nde "sanat
öğretmeni yetiştirme sorunu" başlıklı yazısını ilgiyle okudum.
Eğitimsel bir yanılgıyı vurgulamak için bu yazıyı sunuyorum.
Ortaöğretimde ilköğretim okullarında
uygulamalı olarak
verilmesi düşünülen dersin adı yanlış konulmuştur.
Programın içeriğinden sapılarak sanatçı öğretmen
yetiştirme düşüncesi, (özellikle eğitim fakültesi
resimiş öğretmeni yetiştiren bölüm başkanları,
öğretim üyeleri, doçent proflarca) sanatçı
kimliği doğrultusunda değerlendirilmeye medyatik yöntemlerle umar
aranmaya başlanmıştır.
Resim iş öğretmeni yetiştirme konusuna gelince:
1924'lerde, Cumhuriyetin kuruluşundan hemen bir yıl
sonra, Mustafa
Kemal Atatürk, ulusal eğitimimizi belirlemek için
yurtdışından ünlü uzmanlar davet etmiş raporlar
hazırlatmıştır. Amerika'lı eğitimci Prof. John Dewey, İtalyan eğitimci
Maria Montessori bunlar arasındadır.
Prof John Dewey'in okunması gerekli yapıtları= okul
ve ruhbilim, okul
ve toplum, mantıksal kuram üzerine çalışmalar, demokrasi ve
eğitim, insan doğası ve davranışı, deneyim olarak sanat,
özgürlük ve kültür, insanın sorunları.
Maria Montessori'nin yapıtları çocuklar evi, bilimsel eğitim
yöntemlerinin çocuk eğitimine uygulanması, ilkokulda
özeğitim, çocuk eğitimi, ailede çocuk, insanın
yetişmesi, çocuğun zihin yapısı.
Ecnebi uzmanların da eşliğinde geliştirilen ulusal
ortaeğitim programı
içerisinde resimişyazı dersleri, idealizme yaklaşan
gerçekci bir anlamı kapsıyordu. Rasyoneldi. Akılcıydı.
Pedagojik, psikolojikti. Odak noktası "ulusal çocuk eğitimi" idi.
Gazi Eğitim Enstitü'sü bu yüksek amaç için
kurulmuştu. Programı çok amaçlı ve çocuğa
dönüktü. Giriş sınavı yime şimdi olduğu gibi yetenek ve
çizgi bütünlüğüne dayanırdı.
Güzel Sanatlar Akademisi ayrıca vardı. Onlar
ulusal eğitimin
çok amaçlı formasyonundan arındırılır özgür
sanatçı adayı seçilirdi.
Ortaöğretim programlarına işresim
öğretmeni nasıl
yetiştirilirdi? Gerçekçi, rasyonel amaçlar ne idi?
Ulusal yazının karekterize edilmesi: doğru yazılması, istif, dizyan,
sayfa düzenlenmesi, aralıklar, yükseklik, kalınlıklar,
dekoratif araştırmalar. (Haftada 4 saat)
Grafik çalışmaları: çevreden seçilen konular
üzerinde,özlü araştırma ve (afiş,markalar) hayvansal,
bitkisel, geometrik veya karışık kenarsuları, kilim, halı, cisim, silin
araştırmaları, örgüler. (Haftada, ağırlıklı 5 saat)
Fotoğraf makinası kullanma, çekme, banyo, tab, agrandize.
(iki saat ve serbes zamanlarda)
Resim: modelden desen çalışmaları, sanatsal araştırmalar.
Kuramsal ve uygulamalı sanat, içeriği, sanat nasıl olmalı,
evrensel yapıda sanatın işlevi, dünü, bugünü,
ünlü sanatcılar, özellikleri,yapıtları, sanat ekolleri,
düşünce tarzları, zamanlar içinde sanat. (6 saat).
Modelaj, röliyef, tahnit, (2 saat).
Demir ve tel işleri,ölçü ve alet kullanımı(4 saat)
Tahta işleri, masif, programlı kullanım objeleri, testere planya, torna
kullanımı. (4 saat).
Cilt ve kağıt işleri, ebru, alaca kağıt, kola kağıtları albüm,
cilt, dekoratif iş kutuları (4 saat).
Planör model kursları, türkkuşundan gelen uzman tarafından,
(haftada 2 saatlık kurs halinde)
Lisan eğitim usulü, pedagoji, pisikoloji, çocuk
pisikolojisi sosyoloji, sanat tarihi, mitoloji. (ağırlıklı olarak
ikişer saat) okutulurdu.
Gazi terbiye enstitüsüne ilk başvuru kademeliydi:
öğrenci, kendi yöresinden kültürel bir konu
seçer, inceler,çizimler yapar, gerekirse boyar, (20
sayfadan az olmamak koşuluyla) okula yollanırdı. Beğenilirse: desen,
boya resim, mülakat için Ankara'ya çağrılırdı.
Başaran öğrenciler; her yıl için birtez
3 yılın sonunda
verilmek üzeremezuniyet tezi hazırlardı. üç yıllık
birikimin getirdiği bilgi ve estetik ve öğrencinin yaratma
gücü toplamı, mezuniyet tezinde titizlikle aranırdı. Tezin
içeriği folklorik, etik, kültürel, gelenek
görenek, dualar, beddualar, adetler, yöre tarihi,
menkıbeleri, oyunlar, üretimde yerel usuller, düğün
gelenekleri, sanatlar,zanaatlar olabilirdi.
Aslında bu tür çalışmaların ilkokul
sonunda başlatılarak
üniversite bitimine kadar neden sürdürülmediğini
her dalda inceleme araştırmalarla zengin
kültürümüze genç kuşağın katkısının neden
düşünülmediğini anlayamıyorum..!!
İlköğretim okullarının programları,
(ortaöğretim de dahil)
bir bütündür. Amaç bilgilendirme ve
ilgilendirmedir. Eğitimdir.
Ortaöğretimde ondört uzman öğretmen, kendi dallarında
uzman öğrenci yetiştirmeye çalışsalar ulusal eğitimin
durumu ne hale gelirdi diye düşünmek, gerçeği
görmemize yeterlidir. Ortaöğretimin müfredat programında
"temel kitabı" çok çok güzel
düşünülmüş yazılmış, açıklamalar da
verilmiş, şimdi bile ideal, yüksek amaçlı içeriğiyle
ortadadır.
Resimiş öğretmeni sadece sanat öğretmeni
deyildir. Resim İş
dersleri okutulan derslerin hepsiyle ilintili, her dersin tabanına
serilmiş sağlam bir temeldir. Resim dersleri, doğru görmeyi,
gördüğünü doğru çizmeyi öğretir.
Geleceğin doktoruna, mühendisine, tüccarına, ayakkabıcısına,
sokaktaki adama kadar ulaşır. Ulusal eğitimden amaç budur.
Yanılgı, öğretmen yetiştirme yerine
sanatçı yetiştirme
amacından kaynaklanıyor.
E. Aydın, 12Şubat1998
SAYIN HİKMET ULUĞBAY
MİLLİ EĞİTİM BAKANI
Ayrımındayız, zor günlerde zor günleri
üstlendiniz.
Deliler, kuyulara o kadar taş doldurdular ki, bir çırpıda
temizlmek olanak dışı gözüküyor.
Ama özveri sahibi bir kişi, demokrasimiz adına
ortaya
çıkmalıydı; yerinde bir seçkiyle, size bu görev
verildi.
Biliyoruz, işiniz çok zor, hem de çok
boyutlu olmasına
karşın; kısa sürede övülesi işler yaptınız,
yapıyorsunuz.
1950'lerden buyana Kemalizm öylesine savsaklandı, öylsine
labirentlere sürüklendi, toz dumana boğuldu ki,
gerçekle seçilemez oldu.. El yordamıyla da olsa,
önemli olaylara ışık tuttunuz, gelecek ufukta seçilir oldu..
Zor zamanlarımızda, geçmişe bakarak
Atatürk 'ün
"Güncel çıkmazlar bütün ağırlığıyla
sürüp giderken" ulusumuzun geleceğini de düşünerek
Amerika'dan, (Prof. Eğitimci John Dewey'i, İtalya 'dan Maria
Montossori'i davet etmiş, ulusal eğitimimizde yapılabilecek reformları
incelemeye, araştırmaya, tartışmaya açmışt. (yıl 1924).
örneğimi yalın, belki de duygusal
bulabilirsiniz; Ama siz
Atatürk'ün Milli Eğitim Bakanısınız! Umudumuzsunuz!!!!.....
Bundan neden, beklentilerimiz de çok olacaktır
Sizden öncül beklentimiz ve dileğimiz:
Türk dilini konu alan bir kurultay toplanmasına
olanak tanıyınız..
(Kapsamlı ve her yıl uygulanan.)
Güzel Türkçemiz, sokak çocuğu gibi sahipsiz
kaldı, yazarlar, çizerler, gazeteler, radyo ve televizyon
sunucuları elinde yozlaşıp, çalkalanıp gidiyor.
Kuralsız dil olmaz.
Dilsiz ulus olmaz.
Kurultay yapmak için, Atatürk olmak
gerekmez.
Uluğbay olmanız yeterli.
Ben sıradan bir emekli eğitici olarak görevimi
yaptım; Sıra
uygulamada söz sahibi olan, "Eğitim Bakanı" Hikmet Uluğbay'da..
Saygılarımı sunar, başarılarınızı dilerim.
E. Aydın, 11Haziran1998
SAYIN METİN BOSTANCIOĞLU
MİLLİ EĞİTİM BAKANI
1944 yılında İşbilgisiResimYazı öğretmeni
olarak Ankara Gazi
Eğitim Enstitüsünü bitirdim.
Almanya'dan yeni dönen, donanımlı hocalarımız,
özverili
çalışmalarıyla genç Türkiye Cumhuriyet'inin, eğitim
öğretim ideolojisini; <1924Atatürk yeni kurulan
Cumhuriyet'in, eğitim programı nasıl olmalıdır? diye dışardan John
Dewey, Maria Montesorri'yi davet etmiş, pedagojik ilkeleri
üzerinde uzun uzun araştırmalar yaptırmıştı.>
Eğitimcilerimizin çalışmaları sonucu, ortaöğretimin eğitim
ve öğretim programı oluşmuş, her dersin bütünlük
içindeki yeri ve amacı belirlenmişti. çokta iyi
düşünülmüştü.
Geçen zamanlar içinde, eğitim
fakülteleri, orta
öğretimin amacını bilinçli veya bilinçsiz dışlayarak
<Ressam yetiştirme sevdasına düştüler>, bu kargaşada en
çok yara alan, öksüz kalanUlusal, kuramsal yazı oldu.
Programlanmadığı için, her öğrenci kendi
Stenosunu yazıyor.
Tomarlar boyu sınav kağıtlarını göz nuru dökerek okuyan,
miyoplaşan öğretmenlere sabırlar dileyelim.
Otuz sene yurdumun değişik yörelerinde,
İşResimYazı
öğretmenliği yaptım.
Mersin Liselileri Derneği'nin onur günü
anısına hazırladığı
dergiyi size yolluyorum.
Yaşam öykü arasında, uzun yıllar okuttuğum
öğrencilerimin de anılarını bulacak, yaşanmışlığın, edimlerle
zenginleşen öyküsünü seveceksiniz.
Beni okuduğunuz için teşekkürler eder,
saygılar sunarım.
E. Aydın, 14Kasım2000
SAYIN BAKAN METİN BOSTANCIOĞLU
BİR YAŞAM öYKüSü
Sıradan bir yuva; üç civciv, ana, baba,
beş kişiler. Baba
devlet memuru. Civcivler büyüyor, okullar okullar,
üniversiteye sıra geliyor. Dersler, dersaneler, gider gider.!
Baba da babaymış ha; her geçen gün,
canavarlaşan hayat
şartları karşısında bir donkişot... Yılmadan çalışıyor, kızlarım
okuyacak da okuyacak.!
Merkezi sistemde Birsen kız, Malatya İsmet
İnönü
üniversitesi Fizik bölümü kazanıyor. Evler
tutuluyor, dört sene okunuyor okunuyor, Fen dersleri
öğretmenlik diploması alınıyor.
Aileye tezelden katkı için,
çünkü arkadan
gelenler var. Bakanlığa baş vuruluyor, görev isteniyor. Yanıt,
branş öğretmenliği kadromuz yok, taşrada sınıf öğretmenliği
verelim.
1996 yılında çalışmaya başlanıyor. 2000
'deyiz, değişen ne?
Eş durumunda Gümüşhane'ye atanıyor.
Bulunduğu ilköğretim
okulunda sınıf öğretmenliği yapıyor, fen derslerindeki
açığı da dolduruyor. Haklı olarak, istiyor ki, beni
uzmanlaştığım dala, kadrolu veriniz, labaratuvar kurayım, daha verimli
olayım.
Okul müdürlüğü, ilköğretim
müdürlüğü katına yazdığı dilekçeler, mevzuat
gereği sümen altı ediliyor, sizlere ulaşamıyor.
Mutsuz oluyor, uzmanlık için hazırlanamıyor. Niçin bu
dalı seçtim dediği de oluyor.!
Hele hele yıllarca, aile boyu oy verdiğimiz sosyal
demokratlar
egemenken, bu tutarsız, katı mantığın sürmesi, gelecek için
varolan renkli umutları da sarsıyor.
Dahası, bir hanım olarak böylesine dışlanmak
onura dokunuyor,
öğretmen konuşamazsa, fen derslerinin önemini, ayrıcalığını
anlatmaktan yoksun olursa, bir yerlerde bir bozuk şey vardır.
Karınlarının doyması, genç kuşağa yetmiyor,
ülkesine
katkıda bulunmak da istiyor. öyküyü okuduğunuz
için teşekkürler ederim.
E. Aydın
SAYIN KüLTüR
MüDüRü YUSUF ZİYA AK
Sizinle Mersin öğretmen Evi'nde ir çay
içimştik,
neden olduğunu bilmiyorum çok yi bir izlenim bıraktmıştınız.
İşte bu mektubu o imajın bağlamında yazıyorum.
Kültür konusu, gerek sözcük
olarak, gerekse
içerik olarak, sınırları ve organizasyonu bakımından,
düşünürleri yanılgıya itmeye açık bir yapıya
sahiptir.
Elbette kökleri binlerce yıllara ulaşan bir
olayın eğitimi,
öğretimi nasıl olmalıdır? dediğimizde, karşımıza felsefe kadar
yalın ve onun kadar labirentleri olan bir uzay boşluk çıkıyor.
Bu kaosta doğru bir yol alabilmek için, resmi
iradeler sabırlı,
araştırıcı, toplayıcı, henüz yaşamakta olan kültür
birikimlerini kendi kopukluğu içinde ortaya çıkarmak,
boşlukları karine yoluyla araştırmaya açmak, ama hiç bir
durumda müdaheleci olmamak durumundadır.
Kültür baknalığımızın konuya yaklaşımı
çok çok
güzel sizler gibi değerlerin büyük çabalarıyla az
zamanda büyük işler kotardınız. Ramada yani gökdelende
İçel Sanat Kulübü şerefine verilen yemekte Mualla
hanım'la da konuşmuştuk, acaba bu devasa çalışmalarınıza
bizlerin de bir katkısı olabilir mi? düşüncesi gündeme
gelmişti.
önce ulaşabildiğimiz çevre
sanatçılarımızdan,
sonrada Türkiye genelinde eser bağışı kampanyası başlatsak; ilk
gelenleri, koridorları uygun gördüğünüz salonlara
assak, birikim çoğalınca bir kültür müzesi
oluşturmanın kapısını açsak diye düşündüm.
Eğer uygun bulursanız, bir sürkiler yeterli olacaktır. Sevgiler
saygılar.
E. Aydın, 4Mart1994
BAŞLIKSIZ
21 Ocak Tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Ozan Yayman
tarafından
yayımlanan, "D.E.ü. Tıp Fakültesi aktif eğitimde çağ
atladı" yazıyı ilgiyle okudum.
Uygulamanın nasıl olacağına değin bir ipucu
verilmemiş. Bana göre
yüksek öğrenimle ilgili uygulamalar, bireysel
çıkışlarla olumlu sonuçlara ulaşamaz, kargaşa yaratır.
Atatürk, Cumhuriyet'in ilanından hemen sonra,
1924'de yeni
Cumhuriyet'in "Ulusal Eğitimi nasıl olmalıdır" düşüncesinden
yola çıkarak; Amerika 'dan ünlü eğitimci (Prof. John
Dewey), İtalya'dan (Dr.Maria Motessori) çağrılmış, iki sene
konuk edilmişlerdir.
Araştırma ve inceleme raporları esas alınarak, "Aktif Eğitim", yani iş
içinde eğitim, Pedagojik anlamda eğitim, ortaöğretim
programlarına girmişti. Yıllar sonra; "Köy Enstitüleri" bu
amaçla kurulmuş, başarılı da olmuştu.
Aktif eğitim, ütopik değil,gerçekciliktir,
çağdaşlıktır
Gerçek ise görülendir.
Görmek,sevgiyle yoğunlaştığında,daha somut olur
Uygulama öylesine basit ki; başarı ortak mal olunca, coşku
nükleer olur, çoğalır çoğalır...
çağdaş dünya, hemen hergün yeni buluşların peşinde
koşarken; bizim üniversitelerimizde bayatlamış konservelerle
genç beyinleri, kıymetli zamanları bilinçsizce
sarfediyoruz.
ülkemizde üniversiteler,araştırmadan yoksun, etik
kültür, folklörümüzden kopuktur.
Ulus aslında sonsuz bir hinterilanttır.
Ulusal bilgi bağımsızlığına ulaşmadan, evrensel bilgiyi edinmek,
ütopya olur.
Bütün üniversitelerimiz, fakülteler bazında halkla
ilişkilere zaman ayırmalıdırlar.
önce bağlı oldukları ili ev ev, sonra kasaba ve köylerine
kadar ulaşıp, kendi branşlarıyla ilgili bilgi ve sorunları saptamalı,
bulgularını dönem tezi olarak hazırlayıp, ödev olarak
sunmalı, arşivlendirmelidir.
Ders programları yine vardır. İncelemelerde, genel değerlendirmelerde
etkili olmalıdır.
E. Aydın, 22Ocak1999
YAŞAYANLAR VE YAŞATANLAR.
İLGİLENDİRİP, BİLGİLENDİRENLER
Eğitim, öğretim: İlgilendirme ve
bilgilendirmedir. Varoluştan bu
yana, ilgilendirip bilgilendirenlere bin şükran.!
Bilgi vardır. Pasiftir. Teknoloji ise, bilgiden doğar, aktiftir.
özgür düşünce; yargılayan
düşünce,
sorgulayan düşünce, sıradan varlığın, özde
çiçeklenmesini; ısıyarak, ışıtarak, koruyup kollayarak,
besler, büyütür. Nükleerdir.!
Okullar: düşünme biçem ve
biçimlerini, salt
örnekleriyle ortaya kor. öğrenici, gerçek ve
gerçek üstü yaşama, verelerin ışığında
yaklaşarak;nesnel ve öznelin labrentlerinde, (ideo) ya doğru yol
alır...
Sayısız çokluk da, labirentlerin karanlığında
kaybolur.!
Yürüyenlere bin şükran.!
Eğitim, öğretim, dünyada ve
Türkiyemiz'de, rotasını
yitirmiştir. Gerçek yolu görüp duyumsayan,
sürdürenlere, bin şükran.!
Dağ başını duman almış, gümüşdere durmaz akar, güneş
ufuktan şimdi doğar; yürüyelim arkadaşlar
Tersine dönse dünya, yolumuzdan dönmeyiz..!
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Devlet, bizleri savaş yıllarında, işe dayalı,
yüksek amaçlı
"(Pedagojik)", yani iş içinde öğretim ve eğitim programları
için özene bezene, idealize etti(İşbilgisiResimYazı)
öğretmeni yetiştirdi.
Devletin eğitim politikaları gereği; (orta
eğitimde), dersler organik
bir bağ içindedir. Bir bütündür. İşbilgisi,
resim, yazı/, bu bütünün (harcı), yapıştırıcısıdır.
Edebiyatta, yazılı kağıtlarda, kimyada, fizikte,
matematikte,
geometride, coğrafya, tarihte; (İşbilgisiResimYazı), eğitim,
öğretimin kan dolaşımıdır. Olmazsa olmazıdır. Batı bunu hep
böylebilir.
Hemen, 1924'te çağrılan dünya
çaplı eğitimciler,
Türkiye'nin eğitim sorunlarını, incelediler. (Prf John Dewey), (Dr
Maria Montessori)
Uzun yıllardan sonra, ulusal karakterimize uygun,
dinamik, topyekun
kalkınmayı hedef alan, orta eğitim programı kanunlaştı. Gazi Eğitim
Enstitüsü bu amaçla kuruldu. çağdaştı, ulusu
kapsıyordu.
Ellili yıllardan sonra; o, güzelim program
yozlaştırıldı
Olmasa da olur, diye diye, iletişimden yoksun, kendi çalıpkendi
oynayan, akortsuz, temposuz bir toplum olduk.
Sanki birileri, bu işbilgisiresimyazı da neyin nesi
diyesi.!
Bu sanal savaşta, en çok değer yitire işbilgisi, resimyazı
öğretmeni;Entel toplumunda beklencesi gereği, amacı dışında
varolabilmek için sanatı seçti.!İyi bir
işbilgisiresimyazı öğretmeni yok artık
Resim yapan, sergiler açan ressam öğretmen var.
Ekim ayı için öneriniz de bu bağlamda
olduğu için,
yazıyı kotarmaya iki gün az geldi. Dersimizin ideodaki
gerçek yerini gücüm yettikçe vurgulamaya
çalıştım, sözde uzadı.
Teknoloji, zaten çizimle birlikte
varolabildiğine göre,
görmeyi, gördüğünü doğru çizmeyi,
estetiği, dizaynı dışlamada, gerçekçi bir bakış
açısını, oturuşun kural ve kuramlar içinde, doğru
çizimler yaşam boyu başarı ve başarısızlığın anatomisinde etken
olacak bir öğretmen üstlendiği yüksek, evrensel
görevin bilincindeyse;
yaşamışlığın, üstüne aldığı sorumluluğun onuru, bir
faniye yetmez mi?..
öğretmenler isimsiz yaşarlar.
Anonim olmak büyük mertebedir.
Sizlerin gönlünde yer etmekten büyük ne vardır?.!
E. Aydın
EMEKLİ öĞRETMENLERE ONUR BELGESİ
DAĞITIMININ
DüŞüNDüRDüKLERİ
18Aralık1987 Cuma günü, daha önce
imzalatılan bir
genelge gereği Adana
öğretmen Evinde çaya davet edildik.
Emekli öğretmen, seçtiği dalda otuz
senesini vererek
uzmanlaşmış kişidir. Saygın ve öyle olması gereken eğitim
sanatkarıdır.
Bugün çeşitli kademelerde çalışan, aynı yolun
yolcuları genç meslektaşlarımızın bunu daha iyi
bildiklerini sanırım.
T.R.T'de uzun uzun işlendiği gibi, emekli ne muhtaç, ne de
zavallıdır. Emekli de en azından devlet güvencesi altındadır.
Ancak, bu denli yoğunlaşmış meslek bilgisine ve pratiğine karşın,
kendisinden, yarınlara dönük bir şeyler istenmemesinden
şikayetçidir.
Emekli insan o kadar haklı bir gurur içinde
ve hassastır ki,
şimdiki seçilen yollarla, O'na yaklaşmak imkansızdır.
Sıfır ve sonsuz onlar için, büyük değerler değildir.
Her türlü yapmacıktan soyutlanmış, yılların deneyimleri,
pratikleri ile, üst uzman kariyerine ulaşmıştır. Gerçek
budur.
Türkiye genelinde, bu uzman zümrenin
hiç
kullanılmaması, kendilerinden hiç faydalanılmamasıdır.
öneri kişisel değil, ulus boyutludur.
özellikle Türk Milli Eğitimi gibi,
çok titiz olunması
gereken hassas çizgide gereksinim daha da çoktur.
Yetke, makam, sandalye, branş sahipleri, her defasında, Amerika'yı
yeniden keşfetme yerine, bu uzman kişilere danışmayı, gelenek ve
zorunluluk haline getirmelidirler. Böylece, yaklaşım hem muhterem
hem de Milli olacaktır.
Emekli müdürler, öğretmenler, branş öğretmenleri,
(resim, müzik, beden eğitimi öğr.) İlkokul, ortaokul,
liselerde örnek ders vermeye veya duruma göre konferanslara
davet edilmelidir. Bu tür olaylar, idarelerin desteğinde halka da
indirilmelidir. Emekli Eğitim Şuralara gidilmelidir.
Baltacıoğulları, Hamdullah Suphi'ler, Tarcan 'lar,
Türkiye'mize bu
türden az mı hizmet vermişlerdir? Onlar uzaydan inmemişlerdi.
Emekli kişi yazmasını, okumasını, çizmesini,
boyamasını, kısaca
zamanı değerlendirmesini öğrenmiş kişidir. Darısı
gençlerimizin başına.
Onun tek isteği, daha mutlu, daha mamur,
Türkiye gerçeğine
katkıda bulunmak özlemidir.
Yılda bir kere Sürmeli Otelinde yemek,
öğretmen Evinde
çay, sıradan onur belgeleri, konuya ters bir perspektiften
bakmaktır.
Daha rantablı, daha öze dönük kalıcı
yaklaşımları, sayın
yetke sahiplerinden, içtenlikle bekliyoruz. Bu büyük
şeref, bakalım kimlere nasib olacaktır!. Saygılarımla
E. Aydın
BİR öĞRETMEN ARANIYOR
Bir öğretmen aranıyor dostlar,
Dağların arasından kopup gelecek
Ak, ak akacak çağlayacak
Bir sel gibi anadolumun dört bucağına
Yayılacak, yayılacak, yayılacak
Bir sel gibi Anadolu'nun dört bucağından
Yayılacak, yayılacak, yayılacak
Cümle kötülüklere
karşı
Bir öğretmen aranıyor dostlar
Bir öğretmen aranıyor...
Cesur, inançlı, kalem kırıldıkça
yazacak
Dudakları kilitlense, konuşacak
Yasaklar susacak önünde
Aldırmayacak gecenin baykuşlarına
Tuttuğu kapıyı açacak,
Bu çöl sessizliğinde
Perdelerin ışık geçirmezliğinde
Tutup sarsacak, sarsacak...
Bir öğretmen aranıyor dostlar
Anadolu'mu kalkındıracak...
SAYIN PROF. DR. DEKAN EMİN ALICI
21Ocak tarihli Cumhuriyet gazetesinde Ozan Yayman
tarafından yayımlanan
"D.E.ü. Tıp fakültesi aktif eğitimde çağ atladı"
başlıklı yazıyı ilgiyle okudum.
Uygulamanın nasıl olacağına değin bir ipucu
verilmemiş. Bana göre
yüksek öğrenimle ilgili uygulamalar bireysel
çıkışlarla olumlu sonuçlara ulaşamaz, kargaşa yaratır.
Atatürk Cumhuriyetin ilanından hemen sonra
1924'te yeni
cumhuriyetin "ulusal eğitimi nasıl olmalıdır" düşüncesinden
yola çıkarak Amerika'dan ünlü eğitimci Prof. John
Dewey, İtalya'dan Dr. Maria Motessori çağrılmış, iki sene konuk
edilmişlerdir. Araştırma ve inceleme raporları esas alınarak , "aktif
eğitim" yani iş içinde eğitim, pedagojik
anlamda eğitim orta öğretim programlarına girmişti. Yıllar sonra
köy enstitüleri bu amaçla kurulmuş, başarılı da
olmuştu.
Aktif eğitim ütopik değil gerçekçiliktir.,
çağdaşlıktır.
Gerçek ise görülendir.
Görmek sevgiyle yoğunlaştığında daha somut olur
Uygulama öylesine basitki, başarı ortak mal olunca , coşku da
nükleer olur, çoğalır, çoğalır.
çağdaş dünya hemen her gün yeni buluşların peşinde
koşarken, biz üniversitelerimizde bayatlamış konservelerle
genç beyinleri ve kıymetli zamanları bilinçsizce
sarfediyoruz.
ülkemizde üniversiteler araştırmadan yoksun, etik,
kültür ve folklorümüzden kopuktur.
Ulus, aslında sonsuz bir hinterlandtır.
Ulusal bilgi bağımsızlığına ulaşmadan evrensel bilgiyi edinmek
ütopya olur.
Bütün üniversitelerimiz, fakülteler bazında halkla
ilişkilere zaman ayırmalıdırlar. önce bağlı oldukları ili, evev
sonra kasabakasaba, ve köylerine kadar ulaşıp kendi branşlarıyla
ilgili bilgi ve sorunları saptamalı, bulgularını dönem tezi olarak
hazırlayıp ödev olarak sunmalı, arşivlenmelidir.
Ders programları yine vardır. İncelemeler de genel,
değerlendirmeler de
etkili olmalıdır.
Tıp fakülteleri öncü olmalıdır. Ancak
sayın dekan yalnız
başına ünlenmeyi düşünmemeli, Türkiye genelinde
üniversitelerle yazışarak anketler düzenleterek kamuoyu
yaratarak yapmalı.
Bu güzel akılcı olay, dekanlık süresiyle sınırlı olmamalıdır.
ülkenin reforma şiddetle gereksinimi vardır.
Düşüncenizden neden sizi içtenlikle kutlarım.
Saygılar
E. Aydın, 22Ocak1999
SAYIN MüDüR.
KURUCULAR, YöNETiCi, öĞRETiM
üYELERi
8Eylül günü torunum nedeniyle
okulunuzun ders yılına
başlayış seranomisinde bulundum. İyikide gelmişim.
Yirmi, belkide daha fazla yıllardan beri okullarımızda eğitim ve
öğretimin nasıl yozlaştığını yaşaya yaşaya, göre göre
nasırlaşan özbenlik duygularımın yaratılıştaki büyük
patlama benzeri şoklarla anlatılamaz çalkanışını peşpeşe birbiri
üzerine bindirilmiş pırıltıların pirizmatif yansımalarının
şemsiyesi altında hayallerimle gerçeklerim
örtüştü. Bu bir rüya mıydı! Gün boyu
süren, soyuttan somuta gidip gelen tavuz kanadı gökkuşağı
görkeminde tansığ.
Günde, gün vardı. Dünler vardı.
Geçmişten
geleceğe uzanan sağlam köprüler vardı. övülesi..
övülesi.. övülesi...
Gemsiz hayallerimi gerçeklerin şablonuna sığdırmaya
çalışırken Darwin ekrana düştü. Dünya bir haftada
yaratılmamıştı. İ.ö. 4004 yılında yaratılmadığı da kesindi. Aklın
alamayacağı kadar yaşlıydı. Yaratıldıktan sonra tanınmayacak
ölçüde değişmişti, ve değişim süregelmekteydi.
Yaşayan bütün canlılar da değişime uğramıştı. Evrim
sürmekte olduğuna göre ülkemizin içinden
geçmekte olduğu bunalımlar, sancılar makro
ölçüde doğallığa ulaşıyor
Ulusumuz büyüktür. İnsanımız zor
günlerin
koşullarını sayısız çoklukta deneyimleriyle zorlamış ve
başarmıştır. Uzak ve yakın tarihimiz kanıtlarla bezelidir.
Gördüğüm duyumsadığım odur ki; bir
avuç öz
veri sahibi isimsiz kahraman, kısıtlı olanaklarını birleştirerek
Türkiye'nin geleceğini onarmaya soyunmuşlardır.
Yalnız değilsiniz, öncüsünüz.
Artık tohum bitek toprağını bulmuş, güneş
ılıman doğmuştur. Daha
şimdiden ürünün yalbırtısı, kuruluşum görkemi,
işleyişteki ideonun güvenli tınıları, aramsarlığın imleyen
peyzajıma turkuvaz mavisi , tavuz kuyruğu, ebem kuşağının sonsuz
tonlarını üstün insan ve yaşam kıvancının müziğini de
sunmuştur.
Sonlu yaşamda sonsuzu sergileyen insana doğru
koşmayı seçen
sanat edinen yönetim ve öğretim kadrosunu kutlar, saygılar
sunarım.
Türk insanının sizlere şükran borcu sonsuzdur.
Edimlerinizle övünüyoruz...
E. aydın, I7Eylül1997
AçIK öĞRETİM LİSESİ
YöNETMEN VE
DENETMENLERİNE.
Akşam Devrim Tarihi dersinizi izledim.
Kurtuluş savaşının en duyarlı bölümü
konunuzdu. Bir
öğrenci, öğretmene sorular yöneltiyordu. Elektrikli,
yanlış anlamaya yatkın, paradoksal, ön bilgilerden yoksun (belkide
kasıtlı gibi anlaşılacak) sorular beni çok üzdü.
Atatürk'çü düşünce, bütün
Türkiye'den izlenen bir ulus radyosundan böyle yayımlanabilir
miydi?
O isteseydi Büyük Millet Meclisi'ne de el koyabilirdi,
başkomutanlığa da el koyabilirdi, ama O'nun yüksek ideolojisi
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmaktı. Başlangıçtan beri
demokratik meclisi ve onun iradesini korudu, kolladı.
Bütün dünya tarihleri
çanakkale zaferini Mustafa
Kemal'in üstün savaş gücüyle kazandığını yazar.
Kurtuluş savaşı da böyle oldu.
Değerli komutanları da vardı. Yalnız Fevzi
çakmak'ı
söylerseniz, Kazım Karabekir'i, Fuat Paşa'yı, İsmet
İnönü'yü ve diğer kıymetli komutanları atlamış olur,
dahası bilgiyi, acabaların labirentlerine sunarsınız.
Ders konusu "Devrim Tarihi" idi. İnkilap tarihi
deyil. Aydınlatıcı bir
yazınızı beklerim. Saygılarımla
E. Aydın, 1Mayıs1998
BAŞLIKSIZ
öğretmenin yüreği verimli bir topraktır.
Yarının
büyüklerine adanmış türkülü
gökyüzüdür. öğretmeninin yüreği bir tohum
umuduyla dekinerek, mayalıyarak A'dan Z'ye ekerek kokulu ama daima
yaprak yaprak yıldız çoğalmış, solmamış hep canlı kalmış
Cumhuriyet gülüdür. öğretmenin yüreği,
alınteri güneş örneği. Toplumun bilincinde ışıyınca bir
güvercin olur, şiir şiir kanatlanır öğretmenin
yüreği.
E. Aydın
SEVGİLİ GAZANFER DOST..
1999-2001hazırlık süreci.
Mersin liselileri dayanşma derneği 1985 yılında Gazanfer Uğural ve ,
ileri görüşlü, çoğunluğu Mersin'li
gönül adamlarının özverili çabalarıyla kurulmuş.
Düşünenlere,üretenlere,yüzakıyla
yürütenlere bin şükran...
Yönetmeliği, bir kaçkez, satır aralarına
kadar okudum.
Güzel, özlü, etkleyici buldum.
"Türk insanının aydınlanması amacıyla hukukun, sosyal adaletin,
uluslararası,çağdaş değerlerini topluma sunmak, üretilmiş
plan ve modelleri desteklemek ve geliştirmek maksadıyla, Atatürk
ilkeleri doğrultusunda, ulusal dayanışmayı sağlamaktır" deniyor. Ama bu
iş nasıl olacak?. Belirtilmemiş, konferanslara katılmakla sınırlı
tutulmuş.
Katılımın, otokontrola bağlı, ilgili maddenin içeriğine
dönükgerçekci, güncel, edimlerle beslenmesinin,
ülkenin geleceği için, daha akılcı olacağını
düşündüm.
İlkokulda, her sabah, sınıfları okul girişinde
sıraya dizip
"Türküm, doğruyum, çalışkanım......" deyerek, bir
ağızdan bağırarak mı? Yoksa öğrencilere, edime dönük,
gözetili, basit ve güncel, çağdaş, görevler
vererek mi işe başlamalıyız ?
çağdaş eğitim bilim; okuma yazmağı öğrenen bireye yaşamak
istediği çevrenin, nasıl olması gerektiğini sorgulayarak,
düşünmesini,düşüncesini, güncesine yazmasını,
sırası geldikce, okulunda, evinde ve çevresinde konuşarak,
uygulayarak, genel düzene katkıda bulunma,sorumluluğunu da
yükler.
Buyurganlık, eğitimde ve öğretimde,
düşünceyi
körletir.
Görev bilinci, ise uygulanabilir edimlerle
zenginleştirilebir.
İlkokullarda öğretilen kültürel aktarımalar,ileriki
yıllarda, biraz azalarak da olsa, üniversiteye ulaşır.
İşte çağdaşlık; etik, kültür, ahlak, görenek,
gelenekler eşliğinde tekrar imbiklenmesi, güncel, yaşadığımız
gerçek yaşamla kesin kez buluşması, bilinçde
yoğunlaşmasıyla; geleceğin güvencesi olur
.
Yüksek öğretim kurumlarımızın, ummanlar
kadar eksiği
genç kuşağa sosyal görev verilmemesinden kaynaklanıyor.
Mersin liselileri yardımlaşma derneği, sanırım bu
öncülüğü başlatabilir . Her üniversite
öğrencisi, bulunduğu çevrede, kendi dalılıyla ilgili
konularda, halkla ilşikiler içinde bulunmasından sorumlu
tutulmalıdır.
Burs verilen öğrtencilere sosyal,
kültürel, etik
edimleri kapsayan görevler verilerek, klasik üniversite
anlayışı katılımcı ve, eğitime ulusal bağlamda öncülük
edemez mi.?
çağdaş pisikoloji, karşılıksız vermeğe
"sadaka" olarak bakar.
İnsan onurunu, bu üzünç verici yükten kurtarmağı
önerir.
Bursiyer öğrenci, kendi dalında, özlü incelemeler
yapar. Sizce belirlenecek jüriye sunulur. Bu tezler, yıllık olduğu
gibi, eğitim boyu da olabilir. Yayımlanabildiği gibi,arşiv olarak da
saklanabilir.
Bilimsel incelemeler, konferans haline getirilerek yurt çapında,
çağrılara açılabilir.
Halkla ilişkiler bölümü oluşturulabilir.
önce Mersin'liler olmak üzere, hasta, kör, yaşlı, sakat
kişilerden, isteyenlere, günde birkaç saat gazete kitap,
yazı okumaları düşünülebir. Dahası kurumlaştırılabilir.
İnsanlık tarihine bakılırsa düşünce hep
suçlanmıştır,
örnekleri saymakla bitmez. çarmıha gerilenlerin, zehir
içirilenlerin, yakılanların, kiyotine baş koyanların, kazığa
oturtulanların acıklı öyküleri saymakla bitmez.!
Bu düşünce, sizinle benim aramızda
başladığına göre
gerekirse öylece bitebilir.
Atatürk, uzamda kaldı. Atatürk düşüncesi
çoğalarak zamanları kapsar. Düşüncenin kanatlarında
ışık hızıyla yol alır..
Uzam aynı hızla, geriye doğru akar. Doğanın, canlılığın varoluşundan,
Toroslardan, atalarımızın, sizin bizim, anımsadığımız duyumsadığımız,
belleklerimizde iz bırakan, yaşanmışlıktır.
Tarihe benzer,ama tarih değildir.
Biz bilinen uzamın vereleriyle, bilinmezin zamanın akışını,
düşünce, yordamıyla yönlendirebiliriz.
çağdaşlık, sözcüğünü sosyalbilimlerinin,
yeni yönsemeleri doğrultusunda, yoruma açma zamanının
geldiği kanısıyla, ulaşabildiğim yeni bilgileri size yazmağı
düşündüm.
Toplumbilimler, çağdaşlığa
öykünürken kuram ve
kurallarını kendi yapısındaki, dini, kültürel,
ahlakietikgörenek gelenek gibi törebilimin, öz
değerlerini yıpratmadan, yozlaşmağa karşı, yaşamsal direncini,
yaşayarak, yaşatarak sürdürebilir.
çinlilerin sana yardım etmek istersen, balık
tutmağı öğret
der. Yahudiler, sadaka vermezler, iş verirler. Bizler, nereye
gideceğini düşünmeden, isteyene acır sadaka veririz. Boynunu
bükmüş, yılışmış, kişiye varsıllığımızı, sanki kanıtlar gibi..
İşte Ethem böyle düşünüyor, böyle de yazıyor.
öperim.
Sizleri seven sayan
E. Aydın
MİLLİYETçİLİK VE
ATATüRKçüLüK üZERİNE
Bindokuzyüzyirmiyedilerden buyana;
yaşanmışlığın, türk
insanındaki evrelerinin görkemini, ulaşılmaz hızını, halkla
bütünleşmenin asırlardır yoksunluğu çekilen bu duygu
ve duyumlar girdabının anaforlarından geliyorum.
Atatürk denizinin tansığ dalgalarıyla, deniz
kıyılarında uyumlu,
oylumlu çakıl taşları gibi; sürtüne sürtüne
Cumhuriyet'i yaşadım. Ona candan inandım.
Yine bundan neden, görüntüde
Atatürkçü'lerle, savaşım sürüyor.
Bu duyguların ışığında size yazıyorum.
Onuncu yıl marşı, ona ve devrimlere inananların
dilinde sonsuza dek
çınlayacak mutluluk şarkısıdır. Sevinç gözyaşları
döktüren, coşturan/insanı insanlığa taşıyan..!!
E. Aydın, 10Kasım1997
ATATüRKçü
DüŞüNCENİN
EVRENSEL YORUMU
Atatürk, her insan gibi sıradan varlık olarak
dünyaya geldi.
Her varlıkta farklılığa açık bir (öz,bir
çekirdek)'i
vardır. Türün özelliklerine uygun olarak, dal budak
salar salkım salkım, çiçekler açar renklere
bürünür, burcu burcu kokular saçar.
özgün birey olur.
Beyin gücünün, düşüncenin
kanatlarında
yükselir.
Namık Kemal olur, Aziz Nesin olur, Nazım Hikmet olur, Uğur Mumcu olur,
Yaşar Kemal olur, çağına kanat geren Atatürk olur....
Zamanlar içinde, anonim olur.
çanakkale kurtarıcısı, Sarıpaşa, Ulusal kurtuluşun simgesi,
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, eğitim ordusunun
öncüsü, halkının sevgilisi, yurtta barış,
özgürlük diyen evrensel insan olur.
Savaşın kartalı, barışın güvercini olur.
Lozan barış antlaşmasında, Yunan delegasyonlarıyla barışık olur.
Cumhuriyet kurulduktan sonra; çanakkale'de şehit veren
ülkelere...
"Ey dünya anaları!, Uzak diyarlardan
evlatlarını savaşa
gönderen analar, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız
bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde
rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten
sonra, artık bizimde evlatlarımız olmuşlardır" deyen olur.
Ruhları Şadolsun Deyen olur.!
Ulusunun özgürce, bir ağızdan
söylediği, her zaman
söyleyeceği "Onuncu Yıl Marşı" olur.
çıktık açık alınla, on
yılda her savaştan
On yılda onbeşmilyon genç
yarattık her yaştan
Başta bütün dünyanın
saydığı baş kumandan
Demir ağlarla ördük,
anayurdu dört baştan
Türküz, Cumhuriyetin,
göğsümüz tunç
siperi
Türk'e durmak yaraşmaz,
Türk önde Türk ileri
Bir hızla
kötülüğü, geriliği boğarız
Karanlığın üstüne
güneş gibi doğarız
Türküz, bütün
başlardan üstün olan
başlarız
Tarihten önce vardık, tarihten
sonra varız
çizerek kanımızla
özyurdun haritasını
Dindirdik memleketin yıllar
süren yasını
Bütünledik her yönden
İstiklal kavgasını
Bütün dünya
öğrendi Türklüğü
saymasını
örnektir milletlere,
açtığımız yeni iz
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir
ülkeyiz
Uyduk görüşte bilgiye,
gidişte ülküye biz
Tersine dönse dünya,
yolumuzdan dönmeyiz
Söyleyen de bizlerdik.!(1933)
çağdaş ve yalın bir bakışla:
Artık Atatürk bir portre değildi, fotoğraf değildi.
Barındığımız evler,
Yürüdüğümüz yollar,
Bindiğimiz araçlar,
Latin A,B,C' si,
Okuduğumuz okullar,
Tüten bacalar, fabrikalar,
İş yerleri, hasteneler,
Tarlada ürün bereketi,
Tüneller, köprüler,
Barajlar, göletler,
Demir yolları,
Enerji kaynakları,
Minarelerde türkçe ezan,
Uçaklar, savaş araçları,
Spor alanları, dinlenme yerleri,
Gazeteler, radyolar, televizyonlar,
dahası, saymayı unuttuğum binlerce gerçek Atatürk'ü
simgeleyen öğelerdir. Dağlar, taşlar kadar heybetli, yıldızlar
kadar yüksek, güneş kadar parlak, ılıman kaus kadar tansığ.
Eğer yazdıklarım gerçekse oyunu oynuyor,
oynayacaksak eğer;
Bizler Atatürk'üz.. Atatürk
ölmedi.
Atatürkler ölmez.
çoğaldı, hem de nükleer olarak....şaşırmamız, duraksamamız
bundandır.
Düşünme,yaratma,umar üretme sırası bizlerde
Başaracağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmasın.!
Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar
E. Aydın
BüYüK OLMAK
Yüce dağların doruğunda, amansız rüzgarlar eser, zirvede
olmak zordur. Türk insanı fırtınaların çocuğudur. Asya
bozkırlarından savrula savrula Anadolu'ya, bu cennet vatana gelmişiz.
Türkülerimiz, söylencelerimiz, imparatorluklar kurmuşuz.
E. Aydın
MUSTAFA KEMAL'İN VALİLERİ, MEBUSLARI
Yaman adamlardı onlar, pılılarını pırtılarını alıp,
prensipleri
kültürleriyle birlikte ülkeyi terketmiş olamazlar.
Bir zamanlar vali, her evin işinde, aşında, zorunda, kolayında var
olurdu. Geceleri koruyucu, ılık ve rahat bir yorgan gibi insanlarımızı
sarar, doğacak her yeni günle, ısıtır, ışıtır, dertliye ilk elden
derman olurlardı. Canımız nerede ise orada idiler.
İnanır, güvenir, sever, özlerdik, onların gölgelerini
bile.!
Bu insanlar doğayı, çevreyi, bölgesinde
var olan herşeyi
bilir, severlerdi. Sırasında ve zamanında, her türlü olaylara
kanun, çekinmeden kullanırlardı. Sorumluluktan
kaçmazlardı. Böylece var olmayı severlerdi.
Bu yazımda iki örnekle yetineceğim. Mersin
valisi Tevfik Sırrı
Gür, İçel Mebusu Pepe Ali Efendi.
Mersin peyzajını, kültürünü,
iklimini duyumsayan bu
anlayışla Akkahve, Halkevi, daha bunun gibi zamanların ötesinde
öz varlığını koruyacak yapıtların ortaya koyucusu idi. Buna eminim
ki, ondan isteyen de olmamıştı. Her sabah saat dokuzda gelir, dolaşır,
oturanları soru yağmuruna tutardı. İçtenlikle anlatılan zorları
anında çözüme kavuştururdu. Köy ve kasabaları
ağaç dikmeye özendirir, köy çevrelerinin
yeşertilmsine ayrıcalıklı ilgilenirdi.
Enteresan bir olayı da ben yaşadım. Vali, doğduğu
yer olan Ermeneğe
gitmek için, Mut'a gelmişti. Onkilometre uzaktaki Göksuya
kadar gitti, o zamana kadar kullanılmakta olan sal ile karşıya
geçmedi. Kaymakamı çağırdı, "bu iki akraba kasaba
arasında niye bir köprü yok? siz niçin ve kimden maaş
alıyorsunuz?" dedi. "Ben buradan geri dönüyorum,
hemşerilerimin yüzüne nasıl bakarım" dedi. Döndü de.
Sene 1929, Mebus Ali Efendi, Mut Silifke arasındaki
yolun yapımıyla
yakından ilgileniyor, bütün gece amelenin başında
bulunuyordu, makamından soranlara Ankara'da önemli bir toplantıda
olduğunu, mescliste bulunmasının gerekli olduğunu
söylettiriyordu. Yanıt: "Ben, bu yol bitmeden Meclise
gelemem, mazeretimi Paşa'ya iletiniz" olur.
Nerde o eski Valiler, Nerde o eski Mebuslar.
E. Aydın, 29Mart1989
BAŞLIKSIZ
Türküler, maniler, ağıtlar, uzun havalar, kaya başları,
bozlaklar.
Türk ırkı çok üstün yaratılmış bir ırktır. Dış
tepkimesi yoktur. İç tepkimesi sonsuz örneklerle doludur.
Onda gerçekler hemen hayallerin melodik, mistik, duyumsal
girdabına dönüşür. Yazar çalar söyler.
Dinginliğe ulaşır. Şiir ve müzik, doğrudan tepkisi olmayan, tepki
almayan bir dil olşturmuştur. Yün eğirirken, çıkrığıyla
dokuma tezgahında mekiğiyle, süt sağarken hayvanıyla, yemek
pişirirken, ekmek atarken senidiyle, tenceresiyle, gergefinde
renkleriyle, iğnesiyle, ipliğiyle konuşur söyleşir. Oduncu
eşeğiyle, binici atıyla, çoban sürüsüyle barışık
ve dost, gardeştir. Konuşur dertleşir. Dağlar, pınarlar, bitmeyen
yollar, dereler, tepeler, ağaçlar, taşlar onu anlar onu dinler
sanki.
Böylece yaşamında yaşanmamış boşluk kalmaz. Onun böylece
çağdaş insanın yanlızlığını çekmez. İncecik
düşlerinden binbirçeşit incelikte düş üretir
böylece. Devlet onun için bir gerekliliktir. Severek,
sayarak. Ondan beklentisi hiç yoktur. Vatan için savaş
buyruğu gelincede koşa koşa ölüme gider. Canı, malı,
mülkü onun gözünde sınırlı değildir.
Boşluk, onun bitmeyen not defteridir. Yazar, çizer, söyler,
karalar. Sazında söz, gergefinde renk renk dokur, akideleşmiş
kült boyutta.
E. Aydın
BAYRAĞIMLA KiM OYNUYOR.?!!
Türk bayrağının üzerinde bulunacak
simgeler anayasanın
güvencesi altındadır. Boyutları, rengi, altın orana göre
sınırlanmıştır. Evrensel bir yapısı, ulusal, derin bir anlamı vardır.
Tabusaldır.
Şimdileri görüyorum, bayrağın üzerine
"yetmiş beşinci
yıl" yazılmıştır. Bilinmez yarın neler yazılacağını.
Siyasiler yarınları unuttular. Dünü unuttular. Geride tek
gücencemiz dürüstlük örneği kamu üst
görevlileri kaldı.
Sivil toplum örgütlerimiz ise hala etkili olamıyor.
Hemen hergün onurumuzdan birşeyler koparılmağa
çalışılıyor,
canımız hep yanıyor, yüreğimiz sızlıyor.
öksüz kalan güzel türkçemiz
Ulusal yazımız
Ne dediği belirsiz ecnebi tabelalarımız
Bazı gazetelerin anlatış düzeni
Televizyon radyo sunucuları
Dili yanlış kullanmakta adeta direniyorlar. Mağluplargalipler yerine,
yenenyenilen diyemiyorlar. Böylece ülkemiz genelinde iletişim
sıkıntısını hep birlikte çekiyoruz.
Şimdi de bayrağımızla oynuyorlar.
E. Aydın
EMEKLİ öĞRETMEN ETHEM AYDIN'A
MEKTUP
Küçükyalı/İstanbul 07Aralık1998
Bayrak, bir ulusun simgesi, bir ulusun yaşam kaynaklarından biri,
uğruna can adanan bir ulusal değer.
Aslında her ulus bireyinin saygı göstermesi gerekli olan, bir
"millet olma" unsuru bayrak. Ama gel gör ki, beklenen o saygı
unsurların bireylerine göre değişebiliyor. örneğin
ülkemizde kırmızı, beyaz, ay ve yıldız, insan vücudunun
belden ve üst kısmında ve sol tarafına yakın bir yerlerde
yürek kabartırken, Amerika Birleşik Devletleri'nde kırmızı, beyaz,
lacivert ve yıldız, at çobanlarının blucin denilen
pantolonlarının kıç kısımlarında bir yama veya Florida
sahillerinde gösterime çıkmış şuh bir sarışının
vücudunu sımsıkı saran bikinisinin alt parçasının malum
bölgesine bir simge olabilmekte.
Ulusların simgesi, bazen de çeşitli ulusların kültür
ve eğitim yoksunu bazı bireyleri tarafından değişik bir şekilde
yorumlanabilmekte. örneğin PKK taraftarı bir kendini bilmezin,
herhangi bir Avrupa ülkesinde Türk bayrağını yakarken
yürekleri sızlayanlar, hırslananlar arasından bir başka kendini
bilmez, öcalan olayları nedeniyle İtalyan bayrağını nasıl
yakabilir? Bu soruya cevap vermek oldukça güç.
Bu arada Yeni Adana gazetesi'nin 20 Ekim 1998 tarihli sayısında, emekli
öğretmenlerimizden Sayın Ethem Aydın'ın düşüncelerindeki
hassasiyet, içeriğine yansımış yazısını okudum. Kendileri,
Cumhuriyetimizin 75. yılı nedeniyle oluşturulmuş özel logoya,
Türk bayrağının üzerine "Yetmiş beşinci yıl" yazılması
nedeniyle tepki göstermiş.
Değerli hocam, düşünceleriniz ve
hassasiyetiniz
önünde saygı ile eğiliyorum. Lakin hocam, o bir 75. yıl
özel logosu. Yani yakalarımıza taktığımız değişik şekil ve
boyutlardaki kırmızı, beyaz, ay ve yıldızdan oluşan rozetlerden
hiç bir farkı yok. Kaldı ki, Türk bayrağı için
çıkartılmış yasa ile bu yasaya parelel tanzim edilen
tüzükler, böyle bir logoyu şekillendirmeye kanımca engel
değil.
Yukarda da belirttiğim gibi hassasiyetinizi
anlıyorum ve saygı
duyuyorum. Ama acaba siz, yıllardan buyana gözlemlediğim, aşağıda
sıralayacağım durumlara nasıl bir tepki vereceksiniz, merak ediyorum?
Bayrak, vatandaş tarafından evinin balkonundaki
çamaşır ipine
mandalla asılmış. Ertesi gün, evin hanımı çamaşır yıkamış
ve yıkanan çamaşırların asılması için, bir gün evvel
mandallanmış bayrak ipin kenarına çekilmiş, yanına
çamaşırlar asılmış; hep beraber dalgalanıyorlar, rengarenk.
Bayrak, bir başka vatandaş tarafından evinin
balkonundaki
çamaşır ipinin bağlı bulunduğu demir ayaklara yine mandalla
asılmış.
Başka bir evin penceresine asıldığı
düşünülen bir başka
Türk bayrağının uçkurluğundan geçirilen ip,
uçkurluk kenarlarına sabitleştirilmemiş ve ip uçkurluğun
içinde serbest kalmış. Bir zaman sonra bayrak rüzgardan,
pileli bayan eteği gibi büzülmüş ve ipin orta erinde
toplanmış. Bayram günü olmasa, evin penceresine asılı olmasa,
bu yalnız kırmızısı belli olan görüntünün bayrak
olduğuna bin tanık ister.
Muhteremin başka bir bayrak almaya parası yetmemiş
herhalde. Rengi
atmış ve galiba kullanılmaktan alt kenarı saçaklanmış bir
bayrağın bu zedelenmiş kısmı sözde onarılmış. Ne yapılmış?
Zedelenmiş kenar kesilmiş, yeniden kenar yapılarak dikilmiş. O zaman ne
olmuş biliyor musunuz? Boyu, genişliğinin birbuçuğu olan
dikdörtgen şeklindeki Türk bayrağı, dört kenarı
birbirine eşit kare şeklindeki bir bayrağa dönüşmüş.
Adamın evindeki bayrağın ölçüleri
ile astığı yerin
ölçüleri tutmamış. Bakıyorsunuz bayrağın yarısı kayıp,
ay ile yıldızın yarısı görünüyor, yarısı
görünmüyor.
Daha sıralayacağım ama, hem mektubum uzayacak, hem
de gönlüm
elvermiyor hocam, gönlüm elvermiyor.
Galiba bazı kafalara, bazı değerleri tam olarak sokamıyoruz. Ne
dersiniz?
Saygılarımla, Zühtü
çatık
SAYIN ZüHT'Dü çATIK
Kıymetli mektubunuzu birkaç defa okudum.
"Logos"
sözcüğünü sözlükten aradım. Logos
kelimesi, (söylemek, konuşmak, söz, düşünce,
kavram, evren yasası, mantıksal deyiş, bir şeyi anlaşılır kılan temel,
insan ruhunun us'la ilgisi, yaşamın bilinçsiz
güçlerinin karşısına, etkin bilinç ilkesi, evren
usu, evren yasası, tanrı sözü, tanrı ve evren arasında aracı,
her bilgiyi olanaklı kılan, tanrısal ışık, bilgi kaynağı) anlamlarında
kullanılmış. Benim anladığıma göre, logos kelimesi, canlılığın
değişmezleri olan atom ve benzerlerinin genel adıdır.
Tarih sahnesinde egemenliğin potasında kendini
kanıtlamış her ulusun
logos'u bayrağıdır. Kalitesi, kaligrafisi değişmez. Ne sebeple olursa
olsun, üzerine birşey yazılamaz. Reklamda araç yapılamaz.
ölçüleri ve grafiği bozulamaz. Sanal ve psikolojik
değeri yıpratılamaz.
Her bayrağın ölçütleri geometrik
oranları sabitlenmiş,
dibağçelere resmedilmiş, kanunlarla koruma altına alınmıştır.
(Bakınız ansiklopediler)
Mektubunuzda günlük yaşamdaki
olumsuzlukları örneklemiş,
üzüntünüzü dile getirmişsiniz. Hepsine
katılıyorum.
Düşüncede, mikroda olaylar sıradandır, olağandır, evrimin
gereğidir.
Bir düşünceyi insanlığın geleceği bazında
ortaya koyarken,
ölçüyü mikro olarak değil makro olarak
söyleme getirmek kaçınılmaz bir olgudur. Yazanlar,
çizenler, çok ileriye bakarak söylemlerini
kurarlarsa görevlerini yapmış olurlar.
Söylemi biraz açarsak:
Issız, karanlık, çamurlu, bir dağ yolunda,
olumsuzların
tuzağındasınız, geri döneme şansınız da yok, çamurlara
bataçıka, ilerleyeceksiniz... Ağzınızda şarkılıktan
çıkmış iniltilerle:
Dağ taş deme ilerle
Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar
Yaşamın yüksek bir anlamı olması gerek, yoksa,
yaşanmışlığın ne
tadı olurdu. Geçmişin belleği bize yarınlarda nazıl olmamızı
söylemiyorsa veya anlamada zorlanıyorsak, yaşanmışlık adına
eksikli sayılırız.
Büyük Türkiye Cumhuriyeti her
türlü
olumsuzluklara karşın dev adımlarla ilerliyor. İç dinemiğini de
koruyarak.!
Biz onmilyon iken onuncuyıl marşını hep bir ağızdan söylerken de
şeriatçılar vardı, 65 milyonken de aynı oranda varlar.
Umarımızı koruyarak, Atatürk'ü tekrartekrar okuyarak, satır
aralarına da dikkat ederek sorunları veya sorun sandığımız engebeleri
aşacağımızdan hiç kuşkunuz olmasın. Saygılar sevgiler.
E. Aydın, 29Ocak1999
üLKEDE DEMOKRASİ VAR!
SAHİBİ NEREDE ?
Sanırım dünyada örneği olmayan başbakanı
da biz
seçtik. Biz doğma büyüme hep birinciyiz dünyada.
(şöyle veya böyle).
Dış ülkellerde mal varlığı,tecimsel kuruluşları olan.
ülkesinde (kırallardan daha özgür,sorumsuz)
Yasalar kanunlar,ona karşı yetkisiz.
Devlet kurum ve kuruluşlarının yaptırımlarından muaf. Olanları sağır
sultan bile duydu inandı.
Herkes "malı götürüyorlar" diye bağırıyor. Askerden
başka duyarlılık gösteren yok.
Bu ne biçim demokrasidirki EVİMİZDE YANGIN VAR çığlığına
yanıt veren söndürmeye gelen yok.
Benim bildiğim yangında demokrasi kuralları deyil, acil önlemler
uygulanmasına gereksinim vardır.
Yanan vatansa, kanunlardan önce insiyatif harekete
geçmelidir.
Kamu vicdanı böylesine bekliyor, oyalanıyor.
E. Aydın, 20Nisan1998
LATIN A.B.C ,
MİLLET MEKTEPLERİ. TüRKOCAKLARI
Anadolu insanı asırlar boyu sessiz doğayla uğraşmış
kendiyle barışık
yaşamayı becermiş, böylece kendine özgü bir felsefesi de
oluşmuş. Zaman olmuş ağaçlarla, dağlarla konuşmuş,
otaçiçeğe hayvana haşada esgiler türküler
düzmüş. Sevincini kederini onlarla üleşmeyi
seçmiş. Böylece yalın, zengin dünyasında devleti
dirlik için saymış, devlet ise onu sadece vergide ve savaşlarda
aramış.

Zamanlar zamanları, asırlar asırları kovalamış. Yine asırlar boyu Asya,
Avrupa'yı kapsayan Osmanlı İmparatorluğu kendi içinde bozulmaya
sonsuz gibi gözüken gücünü yitirmeye başlamış.
İsyanlar, sonu gelmeyen bitmez kanlı savaşlar, işgaller...
Karagün, kararıp kalmaz. Bir gün güneş doğar.
Cumhuriyet kuruluyor. Başta bütün
dünyanın saydığı
başkomutan....Gazi Mustafa Kemal.!
Cumhuriyeti kurmaya soyunan özveri,
öngörü, sağduyu
örneği bayrak insanlar: Atatürk ve arkadaşları.!
Asırlar boyu geri kalmışlığın nedenlerini iyi
biliyorlardı. İleri
görüşlü ve cesurdular. Onlar için eğitim ve
öğretim öncüldü. Bütün atılımların ilk
koşuluydu. Bundan neden, savaş biter bitmez 1924'te Amerika'lı Prof
John Devey bir uzmanlar gurubuyla Ankara'ya çağırılmıştı.
Devrimler başlatılmıştı. 1927'de latin a.b.c üzerinde uzun
tartışmalardan sonra kanun hazırlandı. 1928'de uygulama bütün
yurtta "halk mektepleri"yle başlatıldı.
Gündüzleri bizlerin doldurduğu sıralar
akşamları
önce memur, amir, esnaf, tüccarlarla doldu. Din adamı olan
babam ve müftü Nadir efendi yeni yazıyı ilk
sökenlerdendiler. Dahası Onlar da halka ders vermeye soyunmuşlardı.
Daha sonra yaşlılar, orta yaşlılar,
köylüler, kasabaya akın
etmişler, davullar zurnalar eşliğinde alanları doldurmuşlardı. Alfabeyi
sökenler mukavvadan, kapıdan yazı tahtası, alçıdan tebeşir
yaparak şölene katılmışlardı. Kahvehaneler tıklım tıklım olmuş
A,B,C sesleri ayanılmaz bir güçle ağızlara yer etmişti.
Kahveci "bağırana çay yooookk" diyor, A,B,C tümcesiyle
"ağalar", "beyler", "çay" nakarat ediyorlardı. Hele hele evlerde
öğrenciler harfleri havada çizerek ağızlarını koca koca
açarak tekrar etmeleri suskunluğa alışmış aile yapısının
sınırlarını aşıyor dayanılmaz olunca baba: "kafa şişiriyorsunuz, siz
yavaşı bilmez misiniz" diyordu.
Okulda başöğretmen "tavan sallanıyor susun!"
Camide imam gürültü üzerine
konuşurken cemaat
:"Hocam bizi susturaman gayrı, sen de yüksek konuş" diyordu.
Suskun millet konuşmaya başlamıştı. Artık susmayacaktı. Kaymakam saat
12 den sonra sokakta bağıra bağıra konuşmayı yasak etmişti. Gece
bekçisi düdük çalıp sarhoşları uyarınca yanıt
melodili abc geliyor. O da dayanamayı aynı makamdan ses veriyordu.
Davullar abc vuruyor, çoşkulu kalabalık abc yoğunluğunda
oynuyor, sallanıyor; güneş abc ile doğuyor, batıyordu.
Vatandaş yolda bir yazılı kağıt parçası görmeye
görsün. Onu yakalamak için rüzgar oluyor,
sökmeye çalışıyor, beceremezse gelen geçeni başına
topluyordu. Bu, zaten yığınların eğlencesi oluyordu
Biz küçükler, ödev dışı
çabalar harcar
ertesi gün sokak şenliği hazırlardık. Sabah okula giderken
sezdirmeden birkaç kağıdı rüzgara emanet ederdik. Bu,
öğretmenlerimizin bizler için olduğu kadar halkımız
için de yararlı, dahiyane bir buluşuydu.
Dil devrimi öylesine bitek bir toprağa rastlamıştıki; tohum yere
düşmeden boy üstüne boy kazanıyordu. Bir gün bir
diğer güne denk değil; aylar yıllar, asırlar kadar farklı
oluyordu.
Herşey rüyalar kadar hızlı, onlar kadar
görkemliydi. Sanki
bir gökkuşağı altından geçiliyordu. Tansıktı.! Nükleer
bir patlama olmuştu. Toplumun yapısı akıl almaz bir hızla gelişiyordu.
1930 lara gelindiğinde, Türkocakları, Halk
evleri, okullar,
Müsahipzade Celal'den; İstanbul efendisi, Macun hokkası, Yedekci,
Fermanlı deli hazretleri, Aynaroz kadısı, Bir kavuk devrildi, Mum
söndü, Pazartesiperşembe, Balabanağa, Namık Kemal'in; Vatan
ve Silistre'si sahnelere konmuş, halkımız bir hafta boyu
dönüşümlü olarak izlemişti.
Amele, berber, kaymakam, komutan, öğretmen, öğrenci, hakim,
tüccar, esnaf, kasap, fırıncı, imam kolkola halay çekmiş,
dünyada bir örneği görülemeyecek kadar
bütünleşmişti.
Hele hele cumhuriyetin onuncu yılına gelindiğinde,
1933'de,
sözleri Behçet Kemal çağlar ve Faruk Nafiz
çamlıbel'e ; müzik Cemal Reşit Rey'e ait onuncu yıl marşını
bütün yurt bir ağızdan, içten, inanarak yüksek
sesle söylüyordu.
5Mayıs1998, Mut'tan anılar
SEVGİLİ KEMAL.
Yıl, bindokuzyüz kırküç. Ankara
Gazi Eğitim Devrim
Tarihi imtihanındayız. Oldu bitti belleğim zayıf olmasına karşın Lozan
ilgimi çekti. İsmet Paşa ve Lozan konferansı isimli soy kitabı
derinlemesine okudum. Sindirdim. üç soru çıktı. Biri
Lozan'dı.
Yirmibir sayfa arkalı önlü yazdım. Yoruldum. Sınav saatı da
dolmuştu. Kağıtları verdik. Prof Cevat Memduh Altar bana sıfır vermiş.
Dünyam yıkıldı.
Ağladım sızladım, zaman zaman intiharı
düşündüm.
Yemeklere inmiyorum, yatağa girmiyorum, öğrenci arkadaşlar hep
çevremde. Kimseyle konuşmuyorum. Durumu her kimse
Müdür Esat Altan'a iletmişler. Bir gece gelip beni koridorda
buldu, odasına götürdü. Seller gibi akan
gözyaşlarım arasından konuştuklarımı dinledi.
Gece araç yollayıp bir devrim tarihi
doçentini okula
çağırttı. Yazılımı buldurup okuttu. En azından bu ödev
geçer not alır yanıtını aldı.
Müdür kalktı, beni bağrına bastı.
Türk çocuğu bu
demektir. Lütfen git huzur içinde ol bu dava artık benim
davamdır dedi, öptü, öptü...!!
Ertesi günler Prof da dahil, bir bilirkişi
yazılı okudu, sınıfımı
geçtim.
Cevat Memduh bey'in tezi de yanlış değildi. Bu
çocuk sınava mı
giriyor yoksa Lozan konulu bir konferans mı veriyordu? Tez mi
hazırlamıştı? diyordu.
E. Aydın, 7Ağustos1998
SEVGİLİ BABACAN
(Editörün
Notu: Bu mektubu vefatından 8 gün
önce yazmıştır)
Bu sabah radyoda sizi dinledim.
Sesinizde, inanmışların ilahi tınılarıyla
örülmüş
anlatılamaz bir zenginliği duyumsadım.!
Atatürk'ü anlayanlar da çok değil.
Televizyon ve
radyolarda, O'nun üzerine hamasi konuşmalar bıktırıyor.
Siz, "başkanlık" sözcüğüyle çok olgun bir konuşma
yaptınız. Duyguda düşüncede Türk insanına ulaşabildiniz.
Sizi kutlarım.
Hani dağ başlarında sessiz mırıltılarla yavaş yavaş akan pınarlar
vardır.... insana dinginlik ve güven verir... mutlu eder..
duygulanırır...
öperim.
E. Aydın, 19Kasım2OO2
ULUSAL YAZI
Her ulusun, ulusal bir dili, ulusal bir sanatı olduğu gibi ulusal bir
yazısı da vardır. Bizim ABC miz latin alfabesinden alınmıştır.
ünlü ve ünsüzler nedeniyle vurgulamalar, hece
bölünmeleri, bağlantılar, kaligrafik düzende farklı
özellikler kazanır. Alfabe kategorisinde yumuşak okutacak
işaretler konulamadığı için anlam kargaşası olur. El yazısıyla
harften harfe geçişlerde yazış kolaylığı, kesintisiz yazma,
uzmanlarca bir sistematiğe bağlanmış, zaman kazanmak istenmiştir. (*)
E. Aydın
SEVGİLİ MEHMET
Mektubunuzu aldım. Satır araları dahil okudum.
Aslında Türk insanı üstün bir ırkın
soyu, diğer uluslar
tanrının insanı yaratırken ortaya koyduğu taslaklardır.
Bizim dilimiz, sanata bakışımız, sanat yapışımız, hiç de
öyle sıradan değil.
Türkçe, tarihlerin derinliklerinden pınar pınar, imbik
imbik süzülerek, anlm ve anlatım bakımından zengin ama
işlenmemiş bir dil. İnsanımız da öyle.!
Kendinden örnek ala ala, deneye deneye, yanıla
yanıla, iflahımız
kesile kesile bir yerlere gelindi, ömür dediğin bir karış.
İnsan beyni ise sonsuza açık. Sonsuzu ararken, saat tiktakları
tempo olunca, düşünce tökezler.
Bir şeye karar vermek gerek: İnsan
düşünen,
düşüncesini uygulayarak mı erinç duyar, yoksa
çarkın dişlisi olarak mı?
Türk insanı, hiçbir zaman çarkta dişli olmadı. Onu
da hiç seçmedi. Sanırım seçmez de. Onun
farklılığı, (sosyal bir kusur uyumsuzluk gözükse de),
özgün ve özgür naturası, paradoksal
süregenlikde kalıcı, seçkin bir yüceltisidir.
Milli eğitim politikamızda "okullarımız uyumlu
vatandaş yetiştirmekle
yükümlüdür" dense de, ilimleri, bilimleri,
sanatları yapanlar, yaratanlar uyumsuzlardır.
Bizim düzeni, hep düzensizlikte aramamız,
boşuna değil.
Onlarca düzeni bozarak bir düzen kurmanın doyumsuz zevkini
bir düşün hele.!
Yaşam bir bayrak yarışıdır. Etap koşulunca, flama
yenilere devredilir.
Böylece amaçlanmış olan evrensel kişilik oluşur.
E. Aydın, 26Ekim1999
TERETE BAŞKANLIĞINA
Devlet radyoları da zaman zaman kendi reklamını yapıyor. "Doğru haber
bizdedir Maçlar en iyi bizde izlenir" gibi.
Bütün yurda ulaşmağı prensip edinen bir kuruluş, ulusal
konuların da sorumlusudur.
Radyo kendini yenilediği gibi, halkı da yönlendirecek kadar
inandırıcı, dinamik olabilmeli. örneğin: Türkçe
sözcüklerin kullanılması amaçlanmalı, yenmekyenilmek
varken mağlup etti mağlup oldu denmekte ısrar direnmemeli. Yabancı
sözcükler kullanılırken seçici olunmalı. Ticarette
işyeri reklamları için de buna özen gösterilmeli (*)
E. Aydın, IHaziran2001
P.T.T'den DEVLET FİKRİNE PROVOKASYON
Sağduyu sahibi, yetke sahibi ve seçilmişlere sesleniyorum:
üst düzey yöneticileriniz içinde, halk
topluluklarını size karşı kışkırtmak için ayrıcalıkla fikir
üretenler var.
İnsanlarının ödeme gücünün sıfırlandığı şu
günlerde, P.T.T.'nin mantık dışı ödeme isteği duruma bir
örnektir.
Yarın aynı yöntemle elektrik işleri, su işleri de aynı sistemi
uygularsa şaşmayalım.
Türk vatandaşının, bir sığınmacı bir göçmen
özlemi taşıması durumuna düşürmeye kimin hakkı var.!
Saygılarımla.
E. Aydın, 16Ağustos1991
BU GöK DENİZ NEREDE VAR?
Nerede bu dağlar taşlar, güneş ufuktan şimdi doğar
yürüyelim arkadaşlar.
Ağzında şarkılıktan çıkmış ıslıklarla, dağ taş demeden
yürüdük. Cumhuriyetin gizemli yüceltisine ulaştık.
özgürlüğümüze, bağımsızlığımıza, ideal
ülkümüze ulaştık. öylesine mutlu, öylesine
şendik ki, onuncu yıl marşı sanki bizi söylüyordu.
ülkede herşey o kadar iyi gidiyorduki, arı gibi
çalışılıyor, ailece sofraya topluca oturuluyor, güle oynaya
yarınların umutlarıyla mutlu olunuyordu.
Ankara, insanımızın gücünü, inancını hesap ediyor, yeni
atılımlara program hazırlıyordu.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
İnkilaplar, halk için ve halka rağmen yapılır.
İnkilapçı, inkilabın manivelasını gevşettiği
gün eğilen yay
süratle gevşer. Halk kendini tekrar eski yerinde bulmak
için o güne kadar fethedilen siperleri hızla boşaltır.
Halk kalabalığı aslında inkilabın aleyhinedir.
Halkın yapıp,
yürüttüğü inkilabın tarihte bir misali yoktur.
Demokrasilerde ekseriyetler halkın inisiyatifini
daima göz
önünde bulundurmağı, partilerinin geleceğini garanti etmek
için şart sayarlar. Böylece devlet makinasının
bütün vidalarıyla oynarlar. Sonuç, bu günkü
durum ortaya çıkar. Bunu önlemek için
köklü demokrasiler, üst düzey planlama ihtisas
komisyonları oluştururlar. Bunlar partiler üstü
çalışır ve ülkenin yıllar sonrası hatta asırlar
ötesini hesaplayarak programlar yaparlar. Siyasiler, uygulamada
kesin, zamanlamada serbes olurlar.
Kanımca bu bizde gereklidir. Bizde de bu tür kuruluşlar
konulmuştur, vardır. Yargıtay gibi, sayıştay gibi, yüksek planlama
gibi, talim terbiye gibi..
ülke savunması hariç hiçbiri
siyasilerin etkisinden
korunmuş değildir. Bundan böyle Atatürk yelkenlisi,
yönü bellisiz rüzgarlarla çalkalanır durur. Yol
alınıyor gibi gözükürsek de yıldırım vurmuş çınar
gibi büyüyoruz, yaralı bereli...
Eğitim politikası yaralı, tarım politikası yaralı,
sanayi politikası
yaralı, ticaret politikası yaralı, daha neler neler yaralı.
E. Aydın
SEVGİLİ İLHAN SELçUK
Arnold J.Toybee, "bir devletin doğuşu" isimli
yapıtında, Anadolu'daki
beylikleri, koyun sürüsü, çoban ve köpekleri
olarak incelemeye almış. Betimleme değil, güya inceleme,
araştırma.!
Sevgili İlhan Selçuk da çok okunan
köşe yazısında,
O'nun bu bilimsel eğrisini; güvenilir bİr vere gibi alarak bir
yazı oluşturmuş, hiç kızmamış. çin 'den sonra
altıyüz sene, egemen olan tek imparatorluğu hayvan
sürüsü olarak irdelemiş.!
Daha şaşılası olan, imparatorluğun yıkıntıları
üzerinde, pırıl
pırıl, bir Türkiye cumhurİyetİ doğmuş
Sürüçoban, çoban
köpekleri, Atatürk,
İlhan Selçuk ve ben...!!!
E. Aydın, 15Ocak2000
SANAT üZERİNE
Yaşam: doğum süregenliğiyle
sonsuza koşar. Sanat: uzamda
bırakıtlarıyla evrensele uzanan köprüdür.
Ohalde ölümsüzlük için yegane silahımız
sanattır
E. Aydın, 5Mayıs1996
Her insan dünyaya seçkin ve ayrıcalıklı
özelliklerle
gelir. üyesi bulunduğu toplumun çalkantıları, yetilerin
yüze çıkması ve belirlenmesine yardımcı olur. Yetiler,
atalarımızın birleşik maşeri vicdanlarından bizlere ulaşan
birikimlerdir. Bulgularımızın temelini oluşturacak, geleceğin
bulgularına olanak tanıyacak, hazırlayacaklardır. Şair James Joce ne
güzel söylemiş: "Ey yaşam hoş geldin! Milyonlarca kez
gidiyorum karşılamağa deneyimin gerçeklerini, ve dövmeye
ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını".
James Joyce'un anlattığı bağlamda, sanat kısa bir sürede
oluşmuyor. çaba, soylar boyu uzayıp gidiyor. çağımızın
büyük bir çarpıklığı; sanatçı bir zenaat sahibi
gibi para kazanmak çabasına kendini kaptırıyor. Bu istek sanatın
doğasına aykırıdır. Yaratı, özgürlük, sonsuz özveri
ister, karşılıksız vermeği bekler. İşte o zaman göklerin en
uç katmanlarında gezinmeğe,zaman zamansızlıkla hesaplaşmağa hak
kazanır. Artık o bir "en" dir.
çağımız yarışma ve yarıştırma çağı
olduğu için,
hiçbir olgukendi çizgisine ulaşmağı beklemiyor.
Yumurtadan tavuğa geçiş, sebzelerin kış uykusu, okuma ve
algılamanın yapısına ters düşen hızlandırılmış okuma, dalında bir
türlü olmağa ulaşamayan bütün meyveler hormonlarla,
antibiyotiklerle, vitaminlerle kendi karekterini yitirirken, sanat da
olabildiğince hızlandırıldı, sulandırıldı, bodurlaştırıldı.
Yıllarca sanat dışı bir görevde çalışıp
emekli olmuş birisi
artık rahatca sanata soyunuyor, ve başa oynayabiliyor. Sanata olan
ilgisini çok geç sezinleyen birileri, bir yerlere
gelebilmek için çalmadığı kapı kalmıyor.
Türkiye genelinde ünlü bir sanatçıyla yanyana
fotoğraf çektiren büyük usta olduğu kanısına
ulaşıyor. Aslında zamanlar içinde, yarış atı olmayan
sadece sanatçıdır. O kendisi ile yarışır, değirmenlerle değil,
devlerle savaşan bir donkişottur. Böylece büyür
büyür, ruzimahşer olur, David olur, kayalıklarda Meryem olur,
son akşam yemeği olur, boşluklarda yaygın bir tını olur, zaman
içinde erimeyen ruh olur. Bizler bodur sanatçılar ata nal
çakıldığını gören kurbağalar gibi ayağımızı uzatıyoruz, nal
çakılsın diye.
Bütün sanatlar göz nuru, alın teri,akıl, zaman ile
beslenir. Bunlar verilmeden sanat alınamıyor. Onun ardışık kurallarına
göre, öznel anatomisi, metafiziği, yoğun bir emek ve bitmeyen
bir çaba ister.
Her yerde ve her zaman yaşayan insanların kalplerini
aynı heyecanla
titreten, bilinçleri sihirli bir bağ ile birbirlerine bağlayan
deha, insanlığın birleşik servetidir. Sanat evrensel, sanatçı
ölümlüdür. O, sanatın
ölümsizlüğü uğruna seve seve ölüme bile
razı olur. Bütün insanlığın üzgüsünü,
sevincini, zahmetini tek başına taşıyan dehalara saygımız sonsuzdur.
E. Aydın
Resmin klasik olmuş tarifine bakılırsa "doğayı
incelemek, görmek,
esinlenmek ve duygu, düşüncelerimizi bir düzlem
üzerinde, ışık, gölge, renk yardımıyla düzenlemek"
denildiğini görürüz.

Eğer, resim doğayı yorumlamak, ondan esinlenmek
kavramını getiriyorsa,
doğa, simetri, geometri ve matematiksel yapı özelliği taşır. Ve
tarih içinde bu konuda üstat diyebileceğimiz kişiler
rönesans öncesi ve rönesans sonrası ustaları, doğanın bu
gizemini bulmuş sanata esas almışlar ve dünyanın dört bir
köşesindeki müzelerde hayranlıkla seyredilen erişilmez
değerde eserler vermişlerdir.
18.yüzyılda başlayan İmpresyonizm, sanata yeni
bir bakış
açısı getirmiş, ama resmin tarifine ters düşmemiştir. Bu
görüşe dayalı ekollar bir tür araştırmalar dizisi
getirmiş, ancak son sözünü söylememiştir. Sanat'ın
ömrü, insan ömründen çok uzundur. Son
söz, zamanların ötesinde söylenecektir.
Görünen odur ki sanat, resim sanatı büsbütün,
kuralsız, rasgele, boya ve şekil karmaşasından sanata da varılamaz.
Duygu ve düşüncelerden, incelemelerden
soyutlanmış sanat
olamaz. Seyirci ve sanatçı bir bütündür. Bir
toplum ve reis, bir ulus ve başkan, bir peygamber ve ümmeti
arasında diyalog gereklidir, şarttır.
Günümüz sanatçısı seyirciyi
kenara iterek yalnız
kalmaya çalışıyor. Eserlerinde bir mesaj ve yorum bulundurmuyor,
neredeyse mesajı suç sayıyor. İnsan olgusunda mesaj vardır. Ne
kadar soyutlar, ne kadar simgeleştirirseniz, deforme ederseniz ediniz
ama seyirciye bir çıkış yolu bir mesaj vermek durumundasınız.
Yoksa yapılan iş sanat olmaz, anlamsız bir uğraş olur.
Böyle çalışan sanatçılarımıza
güncel bir konuyu
getirdiğinizde "Atatürk'ün 100.doğum
yıldönümü" dediğinizde, hemen acemileşir. Resmin en
geçerli kurallarını bile kullanamama durumuna düşerler. At
üzerinde bir silahşör, yerde yığın yığın iskeletler anlatmaya
kalarlar. Halbuki Türkiyemiz 'de nereye bakarsanız Ata'yı
görürsünüz. Esen yelde, uçan kuşta,
çalan sazda, gün ve gece boyu yurdun her yanına hareket
eden otobüste, tüten, üreten bacada, öğrenci dolup
taşan okullarda, elektrik üreten barajlarda, dağların arasındaki
göletlerde, bin derde çare olan hastanelerde, tarlaları
derin kazan tıraktörde, ıldır ıldır dalgalanan ekin tarlalarında,
denizde ağ atan balıkçıda, hergün yavaş yavaş yükselen
apartuman, ilden ele uçan uçakta Atatürk vardır.
Görmek, duymak, özveri ve emekle işlemeyi
göze alanlar.
Sanat duyma, görme, düşünme işidir, kolay olmaz, kolay
olmuşsa sanat olmaz.
Emekli Resim öğretmeni
Ethem Aydın
SANAT VE YAŞAM İKİLEMİ
Güncel trafiğinizin dışına çıktığınızda,
tatlı, endişeli
bir ürperti duyumsarsınız. Her obje sizi ilgilendirir. Dikkatiniz
derli toplu, duygularınız alestedir, yani istim üzeredir.
Sevdiğiniz, sevmediğiniz, beklediğiniz, beklemediğiniz her
görüntüyü ayakta bulursunuz. Sizin için
zamanın saat tiktakları duyulur hale gelir. Yeni çıkacak bir
dergiye yazı hazırlamak da benim için aynı duyguları harekete
geçirdi. İnsan, ilk tanışmalarda bir iç tedirginlik duyar
ve ölçülü uyumlu olmak çabasına
düşer. Yazdıklarını, konuştuklarını belli bir
ölçüde tutmağa çalışır.
Yaşam ve sanat sonsuzluk kavramlarıdır. İnsan ise
yorumcu ve
ölümlüdür. Yaşam çizgisinde insanoğlu
ölümsüzlüğe ulaşmak için sanata
öykünür.
Bu, onun tek dolaylı umududur. Genel anlamda sanat,
ayrıntıda
duyarlılıktır. Günaydın demek, vedalaşmak, çiçeği
görmek meyveyi yorumlamak, mevsimleri, mevsimler içinde
canlıları bilinçle gözlemek, yürüyen zamanı adım
adım izlemek bir sanattır. Bir ev temizliği, bir yemek pişirme,
ütü yapmanın bir sanat yönü de vardır. Kısacası
yaşamak bir sanattır. Buraya kadar anlatılanları bir kaç somut
dize ile irdeleyelim.
Beni bir dağda buldular
Kolumu kanadımı yoldular
Dolaba layık gördüler
Derdim var inilerim
(Yunus Emre)
çukurova bayramlığın giyerken
çıplaklığın üzerinden soyarken
Şubat ayı kış yelini kovarken
Cennet dense sana yakışır dağlar
(Karacaoğlan)
Mitoloji, halk türküleri, efsaneler,
masallar, bize hep
ayrıntıları getirir. Selvi boylum, sisam bellim, gül yanaklım,
keklik sekişlim, şahin bakışlım sözcükleri
günümüzün önüne sunulan benekli
ayrıntılardır.
Van Gogh bir fırtınadan sonra Ren kıyılarında
gezinirken kardeşi Teo'ya
şöyle yazıyor: "Azizim Teo, bugün Ren kıyısında gezintiye
çıktım. Gördüğüm şeylerden çok
duygulandım. Sanki kıyıdaki çeşitli bitkiler, taşlar,
çakıllar, fırtına ve dalgalara karşı kendilerini korumak
için birbirlerine içten sarılmışlardı".
İnsancıkların insan olabilmeleri için yalın
doğadaki tınıları
algılayacak antenleri açık tutabilmeleri gerekir.
İsmail Baltacıoğlu'na bir gün bir
öğrencisi gelir, "sayın
hocam, bana bir ödev verildi, şu Sultan ahmet çeşmesinin
özelliklerini ve güzelliklerini anlatır mısınız" der.
Profesör, söze başlamadan önce sorar: "şiir yazar
mısın?" yanıt hayır. Resim yapar mısın?" yanıt hayır. "Bir
enstrüman çalar mısın?" hayır. "Şarkı söyler misin?"
yine hayır yanıtını alınca: "Be genç dostum, şiir yazmıyorsan,
resim yapmıyor, müzik bilmiyorsan, ben sana Sultan Ahmet
çeşmesinin özelliklerini ve güzelliklerini nasıl
anlatırım?
Her düşünce dalga boyu olan bir
titreşimler
çokluğudur. Her güzellik, düzen ve estetik
düşünceden doğar.
Ethem Aydın
Mavi çizgi Dergisi Haziran1991

Doğada, canlı cansız bütün varlıklar, sanat
örgüsüyle bezenmiş. Yaşamın, sonsuz, gizemli ilkeleri,
onun üzerine kurulmuştur.
Yine diyeceğim ki, hiçbir varlık sanattan
soyutlanamaz.
Hiç sorguladığınız oluyor mu? Arı
niçin bal yapar,
kelebek, o kısacık ömründe neden bu kadar görkemli,
tavuk, bu kadar ölçülü, biçemli yumurta
yapar? Tohumun büyümesi, dal yaprak vermesi,
çiçeğe, meyveye gitmesi, doğum, ölüm, hepsinde,
aklımızın almayacağı kadar sanat vardır.
Doğanın bir parçası olan ve bir
türün temsilcisi olan
insan, iç bükey olarak da sanata yatkındır. Ancak
çoğu zaman bu dürtü, bazen hayat boyu ilgilenilmediği
için kör kalır. Ben sanattan anlamam, ben sanat yapamam
deyişi, buradan üretilmiştir. Tamamen iğretilemedir.
Zenaat için, en iyi sözcüğü
vardır
çünkü zenaat, fayda esasına göre çalışır.
Sanatta ise, fayda, kazanç, dış dünyada kalır. Yapmak, daha
çok yapmak, bozmak, tekrar yapmak, olayın karakteridir. Sanat
nasıl öğretilir sözcüğü, hala tartışmalıdır. Bu
tartışma sürmelidir ve sürecektir.
Zira sanat, öz benle baş başa kalarak
yaratılırsa, anlamına uygun
olur ki, yalnız başına emek bile muhteremdir, saygıdeğerdir.
En iyi, henüz bulunmamıştır, aranmaktadır,
asırlar boyu aranmıştır
ve aranacaktır. çağımızda, bütün dünyada sanat
medyanın tuzağına düşmüştür. Kim daha
çok
sansasyon yapmışsa, o en büyük olmuştur.
Hemen demeliyim ki, az da olsa "Has Sanat" da yapılmaktadır. Az
olması onun öz karakteridir. Eğer her methedilen sanat olsaydı,
sanat tarihleri dolar, taşardı. Sanat gözden sızan bir soğuk
pınardır. Yani insan beninden, eğitim, görenek, türlü
etkileşimden, kendini kollayıp, yüze çıkabilmişse, "en"
olur. Eğitim, öğretim, sadece ve sadece öz bene giden
yolları, bilimsel ve denenmiş seçenekleriyle kolaylaştırır. İşte
hepsi o kadar. Bu yüzden sanatçı, her dem amatör
kalmalıdır. Tarihte de hep öyle kalmışlardır ve
çünkü sanat, müspet ilim değildir,
ölçütü olmamıştır, olmayacaktır. Biz
öğretmenler ve gelecekte sizler, öğrenci karşısına bir takım
somut verelerle çıkmaya çalışacaksınız, perspektif
diyeceksiniz, enteriör diyeceksiniz, rakursiden dem vuracaksınız,
altın orandan bahis edeceksiniz. Not verebilmek için gereklidir
ama dozunu kaçırırsanız, hem siz hem de öğrenci, erekten
uzaklaştırılmış olur. Her insan doğası gereği sanat yapabilir. Yeter
ki, kendi öz benine, kendi içine bakacak gücü
kazanmış olsun. Bilirsiniz, sanat ayrıntıdan yola çıkar.
Böylece, farkını, fark ettirir. Duygularla ve hayallerle beslenir.
Böylece bütün kaosun sınırsızlığında gezinir.
Böylece bütün bilimlerin üstüne ve
ötesine geçer ve rehberlik görevini üstlenir.
İlk insandan günümüze doğru bakarsanız, mağara
duvarlarındaki eserler, Astek ve Mayalar'da totemler, fetişler, Mısır
Sanatı'ndaki gerçekçilik duyguları, ayrıntıdaki zevk
cümbüşü, Elen Roma Dönemleri kiliseler,
katedraller, camiler, ölü kuyuları, hala, derin ilgimizi
çeker. Hele hele, çin Sanatı 'ndaki ayrıntı
cümbüşü, hep saygıdeğerliğini korur.
Sanat evrensel bir sözcüktür, ola
gelmiştir, ola
gidecektir. Hiçbir sanat, kendi çağı içinde
yargılanamaz. Olay, bayrak yarışı gibi, etaplara
bölünmüştür, her nesil kendi etabını koşar,
sonuçta, başarı ve başarısızlıklar, evrensel çizgide
yoruma açılır. İnsanın var olduğu her yerde, şöyle veya
böyle sanat vardır. Dünyada olduğu gibi, bizde de sanat
vardır. özgün olanı vardır, taklit olanı vardır, şablon olanı
vardır. Böylece İslam'da veya Osmanlı'da sanat yok, diyemeyiz,
vardı ama göreceliydi.
Bir şeyi iyi bilmek gerekir. Sizler,
Türkiye'nin eğitim,
öğretim kurumlarında, çocuğa iyi ve doğru görmeyi
öğreteceksiniz. Zira her vatandaş, ne iş yaparsa yapsın, iyi
görmekle, doğru görmekle başarılı olabilir. Bundan sebep
yetiştiriliyorsunuz. Sanatçı olmanız hedef değil, bunu iyi
bilesiniz. Eğer bu arada, sanat yapmaya da zaman bulabilirseniz, yani
artı zaman olarak yapınız, yine bayrak yarışındaki yerinizi
koruyabilirsiniz.
Ben, iyi bir resim öğretmeni olmak için
çok
çaba verdim, olup olmadığım tartışılır. Bu arada resim de
yaptım. En çok çalışmayı, emekli olduktan sonra
yapabildim. Ama bana ressam denildiği zaman hala utanır ve bir
güvensizlik duyarım. Kanımca, ressam sözcüğü, Tanrı
sözcüğü ile ve hatta, daha kapsamlıdır
çünkü tanrıyı da, ressam yarattı. İnsan yarattı.
Resim öğretmenlerinin izleyici sorunu yoktur. Toplum içinde
hep birincil yer alır, doğaldır ki, çocuğa inebildiği derecede.
Resim öğretmeni, bütün bilimlere vakıf olmak durumunda,
artı felsefe de bilmelidir, pisikolojiye hakim olmalıdır. Daima,
verdiğinizden fazlasını alırsınız, toplum sizler sayesinde eğitilmiş ve
başarılı olur. Daha ne istersiniz?
Şayet, halkımızdan kopmadan, onun nabzını elinizde
tutarak, sanat
yapabilirseniz, izleyiciniz hep olacaktır. Sanatın para getirmesini
düşlüyorsanız, yanılırsınız, içtenliğiniz zarar
görür, çalışmalarınız klişeleşir ve siz, yok
sayılırsınız. Bu olguyu, tavuğun yumurta yumurtlamaktan men
edilemeyeceği bağlamında düşüneceksiniz. Fayda, konu değil.
Etkilenme konusuna gelince, Edison'u
düşün, Rayt Kardeşler'i
düşün ve bugünkü teknolojinin vardığı
çizgiyi düşün. Her binanın bir temeli vardır. O temel
çok eskilerde atılmıştır. Biliyorsunuz, ressamlık diye bir
meslek yoktur, ama kendilerini ressam sayan hayalperestler vardır.
öğretmen, doktor, tabelacı, tüccar, say sayabildiğin kadar.
Ama önerim şudur, sorularınızı daha gerçekçi
seçiniz, iyi bir öğretmen, iyi bir resim öğretmeni
olmak için ne yapmalı diye düşününüz,
inanarak deyiniz ki, ben bir resim öğretmeni olacağım, en
büyük benim. O zaman belki, size, bazı önerilerim
olabilir. Eğer yeniden bir meslek seçmek duru(*)
E. Aydın
İSMAİL DOST
Sanıyorum bütün öğretmen
çocukları, sizin gibi,
radikal yargı yetisine yatkın oluyorlar. Organize, disiplin
içinde, hep emir ve komuta sistemi geçerli. Halbuki
yaşamın kurumları tam bunun tersine işler.
Herşeyi bileceksin ama münasibini yapacaksın.
Bunun için
kanunlar var ama hakimler de var. Yumurtadan yeni çıkmış civciv
gibisin, çevrende bir kaos, bir karmakarışıklık
görüyorsun, kendine görece yorum ve yargılara varmak
istiyorsun, neyin ne kadarının size gerekli olduğunu bilemiyorsun,
kanunun hazineleri içine düşmüş bir insan gibi sakin,
kararsız ve obursun. İşte öz yaşam bu çizgide başlıyor.
Gücümüz yettiği kadar bir ömür boyu
gerekliliğine inandığımız zaman ve mesafelere uygun şeylerin
seçimi gerekiyor. Yine bu çizgide akıl, eseme
değişkenliğine ulaşıyor ve tutarlılıklar değer kazanıyor. Bir
Atatürk'ü, İnönü'yü, bir Demirel'i, bir
Mikelanj'ı, Renuar'ı, Wangok'u düşün, bunlar bu
çizgiye sıradanlıkla gelmediler. Farklılıklarını yaratmak
için, fayda çizgisinde çok emek verdiler,
yoruldular, iyi veya kötü, isim veya eser bırakıp
öldüler.
Yaşam böyledir, ölüm hep vardır, var
olacaktır.
öyleyse var olmak için tutarlı bir felsefeni kuracaksın,
karamsarlığa bilet kesmeyeceksin, olan herşey olmuştur, olacaklara
kendini hazırlayacaksın. Bunun içinde nikbin olacak, yarınlara
umutla bakacaksın.
Yaratılışın özünde hesap, geometri vardır,
simetri vardır,
rasgelelik körlüktür, sanatın körlüğe
tahammülü yoktur. İyi gören, iyi ve içten duyan
insan için sonsuz seçenekler vardır, ama akıl, göz
nuru, alın teri, emek gerekli değişmezlerdir. Tarihe ve sanat tarihine
bakarsan bunların yalın örneklerini görürsün. Senin
adalet kanunu örneğini beğendim, bu uygulama şimdiye değin
cisimler için vardı, hesaplanabilirliği de beraberinde idi. Siz
bunu psikolojiye ilk uygulayan genç mucit olacaksınız,
hesaplanabilirliğini de getirmek şartıyla.
Dünyadakini bilmiyorum, Türkiye'mizde
sanat, artist
mankenlerin elindedir, raslantılarla bir yerlere varılacağı umuduyla,
boya boyayabildiğin kadar, hele bir de medyanız varsa keyfine doyum
olmuyor
İsmail, yaratı hiç bir çağda kuralsız
olmamıştır,
olmayacaktır, bunu kafana iyice yerleştir.
Kaosa bak, galaksilere bak, yaratılışın kendisine
bak, her yerde ince
ince hesaplar dansediyor. İşin garibi, güzel dediğimiz herşey de
bu evrensel kuralların çizgisindedir. övünelim ki,
tanrılar atalarımızı çok seviyorlarmış, bir takım kuramları
onlara ilham etmişler. öperim.
E. Aydın, 17Mayıs1993
NURİ BEY DOSTUM
çok zaman varki hep hatırımdasın, Allah'tan
bugün pekmezci
geldi, sinekler havalandı. Şu sanat dediğimiz ucubenin meğer ne
çok çeşidi varmış. üç beş
baldırıçıplağı peşine takan herkes siyasi, üç beş
sanat çığırganının okeyini alan, her fırça kullanan
sanatçı oldu. Ortalık öylesine toz duman ki, insanın
kendini göstermesi zor oldu.
Nuri, ilk insandan buyana ortaya konan ve bizlere
ulaşan bırakıtları
müzelerde, rüprüdüksiyonlarda görüyoruz,
topluca insanlık olarak ilk hayran olduğumuz şey alınteri, göz
nuru, akıl oluyor. öyle ki bu öge hiç değişmeyen
ölçektir evrensellik için. Sanat bir raslantı
olamaz, zaten ismi üzerinde bir raslantı. Yoğun düşünce,
yoğun kaygı, us görünün kanatlarında, sanatın otağının
önünden belki geçilebilir, yoksa yapılan herşey bir
avuntu, bir moda olur. Bizler zor kazanılmış birer diploma aldık ve
sanatın öncül elemanlarını yeni yetmelerimize ulaştırmak
görevi ile maaşlandırıldık yıllarca, inanarak yeni yetmenin
karşısında güya görev yaptık ama zaman zaman sanat nedir, ne
değildir diye sormak gereksinimi duyuyoruz bu karambolda. Eğer bu
sorgulamada, eğer ben yanıtımı veremiyorsam, bir yerlerde birşeyler
ters gidiyor demektir.
Nuri, sergiler geziyordum, büyük başların
beğenilerini
görüyor, kendi beğenimle karşılaştırıyorum, neyin peşinde
olduğunu anlayamıyorum. Bazen kirli bir tuval üzerinde kargacık,
burgacık renk lekeleri, bazen boya kimyasından yoksun renk akıntıları
arasında kurşun kalemle çizilmiş anlamsız figürler, boya
çanağına düşmüş fasulye taneleri, ünlü sanat
eserlerinden aktarılmış kötü kopyalar, sanat eseri kisvesinde
karşınıza çıkıyor. çağımızda evet herşey makroya doğru
gidiyor, hüzmesel değişkenlik kaçınılmaz ama, o, sanat
dediğimiz olay varya, o, sonsuza kadar mikroda yaşayacak, bunu bilesin.
Kanıma göre sanat bir kılcal olaydır.
İmbiklerden süzüle
süzüle mikroya gider, aksi düşünülemez.
Eğer çit dediğimiz herşey keçi
olsaydı, dağ taş
keçiye keserdi.
Bu neye benzer biliyor musun? Bayrak yarışına
benzer, herkes kendi
etabını, kendine uygun saniyelerde koşacak, değerlendirme yarışın
sonundadır. Eğer öyle olmasaydı koca sanat tarihi bir avuç
ustayla temsil edilir miydi!
Geliyorum, bunları size niye yazıyorum, biliyorum
siz yazacak
çok şeyi olduğu halde, buna sorumlu olduğu halde yazmayan
birisiniz. Bense her fırsatta, her elektriklendiğimde birilerine yazmak
isteyen birisiyim. Karşıma aldığım kişi ilgilensede ilgilenmesede,
okusa da, okumasa da, bir nüshası benim dosyama girmiştir. İşte
benim için gün içinde yapılmış en iyi işlerden
birisi bu olacaktır. öperim.
E. Aydın, 11Ekim1993
çUKUROVA üNİVERSİTESİ
RESİM BöLüMü
öĞRETİM üYESİ MUZAFFER
TİRE'NİN RESİM
SERGİSİ üZERİNE BİR SöYLEŞİ
2Şubat1988 Salı akşamı Adana Kültür
Sitesinde bir resim
sergisi izledik. Eserlerin tümü, Sanatta yeni bir soluk idi.
Bilindiği gibi sanat; uygar, bağımsız olması gereken bir olaydır.
çağlar içinde sanat, hiçbir zaman şimdiki kadar
özgür olamamıştır. Geçtiğimiz çağlarda olduğu
gibi halklar, inançları siyasetleri doğrultusunda, bugün
sanatı yönlendirmeye çalışmıyorlar.

Artık sanat bugün, sanat için yapılıyor. Sanat eseri yok
artık, sanatçılar var.
Bilindiği üzere, görsel olaylar hep görecelidir.
Böyle oluşu düşünülerek, daha önce asırlar
boyu denenmiş, kurallaştırılmış sistemler, perspektiv, rakursi,
modöle, altunoran, klorobüskür gibi kavramlar, yeniden
ameliyat masasına yatırılmış, yeni sentezlere tabi tutulmuştur.
Böylece eski kuram ve kavramların paralelinde veya dışında yeni,
yepyeni yollara çıkılmıştır.
İnsan, içinde bulunduğu şartlar icabı,
çevresinde bulunan
eşya ve eşyaların değişik münasebetleri üzerinde, şartlanmış,
psikolojik bir baskıya uğramıştır. Bu görecelik, 17.ci asra kadar
bir zorunluluk, bir gereksinim idi. Fotoğraf icad edilip, hatıra konusu
ona devredilince, artık sanatçı bir soluk aldı, silkindi, kendi
asıl görevini aramaya başladı. Hem de aklın, mantığın sınırlarını
zorlayarak insanın araştırmasına, onun duyu ve
düşüncelerini delik deşik ederek, özün peşine
düşüyor. Herşey buluş, yenilik için. Sanatçının
yükü ve görevi, böylece ağırlaştıkça
ağırlaşıyor. O da bundan yılmış değil. Bugün daha yürekli ve
daha cesur.
Büyük üstat Goya, "O, elinde pergel, iletki, cetveli ile
görkemli doğayı yaratırken ben oradaydım" dedi diye, engizisyondan
az mı çekmişti. Koca usta Mikelanj, Ruziceza, ruzimahşer'i
görülür düzeye getirmek için, az mı
İblislerle boğuşmuştur? Hem de dinin, mistizmin paralelinde olmasına
rağmen. çağdaş sanat ve sanatçı, artık dizginlerini kendi
eline almış, sanatın girdaplarında boğuşmakta, görülmezi
görülür, duyulamazı duyulur etmek çabası
vermektedir. Artık görünen onun için
ölmüştür, yeni formlar, dokular, imajlar yakalamak
durumundadır.
Picasso, MatisseJean Arp, Fernand Leger, Vilademir,
Paul Clee
görülenin ötesini anlamak, anlatmak için
yaşadılar ve öldüler.
Villiam Carlos diyordu ki: "haydi yürü de yap, eylemlerin
adını koy ve onları uygula kendin... İşte şimdi sanatçının
tanrısal işlevi denilene girilmiş bulunuyorsun".
ürkütücü sözleri bir yana bırakalım ve diyelim
ki doğasın, eylem halinde. Bu bir eylem, hareket halinde bir
süreçtir. Fiil ağır basıyor, yaratacaksın.
Sayın sanatçı Muzaffer Tire, bu anlamda
güzel eserleriyle
bizlere ışık tutmaktadır. Ancak renklerin kimyasal yapısı ve kalıcılığı
için de bir çaba verseydi, zamana karşı da önlem
almış olurdu.
E. Aydın
SANAT VE BİLİM üZERİNE BİR
öZELEŞTİRİ
Eğer Türk tarihi yanlış yazılmamışsa bizde
sanat en az OrtaAsya
ile başlar. Soyutlama, stilize, deformasyon, detaydan arındırma
sanatımızın özelliği ve güzelliğidir.
Dokumalarımızda geçen motifler, çadır
yapımız, mekan
fikrimiz, mekanı süsleme özelliğimiz, derin bir
özgeçmişi yansıtır. İpekyolu dizisi bizi söyler
gibidir. özde kültürümüz ve kültür
birikimimiz bu kadar sınırlı da değildir. Yakın devirler içinde,
beylikler, fütuhatlar, Osmanlı'lar ve islam dininin daha değişik
görüş ve anlayışları sanat denizine pırıl pırıl kaynaklar
halinde boşalmış, sonuç olarak Anadolu uygarlıklarıyla
bütünleşmiş, zenginleşmiştir. Dünyada hiçbir
ülkenin ulaşamayacağı kadar görkemli ve özlü
olmuştur.
Türk ve islam sanatları doğayı enteresan
bulmaz. Doğada her
görüntünün yanıltıcı olacağını, bulgu, duygu ve
sistematik düşünce , geometri ve matematikle
zenginleştirilerek, öz sanat, bugünün ve dünün
düşünce açısının tavanına ulaşmıştır. Osmanlı'ların
labirentlerde gezindiği bir dönemde, rönesans rastlantı
olarak Avrupa'da patlamıştır.
Bilim ve sanatta Avrupa karanlık çağlarını
yaşarken, biz
mekaniği, sibernetiği, balistiği biliyor ve kullanıyorduk. Ancak din
anlayışımız bireyselliğe açık olmadığı için, kişisel
çıkışlar baltalanmış ve destek görmemiştir. Rönesans
ve sonrası düşünceler dizisine bir göz atılırsa,
"yaşadığın dünyaya, insanlara, canlılara, kendi gözlerinle
bir bak, açık ve seçik olarak gör, hepsini kendi
bulacağın bir düzene göre sıraya koy" der. Bu, bize ait olan
ölçütler, rönesansın ana teması olmuştur.
Sanat alanında ise, empresyonizm dahil bütün ekoller bu
çizgide olmuştur.
Cumhuriyetten sonra biz, önceden tanıdığımız
şeyleri Avrupa'ya
aramağa gittik. Görüşlerini tabulaştırdık, tabirimi hoş
görün, çöl bedevisi gibi, her
gördüğümüzü sarıp sarmalayıp yeniliktir diye
Türkiye'ye getirdik, empoze ettik. Bazı sağ duyu sahibi
Bedri Rahmi, Avni Lifiji gibi sanatçılar "buradan alacağımız bir
şey yok" diye yurda döndüler. Sanatı kendi içimizde
aramamız gerektiğini savundular. Bazıları ise şövalye kılıklarında
döndüler ve uzun süre üstat olarak boy
gösterdiler. Bu kargaşa hala sürer gider. Evrensel kanıya
göre, sanat, bir hesap kitap işidir, geometri işidir. Mısır ve
Elen sanatlarına bakılırsa, durum daha açıklık kazanır. Kuralsız
sanat olmaz, rastlantıların sanatta yeri yoktur. Akıl, göznuru,
emek, bulgu değişmeyen yaratı yoludur.
Bizler her nedense, hemen hemen her konuda yanılgı içindeyiz.
Şehirleşme, ekonomi, betonarme, sanayi, sıpor, zıraat, hep dış
ülkelerin yanılgılarından nasibini almıştır.
Türk evi, kendi iç görkemini,
kulanışlılığını,
apartumanın bir düze ve sağlıksız yapısına terk etmiş; zıraat,
yerli, ömürlü ve binbir özellikli bitkilerimizi
soysuz, tatsız, dış korunaklı bitkilere terk etmiş; ticaret,
düzenbazlıkla eşdeğer bir kavrama ulaşmış; yabancı sıporcular
sahalarımızda cirit atar olmuş; nerede ise, güreş için bile
Avrupa'dan hoca aramağa başlamışız. Sanki Aliço'lar, Mümin
pehlivanlar, koca Yusuf'lar bizden, bizim kısır saydığımız
imkanlarımızdan yetişmemişler gibi. Aslında bu denli aşağılık duygusuna
düşmemize gerek yok Bir Japon duyarlılığıyla kendimize
dönelim yeter.
E. Aydın
(*) HOCAM
Akşam serginizi zevkle izledim.
Sanatçılar özgün yapıtlar koymuşlar hepinizi kutlarım.
Bana sorduğunuz soruyu ben de hep kendime sorarım. özellikle
resimde "çerçevenin vazgeçilmezliği nedendir"?
çünkü çerçeve
boşluktaki yapıta sınır
kor. Sayısal çoklukta buna gereksinim vardır. Yontuda ise bu
kural çok çok önemlidir, Ankara'da olduğu gibi.
Sanat nesnesinin formu, bulunduğu boşlukta uyumlu
çevresinde
dolaşabilmesi, modeleye olanak tanıması gerekir. Hele böylesi
anlamsız salonlarda uygun malzemeyle sınırlamak gereksinimi vardır.
Yoksa güzelim yapıtlar uzamda yiter gider.
Saygılar Sevgiler.
E. Aydın, 5Mart2002
SANAT VE İNSAN'IN öTE
YüZü
Fas'ın güneyinde çölde yaşayan bir
göçebe
kavim, (Taureqler), kumun üzerine inanılmaz güzellikte,
içten gümbür gümbür taşan duyumlar ve onun
coşkusuyla resimler çizerlermiş.
Sonra, kavuran sıcaklar, sam rüzgarı, yavaş
yavaş veya birden bire
resimleri kapatır, ertesi günler yine ve yine yaparlarmış. Yaşamın
gerçek anlamı, insandaki bitmez çaba ve değişmeyecek, yok
oluşa karşı, sessiz bir direngenlik, ezelden ebede bir ses değilmidir.
İnsanın kendine karşı verdiği bir savaşım. İşte bana göre sanat,
göstermelik bir damla leke değil pınarlar gibi çağlayışın
dinginliklerde erimesi değil mi?
E. Aydın, 26Mayıs1994
BAŞLIKSIZ
Şimdi size sıradan bir düşünü olarak
Ethem kardeşinizin
şu iletisi, orijinal yeni güncel değildir. Aslında çok
geç kalmış, çukurova geleceğinin portresidir. Sanatla
düşünenler, tarih boyu hep tutarsız bulunmuşlardır.! Ancak
gelecek zamanlar onların hayal olarak ortaya koyduklarıyla
gerçekleri bulmuştur. Sanatçılar tabir iraz amiyane olsa
da av köpekleri gibi güzel geleceğin kokusunu alırlar, avcıya
hedefe ateş etmek kalır.
Eğer şu organizesinden sorumlu olduğunuz yalın
gücün
yönünü ovaya döndürecek bir barajı yapabilir,
kanalize edebilirseniz, yalın ve görkemli panoromanın
seyirlik dekoru olarak çukurova göklerinde
gökkuşakları oluşturmak da benden olacaktır. Dahası bulutları
boyayabilir, renkli kar da yağdırabilirim. Yeterki ilk adımı siz atın
ve sizler gibi genç dinamik kişiler yolu açsın!
Bilim yarışmaları, şenlikleri, devletin ve devletlerin kültür
sorunudur. Adana bunu yapmağa kalkarsa yine tabiri amiyanesiyle ata nal
çakıldığını görmüş kurbağa ayanı uzatmış gibi olur.
Unutmayınız amaç: çukurova'da
kültür ve
sanattır. Saygılar sevgiler
E. Aydın
SEVGiLi HOCAM.
Ankara'da bir sergimde idi sanıyorum. Genelde
olanağımın da
yetersizliği nedeniyle çoğunlukla suluboyada yoğunlaşmıştım.
Yeni yeni yapılmış yağlıboyalarım da vardı.
İlk yağlıboyamı Kars'ta kağıt üzerine portre
bir kaç kar
manzarası sergimi oluşturuyordu. Şimdi ismini anımsayamadığım
ünlü bir eleştirmeni gezdiriyor, yapıtları kendime
görece hikayelendiriyordum.
Eleştirmen salonu terkederken nasıl bulduğunu
sordum. Keşke
büyümeseydin dedi.
Yıllar sonra öğrenebildimki: resim öykü değildir
öyleyse resim nedir, ne değildir sorusuna yanıt
aradım. Resim
nedir sorusuna hala yanıt arıyorum kaynaklardan.!
Pekiyi, resim ne değildir sorusu biraz bana kolay geldi.
Fotoğraf değildir
öykü değildir.
Karikatür değildir.
Afiş değildir
Gerçeğe öykünmek değildir
Soylu resim nedir? Soylu resim kesin kez yukarda
saydıklarımdan arınan
"saf yürekle" ortaya konan, sanal gerçeklerin kendine
görece, özgün, düşün ve düşüncenin
estetik kaygılarla desteklendiği tansığ bir yaratma olayıdır!
Bu son tümce uzun incelemeler sonunda az da
olsa anlaşılırlığa
yaklaşan evrensel değişmezlerdir.
Soylu resim büyük boyutlarda yapılır diye
bir kuralı
getirmez. Günümüzün şartları, bilhassa "bir
öğretmen ressam" için taşınabilmesi, sergileme kolaylığı
bakımından orta ve küçük boyutlarda olması akılcı bir
seçim olur. Yeterki içeriği güçlü olsun.
(*)'ciğim, bunları yazarken içtenliğimi bilmeni, inanmanı,
inanacağını umduğum için "gurk tavuğun bastığı cülük
ölmez" deyişine sığınarak yazıyorum. Seni sevdiğimi bilirsin.
Yapıtlarında, yukardaki parentez içi,
şöyle veya böyle
hep var. Onlardan arınmanda binlerce fayda var.
Nü ve figürler (ölü yüzlü) melankolik
pentürü rahatsız eden yapaylıklardan da uzaklaş. Aslında
kompozisyonların genelde yalnız başına bile soylu ve çok
çok güzel. Renk kimyası sana görece, tertemiz renkler
barok ve kılasik kompozisyondaki üstünlüğün paha
biçilemez.
İyi yerdesin kutlarım, öperim.
E. Aydın, 4.Haziran.1998
(*) HOCAHANIM
Bu kadar günlük telaş arasında yazdığın
"Dolaşık Yumak" elime
geçti. çok sevindim. Bu, sizde olduğu gibi çocuksu
çoşkuların dünü, bugünü, yarınını
kapsıyordu. Onun için bir türlü uç vermiyordu..
çağdaş kuşak "baktın iş çok, hiçbirini yapma" der.
Doğrusu bu ya, bu sözü beğendim. Size de öneririm. Hani
dedikodusu çıktı, liradan beş sıfır atılacakmış, ona da
sevindim. çünki, neden dersen, ben para saymayı beceremez
oldum da ondan.
Gelelim konumuza... "Resim nedir, ne değildir" diye
kendinize bir soru
sordunuz mu?
Tuval ve nesne üzerine düşen her akılcı
emek göz nuru
saygıdeğerdir. çağlar boyu bu hep böyle olmuş ve böyle
olacaktır. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri sanat yapıldığına
göre, siz kendinizi bütün devirlerden sorumlu tutmakla
yanılgıya düşersiniz. Bu bir bayrak yarışıdır. Kendi etabınızı
koşacaksınız. Bir stil üzerine yoğunlaşacaksınız. O da isminiz,
parmak iziniz kadar siz olacak.! Atike don dike, söke, gene dike
özdeyişinde olduğu gibi, hareket ederseniz, yerinde sayyy...,
geriye dön..., sola dön..., dur! oluverir.
Oturuşkun bir sanatınız var. At
gözlüğü takacak, yola
devam edeceksiniz. Bu kadar basit.!
Sonra, bir insan öğretmen olunca, ister istemez
belli bir zaman
kesitinde yaşamak, doğru bildiklerini genç kuşağa kopyalamak
sorumluluğundadır. Bizlerde olduğu gibi...
Sanatçı olmak, öğretmen için,
öğretmenliği
seçmiş olanlar için zor zenaattır gerçekten.
E. Aydın, 2Temmuz1998
öZEL TüRKMEN LİSESİ, YIL
SONU RESİMİŞ
SERGİSİ üZERİNE öZELEŞTİRİ
Halen uygulanan ortaöğretim ders
programlarında, resimiş
derslerine çok önemli görev düşer. Diğer
derslerin yapıştırıcısı ve yardımcısı olması amaçlanır. Okul
idarelerinin başarı ve başarısızlığı bu iletişimin kurulup
kurulamamasıyla ölçülür.
Kooperasyon bilincine ulaşmayan uygulamalar, öğrenciyi
bireyselliğe ve sonunda yalnızlığa iter. Bugünün okullarında
yeni yetmeler bu nedenle yalnız, bezgin, tedirgin, yarınlarından
endişelidirler.
Bilgilenmek, uygulamayla buluşmadığı sürece,
bilimsel ve pedagojik
olamaz. Resimiş derslerinde öğrenci, iyi ve doğru görmeyi,
çizmeyi, çizgi üzerinde düşünmeyi,
değişkenlikteki bütünlüğü, parçaların
bütündeki estetik kaygılarını öğrenir. Güzel bir
alfabeyi, düşünülmüş bir dizayn içinde
Edebiyat, Tarih, Coğrafya, Fizik, Kimya ödevlerinde uygular.
Resimiş derslerinde öğrenci, maddeyi tanır, ona biçim
vermeyi, ölçmeyi, ölçülere uygun kesmeyi,
düzen ve düzensizi uygulayarak, basit bir radyoyu, rumkof
bobiniyle çalıştırır, kutular, albümler, kağıt oymalar,
simetri araştırmaları, klişe fikri gibi daha binbir türlü
uygulamalarla, pedagojik bağlamda zevkle çalışır,
çağdaşlığın ve başarının bilincine ulaşır.
İlgi alanımda olduğu için, çevrede
açılan
bütün sergileri izlerim. Okul sergilerini özellikle,
yarınlara dönük olduğu için ilgilenirim.
Yapılan şovlar, eğretilemeler, gösteriş için
amaçlarından saptırılmış, banal ve sahte çalışmalardan
tedirgin olurum.
Bir kaç gün önce, Mersin belediyesi
altında, eski
akkahve salonlarında, özel Türkmen Lisesinin
açtığı resimiş serisini coşkuyla izledim. Bu denli kusursuz,
ortaöğretim programları amacına uygun inanmışlığın,
özverinin, sınırlarını zorlayan, bu sergi Türkiye genelinde
bir yüceltinin simgesidir. Parçalar kendi çoklukları
içinde güzel, çocuklar bütün
içinde, uyumlu, sergiye öğrenci bireylerinin katılımı,
dizayn, paspartolar, sloganlar, imzalar, yaş katagorileri, hemen herşey
çağdaş ideo'yu vurguluyordu.
Gözlerim yaşardı,
gönlüm yarınların umuduyla doldu, sergiden bin bir umutla
ayrıldım. çocukları ve yöneticileri kutlarım.
E. Aydın
ZEKE FAİK İZER RESİM SERGİSİ
üZERİNE
15Aralık1994 günü, Adana Kemal Satır Sanat
Galerisinde
görkemli bir açılışla sayın hocamızı izledim. Kendilerini
1940'lı yıllarda tanımıştım. O zaman çok güzel kuşe kağıt
üzerine çıkan "ar" ve "yapı" içeriği
güçlü "ülkü" dergilerinde yazardı. Daha
çok Fransızcadan çeviriler yapardı.
"Büyük sanatçılar ve
küçük sanat
tarihi", küçük çoban ressam Cieto, sırayı
kazıyan çocuğun dramı, iki nehir arasında gibi
çevirilerini zevkle okurduk. Zeki Faik İzer 1906'da İstanbul'da
doğmuş, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde çallı
atölyesinden mezun olmuş. Resmin klasik ve akademik kurallarını
çok iyi bilen, anatomiye hakim, daha çok peyzaj ve
portreler üzerine öykünmüş. 1928 yılında, bir gurup
sanatçı devlet tarafından Paris'e gönderildi. Bedri Rahmi,
Avni Lifiji gibi bazıları, burada bizim alacağımız birşey yok diye geri
döndüler, Zeki Fikrizer dört sene Andre Lhote ve Griesz
atölyelerinde çalıştı. Yurda dönüşünde
önce Gazi Terbiye Enstitüsü sonra da İstanbul Güzel
Sanatlar Akademisinde hocalığa atandı. Daha sonra aynı kuruluşta
müdür ve profesör olacaktır. 1933 yılında,
Empresyonizm'e tepki olarak kurulan (D) gurubu içinde yer aldı.
Müstakil ressamlar ve heykeltraşlar birliği olarak sergilere
katıldı. Zeki Faik bu sırada tekrar Avrupa'ya dönerek eski
hocalarıyla iki sene daha beraber oldu. Dönüşünde artık
bir lirik soyutlama sanatçısı kimliği taşıyordu.
1943 yılında Ankara'da açılan inkilap
sergisinde şu isimler
göz dolduruyordu: Ferruh Başağa, (birincilik
ödülünü aldı), Refik Ekipman, Hamit Göreli,
Malik Aksel, Sabri Berkel, Zühtü Mürüdoğlu, Hadi
Bara, Bedri Rahmi Eyüpoğlu gibi orta kuşak sanatçıları
idiler. Genç kuşak tarafından yadsınıyorlardı. Hele soyut sanı
gibi düşüncede değişim isteyen tamamen yeni bir ekolde eser
vermeye kalkışmak, ancak bir moda merakı gibi yorumlanıyordu. Yine
hocam olan Malik Aksel, "resim sergisinde otuz gün" isimli bir
eser yazmıştı. Sade vatandaşın, öğrencinin, bürokratın, diğer
sanatçıların eserlere bakış açılarını, yorumlarını sade
ve etkileyici bir dille ne güzel yazmıştı!..
Zeki Faik İzer, 1948 uluslararası modern sanat
sergisinde (unesko)
Paris bölümünü işledi, beğeni aldı. Gaughein
Bürüksel'de Türkiye birincisi olarak bulundu. Ayrıca
Sanat Tarihi Enstitüsü'nü kurdu. 1988 de İstanbul'da
öldü. Yurtiçi ve yurtdışı müzelerde ve
koleksiyonlarda eserleri var. Eserlerinden bazıları; Dolmabahçe
Sarayı, Büyük Balık, Akdeniz Mit, Delacroıx'dan uyarladığı,
(Cumhuriyet Inkılabı) ki, bu eser çok eleştiri almıştı,
Eskişehir Yazılıkaya, genç kız portresi, harman, tuğla
fabrikası, lirik soyutlamalar.
İster istemez insanı
düşündürüyor, kocaman upuzun
bir yaşam sanatın, abc siyle geçmiş, ama "sanat nedir, ne
değildir?" sorusuna bir yanıt getirememiş!. Sonunda resme başladığı ilk
günlere dönmüş.
Acaba sayın hocamız bizlere bir mesaj mı vermek
istiyor? Bu bir giz
olarak kalacak.
Sergide gördüğümüz, kıymetli
pasparto ve
çerçevelerle korunmuş eserler, otuz yıl
öğretmenliğimiz süresince, öğrencinin dosyasından
ittiğimiz katagoridendi. Şimdi biz o, eski öğrencilerimize ne
diyeceğiz?
Bunca zaman, bunca emek, devlet desteği,
kazanç hanesine mi,
zarar bahanesine mi yazılacak? Saygılarımla
E. Aydın
19NİS1986 CUMARTESİ GüNü
AYDIN SANATEVİNDE AçILAN
ONBİR öĞRENCİNİN KARMA RESİM
SERGİSİ
üZERİNE BİR öZELEŞTİRİ.
çocuk, duygu ve düşüncelerini,
herhangi bir klişeye
vurmadan ortaya dökmek ister, döker de. Bu yönüyle
çocuk Resimleri salt sanat özelliği taşır.
Türkiye'mizin değişik resim galerilerinde açılıp kapanan
sergileri izleyenlerce açık seçik
görüldüğü gibi, günümüzde sanat bir
kagaşa içindedir.
Bu kargaşa, farklı arayışların samimiyeti
içinde gün
geçtikçe genişlemekte. öze ilişkin hasletini
yitirmektedir. Niçinsiz nedensiz uğraşlar sürüp
gitmektedir.
örnekler pek çok olmakla beraber,
çevrede
açılan bir sergiyi konu edeceğim: 10 Nisan'da, Adana Sabancı
Kültür Sitesi'nde, Ankara Devlet Eski Eserler Müzesi'nde
çalışan iki sanatçı tarafından, yine devletin desteğiyle,
bir resim sergisi açıldı. 25 Nisan'da da Mersin Güzel
Sanatlar Galerisi'nde izlenecek. Resimler çok
küçük, fuluğ, çerçeveler çarpık,
harap, üzerleri yer yer varaklanmıştı. Göze batıyordu. Bilgi
için sanatçıya sorduğumda, resmi de,
çerçeveyi de eskiye benzetmeye çalıştım, dedi.
Bunu amaçladığını söyledi. Bu cevap belki samimiydi ama
beni çok düşündürdü
Sanatta, eskiye benzetmek, hele hele benzemek olayı,
bir amaç
olamaz. Amaç olunca, sanat özgürlüğünü
yitirir, çağdaşlığını yitirir.
Türk ve Osmanlı sanatlarının çeşitli
evrelerine bakılırsa,
çadırda, kilimde, minyatürde, mimaride, samimiyet,
ciddiyet, özveri, sadelik, açık seçiklik,
düşünce, ölçü, biçi, dahası yaratma
gücüne saygı vardır. Binlerce soyutlamadan sonra, bir motifi
kabullenmiş ve hep uygulamış bir parşümen boyu düzlemde, tek
kıllı fırça ile, ince detaylı minyatürler üzerinde
aylarca uğraşmış, yazı ve istif için uzun zaman harcamış,
milimetrenin as katlarını arayarak, minareler yapmıştır. Bizler onların
devamıyız.
Sanatın her dalında, yerimizi alabilmek, koruyabilmek, aşama yapabilmek
için, konuya daha değişik bir açıdan bakmamamız
gerekmektedir.
Böyle orta sahada top gezdirmekle, atalarımıza
layık olamadığımız
gibi, çağdaş olamayız. çocuk, biz sanatçılara,
birçok yönden ışık tutmaktadır
Onlarla çalışırken, onların eserlerini
incelerken, durumu daha
iyi anlıyoruz. Beş yaşındaki İhsan önal, sekiz yaşındaki Zafer
özdemir, Emre özgünel, İlhan Ogan, Ayşe
Günaçkın, coşkuyla, renk cümbüşü ile,
düşsel anlatımlarını Hazreti Nuh 'a kadar ilerletebiliyorlar.
Onbir yaşta, Burak Alıcı, Halil Candevir, Bakihan çamurdan, bir
sanatsal yargıdan uzak, Nuh'tan bize otantik mesajlar getiriyorlar.
Pazar yerlerinin iç uğultusunu, panayırların hareketliliğini,
tuvallerine döküyorlar. Anlaşılırlığa indirgeyerek.
Onüç yaşındaki İsmail Soğancı, Simin Aksu, Mustafa Cılacı,
gördüklerinden hareketle, duygu ve düşüncelerini,
iyi bir anlatım içinde bize sunuyorlar.
Ben, yıllarca resim hocalığı yapmış birisi olarak,
onlardan
öğrendiklerimi, sanat kitaplarında bulamadığımı söylersem,
yanlış olmaz.
çocuklar soyut kavramlara, bizlerden daha
cesaretle ve
samimiyetle yaklaşıyorlar. Bir yirmi üç nisan olayı onların
fırçasında daha renkli ve daha coşkulu oluyor. Atatürk
konulu bir resim yarışmasında biz büyüklerin ne denli
bocaladığımız ortadadır.
E. Aydın
RASYONEL BİLGİYİ DENEYİMLERİYLE EDİME
DöNüŞTüREN ZAMANIMIZIN
BİR
KAHRAMANI: Adnan ATEŞOK
O renkler dünyasının bir insanıdır.
çizimlerinde ve
tablolarında mistik bir hava vardır. Tabiatta varolanları yani
gördüklerimizi bambaşka yönleriyle alır, figürleri
değiştirir, kendi dünyasında şekillendirir, düzenler ve
çizer. Belirli kurallara uymama özelliğiyle
tanırsınız onu. Müzik vardır, şiir vardır resimlerinde. Roman,
şiir, hikayeler ve makaleleri vardır sürü sürü.
Sorarım ona ne bunlar; onlar öbürlerinin kardeşleri der
gülerek. Adnan Ateşok'un biraz da bilinmeyen yönlerini
anlatayım sizlere.
1928'de Adana'da doğan ateşten ok, on parmağında
onbir beceriyle ulusal
onurun bayrağını, ele aldığı her dalda zirveye taşımış, Adana'nın ve
ulusun yüz akı olmuştur. Okullarda atletizmin her dalında, boks,
koşu vs. birinci olduğu kadar derslerinde de önde gitmiştir.
Okulun, öğretmen ve öğrencilerin sevgilisidir; lisenin
bayraktarıdır. Yüksek öğrenimini de yaparken hep başarıdan
başarıya koşmayı sürdürmüştür. İş hayatında bir
donkişottur. Zorları, olmazları sever ve seçer. örnekleri o
kadar çok ki, anımsayabildiğimi yazacağım. Türkiye
genelinde büyük işler almış ve başarmıştır. Sulama developman
projeleri ve inşaatları, Mersin limanı, göletler, Tufanbeyli,
Doğanbeyli, orman yolları, yarmalar, imlalar, inşaatlar,
şehiriçi düzenlemeleri vs. Geleceğin Adana'sı için
enteresan düşünceleri arasında tepebağ altında üç
yöne açılacak ve içine binlerce iş yeri sığacak
tünel projesi, yürüyen yollar, parklarda heykeller, bir
hayvanat bahçesi vs.
Sanata üstün eğilimi vardır. Bu arada
sanat galerileriyle
ideal çizgiyi aramaktadır.
ülkeyi, insanı sever, iyi bir sanatçı,
iyi bir
organizatördür.
örnek bir insandır.
E. Aydın, 7Mayıs1995
16 Şubat Cumartesi Günü
Mersin Güzel
Sanatlar Galerisi'nde Açılacak
Resim Sergisi
Dolayısıyla Bir Söyleşi
Ben Ethem Aydın, konforun, giyimin, hızın az olduğu
günlerde
yaşadım.
Eşyayı loş ışıkta, karanlıkta inceledim, tanıdım.
Uzun gece boyları
seyahat ettim, bir aşiret kadar geceyi tanıdım ve sevdim.
Alacakaranlık ve gece biçimlere değişik ve doyumsuz bir
güzellik getirir, hayal gücünü artırır, derin
bakmayı, duygusal görmeyi öğretir. özetle geceleyin,
dünya bir başka güzel, gizlerle doludur.
Beni sanatçı yapan belki de budur. Yıllarca
resim hocalığı
yaptım liselerde. Resim bilgisinin içinde bütün
bilimleri açık seçik buluyorum. Böylece kendi
bıranşımı, öğretmenliğim boyunca, diğer derslerin fanatik, bencil
baskısından korumak için çaba verdim. Bir insan yaşadığı
sürece sanatla, istese de, istemese de iç içedir.
Doğru görmek, iyi görmek, gördüğünü
sağlıklı çizebilmek, bir şeye güzel veya çirkin
diyebilmek özgürlüğünü veren dersin
öğretmeniyim. Kıvançlıyım.
Sanat doğayı, doğa olaylarını konu alır. Doğada ise
her şey
ölçü biçi içinde gelişmektedir,
rasgelelikten eser yoktur.
Rönesans ustaları, perspektiv, rakursi, klor obüskür,
modöle, enteriyör, altın oran gibi sanat, kurallarını ortaya
koydular. Kılasik dediğimiz ölmez, devasa eserler verdiler.
İnsanı, bitkiyi, hayvanı, onların sonsuz davranışlarını titizlikle
incelediler, ibadet eder gibi çalıştılar.
İmpresyonistler de önceleri var olan kurallara
kendi ışık,
gölge kavramlarını eklediler, ölmez eserlerini verdiler.
çağın sanatçıları ise sanımca, hala orta sahada top
koşturuyorlar, sanatın özünde olan mesajı, estetik
görüntüyü bir kenara iterek, sanat denemeleri
yapıyorlar.
Bu tür denemelerin de sanata katkısı olacağına,
ancak yolu
uzatacağına inanıyorum.
E. Aydın
HİKMET KARABUCAK'ın KİŞİSEL,"NAİF"
RESİM SERGİSİ ADANA'DA, GALEERİ 6'da
AçILDI.
1944 Kütahya doğumlu olan sanatçı
Adana'da oturuyor.
İlköğrenimden sonra evlendi, çocukları var. Sabancı
Kültür Sitesi'nde ressam Mustafa Dulda 'nın yönettiği
resim kurslarına katıldı. Adana Altın koza efstivali programı
içinde açtığı sergilerde farklı yorumlarıyla ilgi
çekti.
1933 yılında Fahir Aksoy'un
öncülüğünü yaptığı
"Türk Naifleri" gurubuna girdi. Yurtiçi ve yurt dışında
sergiler açtı. Beğeni aldı.
Galeri6 'da dün açılan sergide 20 yapıtı vardı. Konuları
ilginç, kültürel, ulusaldı. Masal zamanı, çeyiz
götürme, Kütahya düğünü, Kına gecesi,
Hamam kavgası, Güvey salma, Loğusa, Kapıönü sofrası,
Kör kahvesi, Sünnet düğünü, Asker uğurlama,
Kuzu sesleri, Evcilik oyunu, Yuvanın temeli, Evde doğum, Obada banyo,
Güvey tıraşı.... gibi.
Kalabalık bir çağrılı gurubunca ilgiyle
izlendi. Yapıtlar
içinde doğup birlikte ağlayıp güldüğümüz,
paylaştığımız mekanların içyüzüydü. Sıcacıktı.
Tazeydi. Arındırılmıştı. Saftı. Naifti. Sanat toplum içindi.
Akademizmin kural, kuram ve kavramlarıyla yozlaşmamıştı.
Naif sanat ondokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar
dünyada ve
bizde "zenaat" olarak düşünülürdü. İlgi
çeken bir uğraş olarak algılanır ve değerlendirilirdi.
ütopyacılar, gizemciler, primitifler denildi.
Gümrükçü Rousseau ve ardılları varlıklarını
kanıtladılar.
1967'de Fransa'da Naif Sanat Müzesi kuruldu. Daha sonra, Nice'de
1982 Uluslararası Naifler müzesi oluştu.
Bugün ise Naif sanat; özgür, özgün, otantik,
folklorik, saf ve konuşkan, anlaşılır diliyle izleyicileri dünde,
günde, yarında gezdirerek büyülemekte.
Türkiye'mizde ilk naif onbeşlerin içinde
Hikmet Karabucak
da var. O'nunla övünüyoruz.
Türk kültürünün, etiğinin,
gelenek
göreneklerinin duyarlıkla anlatımı, bir iyne oyası gibi işlenişi
insanımızın özbeğenisine yatkın gelmektedir.
Atalarımızın belleğinden süzülerek Hikmet
Karabucak eliyle
bizlere sunulan duygu ve duyumlar, hasretini çektiğimiz öz
kültürümüzün onurlu yansımasıdır.
Yaşanmışlıklarımızın imleridir.
E. Aydın, 4Haz1998
23Mart1989, Toplum gazetesi
CEMAL TURAN'A
Hiç anlamadığım şeylerden biri de, Ethem
neden bu kadar
çok mektup yazar?Hem de dostlarını garip önerileriyle
huzursuz eder, yanıt alamadığı halde yazar.????
Tutarsız, dayanıksız, kendini birşey sanan, sanki
kendi
dörtdörtlük bir düzen içindeymiş gibi
konuşan bir ukala!!!
Olgunun bir de öbür yüzü var. Sevgi çokluğu
ve yoğunluğu; hep beni itiyor. Kendi olamadığımı dostlar, sevdiklerim
olsun istiyorum. Gözün kendisini göremediğin bildiğim
için, gören göz olmak istiyorum. Akşamleyin, diyalog
şöleninde, sizden size ait konuşmanız ve çevrenizde daha
önce konuştuklarınız ama benim bilgim dışında olan duygu
mesajlarınızı, genel konuşmalarınızda hep de vurguladığınız bir
ezikliği kendime göre değerlendirdim. Yazıyorum.
Resim yapıyorum, soylu resim yapıyorum,ama az
satıyorum. Beni neden
anlamıyorlar, neden "en" olduğumu görmüyorlar, sıradan
resimlere değer veriyorlar, sanat ürünü edinenler,
eleştirmenler beni hemen keşfetmiyorlar demek istiyorsun.
Bana göre özgün sanat, tek yönlü bir denkleme
benzer, sanat sadece yapılır, tekrar tekrar yapılır. İçimizdeki
itici gücün etkisiyle hep yapılır. Satış ve beğenilmek
kaygısı, sanat yapanın dışındadır. Kadim sanat tarihine bir bakınız, bu
hep böyle olmuştur. Sanatçı ızdırap bulutlarının altında
hep yaratır, aralık vermeden duygu ve duyumlarının eşliğinde kozasını
örer. Yumurtanın tırtıldan, tırtılın kelebekten hiç haberi
yoktur. Yani sanat hep yapılır. Eğer içimizde, o adı
büyük sanat varsa; zaman içinde koşulsuz ortaya
çıkar. İzleyici, satın alıcı, eleştirmen onu ilgilendirmez. İşte
buna salt, pür sanat denir.
Yine akşam yemekte anladığıma göre, çok
satmak için
çare aradığını sezinledim. Adana gibi içe
dönük, verimsiz bir ırmakta balık tutmayı
düşünüyorsun, bana göre tepeden tırnağa yanlış.
Peygamberler, bir ırmağın kıyısında balık
avlıyorlarmış, hepsi de
çok balık tutmuşlar, bir de bakmışlar ki yukarda ırmağın
akıntılı bir dönemecinde Tanrı da balık tutuyor, ama hiç
çekemiyor; üzülmüş ve utanmışlar, kendisine bir
öneride bulunmak istemişler, birisi giderek Ey Tanrım, burası
akıntılı, biraz yukarı veya aşağıya yer değiştirseniz derler, Tanrı da
yer değiştirir, oltayı daha atar atmaz bir büyük balık
yakalar ve bağırır, Allah, Allah der.
Ankara, istanbul, İzmir, Avrupa'ya gitmenin,
sergiler açmanın
yollarını araştır. Eğer sanatına hakikaten içtenlikli
güveniyorsan!
Kesin kez bilmem gerek; çok satanlar, kolay anlaşılan,
güncel, harcıalem eserler ortaya koyanlardır. Genelde bu
böyledir, ama bazen içlerinde hakikaten sanat ağırlıklı
olanlar da çıkabilir, ama ara sıra.
Tarihler boyu böyle olmuştur. Bilimsel
çizgi iyi ve sağlam
yoldur, yalnız adamların yoludur, zordur meşakkatlıdır. Bir yapıtın tek
inananı varsa, o da siz olmalısınız, zaman sizleri çoğaltır.
Eğer dayanamıyorsanız, bakkal dükkanı
açın, zanaat yapın,
siyasete soyunun, terör yaratın, provaj yapın, banka soyun
köşeyi dönersiniz.
Sözün özü : gabak
çekirdeği yerken doğum
yapılmaz.
İşte yine onbeşbin liram gitti, o kıymetli zamanım,
saatlerim gitti,
daktilo başında seninle konuşurken. Yaşam bu olsa gerek.
Sizleri seviyorum, beraberlikten tat alıyorum. öperim.
E. Aydın, 30Ekim1996
SANAT ELEŞTİRMENİNİN EVRENSEL KİMLİĞİ
Eleştirmenler, sanatın kıraç topraklarında
ekim yapan zoru
denemiş kişilerden olmalı. Sanata soyunanlar, doğayla hesaplaşır onu
değiştirirken, eleştirmenin, bakışına gereksinim duyar. Halk dilinde
yerleşik bir söz vardır "gurk tavuğun bastığı cülük
ölmez" denir. Bana göre eleştirmen, çağdaş
düşüncede olduğu kadar, gelmiş geçmiş sanatların,
yaşam buluş nedenlerini de iyice incelemiş özümsemiş
olmalıdır. Bir toplumun veya toplumların sanat potansiyelini doğru
değerlendirmek, izleyicileri de eğitmek, insan üstü ve
ötesini de kapsayan devasa bir sorumluluktur.
İlimde, bilimde, sanatta insanlığın evrimi
sürmektedir, bunun
bilinciyle bakıldığı zaman; sanat adına ortaya konan her
ürünün, titizce irdelenerek, "düzensizlikteki
düzen" sentezine uyulmalı, geçmişin kuramsallığının esiri
olunmamalıdır.
Sanat tarihini eleştirmenler yönlendirmişlerdir,
sanatın öyküsü onlarla başlamıştır..
Türkiye'mizde, sanat dünya
ölçülerine
göre, iyi yerdedir; sanat üzerine konuşanımız, yazanımız
çok ama donanımlı, eleştirmen sayısı azdır.. Olanlar da,
eleştirilerinin anlaşılmaması üzerinde sanki anlaşmış gibidirler.
Ağdalı tümceler, biri birlerini iten sözcükler,
tarafsız, yüklemsiz, ecnebi terimlerle bezenmiş ve gerek sanatcıya
gerek izleyiciye ışık tutmaktan yoksun....
Orta öğretimde, plastik sanatların eğitimini Resimiş
öğretmenleri verir. Orta öğretim programları, 1935 de, geniş
kapsamlı, çok da güzel hazırlanmış. öğrenciye
verdiğimiz bilgiler geçmişi ve dünü kapsıyor. İstense
de, güncel olunamıyor, çağdaş çizgi verilemiyor.
Yine bundan neden; yarının sergi izleyicileri sanatta son gelişmelere,
çağdaş tasarımlara ilgisiz kalıyor...
Sanat eleştirmenlerinin büyük sorumlulukları ve
gereklilikleri beni bu yazıyı yazmaya itti. Eleştiri açık ve
sade bir dille, tantanalı, sözcüklerden arınmış,
tümcellerle yazılırsa ,sanırım yararı büyük olacaktır.
Hele hele, sergi çağrıları üzerini
eleştirmenlerin
yazdıklar düşünceler var ki, anlayan beri gelsin!
Saygılar...
E. Aydın, 22Nisan1997
MUT SEVGİSİ
RöLYEF üZERİNE
EVRENSEL OLUŞUMDAN GüNCELE
PANORAMİK BİR GEZİNTİ
Olaylar, raslantının dingin ceninde sürüp
giderken nasıl
olduysa oldu! Düşünce belirdi. Adına insan dediğimiz canlının
diğerlerinden tek farkı ve özelliği; aynı zamanda anlamı, direnci,
tutunduğu dalı düşünce idi.
Güneşi gördü, karanlığı duyumsadı,
sonsuz boşluklarından
korktu ürperdi, şimşekler, yıldırımlar, yağmurlar, seller;
arkasından tekrar doğan güneş, gökkuşağı sarmalında ve tansık
duyumlar, onu kamçılarken, binlerce anlaşılmazın
labirentlerinde, ama cesur ve dirençli yalnızlığını sorgulamaya
başladı.
Belirsiz süregenlik içinde, milyonlarca
yılların deneyimi
ve belleğini de kullanarak, günümüze değin, ayakta
kalmayı başardı..
Evrim sürüyordu......
Küçücük bir çocukken,
Ermenek Mut
arasında, bazen beygir sırtında, bazen yayan, geceli
gündüzlü gidiş gelişimde; toprakla, iklimlerle,
gecegündüzle yakınlığımız uzun sürdü, tanıdık biz
bizi, mutluluğu, mutsuzluğu yaşadık iç içe. Onlara
sırlarımı verdim, onlar bana konuştular zamanlar içinde akıp
giden zamanları...
Göksu neden aşağılarda akar? Başlangıçta
hangi
yükseklikteydi? Daha ne kadar derinlerden akacak? Sonra sonra
derken, zamanı biraz olsun geri döndüremez miyiz; az da olsa
yatağını yükseltemez miyiz? Yükselirse neler olabilir, neler
kazanılır, neler yiter?
Belirli yerlerde betonla şutlar yaratılıp, sular
kademeli akıtalabilse,
görüntü tansığ olurdu ama, acaba faydalı olur muydu? Zor
bir iş miydi? Geleceği nasıl etkilerdi?
Bana göre Ermenek'ten Mut'a kadar doyulmaz bir
peyzaj kazanılırdı.
Mut'tan sonrası, tam bana göre bir beyin egzersizi,
düşün düşünebildiğin kadar!!!
Kösreli'li köyü geçilinceye
kadar kısa sayılan
bir ovanın libert sınırları sabitlense, yıllardır yapılan ve yapılacak
olan yol onarımı karşılığı; neler kazanırdı..!!!
Biliyorum, beni kınayacak, belki de gülüp
geçeceksin.
Ama bileceksin düşünce, milyarlarca yıllar öncesinden
bizlere kalmış tek mirastır.
Düşünüyorum.
Düşünebileceksiniz.
Düşündürebileceksiniz...
Geçen yazımda, Mut yöresinde
türbülans,
suiaceryanlar, termik kaldırma güçleri, yamaç
paraşütcülüğü, planör uçuşları
küçük bir havaalanı konusunu açmıştım. Sanırım
siz de hayali sevmiş, telefonla da olsa, yanıt verme gereksinimini
duymuştunuz.
Biliyordum; siz de en az benim kadar Mut'u seviyordunuz, belde
için gençliğinizi, kişisel değerlerinizi koymuştunuz.
ölümlü olduğumuzu, edimlerin kalıcı olduğunun da
bilincindeydiniz.
İşe, tabandan başlamamız gerekiyor:
1 Lisede bir havacılık kolu oluşturmak gerekiyor. Zaten kol olarak
yönetmelikte vardır. Model uçak kursları, resim
öğretmeni gözetiminde sürdürülebilir. Lisede,
böyle böyle olayı üstlenebilecek birisi varsa çok
iyi; yoksa, ben haftada bir veya iki kere, Mut'a gelir, sorumlu
öğretmene yardımcı olmayı şeref sayarım.
2 Mut'ta Havacılık Kulübü kurmamız gerekiyor. Yerlilerden,
emekli pilot, içtenlikli, aktif, meraklı, sporun her dalına
yatkın kişilerden kulüp oluşabilir. Formaliteyi ben tamamlarım.
3 İlk defa yaza kadar <Yamaç Paraşütü>
hazırlığını yapacağız. Ankara'ya ve çevre ilgililerine
bildireceğiz. çadır kurma veya barınma olanağını duyuracağız.
Kulüp, rezarvasyonu organize edecek.
4 önce Ulusal, sonra Artıulusal turizmi amaçlayacağız.
Tesisler içinde hazırlıklı olmalıyız.
5 Türk Hava Kurumuna, Turizm Baknlığına ana projeyi
<mutasavver> projeyi, belediye olarak duyuracağız. Turizm
olanaklarından, ne dereceye kadar yardım edebileceklerini soracağız.
Yine de biz yolumuza devam edeceğiz, sivil olarak.
6 İkinci etapta, planör uçuşları için, izin ve
araçgereç isteyeceğiz. Alan düzenleyeceğiz, kabaca.
Sartavul, kozlar da olabilir.
7 Bu küçük alanlara, sporatif küçük
uçaklar da inip kalkabilmeli. Kabaca.
8 Hemen faaliyete geçebilirsek; 1998 turizm sezonu
açabiliriz.
9 Almanya'da çalışan Mutlu'lardan adres'te toplayalım,
yamaç paraşütü için gereksinim duyacağız.
Beni okudunuz, onaylayacak kadar yüreklendiyseniz, hodri
meydan..!!!
Şıvgarlar ölmez. Korkaklar erken ölür. Deliler
ölümsüzdür.
Lütfen bana izlenim ve duygularınızı yazarsanız sevinirim.
Yeni Yılınızı Kutlar, öperim
E. Aydın
PLAN
1 Mut ovasının sulanması
2 Olabildiğince yeşile gidilmesi, asırlar boyu kader olmuş kıraç
arazilerin boz renginin değiştirilmesi.
3 Halen Mut ovasında yapılmakta tarım, bahçecilik, hayvancılık
alanlarında başarı ve başarısızlığın irdelenmesi, bağlayıcı
çareler, öneriler istenmesi.
4 Mümkünse Mut'ta fakültenin denetiminde bir seracılık
çalışması başlatılması.
5Günün bir bölümünde profesörler halkın
sorularına açılmalı. Bu bir salonda veya pınar başında olabilir.
5 Mut'ta bulunan tarım kurumları bugüne kadar yapılmış ve
yapılması kararlaştırılmış programları misafir uzmanlara sunulmalı.
çok dolu bir program hazırlanmalı. Onların vereceği ön
kayıtlar üst kademelerce de makbul tutulacağı göz ardı
edilmemeli.
E. Aydın
DR. ERMAN ARTUN DOST
Karacaoğlan için sizi ve Yücel beyi de
dinledim,
dönüp dolaşıp, doğduğu, öldüğü yer
çizgisine geldiniz. Evrensel kurguda değişmez bir kuram vardır.
Bireysellik, toplumsallık, evrensellik. Her üçüde
kendi ölçülerinde anonim olgusuna doğru döner.
"Bir ağaç diken adam faydasız yaşamamıştır" öz deyişinde,
bu adam kimdir diye sormuyoruz? Düğmeye basınca yanan ışık,
ahizeyi kaldırınca aldığımız ses, onları bulanın adından önce,
toplumun malıdır. İdeal olan da, yani ideal insanın amaçladığı
doğrultu budur.
Dinler de bu felsefeye göre mezar saltanatına
karşıdırlar.
İnsanı insan eden zekadır, teni değil. Kalıcı olan
evrensel insana
katkıdır. Şimdi konuşabiliriz, Karacaoğlan hangi çizgidedir?
Karacaoğlan bireysel midir? Toplumsal mıdır? Evrensel midir?
Mut'taki relief panosu nedeniyle, bir Karaca oğlan
tipi araştırdım,
hiç olmazsa portre olarak. Eşek sırtında dağ taş gezdim,
gezdikçe çıkmazlara düştüm. Görsel yapıdan
uzaklaştım. çünkü, Karacaoğlan duyumsallığa ulaşmış
bir tipti. İşte Mut yöresinde, felsefesiyle, düşünce
tarzıyla, davranış biçimleriyle birden çok Karacaoğlan'a
rasladım, siz ne derseniz deyiniz, Karacaoğlan Mut'ludur. Pınarlara
sordum içti dediler, çınarlara sordum geçti
dediler.
Bir Cuma günü, namazdan çıkanlar
pınar başına
birikmişlerdi, biz taşları yontuyorduk, sordular, duvarı ne
kazıyorsunuz? Hafif alaylı, Karacaoğlan'ı arıyoruz dedim, kalabalığa
döndü, bu adamlar deli mi ne, Karacaoğlan'ı şu
çınarlardan neye sormazlar acep dedi, bir diğeri de, onu da
yoksunlaştıracaklar zahir dedi. İnancım odur ki, bu adamlar
Karacaoğlan'ı tanıyorlar.
Adana'ya bir dönüşümde üç
gün
geçmiş çağların sanatına baktım, astekler mayaları
onların totem anlayışlarını inceledim, sentezimi çağdaş bir
anlatımla, halkın da hayal gücünü dağıtmadan, bir başka
deyişle onu şartlandırmadan bu röliefi ortaya koyduk.
Beğendiklerini de gözledik. Zaten sizler de bilirsiniz
doğaçlama, akademizm'den burada fark atıyor. Son sözüm
şudur, Atatürk, Edison, Yunus, Karacaoğlan bir portre değillerdir.
Edim ve yankıdırlar. Saygılar, sevgiler.
E. Aydın, 25Eylül1992
ZODYAK (MUT) BİR ANMA GüNü
On Mart'ta, Mersin'in Mut kazasında bir
ödül töreni
vardı.
Yazımın süregenliği içinde sizlerin de
hak vereceği,
dünyamız dışı bir olayın; ben ona "Zodyak" diyeceğim bir
burçta bir araştırmacı gazeteci, Mut (Zodyak) belediyesi ve
kaymakamlığıyla; beldeye kırk yıl önce kaysıcılığı ve
turfandacılığı başlatan, Nail Türe'ye (ziraat öğretmeni)
değişik kuruluşlarca onur belgesi verilmesini
düşünmüşler.
Günümüzde bütün
dünyada, sen ben
kavgasının güncel uğraş olduğu, silah seslerinin özlü
bir müzik melodisi gibi dinlendiği toplumumuzda; böylesine
övülesi, özverili, insanca, insana doğru
düşünceler, davranışlar ancak uzay ötesinde (Mut'ta)
yani Zodyak'ta geçebilir.
Sıtkı Soylu, hıçkırıklarla toplantıyı
açıyor. Belediye
başkanı Selahattin Aslan'ın coşkulu ve açık anlatımıyla, Mut
için kaysının turfanda sebzenin geçim düzeyini
nerelere ulaştırdığını; Kaymakam ileriye dönük
önerileriyle,somut örnekleriyle, daha nelerin
yapılabileceğini; Sayın öncü ziraat öğretmeni Nail
Türe'nin, kırk yıl önce başlattığı işin anotomisi ve
aşamaları anılarıyla bezeyerek acı ve tatlı anlarını gönül
kabarıklığı içinde dinledik.
Toplantının bitiminde o kadar Mut'la dolmuştum ki,
ayrılışta
büyük insan Nail beyi, o Mut'lunun gönlüne
sığmayacak kadar büyümüş evliyayı öperek,
otobüsüme döndüm. Yol boyu, ağırlığını yitirmiş bir
dünyalı gibi Adana'ya geldim.
Ey Mut'lular, zamanların her kesitinde olduğu gibi
ne kadar
yücesiniz, bizler, o Mut ana'ya hizmette ne kadar eksik ve
yoksunuz...
İnsana, insanlığa koşan Zodyak'lılara bin
şükran.
E. Aydın
SOYLU DOST
Mut'tan ayrıldıktan sonra bütün yol boyu,
senin çok
içtenlikle anlattığın ansiklopediyi düşündüm.
Aslında ben yükseklikleri hep severim. Böylece tabana değgin
olacağını umduğum eylemlere gönül veririm. İsminden de
anlaşılacağı üzere Yaver Efendi çok seçkin birisi
imiş. Devletin üst düzey danışmanı.
O soydan tanyabildiğim kişiler de hep yaratma
gücüne, ileri
görüşe yatkın müteşebbis karektere sahip zatlardı.
Okullara sığmayacak kadar zeki, şahsına özgü bir derinleşme
özelliğiniz vardı. Bir de direnç gösterip
üniversiteye uğrayabilseydin, hiç olmazsa Türkiye
yönetici sıkıntısından kurtulurdu.
Yıllar önce Karaman'da işletmecileğe başladın,
iyide gidiyordu, o
sıralarda Yunus'u Karaman'a taşıdın, yerleştirdin, benimsettin,
öyle büyük bir olay başlattın ki, hala Yunus
Eskişehir'le Karaman arasında gezinir durur.
Mut'a taşındın yaralı bereli, Mut gibi küçücük
bir yerde matbaayı kurdun, oturttun, şimdi bir fonksiyonu ve yeri var.
Ne sıkıntılarla bu çizgiye matbaayı getirdiğini ben de biraz
bilirim. Bugün senin sayende Mut'un gözü kulağı var.
Karacaoğlan'ı Mut'lu etmek için ne emekler verdin, kendini bile
ikna ettin, Mut'a yerleştirdin, ev yaptın, bark yaptın, mezar
yaptın, sevebileceği her şeyi getirdin, dört dörtlük
ön çalışmaları yıllarca bilimsel çizgide ortaya
koydun, binlerce sayfa tutar yayınlar oluşturdun, mevsim mevsim
araştırmacıları Mut'a gelmeye özendirdin. Evet Karacaoğlan Mut
'ludur ibaresi dibağçeye geçeceği sırada, aradan
çekiliverdin, Mersin'e taşınmaya kalktın Karaca oğlan'ı
öksüz ettin ettin. Yaptıklarının yüceltisini hiçe
sayarak particiliğe soyundun. Particilik hiç bir iş
yapamayanların son yükseliş umarları değil midir?
Göz kendini görmez derler, sen de
hiç mi hiç
kendini göremiyorsun. Şimdi de bir ansiklopedi diye tutturmuşsun,
lebideryalarda boğulmaya hazırlanıyorsun. Gardaş sana Mut'lunun
gereksinimi var, lütfen yerini bil ve yaptıklarınla derinlemesine
meşgul ol. Karacaoğlan'ı iyi yakalamıştın, onun üzerine yoğunlaş,
kitaplığını kur, müzesini kur, derneğini kur, folklor ağırlıklı
dernek kur, vakıf kur, Karacaoğlan'ı pınar başına getir, sevenler
dağlarda aramasınlar pınar başında arasınlar. İnsanlar akla yatkın
yalanları severler. Mut bir dergah olsun sen de piri, senede bir
kaç gün sevenler gelip uğrasınlar. Yeterki sen isimsiz
kahraman olmayı, anonim olmayı kabul et, üst tarafı kolay.!
Sana Sirono'dan bir tirat; Felsefeyi severdi,
Fizikten'de anlardı,
şairdi, musiki de bir hayli behresi vardı, yaman bir
silahşördü, zavallının Sirana Dö Berjeraktı adı, herşey
olayım derken, hiç bir şey olamadı.
Bu mektubu niçin yazdığıma gelince; Şunu
bilelim ben çok
akıllı birisi değilim, yıllarca öğrenci başarısını kendi başarısı
gibi üstlenmiş bir hindiyim, seni sevdiğimi söyleyeceğim,
içeriği beğenmeyeceksin, düşüne düşüne, bir
başkasının yazamayacağı kadar öze inerek yazdığıma göre bunda
bir iş var. Beni anlamayı dene. öper işlerinde başarılar dilerim.
E. Aydın, 15Haziran1993
SAYIN BAŞKAN MERİç ALKAN
Mersin Lisleliler derneği bültenini hep
alıyorum. Keyifle
okuyorum. İçimde bir yücelti duyumsuyorum ayırımına
varamadığım..!
Zamanımızda sevmenin bir ticaret aracı olmasından mı nedir,
yaşayamıyoruz o eski sevgileri.
Bu düşüncelerle içli dışlı olurken,
bakıyorsunuz
evrensel insana doğru yekesini kırmış pupa yelken giden bir avuç
gönül adamını, hemen yanı başınızda tanıdık, çağırgan
gülümsediklerini duyumsuyorsunuz. Şaşırıyor içinizde
anlatılmaz karmaşa, seyirlik bir dramaya dönüşüyor.
İçten söylenen bir istiklal marşı veya
onuncu yıl marşını, her dinlediğimde dola dola ağlarım ben. Erkekler
ağlamaz dense bile.! işte öyle bir şey.!
Hani zaman zaman radyolarda, televizyonlarda
izlediğimiz T.E.M.A. vakfı
reklamlarına da ağlarım. Hem de o kadar içten inanarak
ağlarımki, güçsüzlüğüm nükleer
güce dönüşür.
Ben Mersin'in Mut ilçesi doğumluyum.
çok su kaynaklarımız
olmasına karşın, Mut'a giriş yeşil değildir, bozkırı andırır.
Geçen onüç şubat sevgililer gününde,
Tarsus 'un Berdan barajında, İçel Sanat kulübünden
gelen bir gurupla sofradayız, güle oynaya içiyoruz. Senihi
Vural Mut'un antik kalıntılarında, o güzel anlatımıyla bizleri
soluk tutumu gezdiriyor. Günün bitiminde ben orada konakladım
ve sevgililer gününde Mut'a yeşil bir
bürüncekiçerikli, orunlara gönderilmek üzere
yazı, taslakları hazırladım.
Ardıl günlerde, başlangıç olsun diye 1000 ağaçlık
başvuruda bulundum. Sağ olsunlar oluşturdular. Şimdi ikinci bin
için sonyazı bekliyorum
Saha önce Mut'tan iki öğrenci okuttum.
Şimdi resim
öğetmeni oldular. Sizin bülteni, satır aralıklarına kadar
okurken içimden bir ses neden olmasın dedi.
Olanaklarımı zorlayıp sizlere de ulaşmağı
düşlüyorum.
Böylece insanın insanda büyüdüğünü
edimlerinizden esinlenerek geç de olsa algıladım.
Dünyamız bir tane. şimdilik gidecek başka bir
yerimiz yok.!
çağlar boyu yetişmiş insan onu kemirdi, kemiriyor.! Kendi
kendimi sorguluyorum. Acaba önce yedeği olmayan evimizi mi
kurataralım, yoksa çoğuldaki insanı mı?
önce beni okuduğunuz için, sonra
bitmeyen ve bitmeyeceğine
yürekten inandığım insana dönük çabalarınız
için binlerce teşekkürler.
E. Aydın, 21Haziran2000
SAYIN DEKAN
Ben Mersin'in Mut kazasında doğdum. O beldeye
kendimi borçlu
hissediyorum. Sizin de malumunuz olduğu üzere, Mut'ta pınar
başında, insan gücünü aşan otuzbeş metre kare alanda
Karacaoğlan anısına bir röliyef oluşturdum. Açılışta
çukurova üniversitemiz de şeref misafirimiz olmuşlardı.
Şimdi ise belki asırlardan beri çırıl
çıplak olan sonsuz
ovamıza izvendi barajından sulama kanalları gelmek üzere, yeniden
oluşacak tarımsal peyzajın oluşumuna fakültenizin katkılarını
içten arzu ediyorum. Kanıma göre üniversitelerin
çevreye bu tür katkıları görevleri
çizgisindedir.
Acaba yakın bir tarihte, Ziraat Fakültesi
üniteleriyle, Mut'a
bir kısa gezi yaparak, oluşuma fikirlerinizle de olsa bir katkı olanağı
sağlayabilirseniz, beldeyi minnettar kılarsınız. Organizasyon
için emirlerinizi bekliyorum.
E. Aydın
SAYIN BAŞKAN SELAHATTİN BEY
Bugün gazetede sizinle ilgili bir haber okudum
ve bin coşku bin
umutla daktiloya sarıldım. Gerekçem de gayet açık, siz
köklü ve soylu bir aileden geliyorsunuz, atalarınızın iyiliği
efsanelere karıştı artık. Bizim kuşak ve ben de onların bin bir
iyiliğinden nasibimizi aldık. Siz hangi metotlarla bu makama gelmiş
olursanız olunuz, sağ duyu ve us görü sizi göreve
çağırdı. Buna inanıyorum.
Gerek size uzun uzun anlattığım sempati gerekse,
halk partisine
değişmeyen yakınlığım, başarılarınıza çağdaşlık
çizgisinde bir şeyler katabilmek umudu depreşti. Ben pilot
olmağı sevmem, iyi, diyalog ve moral verici bir yolcu olmağı yeğlerim.
öğretmen olmam nedeniyle bu böyledir.
Mut kalesini restore etmek istemişsiniz. İşte coşku
burada, asırların
ötesinde bir mesaj var bir sava, müjde....!
Kalenin içinde çağdaş hatta çağüstü bir
anfitiatr
İçimde, kapsamlı şölenlerin yapıldığı, her türlü
kültür etkinliklerine açık, kendi yağıyla ayakta
durabilecek, Mut'lumu mutlu edecek bir anfitiatr....
Şimdi yine düşünüyorum, size aşağıdan
yukarıya gelecek
önerileri, karşısındaki, davranışınızın ne olacağını ?
Eğer duvar yani sur yaptırımına angaje olmamışsanız, işi yerli ve
yabancı düşünürlerin düşüncesine ve yardımına
açalım. çarıklıların da fikrine saygı duyarak,
böylesine görkemli ve antik kentin dinlence yerini
yapmağa soyunalım. Diyeceksiniz ki, bu işe devletin parası yetmez
!.Benim kanımca mesaj güzel ise, milyonlar karşımızda dans
edecektir. Dünya eskisi gibi küçük değil.
İyi ayakkabı insana yol yürümeyi
öğretir.
İşiniz kolay değil, ama sizde
büyüksünüz. Başarılar
diler öperim.
E. Aydın, 3Temmuz1992
SEVGİLİ BAŞKAN
SELAHATTİN ASLAN
Seçilmişleri sorunlarını bildiğim
için, doğduğum beldeyi
sevdiğim için, bu hizmet aşığı dostu kalıcı ve evrensel
çizgiye çekmek için karınca kararınca çaba
vermek istiyorum. Seçilenler bir gün bir ayak oyunu ile
giderilebilirler. Ama bıraktıkları hizmetler kalıcı ise ünleri
daima yaşar. İleri dönük hizmetlerin hepsi parayla olmaz.
Para ile herkes birşeyler yapabilir. Ticarete yeni atılan yaşlılar, ah
param olsa derler, para herşey değildir bu ülkede ticaret yapmak
için. Yeterki işe başlamadan iyi bir etüt inceleme
yapılsın, sıfır sermaye ile yapılacak o kadar büyük işler
vardır ki, yeterki özveriyle eğilinsin.
Son sizin kabul ettiğiniz ziraat
büyükleriyle uzun uzun bunu
konuştuk. Size tümce başlarından alıntılar sunacağım:
Mut'u yeşillendirmek için hiç çaba verilmemiş, hep
ikincil kılınmış. Mevsiminde Milli Eğitim çapında bir
prosüdör hazırlansa, belli alanlar gösterilse, her yıl
her öğrenciye bir fidan dikme fırsatı ve fidanı verilse, dikim
alanları topluluğun denetimine sunulsa, oraya pikniğe gider gibi
ellerinde birer pet şişesi ile gitseler, su verseler, bakımını
yapsalar, benim ağacım, benim fidanlığım demelerine fırsat verilse
yeşile ulaşılmış olmaz mı? Fidanların başlangıçta çok
soylu olması gerekmez, akasya gibi arsız, susuzluğa dayanıklı fidan
değil tohum serpilse yeşil Mut'u yakalamak o kadar zor değil.
üniversitelerin bu ilgisi üzerinize iken,
onları Mut'a
çekmenin, onlardan bir sağmal inek örneği faydalanmanın zor
olmadığını düşünüyorum. Sizi canı gibi seven ve
yanınızda olmayı steyen Ethem Aydın, eğer isteseniz kalıcı bir
çok işi başlatabilir. Ama üzülerek söylemeliyim
aramızda diyalog kopukluğu var. İstemez gibi, hatır için gibi
bir havaya giriyorsunuz. O da beni yoruyor.
Size Tıp Fakültesini getirebilirim, köylere kadar sağlık
taraması yaptırabilirsin.
Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar, bilhassa
Heykel
Bölümünün son sınıf öğrencilerini ve
öğretmenlerini boğazı tokluğuna getirebilir, pınar başındaki taş
duvarları dantela gibi işletebilirim. Siz birgün
seçilmeyebilirsiniz, ama Mut'a vurduğunuz damga dillerde kalır.
Mut insanı güzel şeylere layıktır. Bir gün
bir
yörük göçüne rasgeldim Silifke'den
çıkışta, onlarla uzun uzun yürüdüm, konuştum. Laf
arasında Durmuş ağa bu göçler yorucu olmuyor mu? Nerde
kaldıki bütün ihtiyaçlarınızı taşıyamazsınız dedim.
Cevabını hiç unutmam ve her fırsatta anlatmaktan zevk duyarım.
Efendi bizim yiyeceğimizi, giyeceğimizi şu beş eşek taşır, ama
zevkimizi şu yedi deve taşıyamıyor.
Tekrar yineliyorum, size hizmet benim için zevktir ve zevk
olacaktır.
öper, işlerinizde başarılar dilerim.
E. Aydın, 20Nisan1993
SAYIN ASLAN
Mut'taki çeşitli ve çok
yönlü etkinlikler
öteden beri hep ilginçtir, nedendir bilemiyorum. O
seranomileri izlemek isteyenlerin sayısı hep yüksektir. Silifke
şenlikleri sıradandır da Mut'unki orijinal ve otantik bulunur. Bu aşa
ne karıştırdığınızı bir türlü ben de çözemedim.
Bundan sebep bu yıl hariç, ben hep bir
istekli çevresiyle
şenliklere katıldım. çok da hoşnut oldum. Geçen yıllardan
beri birçok gönül adamı benden Mut festivallerine
götürülmelerini istedi. Bu yıl ise, istekler
büyük üst düzey dostlarla elliye ulaştı. İlk iş
olarak yerleşim için otele telefon açtım. Ağzına kadar
dolu olduğu söylendi. Yakın hısım akrabam da olmadığı için
üçgün, dolu dolu üç gün için
yatacak yer bir büyük sorun oldu.
Ben de Antalya'ya bir tura katılacağımı bildirerek
işin içinden
sıyrılmağa çalıştım. Yine de Mut'a geldim, ama içimde
kendi adıma bir eziklik duyarak, çağrılı dostlara rastlamamağa
çalışarak...
Şu siyasiler bitirim insanlar, ilerleyen topluma
birşeyler verebilmek
için bazen de çoğunlukla herşeylerini ortaya korlar. Bir
iyilik et denize at, bir bilen olur örneği misafir barındırma
kapasitesi küçük bir Mut'a bu kadar devlet ricali
geliyor, geziyor, yiyor içiyor, eğleniyor ve mutlu olarak
ayrılıyor! Binlerce şükran, binlerce teşekkür, hayranlık
sana...
Bu olanlar benim ölçütlerime
göre
insanüstü şeyler. Yapılan işlerin bir de Mut'luya katkısı
varki saymakla bitmez. Gözümü yaşlarla dolduruyorsun.
öper başarılarının devamını dilerim.
E. Aydın, 14Haziran1993
SEVGİLİ SELAHATTİN ASLAN
Akşam Adana'ya geldim, ilk işim size yazdığım
mektubu aramak ve okumak
oldu. İnanır mısın, bazı tümcelerin ne demeye geldiğini ben de
anlayamadım, taslak yazıları aradım, çoktan çöp
sepetine gitmiş. Uzun uzun düşündüm, bazı düzenli
işler gibi gözüken, motor güçler, acaba iletişimi
nasıl sağlıyor, yapıdaki bütünlüğü nasıl
koruyorlar?!
Haftada en azından yirmi yazı kaleme alırım;
İnceleme, eleştiri,
betimleme, mektup, şiir, bilimsel içerikli, kısacası
bütün gün elimde kalem var. Yazacaklarımın
vazgeçilmez ana temalarını belirler, çoğunluğu
üniversiteli genç gönüllerin önüne
korum, daktilo ederler. Bir bir okumaya hiç zamanım olmaz
imzalar postaya hazırlarım.Bu tutumdan idarecilikte de başım sık sık
ağrırdı ama yukarda onu bir okuyan, zaman zaman geriye gönderen
olurdu.
Bürokrasi de bu değil midir? Ama ben
beceremiyorum. Onbeş gün
önce size yolladığım mektubun, benim bile anlayamadığım yerleri
var, (ne manaya geliyorsa, sizden çok çok özür
diliyorum). Başınızı karıştırdım.
Müderris hoca Mut'ta yaşadı, aydın bir din
adamıydı, bilime
saygılı ve tutkuluydu. Kadın kimliğine evrensel bakardı, kendi
kızlarını taaaa o günlerde dükkanda çalıştırırdı,
okumak isteyen köylülere daracık ve kalabalık olan evini
yatılı barınmalı açardı. (Oyladınlı doktor Mehmet bunlardan
biridir). İlk türkçe ezanı 1928'de ilk okuyan hocadır.
Tabii Mut'ta.
İstiyorum ki olayların, raslantıların darmadağın
ettiği yuvadan arda
kalan bir avuç mekanı, anılarıyla bağdaşık, örtüşen
bir çizgide Mut'luya Mut'lunun mutluluğu için, bir
çekirdek kuruluş haline getireyim. Yapılacak iş anonim olsun
istiyorum, isimler silinir, edimler yaşar.
Vakıf kafamda bir idedir, düzenli ve
özveriyle
başlatılabilirse çığ gibi büyüyebilir. Nasıl
uygulanacağına gelince, benim kafam ve gücüm yetersiz
kalıyor. Evet ben hayal bahçelerinde dolaşırım ama fikir utopik
değil sanıyorum. Mut'u insanıyla, kültürüyle çok
sevdiğini biliyorum, Büyük Millet Meclisine çekilip
gitmeye öykünmediğinden de bu belli. Lütfen iki satır
yazarsan sevinirim. öperim.
E. Aydın, 2Aralık1995
SELAHATTİN BEY DOSTUM
Adana'dan ablamı Ermeneğe götürmek
için yola
çıkmıştım. Ermenek minübüslerinin hareketine biraz
zaman vardı, sizin ortaya koyduğunuz bir soylu işi daha kısmen izlemek
olanağı buldum.
Seranominin kotarılışı, iyi bir sosyal demokratın,
aynı zamanda ne olup
ne olacağını da vurguluyordu. Sizi sade bir Mut'lu olarak
kutlar,kucaklarım.
Demek ki varlık, aynı zamanda soydan gelen
özellikleri artı idenin
oluşumuyla ne övülesi çizgiler yakalıyor!
Sizi gören herkes, geçmişten tortulaşmış inançları
olsa da Mut'a katkıda bulunmak istiyor. Ata nal çakıldığını
görmüş kurbağa ayağını uzatmış örneği bende, hanın
bitişiğindeki 200 metre civarındaki baba arsasını Mut'luya kalıcı,
yararlı bir hale getirmek istiyorum. İlk aklıma gelen sizin de
yardımınız ve katkınızla (yani önce belediye sonra kişi olarak)
bir vakıf geliştirmeyi kafama koydum, arsa küçük ama
bir işe yarar sanıyorum. Karınca kararınca, altta iş yerleri bir
kitaplık, üste onbeş öğrenciyi barındıracak yurt acaba kendi
yağıyla kavrulabilir mi? Lütfen sağlam bir kafayla
düşün, eğer lütfedersen vakfın içinde sen de
olmak üzere, bir başvuru geliştirmeme sıcak bakar mısın?
Eğer olumlu yanıt verirsen tapuyu hemen
üstüme alıyorum ve
düşünceye açıyorum. Yanıtınızı bekleyeceğim, ama
lütfen gri renk kullanmayınız. Siyah, beyaz veya alternatif
fikirler.
öperim, işlerinizde başarılar dilerim.
E. Aydın, 6Kasım1995
SELAHATTİN BEY DOSTUM
Meğer sevgi ne güçlü bir
yapıştırıcı, ne
güçlü bir itici güç kaynağıymış.
İnsanlarımız çoğunlukla sevgiden yoksun yaşadıkları için
kişiliklerini ortaya koyamadan ölüyorlar.
Şu, başkanlığa geldiğinizden bu tarafa sizi yakından
tanıma fırsatı
buldum. Eğitimden çok, muhterem atalarınızdan getirdiğiniz
yüksek hisler Mut 'un ve Mut'lunun gönlünü
fethetmiş, bu zükreden olmak üzere bizlere de ulaşmıştır.
Köhnelmiş, kül tutmaya yüz tutmuş yoksunlaşmış ruhlara
dinamizm kazandırıyorsunuz, memleket yurt sevgisini ne güzel de
insanlara empoze ediyorsunuz!?? Bir Nail beyi şu seranomiyle onore
etmenin ne ulaşılmaz bir kadirbilirlilik olduğunu bilmem
duyumsayabiliyor musunuz?? Bugüne değin bana yaptığınız
iltifatlar, hele hele adıma bir sokak ismi verme fikriniz, kendi
kendime biçtiğim değer yargılarını alt üst etti, zihni
dengemi bozdu, uçar gibi vede yollarda bunu düşünerek,
zaman zaman da yüksek sesle konuşarak Adana'ya geldim, bu geceyi
de Mut'ta geçirmeyi düşünüyordum ama, kendimi
havasız kalmış gibi hissettim. Sevgi havuzunda ve selinde boğulur gibi
oldum, umarı kaçmakta buldum.
Ben Mut'ta o kadar övülmeye layık olmuş
kişiler tanıyorum ki,
sıranın bana gelmesi olanaksız diye düşünürüm.
Sizden dileğim listenizi bir defa daha gözden geçiriniz.
Hakiki kristalleşmiş değerlere ödün vermeden haklarını
verelim. Ben bir Atatürk çocuğuyum, görevimiz onun
izinde olanları kullanmak, yapabildiğimiz çapta yardımcı
olmaktır. Bundan büyük zevk mi, şeref mi olur?!.. Bence nefer
olmak bu ideo'nun en iyi anlamı olacaktır. Saygılar sevgiler sunar
öperim.Benim gönüller fatihi dostum
E. Aydın, 10Mart1995
SELAHATTİN BEY DOST
Zaman ilerledikçe galiba yaşamışlığın
bilincine daha çok
varılıyor. İnanın uygarlığa o kadar çok borcu varki, hangisi
öncül, seçke olduğuna karar vermek zor oluyor. Bu
yüzden karar verilen işler daha çok güne ait, belkide
ikincil oluyor.
Teknoloji daima bilgiden çok önce gelir, sonra, bilgi, bu
olgunun nedenlerini araştırırken kalıcı ve kullanımlı çizgiyi
yakalar, insanlığa sunar. Bundan neden hep Amerika'yı tekrar tekrar
keşfetmekten kurtuluruz.
Düşüncenin ürünü de
böyledir. Yaşayanlar
geçmişin belleğini kullanarak ateşi, ışığı, makineyi buldurlar.
Düşünce çabuk ürün vermez. Onun için
bunlar toplumda pek etkili, aktif değildirler. Sanatçılar,
şairler, bilgeler bir toplumda asalak gibidirler. Ellerinden iş gelmez,
siyasi olamazlar, tüccar olamazlar. Yunus, Karacaoğlan
örneği..!
Yasak koyucular, siyasiler, uzgörü veya öngörü
sahibidirler, veya öyle olmak durumundadırlar. Onlar toplumun
dününü, yarınını, yarınlarını da hesaplamakla
sorumludurlar. Bir proje ortaya konursa, gelecekte onu da sıraya koyan
bulunacaktır.
İyi, yumuşak tabiatlı, ileri görüşlü,
seçkin bir
yapınız var. Sayınız çok değildir. Onun için sizin
havacılığı başlatmanızı candan istedim. Yarın geç olabilir. Bir
Selahattin Aslan bulunmayabilir. Başlanırsa sürdürenler olur.
Mut da, Mut'lu da buna layıktır.
E. Aydın
SELAHATTİN BEY DOSTUM
Sevgililer Günü: Kendi kendime sordum, ana
yok, baba yok, şu
yok, bu yok. Tez elden kendime bir sevgili aradım, sanal da olsa
buldum. Mut'u seviyorum!
Hemen sevgiliye bir bürüncek aradım. O da,
senin misyon ve
vitrininde gözüktü.
Mut, yeşile hasret, Selahattin Aslan da, yüksek
hizmetlere hasret.
Buldum buldum, haydi Mut'u yeşertelim.!
Başkan, Mut için çok büyük
işler yaptın,
yapacaksın da. Sıra Mut'u renklendirmeye geldi diyelim.
Tam zamanıdır. Bir kampanya başlatalım. (*)
Kaymakamı da yanınıza
alırsanız; dört dörtlük, ölümsüz bir
şölenin öncüsü olunur.
Mut dışındaki Mut'lular, okullar, sivil toplum
kuruluşları, meslek
kuruluşlar, bankalar, gönüllüler, partililer.
Belediyenin, biriki gecede belirleyeceği kamu arsası ve sahipsiz
alanlar, kaba taslak isimlendirilir. Sonra da duyuruya geçilir.
Şölen valiliğe, fakültelere bir yazıyla sunulur. Artık istim
sonradan gelsin.!
Doğrusu ya, bu şeref sizin soyunuza yakışır, ölümsüz bir
şeref.!
Atatürk ölmedi, Selahattin Aslan'lar yaşıyor, yaşayacak,
yaşamalıdır.
Organizasyon için yalnız kalacak olursan, beni de çağır.
Sizi yüceltmek, insanlığı yüceltmektir.
Haydi,insana doğru yelken açalım.Bugra sefer
Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar, güneş
ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar. Lay lay.....
öperim, sizi ve Mut'u seviyorum. Başarılar.
Yeşilin maviyi aşkı yeretmiş içimde. Ama, şiirsellikten öte
birşeyler yapmak gerek.!.
Ethem Aydın, 22Şubat2000
SAYIN FEVZİ AYTEKİN
çEVRE BAKANI
Cumhuriyet gazetesi, 27ŞubatPazar günü
kısacık,
özlü, evrensel, siyasetten arınmış bir yazınızı okudum. Bence
bu yazı son dönemlerde gelip geçen parlementerler arasında;
yeşil yoksunluğuna, anlaşılır bir dille seslenen ilk çığlık
oldu.!
Ben Mersin'in Mut kazası doğumluyum. Toprağı bitek, suyu var, yeşili
eksik. Belediyeler ne kadar iyi niyetli olsalar da ülke
çaplı bir ağaçlandırma çalışmasına gereksinim var.
Siz reçeteyi ortaya koydunuz, büyük
düşünceler, anlayanları da bulacaktır
Sizin değerli yazınızı Mut'lu olarak, belediye başkanımıza bir faksla
duyurdum. Sanırım çok sevindiler.
Bir emekli öğretmen olarak, size en içten sevgiler,
saygılar sunarım.
Haziran'da kaysı bayramı şenliklerinde, doğa aşığı,
Sayın Fevzi
Aytekin'i de aramızdan görmekten Mut'ta mutlu olacağız.
Saygılar, sevgiler.
E. Aydın
SAYIN BAŞKAN
SELAHATTİN ASLAN
MUT'UN AĞAçLANDIRILMASI
üZERİNE
DüŞüNCELER:
"Bugün yirmi üç Nisan.
çocukların,
çocuksuların, çocuklaşanların hoş görüleceği
gündür". Bu nedenle olsun, beni bağışlayacağınızın umusuyla
yazıyorum.
Yüksekliklerde fırtına güçlü
eser. Bunun da
bilincindeyim, başkanlar olaylara makra bakmak durumundadırlar. Bense
sorumsuz, hayal kuran, sonra da kurduğu hayale kapılan bir
sanatçıyım. Tıpkı olması gerektiği gibi.!
Bir ağaç diken faydasız yaşamamıştır özdeyişinden yola
çıkarak; Orman Bakanlığına bir dilekçe yazdım. Bin
ağaçlık bir pafta göndermişler. Bedelini ödedim.Sizden
dileğim: Paftada işaretlenen yerin, şehir peyzajında, yani sizin
öncelikli bulacağınız bir alana kaydırılması için ilginizin
verimli ışığının devreye girmesidir. Lütfen beni bağışlayan,
hoşgörü mesajınızı bekleyeceğim.
öperim.
Ethem Aydın, 23Nisan2000
BELEDİYE BAŞKANI
SAYIN SELAHATTİN ASLAN
1935 yılında, ortaokula gidiyorum diye Mut'tan
ayrıldım.
Türkiye'yi öğretmenlik gereği arşınlarken, kimliğimi yitirdim
gibi geliyor bana...!
Gerçi, bir etkinlikte bana bir hemşehrilik
belgesini
büyük bir kadirbilirlilikle verdiniz ama, gene de kendimi
eksikli buluyorum. Doğup büyüdüğüm, onun dostluk
şemsiyesi altında bugünlere ulaştığım Mut'a, borcumun ağırlığını
duyumsuyorum.
Dileğim; Sizce uygun görülecek bir alana, 2000 ağaç
diktirmek istiyorum.
Ederini, hemen belirleyeceğiniz adrese
göndermeye hazırım. Yeterki
sizin, koruyucu, yol gösterici onayınızı alayım.
Bu bir gönül işidir, bürokatlarımız şimdileri duyguları
pek değerlendirmiyorlar.
İşinizin ne denli yoğun olduğunu biliyorum.
Cesaretim ve güvencem,
sizdeki sevegen, iyi yürektir.
Alo makinesiyle de olsa, yanıtınızı beklerim.
Selamlar, sevgiler, saygılar.
E. Aydın, 16Ocak2001
SAYIN SELAHATTİN ASLAN
Varlıklar, galiba aldıkları isimlerle
özdeştirler, belki de biz
özdeşliği sıfat olarak seçmeyi seviyoruz.
Soyadları böyledir, onu bir çok nedenle biz seçeriz,
bazen bir eksiğimizi, özlemimizi anlatmak isteriz.
"Aslan" geçmişten günümüze;
güçlü, gölgeli, kişilikli, güvenilir,
birlik ve beraberliğin vazgeçilmez simgesi.. vs..vs..
Düşünceye giriş: Türkiye genelinde, ayrıcalıklı,
Cumhuriyet ilkelerine yürekten bağlı Mut'lunun çağdaş,
siyasi seçeneğini, etiğini, bütün zorluklarına karşın
korumuş, kollamış, yansıtmış olunması, sanırım gelecekte
yapabileceğinizin güvencesi olduğu kadar, bir fani için
büyük bir onur olduğunu düşünüyorum.
Yazıya girişimin, kişisel bir amacı olmadığını,
ancak toplum
kirlenmesinden sorumlu olduğu beldesini korumuş, az bulunur bir
gönül adamın karşısına gerçeğin aynasını koyarak
görüntüyü netlemek istedim. Derler ki, göz
kendini görmez.
Hele hele sadece yıkıcı eleştirinin egemen olduğu
zamanımızda,
yüreklendirici bir kaç söz söylemek için
yazmaya başladım. Böylece bitirmek istedim. Sizi seviyoruz.
Takmaadlar daha enterasandır halk tarafından
yakıştırılmıştır ama,
kişiyi tüm özellikleriyle tanımlar
çapraz Mehmet, pepe Ali efendi, ardıç kuşu Fadime,poyraz
Osman,lavgar Hasan,cofili Mehmet
Mut'a gelişimde konuşmaya imkanımız kısıtlı olduğundan, belki de
yazmayı seçtiğimi kabul ediniz. Yazarken, çizerken,
konuşurken sizin güncel başarılarınızı
ölümsüzleştirmek hep idealim olmuştur. Beni de
böyle anlarsanız sevinirim.
Sevgiler, saygılar. öperim.
E. Aydın, 12Haziran2001
İçEL VALİSİ SAYIN ŞENOL ERGİN
İçel'in Mut ilçesinde, 1920 yılında
doğdum.
Doğduğumyerin,taşına toprağına,insanına sonsuz sevgim saygım,
gönül borcum olduğunu düşünüyorum.
13Şubat sevgililer gününden buyana
çocuksu
duygularların cenderesinde kıvranıyorum. Emekli, bir resim
öğretmeni; sevgilisine ne armağan verebilir diye uzun uzun
düşündüm.! Armağan verme işi, benim babadan kalma
huyumdur.
Daha önceki yıllarda; emekli mühendis öğrencimle Mut'a
Pınarbaşı'ndaki röliyefi , sayın belediye başkanının korumasında
kırk günde, gerçekleştirdik. çam sakızı çoban
armağanı...
Mut'un peyzalarını yaptım, belediyeye sundum. Ama,
Mut aşkım,
edimlerimi eksikli buldu.! O'na, yeşil bir bürüncek sunmağı
düşledim.
Ata nal çakıldığını görmüş, kurbağa
ayağını uzatmış
ironik özdeyişi örneği; yeşil bir mut sloganıyla yola
çıktım. Sayın Mut belediye başkanının özverisine sığınarak,
düşümü, kendilerine açık yüreklikle yazdım.
Düşüncemi sevdiler, saygı duydular. Okullar, özel ve
tüzel kişiler, sivil toplum kuruluşlarının katılımlarıyla, bir
kampanya başlatmağı söz verdiler.
Aynı evrensel ve otantik duyguları sizinle de
paylaşmak umusuyla
yazıyorum. Cesaretimi bağışlayanız.
Mut kaymakamı sayın Muammer Sönmez, Mut belediye başkanı sayın
Selahattin Aslan, idealist, çalışkan, gönül
adamlarıdırlar.
Yeşillerin, mavilere uyandığı şu mevsimde, doğaya katkıda bulunmak
için çaba verecek yetke sahiplerini, yüreklendirmek
için zaman zaman telefon etmek, lutfunda
bulunursanız; Mut'u, Mut 'luları, beni gönül zenginliğiyle
yüceltmiş olursunuz.
En derin saygılarımla.
Ethem Aydın, 4Mart2000
SAYIN KEMAL DEMİRBAŞ
MUT ORMAN İŞLETME MüDüRü
Yarın, yeşillerin mevilerle buluşma şöleni var
bütün
yurtta.. Kutlu Olsun.
1920Mut doğumluyum. Resim öğretmeni emeklisiyim
Mut'a gelip giderken, Kurtsuyu köprüsünden sonra bir
bozkır görüntüsü, beni hep üzerdi.
Bu yıl, sayın belediye başkanı Selahattin Aslan'a, önce yazıyla,
sonra sözlü olarak burayı ağaçlandırma özlemimi
anlattım. Düşüncem ilgi gördü. Sayın kaymakama da
ayrıca duygusal bir mektup yazdım.
Bilinen öyküdür, adam damdan düşmüş, derin
ağrılar, sızılar içinde kıvranıyor inliyor;
çevresindekiler, gelen gidenler önermelerde bulunuyor.
Doktorun biri geliyor, yaralar hep depreşiyor duruyor ama sızılar
bitmiyor, artıyor. Adam derin bir soluk alıp inliyor of of bana bir
damdan düşeni bulun diyor.
Düşündüm ki, ağaçlandırma
işlerini sizler
bilirsiniz, öncü olursanız, yüreklendirirseniz,
özlemliler kısa bir süre sonra özlemlerine kavuşur.
Dahası; sevgili Mut'ta yeşil bir bürünceğe kavuşur diye
düşünüyorum..
Pelintepe girişindeki öksüz tepenin yeşertilmesine katkıda
bulunmayı düşlünüyorum. ödentim ne olabilir, nasıl
olabilir?
Bana ulaşmayı düşünürseniz çetin muhasebe
bürosu yardımcı olur, akrabamdır. Beni okuduğunuz için
teşekkürler, saygılar, sevgiler.
E. Aydın, 20Mart2000
SAYIN MUT KAYMAKAMI
MUAMMER BEY
Okuttuğum, liseyi bitirttiğim çaltılı
köyündeki
kızımıza iş bulun demeyeceğim.
Sergilerimden resim satın almaz mısınız da
demeyeceğim.
Uyumsuz, illegal bir iş de teklif etmeyeceğim.
Devletime yardım etmek, doğduğum kentin
yeşillendirilmesine nakitpara
yardımı yapmak istiyorum
Siz Mut'ta devleti temsil eden mülki amirsiniz,
bana yardımcı
olamaz mısınız?
Orman bakanlığı dahil, Adana, Mersin
başmüdürlüklerine
yazı üstüne yazı yolluyorum. Ya yanıt yok, yahutta telefonla
gelin görüşelim deniyor. Bu görev kutsal, saygı duyulası
bir konu değil midir? Niçin büroksasiye takılıyor? Birey
duyarlığı rencide ediliyor.
Eğer ben, Türk Hava Kurumuna, yahutta Kızılay'a
bu başvuruyu
yapsaydım, eminim bir haftaya kalmaz saygıyla adresimde olurlardı.
Benim anladığım kamu görev bilinci budur.
Beklediğim yanıt: "Şu miktar parayı, felan bankaya
yatırınız, varsa
ağaç dikilmesini istediğiniz yeri lütfen bize yazın,
teşekkürler."
Geçen yıl bir dost yardımıyla, Mut'a 2000
ağaç
diktirmiştim, bu yıl da olabilirse, Silifke'den Mut'a girişte, yeşil
öksüzü deveci tepesini giydereyim demiştim.
çocuksu duyarlığımı hoş görüp, belki de duygulanır
yardımı düşünürsünüz umusuyla, sizin değerli
zamanınızı aldım. Saygılar, sevgiler
E. Aydın, 27Aralık2000
SAYIN MUAMMER SöNMEZ
MUT KAYMAKAMI
Kıymetli çağrınızı aldım. Genç
kuşaktan bir
gözlemciyi sizler gibi gönül adamlarıyla tanıştırmayı
görev bildim. Şahsınıza bütün hemşerilerimizin kaysı
bayramını gönülden kutlar, sevgiler ve saygılar sunarım.
Yine mevsimler döndü
Mut'ta, kaysı bayramı bugün
Güneş yağıyor pul pul benek benek
çınarlar altında şölenler sürecek üç
gün
Zurnada otantik ezgi,
Kızlar mengide bel kırıyor
Davulun tokmağı, Mut'lunun nabzında coşku, Karacaoğlan parkında.
Otogardan konuklar akar, yurdun dört bucağından onur verirler
Mut'a, Mut'luya.
üç pınar bir pınarın koyu yeşil gölgesinden,
ünlü saz ustaları ışıklı kıvrak türkülerle
geçer, ebem kuşağı.
Yeli var Karacaoğlan dilinde; gönlü, yediden yetmişe sonsuz
sevilerle yoğunlaşır Mut'lunun...
Mutlu Ethem Aydın, 1Haziran2001
MUT'TA PINAR BAŞINDA YAPILMASI
KARALAŞTIRILAN KIRK METRE KARE ALAN
üZERİNDEKİ RELİYEF PANO
üZERİNE BİLGİ.
Kadim tarihi şeridi içinde çok
ayrıcalıklı bir yeri olan
Mut, tarihin derinliklerinden günümüze otantik bir soluk
taşır.
Kalesi, Balabolu kral mezarları, Alahan, Dağ pazarı, kiliseleri,
çömelek köprüsü ve sayısız antik
kalıntılarıyla bir açıkhava müzesi
görünümündedir.
Mut belediyesi bu zenginliklere bir atıf olarak
küçük
sayılmayacak bir anıt projesini başlatmış, hemşerimiz emekli Resim
öğretmeni Ethem Aydın ve Jeomorfolog heykeltraş Rafet Van'ı
görevlendirmiştir. Proje beş bölümden oluşacaktır.
Yörükler, seyirlik oyunlardan esintiler, yöre folkloru
yine Topografik çizgi içine, yine röleyef olarak,
taşın yalın yapısını bozmadan işlenecektir.
Kaysı bayramı nedeniyle projenin antik
bölümü merasimle
açılmıştır. çağdaş anlamda bir tamtacı ailesi heykeli,
yöresel taşlarla yapılacak Pınarbaşı'ndaki mutasaver yerine
konulacaktır.
İçeriği böylesine dolu bir yapıtın
oluşmasına fırsat veren
Mut belediyesini ne kadar kutlasak azdır.
BU İŞ NASIL OLMALI
Alan çok geniş. Acele çalışmağa
başladığımız için
dizayn yapamadık. Yaptıklarımız alana dağılamıyor. Motif bulmakta
zorluk çekiyoruz. Ayrıca motif ve konu bulunsa ile, taşı yontmak
yardımcı güç istiyor. Sanatçı dostumuz paylaşmağı
istemiyor. çıkmaza düşüyoruz. Aslında hem de
çıkar çatışması gündeme geldi. Ben böyle bir
işe organizasyon olmadan soyunmamalıyım. Soyunmamalıydım. çok
çok güzel güzel işler ortaya koymağa açık olan
Rafet'i küçük çıkarlardan uzaklaştıramıyorum.
Aslında Rafet için yola çıkmıştım. O'nu isme ulaştırmak
için yüreklendirmiştim. Şimdi ise Rafet hemen imza peşine
düştü. Benben demeğe başladı. Tevazu'u unuttu. Beni az da
olsa dışladı. Ortada basit bir çevre dizaynından başka bir şey
yok iken, birçok şey yapılmış havasına girdi. Açılışı
bile O teklif etti. Halbuki bu açılış eserin bitiminde kendine
yakışır bir üslup içinde yapılmalıydı.
önümüzde çok yol var. Bu şekilde nasıl
yürüyeceğiz? İşin akışını ve devamlılığını ve de esas
finansman konusunu organize edecek olan ben'im. Finansman
böylesine geniş çaplı bir iş için erken ortaya
getirilirse bu güzel iş korkarımki durabilir. Zira karşımızdali
insanlar sanata taşne değiller. İyi insanlar, müşfikler, ama
sanata karşı haklı olarak çok duyarlı değiller. Zira onlar bir
yerde siyasidirler. Büyük rakamlara karşı duyarlıdırlar. Ama
işin bitiminde yine de kademeli olarak iyi bir parayı ödeyecek
yürekliliktedirler. Bizim zoru kolay kılmağa yatkın olmamız hatta
gerekirse sembolik değerle bu işi bitirmemiz, Rafet için
şarttır. Aslında Rafet için bu, bulunmaz bir fırsattır.
çünki sanatı böylece kısa bir yoldan vesika edilmiş
olacak. O'nun başarısıyla ben de övünme fırsatı bulacağım.
Rafet'i Rafet olarak muhafaza etmek çok zor. Bu çizgiye
kadar işveren çevreye karşı koyduğu tavırları kolay atlattık,
ama zor oluyor. Bir yerde Rafet işi durdurmağa kalkabilir. Bu durumda
bu işi nasıl bitireceğimi de düşünmek durumundayım.
SIRASIZ NOTLAR
Mut olayı çok çok iyi gelişti, bu bana
Tanrı'nın bir
lütfü oldu. Bir garip rastlantıyla başladı. Benim
organizasyonum ve öğrencim Rafet Van'ın insan üstü
çabalarıyla bitti. Olay elli metre kare bir alanda başlatıldı.
Küçücük, yetersiz araçlarla, kırk
günde, hatta çalışmalarıyla, Mut halkının beğenisi
önünde geçti. çok görülen, bir tas su
içen herkesin, hemen hemen her gün karşısına geleceği,
bakacağı, güncel insan davranışlarından soyutlanmış, uzun yıllar
yaşama şansına ulaşmış bir eser odu. İçerik bakımından belki baş
yapıt değil ama emeğin ve özverinin, doğaçlama yaratı
gücünün ürünü. Benim, yerinde
önerilerim ve sanat adına yönlendirmelerimle oluştu.
19 Eylül 1992 günü çukurova
üniversitesi
'nden Sayın Tuncay özgünen'in çabalarıyla,
rektörlük bazında gidildi. Mut'ta dinlenildi, gezildi, yemek
yenildi. Bütün bunları, Mut'un çok değerli genç
Belediye Başkanı Selahattin Aslan'ın da inanmasıyla yaptık. Otobüs
verildi, yemek verildi ve tekrar üniversiteye, aynı gün
dönüldü. Röliyefin açılışı yapıldı. Bana ve
Rafet Van'a hayatımızın en güzel ödülü olan plaket
verildi.
Konuklara ben Mutlu'yu anlattım. Bu ulu
çınarlar, Mutlu'nun
danışmanlarıdır. Sevinen, canı sıkılan, işinde yorulan, çıkmazı
ve Mut'u olan her Mut'lu, bu çınarların altına koşar, onlarla
her şeylerini paylaşmaktan zevk alır. Mutlu'lar birer filozofturlar,
ulu dostları sayesinde. Ben de yetmiş yıl önce, onların
gölgesinde mevsim mevsim dolaştım, danışarak doğru bildiğimi
yakaladım. Güncel olaylar yapraklarda, dün, gövdelerde,
yarın, dallarda oluşur. Kendi görkemli diliyle yazılmış, okuyanı,
dili çözeni bekler, her çıkmazın çıkarları
vardır orada. Mut'lu, bu dili bilen kişidir. Böylece, bu evrensel
doğa üniversitesine hoş geldiniz derim, ulular adına. Sarı
yapraklar dünü, yeşiller bugünü ve yarını. Ulu
çınarları, derinden akan bol ve soğuk pınarlarıyla, burası bir
cennettir, bir çay içimi uğranan. Burada canlı cansız her
yaratılışın dili vardır konuşulan.
Anektod : Eski yerleşim alanları, zevk, estetik,
insan varlığı
üzerine kurulmuş. özgün insanın ayak izleri var her
yerde. Dekor o kadar vurucu ki, oyuncuları düşünü
sınırlarımı aşıyor. Işık, ısı, ses yankısı, havalandırma ufuk
öylesine güzel, kayalar salt sevginin sıcak ellerinde, bin
bir cümbüş, bin bir anı olmuş. Yaşam tanrılar düzeyinde.
Akmış sanki. Burada onlar tanrılar kadar özgür, onlar kadar
sorumlu yaşamışlar. Biz insancıklara bin bir mesaj vermişler. Nedense
her zaman buldukça, onlara yine geliyorum. Geleceğim,
gerekçem net değil. Ataların izi aranmaya geliniyor, evler
konfordan arınmış. Zamanın doruklarında saklanmış bir şifre bunlar.
İçimde bir yücelti, huzur, dinginlik, zamanda zamansızlığı
yaşamak ne güzel.
E. Aydın
SEVGİLİ RAFET VAN
Yaşam ne güzel şey! Doğa ne denli
öğretici, kendi asıl
paralarının toplamından daha fazla olan bütünleri oluşturma
eğiliminde. Parçalar ayrı ayrı güzel, ilgi çekici
ama tüme vardıklarında bir başka görkemde ve
görüntüde. Kuşkusuz insan bir amaç için
şablone edilmiş, ama bir yönü varki şaşılası.
Görüyor, duyuyor, yorumluyor, her dem ayakta, göre
göre görmeyi, seve seve sevmeyi, duya duya duymayı
öğreniyor, yorumladıkça hinterlandı büyüyor,
büyükdükçe bir başka büyüklüğe
eriyor. Bakar kör olmak bence kişinin
ölümüdür, bugün sizleri daha çok
sevebiliyorsam, doğayı hayranlıkla, her dem taze tınılarıyla algılama
gücümden geliyor. Herşey ve olay her an taze ve yeni bir
görüntüde, görüntüler toplamı ise beni
kaynağıma, pınarlarıma yani sizlere götürüyor.
Yüreğimizin yettiğinden çok sevme hem zor hem de sonsuz
zevkte. Rafet'ciğim yaratılış kaosla başlar denir de, kaosla yani
büyük patlamalarla sürer denmiyor. Aslında yaşam sudaki
burgaç, gökteki viriller sistemiyle doyumsuzdur.
Bir düzelik doğanın kendinde yoktur. İnsanda onu yineleyen bir
konumda olduğuna göre durağanlığı sevmez. Bir martı gibi,
rüzgarda inerek, çıkarak, süzülerek uçmak
ister. Ama hep uçmak ister.
İnsanın var olduğundan beri bu kuram geçerli.
Mağara duvarları
ilerlemeler birer macera olarak başlar, kişiler bu deneylerde
ölseler bile insanlık ünlenir. Bayrak yarışının bir etabında
pırıltı kazanırlar. Rafet Van bu çizgiye kadar iyi bir
gözlemci oldu, körün ağaçtan düşüp
gözü açılması gibi, şimdi uygulamacı çizgisine
geldi. Yumurtadan yeni çıkmış bir tırtıl gibi kemirgen ve obur.
Ben aslında çok zor bir görev içindeyim,
böylesine atomik, böylesine nükleer bir gücü
ve canavarı kanalize etmeye çalışıyorum.
Aslan veya kaplan kafesindeyim, her an bir kol ve bacağımı
kaptırabilirim. Bu bağlamda bana birilerinin yardım etmesi gerek,
beni çok sevmek yetmez, beni de iyi dinlemek, bazı değişmezlere
saygı göstermek gerek. örneğin hiç bir zamanda sanat
kuralsız olmamıştır.
Hemen "Altın Oran" isimli kitaptan bir tane edin.
Doğada, bilimde,
sanatta altın oran (Mehmet Suat Bergil). Her paragrafı anlamana gerek
yok, anladığın kadarı da bana yeterli. İlk buluştuğumuzda lütfen
bunu yapmış ol. Kafese dönüyorum, bu kesimde bir kaç
yara aldım.
Henüz olgunlaşmamış, tümlüğe
ulaşmamış
bölümün açılışını beni aşarak empoze ettin, Rafet
Van imzasını erken ve beni dışlayarak kullandın, tevazu, ılımlı olma
anlaşmamızı bozarak, başkanın bize hizmetle bizzat görevlendirdiği
kişiyi, bana ulaştığı kadarıyla azarladın, o da bire bin katarak yerine
ulaştırdı.
Türkyılmaz kafilesiyle ilgili
sürtüşmemiz de cabası.
Bütün bunlar işmizi bozmaz, kötü
bir ihtimal bozsa
bile sana ben birşeyler ödeyeceğimi önce söz vermiştim,
yine de sözümde duruyorum. Ne istesen de istemesende ben onu
ödeyeceğim.
Ben epeyce yüksek
düşünürüm, eserin bitiminden
sonra görkemli bir açılışı düşünüyordum,
böylece ikinci açılış yersiz olacak.
Sizden ricam, ben gezide iken sizi ararlarsa benim
dönüşüme kadar bir şey vaat etme. Onlara bayram
tebriğinde yazmıştım, bu seranomilerin yorgunluğunu ve bayram
yorgunluğunu çıkardığınız zaman bize bir telefonunuzun yeterli
olacağını yazmıştım, bundan sebep biz şimdilik beklemede olalım.
Sanırım biraz da fiyat karmaşasına düşmüş olabilirler.
çünkü biz henüz yapılmamış bir iş için
fiyat veremezdik, vermedik. Ama işin çapını onlarda
görünce bunun gerekliliğine inanmış olabilirler.
Gündüz sekiz saat, gece beş saat emek aslında çok
çok pahalı olması gerektiğinin bilincindedirler. Aslında, biz
işin şerefi için soyunmuştuk, o kısım şu haliyle bile çok
kalıcı oldu. Duvara kazıdıklarımızın bir anlam getirdiğini diyemem ama,
o lahit kapağının oraya yerleştirilmesi bile yalnız başına beğeni
getirdi, çevreyi değiştirdi.
Sonuç olarak, seninle ne kadar
övünsem azdır. Sağol,
varol.
Ankara'dan bir araştırmacı telefon etti, pantantifi
çok
beğenmiş, ama üzerindeki 1992 tarihiyle neyi kastetdiğimizi
soruyor, yuvarlak birşeyler konuştum ama sana da sormayı yerinde
buldum.
Seni öper, hanımefendiye saygılar sunarım.
E. Aydın, 17Haziran1992
RAFET'CİĞİM MERHABA
Zamanımızdan binyediyüz yıl önce,
Eroastrat isminde bir kişi
Efes'i yakmıştır. Kitaplar öyle yazar. Efes alevler içinde
yanarken bu kişi yangının içinde bir kuleye çıkarak
aşağıdakilere haykırmış, "tarih beni unutmayacak, Efes'i yakan
Eroastrat diye yazacak" demiş.
Rafet'ciğim, hayatın ağırlığı da, hafifliği de bu
tümcenin
anlamında yatar. Eğer bir sıvıdan, bir gazdan daha hafif olan insanı
ağırlıklarla donatmazsak insanlık tarihi bir düze doğum,
ölümlerle sürer giderdi. İşte bu teviyeliği yenmek
insanlıktır. O kişilerdir ki, tarihi daha irtifalı tavana
ulaştırmışlardır. Onlar çadırımızın direkleridirler.
Sanatçı, belirsizliğin müphemiyetin
emzirdiği
çocuklardır. Sıradan gerçekliğin üzerinde
gezinirler. İşte o ezeli gerçektir.
Onbin yıl önce veya onbin yıl sonra, şu bendeki heykeliniz bir
kazmanın ucuna gelseydi, veya Mut'taki frontal arkeoloji bir kazıda
insan eline değseydi! şimdiki suskunlukla
ölçülemeyecek bir sevinç bir mutluluk kaynağı
olmaz mıydı???
Bende sıradan, alelade bir insancığım, ama
büyük
düşünmeye başladığım zaman öylesine iç boyut
kazanırım ki, kendime hayran olduğum olur.
Herşeyi, herkesi sevmeye çalışırım,
yapabildiğimce
üretenleri, hayatı sevenleri sever sayarım, kişilik
çatışmam olsa bile. Böylece kişileri verimlilik derecesine
göre sıralarım. Verimlilik insanlık çizgisinde sınır bulur.
Bu bağlamda ben yalnız adamım sevilmemi ikincil tutarım. Methiyeleri
eğretilerim, çünkü ben kendimi sıfır noktada ararım,
orası kanımca çok çok sağlam bir mekandır. Kaybedeceğim
yoktur, kazanırsam mutlu olurum.
Bu durum da benim için hiç
anlaşılmayan
yönümdür. Yine bence bile.
Sıradan iyiyik yapmayı sevmem, bana dilenciye sadaka
verir gibi gelir.
Ama kahramanları gördüğümde, duyduğumda canımı veresim
gelir. Benim kanımca dünyamız kahraman sıkıntısı çekiyor,
çevremiz yalancı, bir atım barutu olan sözde kahramanlarla
dolu, hepside diplomalı. ömürleri çağın içinde
kalacak ve unutulacak. Medeniyet terihine ve sanat tarihine bakarsan
bir avuç kahraman görürsün, çoğu da
isimsiz ve anonimdirler.
Marifet odur ki, onların içinde olmayı
amaçlayacak kadar
basiret sahibi olunsun. Evrensel dolgu doğru budur, bu
çizgidedir. üst tarafı lafu güzaftır. Ethem hoca
paranın hepsini aldı yedi, seni sömürüyor, seni
taşçı ustası gibi kullandı, oradan çok aldı, sana az
verecek, bunlar beni bağlamaz. O iyi gün dostlarına derim ki,
yıllardan beri Rafet yanınızda çevrenizde idi, niçin bu
yetisini tanımaya çalışmadınız? niçin
yüreklendirmediniz? Bu nükleer güce bir defa olsun
kendisini kanıtlamak fırsatını açmadınız? Şimdi bile hala neden
yanında önünde değilsiniz?
Bana gelince, kesin kez beni bunlardan sebep sevmeni
istemiyorum,
sevgide karşılık beklemek benim felsefeme uymaz. İnsanlık adına bir
hayli yol yürüdük, engebeler çok olsa bile bu
çizgide durucu değilim, gücümün ve sağ duyumun
yardım ettiği çizgiye kadar yolu açmaya devam edeceğim,
bana lütfen inanmaya devam et. Sen önüme set koyma!
örnekler: Sergileme dediğim bibloların
sergilenmesi. Mut'taki
çalışmamızda bordür olayında direnişin. Yapıtın
tümünde birlik ve beraberliğin göz ardı edilmesi.
Evrensel kuralların dışlanması. Parçalar
bütünlüğü ile tüm arasında doğan basınç
farkları. Dahası çevrende oluşan dar ve kısa çıkar
dedikodularının seni ilgilendirmesi. Senin tarafından yanıtsız kaldığı
gibi, bu utanç verici dedikoduların bana ulaştırılması.
Güncel bir iletişimsizlik, dünkü konuşmamız
içinde de oldu. (*)
Belki bu gerçekçi yazımda, bir takım
yalın iletişim
eksiklikleri bulacaksın, ama o benim eksiğim değil. Yakınlık
çizgimizi ırgalamaz. Seni öper,
çalışmalarınızda başarılar dilerim.
E. Aydın, 8Eylül1992
çUKUROVA üNİVERSİTESİ
SAYIN
REKTöRLüĞüNE ADANA
Taşelinde, antik kalıntıları, folklorik
özellikleri, yalın doğası
ile küçük ama canlı bir beldemizdir Mut.
Tarih boyu gelip geçenlerin, bir çay içimi de olsa
dinlenceyeri olmuştur pınarlarımız,çınarlarımız
Bugünün ve yarının gören gözleri olan sizleri, bir
sonbahar çayı içmek için Mut'a çağırıyorum.
Gelirseniz Mut'luyu daha mutlu eder, bir bayram atmosferi içinde
ağırlamak fırsatı ve şerefi verirsiniz bizlere.
Ondokuz Eylül Cumartesi günü, eğer
uygun bulursanız,
elli kişilik otobüsümüz saat dokuzda sizleri almak
için Balcalı'da olacaktır. Günün programı:
Cumartesi günü saat dokuzda Balcalı'dan hareket
Oniki de Mut'a varış,
Mut'un mesire yeri Karaekşide öğle yemeği,
İstenceye bağlı ören gezisi(1015km civarı)
Pınar başında yapılmış Relief Panosu'nun açılışı,
Halkla bütünleşmiş folklor gösterileri, otantik
dinletiler, ezgiler,
Veda çayı sunu. (Bütün sunular pınar başında,
çınarların gölgesinde),
Aynı araçlarla Adana'ya hareket.
Saygılarımla
Mut Belediye Başkanı ,Selahattin Aslan, 10Eylül1992
SAYIN KüLTüR BAKANIM
KIYMETLİ HEMŞEHRİM
FİKRİ SAĞLAR
Siz genç ve dinamik kuşağın az bulunur
nitelikte, kıymetli bir
temsilcisiniz. Bir ülkenin var veya yok olması kendi öz
kültürüne yaklaşımından geçer. Ellili yıllardan
beri hata üzerine hatalar yapıldı ve çapraşık durum ortaya
çıktı. Hiç bir siyasinin ve faninin sorumluluğu, sizinki
kadar kutsal ve önemli değildir, kanımca. Bunun bilincinde
olduğunuzu düşünerek, endişe ve beklentilerimi size
ulaştırmak istedim.
Bildiğim kadarıyla ve inancıma göre
kültür, siyasi bir
çizgide düşünülmemesi gereken, halkların
özbenilerinde yerleşik tinsel bir olaydır. Yönlendirilmeside
aynı bağlamda olması gerekir. Kültürdeki her oluşum ve
gelişim, değişim bireye aileden, oradan da topluma, kendi içinde
korunarak ilerler, siyasi düzeye böylece yaklaşır. İşte size
düşen bu yansımaları çok ince, hassas antenlerle toplayıp
değerlendirmektir. İşiniz o kadar zor, o kadar nuanslarla dolu ki,
yanılgınız yılların ötesinden duyulur.
Size güncel bir kaç örnek vermeye çalışacağım:
Sonbaharla beraber yörelerimizde yoğun bir
kültür
şenlikleri başladı. Ama halka rağmen halktan uzak. Geçen
yıllarda Mersin'de Karacaoğlan üzerine bir sempozyum vardı,
Ankara'dan, İstanbul 'dan yolluk alarak çok sayıda öğretim
üyesi, sırayla kalkıp ellerindeki notlardan birşeyler okudu,
oturdular, ama asıl Karacaoğlan diyarından bir muhtar ve bir kaç
kişi orada eğretileme bulundular. öyleyse sorulabilir, bu toplantı
neden üniversitede değildi de Mersin'deydi?
Yine geçenlerde onbeş kadar ressam
sanatçı
seçtiniz, onurlandırdınız, neye göre seçtiniz?
Türkiye binbir memeli bir anadır, emzirdiği çocuklar
öyle bir bakışta gözükmezler. Karacaoğlan, Veysel ve
nice niceleri yaşıyor bu ülkede. Mersin'in Mut kazasında, sayın
belediye başkanı Selahattin Aslan'ın kişisel çabalarıyla,
akademik kariyeri olmayan Mersin'li Rafet Van, pınarbaşında iki ay
geceli gündüzlü çalışarak otantik karakterde
doğaçlama bir relief panosu ortaya koydu, bir baş yapıttır
iddiasında değilim ama yerine öyle bir oturdu ki, pınar başına her
gelen, her su içen doğrulup bakıyor. Bu kişiyi sizin keşfetmeniz
için uzun çabalar verdim, ulaşamadım, ulaştımsa da
etkisiz kaldım.
Mersin'e bir Karacaoğlan heykeli kazandırdınız, var
olun sağ olun, ama
heykel Karacaoğlan imajını bozuyor, duyumsal yönü eksik.
1950'lerden beri Türkiye genelinde dikmeye
çalıştığımız
büst ve heykellerden bu heykelin ne farkı var. çağdaşlık
neresinde?
Mut olayı bu bağlamda halktan halka ilk kültür olayıdır.
Şimdiden anonim olmuş, halkın beğenisini kazanmış,
bir bakıma halk
jürisinin süzgecinden geçmiş, arkaik ve antik
çağların birikimleriyle çağdaş bir yorum olmuştur.
Sözümü burada kesiyorum.
Hoşgörünüze
sığınıyorum. Ben bir sanatçıyım, duygusal olmuş yersiz
yargılarda bulunmuşsam beni bağışlayınız.
Saygılar, sevgiler sayın hemşehrim.
E. Aydın, 16Eylül1992
SEVGİLİ DOĞAN
Bir dergide, bizim Mut relief panosu hakkında uzunca
ve detaylı bir
yazınızı okudum. İlginiz saygıya layık ,var olun sağ olunuz. Ancak bana
ters gelen şey, sanki hep beraber birazda iç içe olmamıza
karşın olayı yanlış yorumlamışsınız.
Ondokuz Eylül dahil, yirmibeşine kadar
matbuatta epeyce geniş
yankısı oldu, diğer gazeteler arşivimde olduğu için size bir
bölge gazetesinden doğru yorumu sunuyorum, bunu bir teksip olarak
değerlendirebilirsen bir diğer yazınızla konuya tekrar yaklaşabilirsen
yapıtın geleceğine katkıda bulunmuş olursun.
Zira bu yapıt devlet arşivine girme yolunda,
dibahçesinde ise ve
yine ikinci kanal televizyonunun verdiğine göre, relief
Türkiye'nin Anıtkabirdeki relieften sonra ikinci
büyüklükte reliefidir.
Halktan başlayıp halka ulaşması da cabası.
Yine bilmen gerektiği üzere, çukurova
üniversitesi
Rektörlüğü, artı güzel sanatlar bölüm
üyeleri de jüri bağlamında orada idiler. Sizi de yanımızda
görmek istedik ama galiba rahatsızlığınız engeldi.
Bu yapıt başından sonuna kadar bir ekipman
çalışmasıdır, sizin
sehven yaklaşımınızda olduğu gibi bakılacak olursa gönüllerde
bu muhterem çalışmaya gölge düşürmüş oluruz.
Tahmin ettiğime göre üç yıl seninle
beraber
çalıştık, yine kırk yıl senin bir kaç eserini dosyamda
saklayarak, şerefli bir günde size sunarak, ben kendimi ve sevgimi
kanıtlamış oluyorum. Bundan sonra sıra sizde.
Ekteki gazete yazısı sanırım Yeni Adana'dır. Sergi
davetiyenizi aldım.
Açılışta Anakara'da bulunmaya çalışacağım. Zira, ben
Doğan'ın eline ilk fırça verenim.
öperim, acil şifalar, başarılı çalışmalar dilerim.
E. Aydın, 29Ekim1992
SEVGİLİ RAFET VAN
Bu sabah, günlük programı düşlerken,
aklıma senin
yaralarına bir melhem olur umusuyla; bir tür sanat etkinliği
yapılamaz mı düşüncesini sana yazdım. Mektup geri geldi.
Süreyya hanıma telefon ettim, sana ulaşmak için. Yanıt
alamadım.
Sonra Doğan Akça'ya durumu açtım. Senin ticaret odasıyla
bir bağlantı içinde olduğunu söyledi.
Sivil toplum örgütlerinden birinin
çağdaş yaşamı
destekleme derneği.Ali Merze. veya bi benzerlerinin şemsiyesi altında
bütün yapıtlarını kapsayan: açık artırmalı bİr sergi
açılabilse, kuruma da bir pay tanınsa, sanırım, beşaltı
mİlyarlık bir çizgi yakalanabilir diye düşündüm.
Seni seviyorum. öpüyorum.
Not: çağdaş yaşam gibi, Ali Merze gibi
bir sivil
kuruluşun çağrısıyla artırmalı, organize, satışa
açık bİr Rafet Van sergisi. "Mersin'li hemşerimiz Rafet Van,
önemli iç nedenleriyle yapıtlarını, açık artırmayla
satışa sunmuştur" denilecek. Organizasyona bir katkı payı da
düşünülerek, önerilirse çekilen
sıkıntılarına bir katkı olur mu ? diye düşündüm.
Bu çocuğun sıkıntısı çok
büyük, bir gün bu
yükün altında ezilir kalırsa ,uzaktan yakından bizlere de
suç payı düşer. Sevgilimiz, dostumuzdur.
Bu olayın başlatanı,çağdaş yaşamı destekleme
derneği olursa,
daha bir anlamlı olacağını düşündüm.
Kendisiyle, münasip bir dille konuş, anlatmaya çalış.
İsterse gereğini yaparız. Sizleri öper, yanıt beklerim.
Bende, Rafet'in bir heykeli de var onu da koruz.
Ethem Aydın, 19Nisan2001
SEVGİLİ VE KADİRBİLİR DOSTUM VAN.
Servantes, Donkişot'un bitiminde, "offf meğer benim
büyüklüğüm dertlerimin
büyüklüğüymüş.." der. Yine bileceksin,
kıral, Donkişot'a değirmenlerle savaşı yasaklamış, karşılık olarak
ailesiyle birlikte yaşaması için bir büyük,
çiftlik vermişti. Bu söz orada geçer.
Rafet Van'ın büyüklüğü,
dertlerinin
büyüklüğüdür. Benim
küçüklüğümse, aşağılık duygusu, sendromudur.
çaresiz dertlerdir bunlar. Beraber yaşanacak...
Mektubunda yazdıkların, insan Rafet'in iniltileri,
gerçekleridir. Sıradandır, iç avuntusudur, onun
için, ben yalınız satır aralıklarını okuyarak, duygulanarak
yanıt vermeyi deneyeceğim.
Biz insanlar, çok genciz. Hayvan
kardeşlerimizden biraz
ileride..İrade, mantık, düşüncede, iletişim kusurumuz hep
vardır. Severken döver, söver; döverken de severiz.
Uzamda, yani, dünde, günde, bu denli,
güçlü,
sıcak, anıları olan, insanlar, mutludurlar. Siz gibi, ben gibi.
Zamanda, yani belirsiz geleceklerde; sevginin ebrulu kanatlarında,
mavilikler bizimdir.
Bana, bozuk makina başında iki sayfa, hem de dolu
dolu iki sayfa zehir
zemberek yazı yazdıran, sevgi değil de nedir.?
Günlük sorunlarımız, hepimizi karamsar yapar bu canlının
psikolojisinde vardır. Bir şey daha vardır; sevgi ve
bağışlayıcılık, haklı ve haksız olmak önemlİ değil;
çünkü iletişimde zaten zorlandığımız bir
gerçek...
Bellİ bir yaşa ulaşan insanları eğitmeye kalkmak
yerine, olduğu gibi
sevmeyi denemek akılcı olur. Ben seni severken, överken hep
böyle yapıyorum. Sizin duyarlılık ve sitem, bazen de hakaret dolu
doğa ve birey betimlemeleriyle süslü, mektubunuzun benzerini
yazmak, benim için de pek zor değil; ama kime ne
kazandırır.!
E. Aydın, 5Mayıs2001
SEVGİLİ RAFET
Sizin bana kızarak daktiloyla ortaya koyduğunuz
yapıt, bir yazın
harikası.. İroniler dizgesini sevginin ılıcak suyunda öylesine
banyo yapmış, ölümsüz iksirlerle yalıtmışsın..
Geçen akşam Aydın Sanatevi'nde bir dostlar
sofrası kurmuş,
eytişim içinde konuşurken bir mektubunun da okunmasını istedim.
Doğalki övünme nedeniyle. Tekrar okundu,
dinlendi, alkışlandı. Bir dergi sahibi de dergisine koymak istedi.
Rafet, öteden beri sen sıradan değilsin. Ancak tirene ters binişin
gibi, peyzajları sonradan görmeğe devam ediyorsun. Güzel
sanatlarda aldığın yol, tırmanıştaki sabır çoğumuzda yok.
önceleri kömür bulmak için
yola çıkmıştın,
şimdi ise altun buldun. Harika çocuk, seninle övünmeğe
hakkımız var. ülke sanatına büyük katkıların oldu. Bu
bir övgüden öte uzgörüdür. Bunu zaman
kanıtlayacaktır. Ethem Aydın, övgünün de
sövgünün de nerede nasıl kullanılacağını bilecek kadar
deneyim sahibidir.
Parkurda koşanların çokluğuna bakma.
Seçkin edimin doğru.
Ters tirene binmiş olmak kadar bir suçun var. Yine bileceksin,
tirene ters binenler küfürbaz olur, çevresine bozulur,
yaratılışa kızar.
Geçen gün cezanla konuştuk. Bana
"Picasso
öncümüz. Yol göstericimiz hocamız." demiş. "Benim
de ne kadar beceriksiz olduğumu sanki bilmiyor gibi...." diyor.
Şimdileri cezan bir ekoldür.
Sana senin mektubunun suretini yolluyorum. Bir de
sen oku...
Gelecek mektuplarda daha akılcı yazılar
göreceğim umusuyla
öperim.
Seni seven Ethem
Eydın, 18Ağustos2001
SEVGİ üZERİNE
KADIN HAKLARI üZERİNE
Uzun süreden beri şöylece 19.
yüzyıldan, 20. yüz
yıla geçerken konuşulmağa başlamış bir konudur.
Kadın konusuna girmeden önce, birleşimde,
oksijen hakları, kompoze
birleşimlerde, bir elementin diğerine göre hakları diye bir
düşünceye hiç yatkın değiliz. Zira bu birleşim
elementinin yeni elementler üretmek için belli
ölçülerde formüle edilmiş sitemlere saygılı
olunuyor. Dişi ve erkek bütün canlılarda kendi rolleri
içinde bir takım ayrıcalıkların doğallığını da beraber taşırlar.
Yapı itibariyle ayrı şeylerdir, kendi sistemleri içinde
düşünülmek
gerekir.
İnsan bireyinin yapı taşları olan, kadın ve erkek
olgusunu bir eşitlik
modasıyla zorlamak, bilmem ne kadar akla yatkın olur?
Erkek ve kadın doğanın yapısında var. Doğum gibi, ölüm gibi.
Açlık tokluk, varlık yokluk, hep anlaşılmış,
anlaşılagelmekte.
Yapı içinde erkek anlaşılabilir veya anlatılmağa daha çok
çalışılmış veya kendimi yapı karekterimiz olduğu için
daha çok tanıma ulaşmış.
örneğin; dölleyici atak, korkusuz, zaman
zaman cesur ve diğer
gam, yani başkaları için her tehlikeye atılabilen,
çevresindeki olaylara bir macera niteliği verebilen utopik
kararlar alabilen kişilik gösterir.
Böylece genel yapısında atılımcı, davetkar,
öncelikci bir
ivecenlik bulunur. İleriyi görmekte, duyguları ve hayalciliği
ön sırayı almağa hazırdır. Cinselliğe bakış açısı,
doğal olaya saygılı, yeni nesillere ilgili ve sevgili yeni nesilde
birinci amilin kadın olduğu.
Yaratılış bana göre kadınlara, kadınlığa endekslidir. Kadınları
yüceltebilen toplumlar, kendileri yücelirler. Henüz
bizim geçirmekte olduğumuz evrimde; kadını sıradan insan gibi
görüyoruz. Kadın insan değil, insan üstüdür.
Onların dilini anlayamadığımız için, kızdıbağırdınaz ettiisyan
ettihakaret etti gibi çeviri yanılsamalarıyla, olay yaratıyoruz.
Seven kadın konuşur, konuşmalıdır. Sözcükler sanaldır,
soyuttur, tek anlamlı değildir. Başka bir dilden çevirilerde
çevirmen uyanık olabilse, "Seni Seviyorum" tanısını ve
müziğini algılayacaktır.
önemli Not: Bu yazım sosyolojik, etiğin işleyen kural ve
kuramlarının perspektivinde yazılmış, klasiktir. "Her eve lazım Zetina
dikiş makinası" evliliği birincil tutan
görüşü anlatır. ülkemizde hala üniversite
okusa bile, bir genç kızın yaşantısını vurgular.
Uygar yapıda bireylerin, özgürce, sadece
birey olarak sevgide
çoğalması ondaki nükleer gücü keşfetmesiyle
yaşamı yaşanır kılmak amaçlıdır. Dahası tektir, evrenseldir,
önce tinsel sonra da tanseldir.üreme dürtüsü
aydıldır.İsteğe,dileğe bağlıdır
Canlılık sularda başladı. İlk canlı (bakteriydi), hücreydi.
Hücre kendisini kopyalayarak çoğalıyordu. Uzun süren,
tek hücreriler döneminden sonra, çok hücreliler
evrimi başladı. Türlerin oluşumu ve çeşitliliği gereği
cinsellik, dişierkek birleştirici güç olarak seksin
eşliğinde devreye girdi.
Böylece milyonlarca yıllardan beri
süregelen, tek
düzelik yerini, çeşitliliğe bıraktı. Dişi, erkek, bir
bütünün iki zıt ögesidir. Kuvvetlerin zıtlıkların
bileşkesi. Eksi, artı, anot), katot, nötron, pozitron gibi,
saymakla bitmeyecek zıtlıklar bilimin direncini, inandırıcılığını,
korur, kollar.
Dahası, teknolojide yeni buluşlar, zıtlıklarla
savaşarak değil, onları
kullanarak olmuştur.
Konumuz cinsellik olduğuna göre; savımızı
sürdürelim.
Aile, sosyal yapının, en küçük birliği,
bütünün vazgeçilmez, verimli zıtlığını da taşır:
Erkek ve kadın.
İki ayak üzerine kalktığımız,
düşüncenin sonsuz
verilerini yorumlamaya başladığımızdan bu yana, onlarca düzeni
bozarak, ancak belki de bir düzen kurabildiğimizden bu yana; aile
bütünü de, düşüncenin karmaşasından payını
aldı... Evrensel yapının içsel mantığından uzaklaşarak da
olsa!!..
çağlar boyu, kadının toplumdaki yeri
tartışılmıştır. İsadan
önce; Ptagoros, Eflatun, Sokrates, Aristoteles, adın konusunu uzun
uzun eleştirmişler, düşünmüşler.
Yaşadıkları zamanın, mantığına göre; egemen
güçleri
devlet otoritesini, devreye sokarak, yasalar getirmişler.
Antikçağ ve ardılları; Engels, Maros ve diğerleri akılcı
yorumlarla; kadının ezilmişliğini konu edinmişlerdir. İnsanlık ideo'su
evrim gereği, demokratikleştikce, kadinlar, bilinçlendikce,
yasalar da, yine erk'e tarafindan değiştirilerek bu günlere
gelinmiştir.
Böylece feminizim, yapay olarak gündeme yerleşmiştir.
Doğurganlığıanalık görevi birleştirici
bağlayıcılığı estetik
yapısı gereği kadın, aile içinde, toplumlarda saygındır. Her
sosyal kuruluşta (dinde, dilde), etik ve tabuda, "ana"
sözcüğü gizemli, muhterem, saygındır.
Zamanlar içinde, otoriter nedenlerle, yine,
tabular,
kültür, etik, kadını, mal gibi, alınıp satılan meta gibi,
görmeye yönlenmiştir. Günümüz de bile,
yasalarımız, kadınları ayrıcalıklı tutar. Koruyuculuğunu
sürdürür. Bana göre bu bir paradokstur!!
Zaman zaman, kadınlarımızın böyle istediklerini,
düşündüğüm olur...!!!
Kadın üniversiteler bitirmiş olsa bile; ide de,
(her genç
kızın rüyası, Zetina dikiş makınası! ). Yani varsıl bir erkek; hep
aranandır!!!!
Cumhuriyet'in kuruluşlundan bu yana kadınlar hep
ezildiklerini
gündemde tutarlar: Kim eziyor? Erkekler.. Erkeklerin, kadınlarına
vermedikleri ne kalmış ki??? Saydığı, sevdiği, ilham kaynağı, onlar
değil midir?? Onlara, şiirler yazan, mersiyeler düzen, sanal da
olsa, onları çehizleyen; bir tek gülücüklü
bakış için, sırasında, yaşamı bile dışlayan, onlar için
mamureler yaratan, savaşlar veren, erkekler değil midir..? Bu kadar,
sağlam, evrensel, bir etiğe karşın; kadın, kendini
küçümser, ezilmişliği; sanki, kanıtlamak ister gibi,
değişmez bir portre sunar.::!.? Yalancı çoban örneği: Onlar
bağırıyorlar. Hakkımızı istiyoruz da istiyoruz!
Eğer bir yerlerde, bir problem görüyorsanız, bu, sizin
probleminizdir. Eğer birinin, bu konuda, birşey yapması gerektiğini
düşünüyorsanız, unutmayın ki, siz de herkes kadar,
birisiniz.!
Zaman o kadar hızlı ilerliyor, değişiyor ki,
ayrımında değiliz..
Parlementoya kadınlarımızı da alabilmek için, az mı çaba
verdi biz erkekler...???! çıkan sonuç:
Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze
kadar parlementoda,
kaç kadınımız oldu???? Biz erkekler, sizleri seviyor,
güveniyor, dahası ülkeyi sizlerle beraber daha iyi idare
edebileceğimize inanıyoruz. Niye, sivil kadın kuruluşları olarak aktif
politikaya soyun muyorsunuz?
Radikalizmin, (şeriatın) hedefi açık
seçik sizlerdiniz,
sessizliği sürdürdünüz. Acı gerçeği,
çok geç duyumsadınız. Karanlık güçler, ev ev
dolaşıp, gizli gizli teşkilatlanırken, sizler toplantılarda,
dedikodusunu sürdürüyordunuz!..
Son birkaç yıl içinde, kahraman, önsezisi
güçlü, dinamik kadın liderler
öncülüğünde, organlaşmaya, sesinizi
yükseltmeye başladınız, övülesi sonuçlara
koşuyorsunuz. Gurur duyuyoruz sizlerle.
Sivil toplum örgütlerimiz,kadin
kuruluşlarimiz;orta sahada
top gezdiriyor, temposuz, kuralsız, kendi düşüncenize
göre oynuyor, alkış toplamakla yetiniyorsunuz. Organlaşmıyor,
toplumun duldalarına; gitmiyorsunuz.? Devletin eksiklerini onarmağa;
öğrenciye burs bulmağa giydiripkuşatmağa; dahası
görülenle zaman yitiriyorsunuz. Bir türlü, ulusal
savaşımızın kadınları olamıyorsunuz.
Bu top yekün bir savaştır.
Bedeli ödenmeyen savaş kazanılamaz.
<ah..bunu bir anlsanız>!!
Türk ulusu, ebencet tarihinde, karanlık
günlerin ışığını
(sizleri) yanında buldukça, kazanamayacağı savaş olmamıştır.
Sizler, ateş böceklerisiniz. Karanlıklarımızda
ışıyan, ışıtan!..
Ortalığa çıkınız! Toplumumuzun kutularına, en ücra
köşelerdeki, karanlıkların üzerine gidiniz, onları
aydınlatınız.Açı doyurunuz, yoksulu giydiriniz. Ulusumuzun
geleceği, kadınlarımızın inandırıcı özverilerine, katılımlarına
bağlıdır. Sevgiler Saygılar.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Yine akbulutlar renklendi,
Usumda yağmur var, çisem çisem
Işık ışık umutlar üstüne düşen
Nar çiçeği ayva kokusunda
Sevgi çoğalıyor, özlü söz gerek!
Sevgiyi anlatan, sevgiden öte!.
Yazmak gerek tanığıyım yüksekliklerin....E.A
Varlık var olalı beri, anlam da, anlamsızlık da çelişkideki
gizini koruyor. Akılcı olmaya özenen insan, yaratıcılığa tutsak,
sevgi ise varlığın tek ve koşulsuz gerçeği.
Anımsanacağı gibi, sevgi pek öyle asil soylu
bir duygu değil,
aç, çıplak, yalınayak, sokaklarda gezen, oralarda yatan,
heryerlere davetsiz girip çıkan bir garip haspa....! Anası olan
yoksulluğa çekmiş. Birde baba yönü var, (babası
zekanın oğlu bolluk), atak, akılcı, yaratıcı, savaşçı,
eleştirel, kısa günde kırk defa ölen, ne yapıp ne edip
dirilebilen baba yönüdür.
Yine mistik söylencelere göre; sevgi, cin gibi, peri gibi
görünmez. Uzam ve zamanda hep yakın çevrede bulunan,
varlığını, var oluşundan algıladığımız gizil güçtür.
Yerçekimi örnekli çekici yapıştırıcı, bağlayıcıdır.
Nötür olmasına karşın, yönlendireceğiniz hedefe
bütün gücüyle koşar, biçem kazanır. İyiliğe
derseniz, sonsuz çoğalarak iyiliğe ayrımsız koşar.
Kötülüğe hedeflerseniz, amansız, acımasız
kötülüğe dönüşür. Kırmak, dökmek,
öldürmek, kıskanmak, yoketmek gücüne ulaşır.
Akbulut, bu dönüşüm bilincine ve
şansına ulaşmış
örnek bir kişiliktir. O, sevgiyi, koşulsuz sevgiye
dönüştürebilen bir hanımdır.
özde, yaşam kısacıktır, sınırlı uzunluktadır. Derinlik
amaçtır. Onu zengin tutanlar, renkli ve derin tutanlar! onun
evrensel insana bir geçiş olduğunu bilen, duyumsayan
üstün yaratılışlardırlar ki, topluma hep ışık tutarlar fener
olurlar...
E. Aydın, 8Haziran1996
SEVGİ VE AŞK üZERİNE İNCELEME
Sevgi, bilimsel ve kültürel
ölçütlerle
incelenebilirliği ve öğretilebilirliği nedeniyle çağdaş
eğitimde yerini almıştır.Konunun duygusal içeriğine
yaklaşabilmek için; İnsanın, doğaya karşın varlık nedenini;
bilimin, fenlerin,felsefenin,metafizikin ışığında yorumlamak gerekiyor.
Bilimler; dinler gibi, tek doğru olarak
düşünüldüğü sürece, anlatımda zorlanacağız
Canlı cansız yaratılışın sarmal iç mantığında yaşamın
anatomisini ve gerçeklerini koruyarak ve kollayarak sevgi hep
var olmuştur. Bunca ağırlığına, ezinti, üzüntülerine
karşın, yaşamı çekilir kılan, sevgidir. Bu bir çekim
gücüdür, birleştiren, bağlayan, direnç kazandıran.
Ne gariptir ki insanoğlu, sevgiyi yaşamın ve
yaşanmışlığın
labirentlerinde zamanlar boyu hep körü körüne arar
durur. Mitolojinin yarattığı, tanrılar imparatorluğu kurulmasaydı aşk
da, sevgi de ilkelliğini korur olacaktı..! İnsan merkezli bu kuruluş,
bir mucizeydi.!. Mitoloji "söylence bilim",
özgürleşen düşüncenin hayal ürünleriydi.
Kuramları da yoktu.
İsa'dan bin yıl önce, Asya'da, Afrika'da, Mısır 'da,
Sümerler'de yeryüzü tanrıları vardı. Helen'ler, bu
ön deneyimlerin de etkisiyle; çok figürlü,
çok sesli, kendi içinde bütünleşen, sanal
otoriteler yarattılar.
Bundan sonra bilimler de, fenler de, güzel
sanatların gelişmesiyle
yaşam kazandı...
Aslında sevgi; varlığımızda, soluduğumuz havada,
içtiğimiz suda
çelişkisini ve görkemini koruyarak bizimledir. Sevginin,
sonsuz denizlerine yelken açmadan, yaşamında anlamı
olamayacağını sanıyorum.
Genellikle baş vurulan kaynaklarda, sevginin hangi
bilim dalının konusu
olduğu belirsizdir. Böylece bir bilim dalı sevgiye değinmiş,
kendine göre yorumlamamıştır. Yaşamın özdeği olan sevgi,
neden derinlemesine incelenmemiştir.
Güvencemiz; ilim ve fenlerin ışığında
teknolojinin verilerini
geçmişin belleğini de değerlendirerek, kozmosun derinliklerine
doğru yol almaktadır; sanal ve ütopik zamanlara.!!
Daha iyi, daha mutlu, daha çok insanca yaşanabilir
dünyaları anlayamadığımız.!!.
Hayvanlar konuşur, bitkiler konuşur, nesneler konuşur. Kendi
dillerince.! Onlarla iletişim kurmamız da bir evrim olacaktır.
Yaşam yörüngesel bir bütündür. Dirliğin
kurulması ve korunması, özümseme; empati, sempatiyle olasıdır.
Bana göre; aşk da böyle birşeydir. Düşüncenin
yaratısıdır.
Düşünceden buyana, insan doğanın da bütün
sorunlarını üstlenen çaresiz bir Don Kişot'tur.
Doğayı ve doğalı değiştirmek!!.?.??????
Bernard Shaw "Onlarca düzeni bozarak belki de bir düzen
kurabiliyoruz artık" diyor.
Değişiyor, değiştiriyoruz; kurulu düzeni bozarken,
kazanımlarımızın sanal da olsa, güvencesi nedir? Yerküre
elimizde bir deprem geçiriyor, yok olabilir de..?
Seçeneğimiz yok..! İnsana karşı savaştığımız
süreçte, kaosta yeni dünyalar kurmak hayal
ötesidir. Yine de mikrodaki sıradan olaylar makroyu bağlamaz.
Evrim sürüyor.
Eflatun'dan buyana (Schopenhauer, Sigmund Freud) kadar sevgi;
cinsellik, seks, aşk bağlamında düşünülmüştür.
Yine çağlar boyu öyküler, söylenceler, romanlar,
sahne oyunları, müzik, müzikal gösteriler, resim, yontu;
insanın kendi boşluğunun sınırlarında, uçurumlarında, olmayanın
imgesel görüntüleriyle avunmuş, gerçekte
yaşamadığı romantizmin fantazyalarıyla yetinmiştir.
"Aşka inanmıyorum, aşk diye birşey yoktur" diyen,
Tolstoy, Anna
Kararina savaş ve barış romanlarını ulaşılmaz, uzlaşılmaz aşk
temalarıyla bezemiştir.
Prosper Merimme Karmen, Andre Gide, Pastoral senfoni
(Victor Hugo),
Notr Dam'ın kamburu bu tür umarsız aşkları örneklerleridir.
Ressam Caravaggio (Muzeffer aşk);Prado(Aşkın
doğuşu), Watteau(Amour au
Theatre) yapıtlarıyla romantik ve platonıgue aşkı vargularlar. Beni
hayrete düşüren; İsa'dan önce (469399) Sokrates
(şölen) de sevgiyi ne güzel, sıradanlıkla
örtüştürmüş, insana ulaştırmıştır.
Var oluşumuzun gizemini, şairin dizelerinde
buluyoruz.: Ey yaşam,
hoşgeldin!.Milyonlarca kez gidiyorum karşılamaya, deneyimin
gerçekliğini dövmeye, ruhumun örsünde, soyumun
yaratılmamış vicdanını..!! (James Joyce)
Mitoloji'de; cinler yarı tanrı, yarı insandır.
İnsanlarla tanrılar
arasında iletişim sağlarlar, yapıdaki büyük boşluğu onlar
doldurur. Onlarda tanrı soluğu vardır. Sevgi de cinlerden biridir.
Afrodit'in dünyaya geldiği günü kutsamak üzere
bütün tanrılar bir şölende buluşurlar. Zekanın oğlu
Bolluk da orada imiş. Yemekler yenmiş, nektarlar içilmiş. Bu
tür şölenlerden kısmetini almak için yoksulluk da
kapının önünde bekliyormuş.O sırada, Tanrı şerbetinden sarhoş
olan Bolluk, Zeus bahçelerinde dinlenmek için bir ağacın
gölgesine uzanmış, sızmış.
Hep çaresizlik içinde yaşayan
Yoksulluk, Bolluk'tan bir
çocuğu olsun istemiş. Sessizce yanına uzanmış, aynı günde
gebe kalmış. Doğan çocuk "Sevgi" imiş. Talihi de ona
göreymiş. Her zaman yoksul, pasaklı, pis, evsiz barksız, yalın
ayak, her yerlere girip çıkar, dağda bayırda, yol kenarlarında
yatar kalkarmış. Ne olacak, anasına çekmiş!..
Baba tarafına çeken huyları; güzelin,
iyinin peşindedir.
Sürekli atılgan, yaman avcıdır. Tuzaklar kurar, fikirlere,
buluşlara açık, yaman bir büyücüdür, aslında
ne ölümlü ne de ölümsüzdür. Bakarsın
bir günde gelişir ve ölür. Sonra babasının, tabiatı
gereği bir çaresini bulur dirilir...ilah.
Sevgi'yi, anlaşılabilirliğe ulaştırmak için,
kozmosun
değişmezlerine göz atmak yeterli olacağı kanısındayım. Bunlar
çekim güçleridir.
Fizik bilimden hepimizin tanıdığı değişmezlerdir.
çekim kuvveti,
zayıf kuvvet, elektromanyetik, nükleer kuvvet ve türevleridir.
Ah ederek, vah ederek, yoksunluğundan dem vurduğumuz sevgi. Canlı
cansız bütün varlıkların özünde, birleştirici,
bağlayıcı, sonsuz kapsamlı yaşam nedenimizdir.
Yukarda değindiğim gibi, öğretilebilirliği,
öğrenilebilirliği
nedeniyle belli başlıklarda toplanmıştır.
Anababa sevgisi, kardeş sevgisi, cinsel sevgi,
tinsel sevgi, tensel
sevgi, ben sevgisi, vatanulus sevgisi, dinsel sevgi, sanat
sevgisi...
İnsanın bilinci arttıkça çoğalan sevgi
çeşitleri
böylece sürer gider.
Leonardo Da Vinci; "sevgi bilginin kızıdır, ne kadar çok
bilirsen o kadar çok seversin" der.
Dr. Erih Fromm; "sevgi insan oğlunun gelişmesinin ilk
dönemlerinden başlayarak, günümüze dek yaşayabilen
bir duygu, anlam dolu bir sözcüktür". Yaratılan tüm
sanat yapıtları, sevgiyi konuşur.
Zamanlar boyu anlayamadığımız, yorumlayamadığımız
aşka gelince:
Aşk, soyun süregenliğini amaçlar. Schopenhauer'ın
vurguladığı gibi aşk "kör irade" dir. İki karşı cinsi hedef alan,
yüksek bir gerilimdir. Seller gibi gelir, bentleri yıkar,
seçici amacına ulaşır, sonra yavaş yavaş zayıflayarak; belki de
yerini pişmanlığa bırakarak, yok olur gider.
Bundan dolayı aşk bir çingene
çocuğudur, asla kanun
dinlemez. (L'amour est l'enfant de boheme, il n'a jamais connu de loi)
öz deyişi sanırım yerindedir.
Aşkın evrensel görevi: Beyindeki
düşünce dizgesinde
seçenekleri soyutlayarak, bulandırarak cinslerdeki iradeyi,
mantığı ivedi seçim için nedenler yaratmaktır. Erkek
dominant olduğuna göre, tamamen duygu kökenleri birincil
tutarak kör iradeyi yani aşkın seçici buyurganlığını egemen
kılar. Seçicilik canlı cansız varlıklarda da vardır.
Duygusallığını hep korur.
Bireyler aşkı kendine özgü yaşarlar. Aslında yaşamazlar.
Aşkın buyurganlığı nedeniyle, öğretimi ve
eğitimi de yapılamaz.
Birey, aşkı kendine özgü yaşar. Amacına ulaşamadığı zaman yok
olmanın sınırlarını bile seçebilir (Verter örneği )
Sevgi, zayıf kuvvettir, ama gücü
sonsuzdur. Mantığı, sadece
vermek, daima daha fazlasını vermektir. Karşılık gözetmeden
vermektir.
Eğer sevgi, bir alış veriş nesnesi gibi, sıradan
amaçlarla
sunulmamışsa, zamanlar içinde çoğalarak geri döner;
bu yönüyle de, nükleer güçtür.
çağdaş düşünde, psikolojinin de
katkısıyla, "sevmek
dokunaktır" öz deyişi, açmazlarımızın tek umarı olarak
ortadadır.
Bunca zorlu yaşanmışlığın, yaşanacak nice nice zamanlara direnebilmesi
için, yaşamı bize çekilebilir kılan, kaçınılmaz
yokluğa karşı tek güvencemiz sevgidir.
Aşkın evrensel görevi:
Beyindeki düşünce dizgesinde,
seçenekleri
soyutlayarak, bulandırarak cinslerdeki <iradeyi>,
<mantığı>, ivedi seçim için nedenler yaratmaktır.
Sevmenin dokunam olduğunu unutmamak koşuluyla..!!.
E. Aydın, 18Temmuz1996
BAŞLIKSIZ
İnönü caddesi Yapı Kredi Bankası Kemal
Satır Resim
Galerisinde bir sergi gördüm. İçten izledim. Adem'le
Havva'dan bu yana, insandaki cinsel panoramanın evrelerini evreler
içinde kadın ve erkek davranışlarındaki yaratılıştan gelen
değişmez özelliklerini, psikolojisi, sosyolojisi ve çağlar
boyu konumunu, çağdaş çizgide yorumu ve sorgulanması
serginin oluşumuna boyut getiriyordu. İlk betimlemelerde Adem, iri
yapılı, güçlü, saldırgan, yine de bir suçlu,
başlama ve başlatma yetisi kendinde. Havva ise, utangaç,
bütün yapısıyla çekici, çizgileri yumşak,
duruşu ürkek, varlığından üretkenliğinden habersiz ve
tedirgin ama yinede Adem'le yanyana.
çağdaş kadın imajını yansıtıyor. Doğayı
irdelediğimizde,
canlılar topluluğunda yukardaki imajı hep görürüz.
Dalında binbir renk ve binbir kokuda açan çiçek,
Havva'nın masum ve davetkar varlığını anımsatır. Hele esintilerle ve
türlü aracı canlıyla oradan oraya atlayan, koşan havasını
arayan bulan Adem'lere ne demeli. Hayvan kardeşlerimize gelince dişiler
hep başlangıçta pasif bekleyen, utangaç, masum Adem'lerin
baskıcı, ayartıcı davetlerini, iç seçkileriyle
beklemezler mi? Sudaki kurbağa, ağaçtaki kuş, kümesteki
tavuk, bahçedeki inek, arı, kelebek hep bu çizgide bir
imajı ebencet taşımıyorlar mı?
Yine çağlar boyu doğurganlığından sebep hep
aranmış, korunmuş,
bazende yitirmek korkusuyla baskı altında tutulmuştur. Zamanımızda ise
üç aşağı beş yukarı ilahi düzen kendini korumaktadır.
Değiştirmek istediğimiz sistemin neler getirip neler
götüreceğini parabolik bir yaklaşımla incelediğimizde
karşımıza özgürlük kaosu çıkar.
özgürlük ama nereye kadar özgürlük sorusu
kendiliğinden oluşur. Aile bağlarını sarsan, irsiyeti kenara iten bir
özgürlük düşünülüyorsa; yaratılışın
bağlayıcı kuramlarından sevginin ılık ve yıpratıcı atmosferinden yoksun
mu kalınacak? Onsuz yeni çekim yasalarımız neler olacak?
Bir erkek, dişisine sahip olmak ister, nereye kadar? Bir dişi erkeğine
sahip olmak ister ama nereye kadar? Yeni aile kurgusunda düzen
nasıl olmalıdır? Bunlar alabildiğince karmaşıktır. Atalarımız asırlar
boyu deneyimlerini tarihler içinde sergilemişler, Osmanlı da
bunun tipik bir örneğidir. Cumhuriyet döneminde, uygar
sayılan dünyada olduğu gibi yeni bir kimliğe koşuyor.
Seçen, seçilen, yargılayan, idare eden, kazanan,
erkeğinin sahip olduğu bütün hakları isteyen ve üstlenen
bir kimliktir bu.
Bu bağlamda yuvayı yapan dişi kuş rolü bu ilahi
yaratılış kuramı,
varoluş kuramı yapıda onarılmaz büyük bir boşluk getirmeyecek
mi? Şimdileri olduğu gibi, çalışan karıkocanın
çocuklarına sokaktaki sıradan bir kimsenin annelik etmesi gibi
istenmeyen ama zorunlu olan çarpık bir durumu
önümüze getirmeyecek mi? Anne sevgisi, şevkati, anne
sütü gibi değişmez gereklilikteki gereksinimlerin oraya
koyacağı sorunlar gözden kaçmış olmuyor mu?
E. Aydın, 31Ekim1996
KADINLARIMIZ
Ey Kadın!, sen yalnız tanrının değil, aynı zamanda erkeklerin de el
emeğisin; bunlar daima ve daima seni kalplerindeki güzellikle
çeyizliyorlar. Şairler, sana altın tireli bir ağ
örüyor, ressamlar sana daima taze, daima yeni
"ölmez"liğin şeklini veriyorlar. Deniz incilerini, madenler
altınlarını; yazlar seni örtecek, seni kapayacak, seni daha
kıymetli, paha biçilmez gösterecek
çiçeklerini verirler. Erkek kalplerinin arzularını,
zaferini senin gençliğinin üzerine serpmiş. Sen bir yarım
kadın ve bir yarım rüyasın..! (Rabindranath Tagore, Ruh yoldaşıma,
18611941)
E. Aydın, 27Mayıs1997
ANNELER GüNü VE YORUMSAL
BİR YAKLAŞIM
Doğa, bir anadır, saltıktır, vardır, vareder.
Tansıktır. Aklın alamayacağı, şaşırtıcı, olağan üstü,
görkemlidir.
Yeri, göğü, ısısı, ışığı, soğusu, yağmuru
rüzgarı,
mevsimleri, yazıkışı, binbir renkte kokuda çiçeği,
yiyecek içecekleri, canlı ve cansızları korur ve kollar.
Kadınlar da anadır! vardır vareder, varlığa
dönük özel
ilişkin yansımalar ve yönsemeler ondan çoğalır.
Yapıcı ve yaratıcı güçlerin
birleşkesidir. Onların
gözettiği kaosta, aylar, ayçalar, gök kuşakları sosyal
yapıyı sessizce sarar sarmalar, ışıtır, ısıtır. Bağışlayıcı,
onarıcıdırlar.
Hemen sorulacaktır? Eğer öyleyse, aile
yapısındaki bu kargaşa, bu
karşı koyuş, bu horlama, çıldırtan eziklikler nereden geliyor?!
Şöyle veya böyle! aynı parkurdan yola
çıktık
yaratılışta, kadın ve erkek olarak.
Biz erkekler, Adem'den gelen hırçınlığımız,
atılganlığımız, ilk
hareket ederliğimiz, kaba gücümüzle onları sindirdik.
Binlerce ve binlerce, yıllar boyu onu yok saydık, mal saydık, alıp
sattık, önemsiz bir nesne gibi gördük. Doğumda,
çocuk bakımında, ev işlerinde kullandık. Düşünme ve
yaratı gücünü yok ederek, yaşamda tek söz sahibi,
dünyanın hakimi olmak istedik.
Zamanlar zamanları kovaladı, yetersiz kaldığımızı
anladık, ama onurumuz
gerçekleri sorgulamamıza engel oldu. Hayatı ve doğayı paylaşmayı
bir türlü benimseyemedik.
Zaman zaman insanlık tarihi içinde
başkaldırdılar,kısa
süreler egemen de oldular. Ama sorunlar hep ikili kaldı, kadın ve
erkek. Ya hep ya hiç ilkesi bozulamadı. Kadın ve erkeğin, bir
bütünün parçaları olduğu gerçeğini
kavramak zamanlar aldı.
üstün insan Atatürk, çağlar boyu süren bu
yarım olmanın sakatlığını gördü. Kadın haklarını, kadın ve
erkek eşitliğini genç Cumhuriyet'in temeline oturttu. Asırlar
boyu tortulaşmış sosyal yapı, kültürüyle, etiğiyle,
görenek geleneğiyle şöyle bir sarsıldı. Deprem diplerden
geliyordu. Sessizdi ama büyüktü. Ezenle ezilen karşı
karşıya gelmişti. Oyun büyük, kuralları ise eksikti!
Erkek, milyonlarca senenin tiranı, kadın ise sıfır yaş gurubunun
deneyimsiz bebeğiydi. Ezilmişliğe iyi alışmışlardı, konumları onlara
göre rahattı. Ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyorlardı.
Bazılarına, belki de çoğunluğuna demokrasi ters geliyordu.
Seçmek seçilmek istemiyorlardı.
Bugün yetmiş yaşına gelmiş olan bebek, hala
şeriatın amansız
tehdidi ve baskısına karşı, dirençsiz veya az dirençli
gözükmeleri, demokrasi bilincinin, henüz tam anlamıyla
yargılanamamış olmasındandır.
Bir evrim sürecindeyiz, artık yavaş da olsa
kadın uyanıyor.
Tümün, tümlüğün, insan
kurgusunun, onsuz olmaz
parçası olduğunun bilincine varıyor.
Yaratılışın evrensel ideosundaki insan
çizgisine
yönelebilmek için, "saltanat elden gidiyor" imajıyla,
köhnül gerçeklerden kopuk direngenlik yerine, insanın
kadın ve erkek olarak iki vazgeçilmez olduğunu, ancak
böylece bütün ve insan olunacağı bilincine,
gerçeğine sahip çıkmamız gerekiyor. Dahası kadın, insan
özgürlüğünün bilincine vardıkça,
üzerimizdeki karanlık, sıkıntı veren kabus bulutları gidecek,
yerine pembe, ılıman, çoğaldıkça çoğalan, bir
mutluluğa binlerce mutluluk katan anne yüreğinin
güçlü saydam atmosferi gelecektir.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
İnsan türünün kadın cinsi dişi.
çocuk doğurma
gücü, özelliği olan farklı yapı, yaratılış, ona bir
ayrıcalık binlerce albeni, onlara ek olarak, fark düşünme,
görüntüye görüntü eklemek iç itisi
de eklenmiş. Sıradanlıktan hemen uzaklaşmaya hazır.
Birine bakıyorum, sadece dişi, benim gibi anne rahmine bir baba
tarafından emanet edilmiş, 9 ay sonra hasbelkader dişi olarak doğmuş,
başlangıçta bir erkeğin evreleri içinde. Aldığı
içinde bulunduğu kısıtlı kültür, görenekler,
eğitim, eğitimsizlik bir evre eş değerde olsa bile, zaman
ilerledikçe, bir dar açı nuansıyla genişleyerek, kendi
salt yapısı içinde sevimliliğini, affedirliliğini
güçlendirerek yürür.
O kadar duyumsal bir çizgiye girer ki, bir
jest, bir saç
atış, bir göz, bir oylumlu yürüyüş, bir ağız, bir
dudak, fizik yapıda bir fark, karşı cinsi etkisine alır. Artık erkek
için hayat ucuzlar. Annebaba, akraba bağları, ekonomik
bağımlılık, orunlar sıfıra indirgenebilir.
Aşık garipler, Karacaoğlan'lar, Yavuz Selim'ler ve
de insan olan her
erkek kişi söyler de söyler.
Kimileri, aslanlar, kaplanlar, pençemde inim
inim inlerken,
"Beni bir gözleri ahuya esir etti felek" der. Ya da "Mecnunum
Leyla'yı gördüm" der. Ela gözlerini sevdiğim dilber,
dünya başıma dar oldu tez gel. Duyanların, düşünenlerin,
ozanların, sanatkarların elinde açı o kadar genişler ki, iki
asıl uç arasında artık erişilmez, binbir huri melek imajı
uçuşur gider. Cismaniyet unutulur, sıfatlar, takılar, estetik
deyişlerin paşinden kanatlanır uçar. Evren genişler genişler,
sonsuza ulaşır, insancıklar insan olurlar.
"Bugün" gazetesinde, ilk sayfada bir hanım
fotoğrafı bu yazıyı
yazmama neden oldu. Adnan Kaşıkçı, karısı Lamia, Lamia o
kadar güzel ki, oval yüz üzerinde, keman kaşlar, iki
mavi ve anlamlı göz, burun, dudaklar, alnındaki zülüf,
bu fizik Adnan Kaşıkçı gibi, sıradan sayılan birisi, bir zevk ve
estetik sahibi, 400.000 milyonluk küpeler ve bilmem daha ne kratta
takılarla dekore etmiş. Artık Lamia'ya, içimizden biri, evdeki
kadınlarımızın bir benzeri diyebilir misiniz?
E. Aydın
1997'DEN 1998'E
Perşembe akşam,
Unutmadım, yarın da Cuma
Zaman akarken, sanki biz oturuyor muyuz!?
Dünyayı, insanla ilişkin herşeyi şöyle veya böyle
kemirmeye devam ediyoruz.
Sonuçta, yaralı bereli bir sürü anı kalıyor artada.
Demek oluyor ki, insanı koşturmak için
önce coşturmak
gerekiyor. Bir filizi, hep budar durursanız, meyveye ulaştırmak sorun
olur. çoğunlukla, kozaya ulaşırken, kozasının yeri değiştirilmiş
ipek böceği gibi.
Yirmi yıl önce yapılmış bir resmi, bir nedenle
karşıma aldım. Yeni
bir yorum için. Geriye gidiyor da, ileriye bir çizgi
olsun değişmiyor. Demek ki anlıklarla yaşıyoruz. Anlara saygı..!!
Dostluklarıda aynı şekilde kocatmıyor muyuz!?
Elhasılı bu insanoğlunu,öldürmeli
değil,dövmeli.
Irmak boyunca üç kişi gördüm.
Biri galiba kızın
kardeşi, öbürü de nişanlısıydı. Gergindiler, bir
süre sonra nişanlı, kızı tokatlıyordu. Bu çizgide bu olay
bitmeli değil mi, hayır bitmez!
Niye bitmez? Yanıtı çok karmaşık.
Radikallerin Ramazanıyla, entelin yılbaşı bir tenhada karşılaşmışlar.
Ne olacağını veya ne olduğunu kestirebiliyor muyuz? yaşadığımız
halde....
Tozu dumana katarak mehter adımlarıyla
yürüyoruz. İnsanlar
insanlara dost değil, düşmanda değilmiş.
Kadın kadındır, erkek de erkek. Türün
sıradan varlıkları.
Gel gör ki, ikiside "sakıncalı piyade", daima
mesafeli olunur.
Seversin, öpersin ama daima bir yasak bölge ilan edilir.
Hayvan atalarımızda bu böyle değil, doğal...
özgür her kadın, bir erkek cinsi arar,
erkek de kadını arar,
bulur. Şöyle veya böyle bir zaman kesitinde beraberlik
konudur. Bu beraberliği kullanmakda, iki tarafta aynı duygularda, neden
samimi olmazlar da, karşı tarafı zor durumda bırakırlar.?
İlk davranışlar, zor yaptırım çizgisinde, erkekden beklenir!!
E. Aydın
BENİM üNİVERSİTELERİM
Sevgi, varlğın özünde bağlayıcı birleştiriciliğin ara
maddesidir. İnsanlar ,onu yaşamın yaşanmışlığın labirentlerinde
usanmadan bıkmadan arar dururlar
Sevgi aklın ve deneyselliğin acemi hoyrat ellerinde, bir papatyada
görkemin arandığı gibi, yaprak yaprak koparılarak sıradanlığa
ulaştırılır. Ellerinde biriken bir avuç döküntüye
bakarak, "görkem nerede, sevgi nerede" der?
Bilinen odur ki, varlık var olalı beri, anlam da anlamsızlık da
çelişkideki gizini koruyor. Umarı akılcılıkta arayan insan
günler ilerledikçe kendi boşluğunun sınırlarında acı
çekmeği sürdürüyor.
Bana göre, sevgi hangi bilim dalının konusu olduğunun
belirsizliği nedeniyle anlamında spekülasyona böylece de
erozyona uğramıştır.
Platon'dan bu yana; Schopenhauer, Freut'a kadar;
cinsellik, seks
bağlamında incelenmiştir. Sevginin özünden
uzaklaşılmıştır.
İnsanlarımızın büyük çoğunluğunca; yazarlar, şairler,
halkozanları sevgiyi aşk olarak işlemişler pür sevginin saltık
varlığına değinmemişlerdir.
Aşk bir çingene çocuğudur kanun
dinelemez,
öğrenilemez derken; sevgi kurulu düzenin birleştiricisi,
yapıştırıcısıdır, diyoruz.
Sevgi bilimseldir,öğrenilebilir,öğretilebilir olmasıyla,
cinsellikten ayırt edilir. (tensel sevgi,ana baba sevgisi, kardeş,
arkadaş sevgisi, vatan ulus sevgisi gibi...). Sevgi karşılıklı bir alış
veriş değildir. O, karşılıksız verilendir. Genellikle de zamanlar
içinde çoğalarak yansıyan, bitmez
güçtür. Nötür olarak algılanır...
Aşk iki karşı cins arasında; soyun süregenliği
amacına
dönük bir alkım gibi gelen, kuram ve kurallardan uzak
oluşuyla; Schopenhauer'ın deyimiyle "kör irade"dir. Mantığı,
düşünceyi, iradeyi fuluğlaştırarak; yaratılışın vaz
geçilmezi olan, üreme, çoğalma adına ağırlığını kor.
En yüksek varlık olan insan, en uzun sürede olgunlaşır. Evrim
devam etmektedir. Rotamız sevgi üzere OLMALIDIR sağ duyu,
uzgörü yüceltilerin temiz maviliklerindeki bin benekli
kelebeğe "SEVGİYE" , ulaşmak için, doğayı ve insanları daha
çok sevelim.
Sevdikçe,sevmeği daha çok
öğrendiğimizi
göreceğiz.
E. Aydın, 6Haziran1998
AŞKIN NESNELERİ:
Ahu bakışlı, nartanem, ince bel, zülüf tel
tel, gerdanı
püskürme benli, gözleri gayet güzel, gül
yanaklı, gülgüli kerakeli, mor hareli, ince belli, dalgalı
ipek saçlı, gamzeli, şehla bakışlı, selvi boylu, kıvrak belli,
çağırgan gülücüklü, cilveli, nazlı, dolgun
ve dik göğüslü....vs.
Tamamen, duygu kökenli nedenleri, birincil
tutarak, "kör
iradeyi" yani, aşkın seçici buyurganlığını egemen kılar.
Binbir renkli, karmaşık duyguların, ebruli, dolaşık yumağıdır,
ebemkuşağıdır aşk.
Seçicilik, canlı cansız varlıklarda da
vardır. Duygusallığını
hep korur.
Bireyler aşkı kendine özgü yaşar. Amacına
ulaşamadığı zaman
yok olmanın sınırlarını bile seçebilir (verter örneği).
İsa'dan önceki kaynaklar aşkı, göreceli bir yorumla ele
almış, romantizm ummanında, erotizm ve platonik tümcelerde
işlemişlerdir. Burada, aşk 'ın, düşüncenin, yani insanın
doğaya eklediği yüksek bir buluş olduğunu da anımsamak gerekir.!
öyleyse aşk nedir? Bu verelerden hareketle
insanlık tarihine bir
göz atalım:
çağlar boyu öyküler, romanlar, söylenceler, sahne
oyunları, müzik, müzikal gösteriler, resim, yontu;
insanın kendi boşluğunun sınırlarında, uçurumlarında olanın
imgesel görüntüleriyle avunmuş, romantizmin
fantazyalarla yetinmiştir.
Zamanımızdan 2000 yıl önce eski Hintlilerin bir eseri karşıma
çıktı, ilgiyle okudum. Sir Rişard Burton ve F.F. Arbuthnot,
Türkçeye çeviren İlhan ve O.C. Güngören.
1997 Yol yayınları. Aşkın bir sanat olduğunu öğrenimin
yapılabildiğini vurguluyor.
İsa'dan önce IV yıllarına bakılırsa aşk, sıradan bir sokak
kızıdır, yalınayak, avare, her eve rahatca girip çıkar.
Antik çağlara gelince mitolojinin yarattığı tanrılar
imparatorluğu kuruldu. Tanrı yeryüzüne inmişti. İnsan
merkezli bu kuruluş bir mucizeydi. Mitoloji (söylence bilim)
özgürleşen dünyanın hayal ürünleriydi.
Yeryüzünde tanrılar vardı. Helenler, önceki
deneyimlerinden hareket ederek, çok figürlü,
çok sesli, kendi içinde bütünleşen, sanal
otoriteler yarattılar. Bundan sonra bilim, fen, güzel sanatların
gelişmesiyle yaşam kazandılar. Bilimler gövdeyse, güzel
sanatlar onun kanatlarıydı. Konunun duygusal içeriğine
yaklaşabilmek için insanın doğaya karşın varlık nedenini bilimin
, felsefenin, metafiziğin, dinin ışığında yorumlamak gerekiyor.
Mitolojinin yarattığı tanrılar imparatorluğu insan merkezli bu kuruluş
bir mucizeydi..!! Kuramları da yoktu.
Hele ozanlar, gerçek üstü bezentilerle kelebeğin
rüyası gerçek olur.
örnek Tagore: ey kadın, sen yalnız tanrının
değil, aynı zaman da
erkeklerin de el emeğisin; bunlar daima ve daima kalplerindeki
güzellik ile çeyizliyorlar. Şairler, sana altın hayal
tireli bir ağ örüyor; ressamlar sana daima taze, daima yeni
ölmezliğin şeklini veriyorlar. Deniz incilerini, madenler
altınlarını; yazlar seni öğretecek, seni kapayacak, seni daha
kıymetli, paha biçilmez gösterecek
çiçeklerini verir. Erkek kalplerinin arzuları, zaferini
senin gençliğinin üzerine sermiş. Sen bir yarım kadın ve
bir yarım rüyasın.
Aşka inanmıyorum, aşk diye birşey yoktur diyen
Tolstoy, Anna Karenina,
Savaş ve Barış romanlarını, uzlaşılmaz aşk temalarıyla bezemiştir.
örneğin Prosper Merime Karmen. Andre Gide, Pastoral senfoni,
Victor Hugo'nun Notr Dam'ın kamburu bu tür romantik aşklara
örneklerdir.
Ressam, Caravaggio, Muzafferaşk Prado, Aşkın
Doğuşu Watteau amour
au theatre yapıtlarıyla romantik ve platonik aşkı vurgular.
Asırlar süren uğraşlar, edebiyat duyumları
imbiklenmiş
değişmeziydi...!! Aşkın ödeğiydi??.!!
Aşk bir bilimdir. öğretisi ikibin yıl öncesinin belleğinde
uyuyan, yoksunluğunu çekmemize karşın hala eğitimine
başlayamadığımız..!!
Şimdilik konuyu sayın okurların yorumlarına
bırakıyorum.
E. Aydın
DAHA çOK DEĞİŞECEĞİZ,
ŞİMDİLİK BAŞLARDAYIZ!!!.
"Sevgi"nin zaman içinde azaldığı
görüşü
güncel yaşamın, görünür gerçekleri ile
doğrulanıyor ama yaşanacak uzun zamanlarla örtüşmüyor.
Bana göre ise yaşamın; yaşamaya değer, tutarlı,
duyumsanan
nedenleri olmalıydı. "İlgi ve Sevgi" evrensel ve sonsuz olmalıydı.!!
Kafam karıştı!. Tek umarımız, geleceğimiz tek
düze ve
böylesine çekilmez olmamalıydı.
İdea'daki insan düşüncesi; Sevgi ve
ilginin süregenliği
varsayımına dayanıyordu. Yaşamın kutsal anlamı da buradan
kaynaklanıyordu.
Canlı ve cansız, bütün varlıkların
varoluşları, sosyal bir
düzenin direngen tümlüğüne koşullandırılmıştır. Bu
onun değişmez kimliğidir.
Canlılığı tek hücrelilerden alıp, çok
hücrelilere
doğru irdelersek; erellik (cinsellik), çekim gücü olan
erotizm ve seks'in, koruyucu, kollayıcı şemsiyesi altında
süregenliğini koruyor.
Tipik örnek; arılar, karıncalar, sosyal yapının
tansığ şaşılası
anlamını sergilerler. Bireyler, görevleriyle kurgulu olarak
devinirler. Tıpkı kalbimizin, midemizin, iç organlarımızın ayrı
ayrı ama tümlük içinde çalışmaları gibi kurgulu.
Bal için çalışmaya başlarlar.
Topladıklarını getirip
peteğe yerleştirirler. Yuvaya yaklaşanı, birey olarak; toplum adına,
sosyal yapı adına, canlarını verme pahasına kovarlar. Oğul verip, bir
dal veya kayaya asıldıkları zaman, arı beyi üzerine
öbeklenmiş bir salkımdırlar. Saldırgan değildirler, organik bir
bütünlük içindedirler. Dokunulabilir, başka bir
kovana taşınabilir.
Karıncalar da, topladıklarını yuvaya taşırlar.
Birikimden, herkes canı
istediği kadar yer. Yuvanın temizliği, savunması, araştırmaların
tümü sosyal bütünlük içindedir.
Düşüncenin insanla başladığını
varsayarsak, insanın da
düşünceyle yeni bir evrime girdiğini onaylamış oluruz.
Uzamda, zamanlar boyu diğer canlı kardeşlerimizle paylaştığımız, bir
düze sıradan yaşam bitiyor.
İnsan, düşüncenin sınırsız verileriyle donanmış olarak
sonsuzluğa, bilinmezliğe karşı savaşım başlatıyor.!
Biz buna "Kaosta İkinci Büyük Patlama" diyebiliriz.
Evrimin süregenliğine uyumlu olarak, insan da
değişiyor. Daha
çok değişeceğiz, şimdilik başlardayız !!!
Başlangıçtan beri vurguladığımız gibi; varlık
sosyal
bütünlüktür.
Yaratılış veya raslantı kurgusunu böylece
değerlendirmemiz doğru
olur diye düşünüyorum.
En küçük sosyal birimin "aile"
olduğuna göre;
Yapımız, biyolojimiz, anatomimiz ayrı ayrı sosyal birimlerdir.
Kendiliğinden düzenli çalışarak, organizma
bütünlüğünü oluştururlar.
İnsan kendini yeni tanımaya, tanımlamaya başladı. Eğer başladı
denilebilirse.!
Bütün canlılar vücut diliyle
anlaşırlar. Koklaşırlar,
dokunurlar, dalaşırlar, sevişirler. İnsanlarsa konuşarak iletişim
yolunu seçmişlerdir. Dilin ise, anlaşmada çok yetersiz
olduğunu biliyoruz. Bundan neden, sevgimiz de, saygımız da yara alıyor,
bir birimizi anlayamadan yaşıyoruz. Bu bir gerçek.! Yine de
aferin bize!
Yeni yeni, düşünceye giren, anlambilim'in
ilk ışığımız
olacağını ummalıyız.!!! Yakın bir zamanda, (belkide binlerce yıl
sonra), doğayla, kaosla, kozmosla bir bütün olduğumuzu
düşünmeyi, düşündürmeyi, bireyin bir
amaç değil, sosyal yapı için, bir küçük
araç olduğunu özümseyebilirsek; ancak idealdeki insana
doğru kürek çekmiş olacağız.
Bu yazımda, anlatıma diregenlik kazandırmak
için, kanıtlanmış
iki kuramdan, yer çekim, erellikten yola çıktım. Kurgum
güncel; ama çağdaş bile değil.
Eğer, kausa ulaşmak amaçsa, ideal
sonsuzluksa, yer
çekimini yenmek gerek.!
Sonsuz, ideal sevgiyi düşlüyorsak;
Erelliği (cinselliği)
yenmemiz ön koşuldur.!
"Düşünce"; olmazsa olmazımızın ikisiyle
de, bütün
olanaklarıyla, var gücüyle çalışıyor.
Evrim sürdüğüne göre, bir
gün başarırlar da.!
Değişmez uzam, zamanda, değişen dekorlarda, değişen
figüranlarla,
yine bir masada oturup "Kozmos"u irdeleme umuduyla!..
Yine de her olumsuzluğa karşın sevgi, konfetimiz olsun.
E. Aydın, 26Eylül1999
EY SEVGİ. !!
UYSAL, YAŞAMSAL, Güç.!
Kağıt'tan bir kayık, ummanlardayız.
Umarız, sevginin bitmeyen ılık nefesi.!!
Bir o yana, bir bu yana yalpalıyoruz, yekesiz.!
İdeo'daki insana doğru; pupa yelken.
Bunca zorlu yaşanmışlığın, yaşanacak nice nice zamanlara direnebilmesi
için, yaşamı bize çekilebilir kılan sevgi,
kaçınılmaz yokluğa karşı tek güvencemizdir.!.
Konumuz, İnsan olduğuna göre; önce onun yapısında var olan
ebrulu dolaşık yumağın, duyum ve duygularını tanımamız gerek.
Zaman zaman aramızda iletişim kurmakta çaresiz kalışımızın
nedeninin altında, dolaşık ebrulu yumağın, binbir lifinden biri "Sevmek
Dokunmaktır" (Desmond Moris) özellikle beden dili üzerinde
uzun uzun durur.
Sevdiklerimizden, çocuklarımızdan esirgediğimiz, sıradan
saydığımız, dışladığımız, dokunmaktır
Ceninden başlayarak dokunulan, ninnilerle uyutulan, öperek
uyandırılan, kucaktan kucağa geçen bebek, çevresini
tanımaya, sevmeye başlar. Sevgiyi yaşayarak öğrenirdi.
çoğaltır, çoğalırdı.
Birey yalnızlık duymazdı.!!.
çağımız da ise; zamanın akışına ayak uydurmak
için hep
koşuluyor. Böylece sevgiden yoksun kalınıyor. Ben merkezli,
çıkarcılığa dönüşüyor.
Sevginin bilimsel ve kültürel
ölçütlerle
incelenebilirliği nedeniyle, çağdaş bilimde yerini almıştır.
Sevgi Bir Sanattır. öğrenimi, geçmişin
belleğinde
kayıtlıdır.
Leonardo Da Vinci; "Sevgi bilginin kızıdırNe kadar çok bilirsen,
o kadar çok seversin" der...
Eğitim, öğretim bize geçmişin belleğini sunar, kitaplar
sonsuza açılan kapılarıdır. Anahtarı "sevgi"dir!, sabırdır,
emektir, uğrunda ölünen yaşamsal gerçeğimizdir.!dir.!
Aslında varlık sıradandır, niceliktir. Deneyimlerle
zenginleşerek
kişilik ve nitelik kazanır. İdeodaki insana doğru yol alınır.
Ey Yaşam Hoşgeldin.! Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya, deneyimin
gerçekliğini dövmeye, ruhumun örsünde soyumun
yaratılmamış vicdanını (James Joyce)
Canlı, cansız; yaratılışın sarmal, iç
mantığında kendi
gerçeklerini koruyarak, kollayarak hep sevgi var olmuştur.
Aşk'ın yan ürünlerinden biridir. Zayıf kuvvettir, ama
çoğalma özelliği vardır. Nötürdür, sadece
verilir.
Asla bir alışveriş değildir. Olmamalıdır.!!
E. Aydın
SEVGİNİN NESNELERİ:
Anababa sevgisi, kardeş sevgisi, cinsel sevgi,
tinsel sevgi, tensel
sevgi, ben sevgisi, vatan ulus sevgisi, dinsel sevgi, sanat sevgisi vs.
vs. vs. Doğada var olan herşey.
Sanat sevgisi ölüme karşı; insanın
seçtiği ve zamanlar
içinde durmadan, usanmadan yarattığı ölümsüz
yapıtlar, Sanattır. Zaman yolculuğunda, uzama kurduğumuz evrensel
köprülerdir.
öğrencilerimize sunduğumuz "Medeniyet
Tarihinin, 7 harikası":
Piramitler, ziguratlar, Babil'in asma bahçeleri, İskenderiye
feneri, Rodos heykeli, Efes Artemis tapınağı, Bodrum mozolesi
çağımızda binbirlere ulaşan sayısız yapıtlar.
Totemler, Mastabalar, ölü kuyuları,
heykeller, Freskolar,
kabartmalar, camiler, çeşmeler katetraller dünyanın her
yerinde ulusal müzelerde <geçmişin belleği> olarak
korunan her türlü kalıt, insanlık tarihinin derinliğini ve
zenginliğini, görkemini geleceğe taşıyor.
Ulusal, uluslararası sayısız resim müzeleri,
dolup taşan
izleyicilere sunulmaktadır.
Prof. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Sultan Ahmet
parkı'nda dinlenirken,
üç öğrenci yaklaşır,
Hocam bize Sultan Ahmet çeşmesinin
özellikleri ve
güzelliklerini anlatır mısınız? derler.
Sevinir ve konuşmaya başlar:
çocuklar içinizde saz çalanınız var mı? Yok,
Resim yapanınız, yok; yanıtlarını alınca!
çocuklar, ben size bu çeşmenin özellik ve
güzelliklerini nasıl anlatacağım der.??.
Prof. yerden göğe kadar haklı değil mi?
Bir sanat yapıtında, şiir vardır, müzik vardır, estetik vardır,
sabır ve sevgi vardır. Duyguların derin ve soyut anlamına ulaşabilmek
için, uzamla zamanı örtüştürebilmek için,
geçmişten geleceğe köprülerimiz "sanat" dediğimiz,
evrensel dilin yapı elemanlarını bilmeden çağımızı yaşama
hakkını nasıl kazanırız.?
E. Aydın
KURUMSAL YAZIŞMALAR
İçEL SANAT KULüBü
üZERİNE
BİR öZ ELEŞTİRİ
Organize öğretilere otuz yılını vermiş birisiyim.
Kars lisesinden başlayarak, Düziçi, İvriz, Mersin,
Osmaniye, Adana'da devletin koymuş olduğu eğitim programlarına
içten inanarak öğretmen olarak çalıştım. İyi
öğretmen olmak için çaba verdim. İyisi olamadım ama
popüler, en geniş çizgisinde, resim iş derslerini
gençliğe ulaştırdığımı sanıyorum.
Şimdileri daha iyi anlıyorum ki, organize eğitim
çok çok
önemli bir ayrıntıyı hep atlamış. Kamu için oluşturulmuş bu
kurumlar, kamuyu atlayarak, onu dışlayarak yürümüşler.
Yürümeğe devam ederek bağnaz tutumlarını
sürdürüyorlar.
Bireydeki yaratıcı gücün, nükleer
yapısından habersiz,
şablon insanlar yetiştirmeyi sürdürüyorlar
Bindokuzyüzyirmi'ler sonrasındaki insanımızın
olağanüstü
çabalarla nasıl bütünleştiklerini, halk evlerinin
nasıl çalıştıklarını, nasıl savcı, kaymakam, öğretmen,
ayakkabı boyacısı, berber, tüccar, kol kola iç içe
sahnelere çıkıp, müsahip zadeden eserler oynadıklarını,
imtiyazsız sınıfsız nasıl evrensel yaşamın temellerini attıklarını
unutmuş gözüküyorlar.
Bu melonkolik düşüncelerin ezgisi altında yorgun, bezgin,
yürüken bir Fazıl Tütüner çıkıyor,
İçel Sanat Kulübünü çekirdek olarak
seçiyor. çağdaş olmuş bir halkevi modelini maddi ve
manevi binbir yorgunluğuna karşın ortaya koyuyor, insanımıza bir umut
penceresini açıyor. "Mustafa Kemal'in Kağnısı yolda kalmaz"
dedirtiyor.
İçel Sanat Kulübünün aylık
yayın organını
gözlerim yaşararak okudum. Bir avuç isimsiz kahramanın,
insanımıza neden çaplı hizmetler verebileceğinin kanıtlarını
derinden duyumsadım. Sizleri kutluyorum, bugün daha mutluyum.
E. Aydın, 5Mayıs1993
İçEL SANAT KULüBü
BAŞKANLIĞINA
Cumartesi günü için bir
çağrınızı aldım.
İlginize sevindim.
İçel Sanat Kulübü, bir avuç
özverili,
öncü kişinin çabası ile kuruldu, az zamanda
büyük mesafeler alındı.
Aslında bu bir Sanat Kulübü değil, bir
Kültür
Kulübü niteliğinde çalışıyor. Doğrusu da bu olmalıdır.
Güzel olan hemen hemen herşeyi
düşünmüşsünüz, bir kısımlarını da uygulamaya
koymuşsunuz. Artı zaman kullanımındaki maharet ve becerileriniz ne
kadar övülse azdır. Ancak artı zaman kullanımı,
ölçüleri hep rampada tutar. Bir an için
düzlüğe ulaşmak ve soluklanmak için de programlar
üretmeliyiz. Kendi içinde kendi kendine zincirleme gelişen
programlar.
Siz mümeyyizlerin örnek çalışmaları artık
kulübün duvarlarını çoktan aşmış durumda. Sade
Türk insanının öz benine doğru
yürüdüğünüzün bilincindesiniz. Siz has
bir mayayı örneklersiniz, bir rota eriyik camı soğumaya
bırakırsanız, kendi modelini tekrar ederek adi cam olur, ama eriyiğin
içine bir küçük kristal parçası
atarsanız bütün pota kristal olmaya programlanmış olur.
Buraya kadar yazılanları bir sıra methiyeler gibi alır hafifserseniz,
işte o zaman başlattığınız emsalsiz olayın yüceltisine gölge
düşürmüş olursunuz.
Biliyorsunuz, artı zaman, yanal ve
gerçekçi yaşamsal
çizgilerle sınırlıdır. çok özlendiği halde uygulama
boşluklarına açıktır.
Bu nedenle kayılım beklentilerle ters düşebilir. Yine bundan
neden, çok seranomi yerine öz ve oturmaya yatkın olanlarını
prensipler haline getirmek gerekir. Hatırımda kaldığına göre bir
kitap kampanyası balatılmıştı, bende bir kaç kitapla katkıda
bulunmuştum. Kısa bir süre sonra İçel Sanat
Kulübünün, Bölgede çok zengin bir kitaplığa
kavuşağı umudunu yaşamıştım. Dahası okul kitaplarına kadar inen bir
organizasyonun, düşük gelirli ailelere bir nebze soluk
vereceğinin mutluluğunu da hayal etmiştim. İçel Sanat
Kulübünün yardım organıda bağış güncel tutabilse,
sanıyorum Mersin 'liler kampanyayı sevecektir. Artı zamanla ilişkin,
okullarda ödüllü ve amaçlı kompozisyon
yarışmaları konur ve sonuçlar radyo eşliğinde ilgi alanına
getirilebilir. Bir Karacaoğlan resim yarışması Taşeli kapsamında
amatörler arasında ödüllü olarak konabilir.
ödül için endişeniz olmasın, hepimiz katılabiliriz.
Bugünün aile yapısında geceler bir
düze alışkılar ve
katılaşmış yaşanmayan boşluklarla doludur. Onu da devreye sokmanın
zamanı gelmiştir. Asıl büyük özlü ve tabana paralel
faaliyetler ortaya çıkacak, kendi otomatizmini kazanacak,
öncülüğünüz daha da bir yücelti
kazanacaktır. Konu, insana giden yollar olunca o kadar
çeşitlilik kazanacak ki, düşlerken bile heyecan duyuyorum,
neden olmasın diyorum?
Eğer gecelerin kullanımı siz soy çekirdek
dostlar tarafından
onay görürse, ben gücümün yettiğince bir avan
proje hazırlamayı size sunmayı çok önemli bir görev
sayarım. Saygılar, sevgiler.
E. Aydın, 1Ekim1993
İçEL SANAT KLüBü
OLGUSU üZERİNE
"Dünyada ilerleyen kişiler, kollarını sıvayıp istedikleri ortamı
arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir."
İnceleyebildiğim eski tarih kaynaklarına göre (Frank Lörimer,
Novard, W.W. Barhoel, Julius Nemeleh, A. Samovic) Türkçeye
çevirilmiştir.
Türkler özgür, atılgan, kurucu,
araştırıcı, doğayla
barışık, bireye saygılı, sosyal yapıyı gözeten, utkuda,
kıvançta, kederde birlik, ilk dinleri olan şamanizmin ışığında,
islamiyetin zorba baskısı altında bile, hep laik inanca saygılı,
hiçbir zaman şeridinde tutucu radikal olmamış, üstün
bir yapıya karektere sahiptir. Barış günlerinde ise,
tarlasında, çiftinde, çıbığında,
sürüsünün başında, işbirliğini, imeceyi seven,
üleşmeden haz alan, hayal kurabilen, hayale kapılmayan, sakin,
inançlı, uyumlu, uysal, edilgen ve yaratıcı, savaşlarda
kahraman, ölümden korkmaz bir kimliğe sahiptir.
çadırdan aşiretten imparatorluğa,
imparatorluktan cumhuriyete
geçebilecek kadar uygardır. Cumhuriyet gibi bir erdemin
vazgeçilmez koşullarını büyük bir dinamizmle yaratan
bir gizil güçtür Türk insanı.
1920'lerde bu coğrafyada doğdum. Tanığı olduğum
zaman şeridi
içinde, fakir, yoksul, cahil bırakılmış insanımızın
olağanüstü çabalarla nasıl
bütünleştiklerini, halk mekteplerini halkevlerini, gece
mekteplerini, yeni latin abc'sini nazıl özümsediklerini,
ezanın Türkçe okunuşunu çoşkuyla dinlediklerini
gördüm, yaşadım.
öğretmen, savcı, subay, sucu,
sütçü, terzi,
berber, kasap, ayakkabıcının kolkola horon teptiklerini, halay
çektiklerini, Molyer'den, Müsahipzade 'den eserler
sahnelediklerini, halkın günlerce seyrettiğini gördüm,
imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış insanların utkusunu büyük
çoşkuyla izledim.
On sene önce ılık bir bahar gününde,
Tevfik Sırrı
Gür Lisesi önünde istasyona doğru giderken, dost ve
utkulu bir melodinin anaforuna kapıldım:
çıktık açık alınla on yılda her savaştan
Onyılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan
Başta bütün dünyanın saydığı başkomutan
Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan
Türküz, cumhuriyetin göksümüz tunç
siperi
Türke durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri.
Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız
Türküz, bütün başlardan üstün olan
başlarız
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız
çizerek kanımızla özyurdun haritasını
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını
Bütünledik heryönden istiklal kavgasını
Bütün dünya öğrendi Türklüğü
saymasını
örnektir milletlere açtığımız yeni iz
İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir ülkeyiz
Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz
Tersine dönse dünya, yolumuzdan dönmeyiz.
(Faruk NafizBehçet Kemal, 1933)
Yolların kalbi vardır derler, tınılar beni
İçel Sanat
Klübü'ne getirmişti. Yıllar önce yitirdiğimizi sandığım
kültür pınarı halkevlerimiz, çağdaş bir
bürüncekle burdaydı.
Her yaştan güzel yüzlü
gönül insanlarımız,
çocukluktan tanıdığım isimsiz kahramanlar, özveri
içinde, uzamzamanda bir kesit olmuşlar, marş söylüyor,
horon tepiyor, halay çekiyorlardı.
Yaşanan zamanın umut kırıcı basıncından bin umuda
kapılar
açılmıştı. Koşuluyordu. Bu uzamlarda, mutlu ve güzel
geleceğe açık, insanımıza yakışır sayısız mutlar, umutlar
sergileniyordu.
Sanatın kültürün her dalında,
müzik, resim, opera,
bale, dinletiler, söyleşiler, paneller, konferanslar, sanat sokağı
çoşku günleri, sahne oyunları, çevre ve
yurtiçiyuırtdışı gezileri, programları aşan bir gizil
güçle sürdürülüyordu. Dahası, bu bir
geçmiş zaman özlemi ve rüyası değildi.
Başlık tümcesini tekrar alırsak anlam
tümlenmiş olacak.
Dünyada ilerleyen kişiler, kollarını sıvayıp istedikleri ortamı
arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir.
E. Aydın
SAYIN FAZIL TüTüNER
İçel Sanat Kulübü, bana göre
benzeri bulunmayan
bir kuruluştur. Orda, o kadar geleceğin insanına dönük,
üstün insan duyumları sergileniyor ki, akıp giden zamanda
yerini yitirmesin istiyorum.
Biliyorsunuz, insanoğlu milyon kere milyon yılların
belleğini taşıyarak
bu çizgiye ulaştı. Yazısız dönemlerin
kültürü, yazılı dönemleri bilim kayıtları, şu garip
yalnız dünyamızda tek tutunacağımız dalımızdır. Bu sorumluluğun
bilinciyle sizlere bu yazıyı yazma cesaretini gösterdim. Ben
hiçbir zaman kendimde bir değer aramadım ve de bulmam da.. Tek
özelliğim, doğaçlama, bazen de hayali olabilen alternatif
fikirler üretirim. çoğunlukla "uygulanabilirlik"
güvencem ve cesaret nedenim olur. Beni böylece anlarsan
sevinirim.
Kuruluşumuzun bir üye kartoteks
kütüğü
olmalıdır
İlk bilgileri üye niçin bu
kuruluşu seçtiğini,
neler katabileceğini ve detayları vermelidir.
Karteksleri değerlendirecek, gelecek zamanlara
kusursuz ve
tahrifatsız aktarabilmek için, seçimler üstü,
iki kişilik onur kurulu liyakatı, edimleriyle sabit değerlerden
oluşmalı, ölüm veya önemli bir nedenle boşalan
yerlerine, faal yönetim kurulu birini önermelidir.
Onur kurulu bir disiplin kurulu olmadığı için
özgürdür. Onur kurulu, İçel sanat
Kulübü adına üyelerin yaptığı kalıcı ve geleceğe
örtüşen çalışmalarını kartekse işlemelidir. Yine bu
karteks kayıtları seçilmişlerin, yani faal yönetim
kurulunun elinden uzak tutulmalıdır.
Böylece kulübümüzün gelecek
güzel
günlere aktarılacak bir belleği oluşacak. Kanıma göre bu
bellek ve bilince, İçel Sanat Kulübü layıktır. O
sadece keder ve kıvancın ılıman soluğu değil, gelecek insanımızın
yaşamsal sıvısıdır.
Akşam yemeğinde sayın Kodallı ile oturmuştum, zaman
ilerledikçe
büyüdüm, büyüdüm, zodyaklara ulaştım,
sonra gözümü aşağılarda gezdirdim, sizler, bizler,
hepimiz orada o atmosfer içinde idik, gülüyor
konuşuyorduk. Zaman yine akıyordu ama pırıl pırıl, dolu dolu ve de
birlikteliğin, o kapsamı anlatılamaz mutlu atmosferinde
yüzüyorduk.
Yine benim kanıma göre, kıymetler
görüldükçe, yerlerine ulaştırıldıkça insan
büyür, insanlık ve bizler büyürüz.
Siz liderliğin geniş kapsamlı yoğun uğraşları içinde bu
detayları atlayabilirsiniz. İşte ben bu nedenle devreye girdim.
12Ocak bu dahinin, bu bulunmaz zatın doğum
günü idi, bir
çağrı aldığıma göre bir yemek veya jübile
yapamadığımızın üzgüsü içindeyim.
Karteksin gerekliliği adına sanırım
çokça konuştum,
halbuki yapılmasını düşündüğüm daha çok ham
fikirlerim vardı.
Birinci sayfanın birinci adayını ben size sunuyorum,
değerlendirilirse
sevinirim. öperim
E. Aydın, 18Şubat1996
SAYIN FAZIL TüTüNER
İnsanlar yaradılıştan yüksek amaçlar
için
programlanmıştır. Doğuştan her birey iyidir, asildir, saygı duyulacak
sonsuz gen taşırlar.
Ancak özgürlük ortamında
gelişebilirler.
Sanılırki sonsuz özgürlük anarşidir.
Halbuki anarşi,
baskının karşıtında oluşur, aslında istenen şey değildir.
özgürlük bireylerde özben'i
güçlendirir. özben ise, sen, ben, biz, siz
düşüncesini kavrar. Böylece toplum şuuru oluşur. Bu şuur
empatiyi getirir (kendini karşındakinin yerine koymak). İşte
ezeli terazi çalışmağa başladı. Tartıda çok az kusurlar
olacaktır. Ona da tolerans denir.
Bizler genelde sindirilmiş bir toplumuz.
Düşündüğümüzle söylediğimiz kusurun
izlerini taşır.
İçel Sanat Kulübü kısmen
arınabilenlerin yan yana
gelişlerini vurgular. Bu seçkin potansiyeli sezen Fazıl
Tütüner, zamanın nabzını duyabilen, uyumlu, ılımlı, yön
verici gücünü ortaya koydu. öznel gereksinimlerini
bir kenara iterek koperasyon şuurunu değerlendirdi. Bugünki
İçel Sanat Kulübü yakalanmış nabzın tiktaklarıyla
birleşik şuurun kazanılmasının doyumsuz ve ulaşılamaz yüceltisidir.
Mersin insanı size minnettardır. Yeni yılınızı
candan kutlar sevgiler
saygılar sunarım.
çam sakızı çoban armağanı örneği
şu
küçük hediyemi lütfen bir duvarınıza asmağı
düşünürseniz sevinirim.
E. Aydın
FAZIL BEY,
Bütün yaratılmışlar için
geçerli bir
sözcük vardır: Nostalji.
Nedendir bilmem ama bu sözcüğü
çok severim.
Sözlükler kapasiteleri ölçüsünde
açıklama yaparlar. Yine de bireyler göre bir anlamı
içinde saklı kalır. Bana göre bu sözcük,
geçmişi bugünün vereleri ışığında tekrar incelemek
sorgulamaktır. Buna neden gereksinim duyarız sorusuna gelince,
sanıyorum, yaşanan günde bir eksik taraf buluruz, kendimizi
birşeyleri kaybetmekte gibi duyarız. Onun için eski hesapları
tekrar gözden geçirmenin gereksinimi öne gelir.
Bütün canlı cansız dediğimiz varlıklar bu duygudan
soyutlanamaz. Bir nirengilerdeki ağaç, bir kaya parçası,
özlüce yaşanmış bir zaman kesiti, hemen herşey, bu
sözcüğün denetimine ister istemez girer.
Yine sanıyorumki, İçel Sanat Kulübü
gibi soylu
kuruluşlar da bu sentezin ışığında yol almaktadır. Yine bundan neden,
verdiğiniz özverili çabalar da saygıdeğerdir. Dahası, sizi
daha iyi anlıyor ve seviyorum. Tümceyi bireysel olarak
kullanmadım. Nostaljinin özüne uygun içeriğini
kapsadığı için yazıyorum.
Sevgi bağlamında mutluluk küçük
küçük
kristallerden oluşur. Kristal ise yapısı toplumun öz ve
insana dönük değişmezleri kromozomsal bir
özellikle taşırlar. Janjanlıdırlar ama değişken değildirler.
Görülür ve duyulurlar, blok haline getirilemezler.
Kendime ait özyargıya gelince: görürüm, duyarım ama
yansımayı sizin kadar beceremem. (*)
Yazı bitti. öperim
E. Aydın
İçEL SANAT KULüBü
PLASTİK SANATLAR
KOLU BAŞKANLIĞINA
Bu eleştirel yazı başkana karşı değil, benimde
içinde bulunduğum
sanat kurulunadır. Doğal olarak her kuruluşun başkanı vardır, o, sadece
yönlendiricidir.
Yaz aylarının durağanlığını saymazsak, sorumlusu
olduğumuz yılın
yarısındayız. Bu güne kadar yaptığımız toplantılar, görev
bölümü ve yapacağımız işler üzerine bir proje
belirlemiş.
Konumuz sanat olunca, sayın kurulumuza bir takım
sürükleyici
görevler de kendiliğinden oluşuyor. Geride kalan süre
içinde gerçekçi olarak, (amacımız nedir?),
üyelerimize ulaşmak mı?, Mersin'e hizmet vermek mi?, yoksa
Taşeli'ni kapsayan, hatta Türkiye ve dünyayı amaçlayan
utopik projelerimiz mi olacak? Kararverme durumundayız.
Gördüğüm kadarıyla, hiç
birimiz elini taşın
altına koymuyor, bundan neden, haklı eleştiriler alıyoruz.
Parasal nedenler, bir gönül kuruluşunda hiç bir
zaman birincil neden olamaz.
Bu kadar dinamik güç yan yana gelmiş
projeler
üretmemiz, gerçekçi, edilgen olmamız
kaçınılmazdır.
Her toplantıyı bir öncekinin kayıtları
üzerine
gündemleştirerek çalışmaya başlarsak bizden sonra gelenlere
de ışık tutmuş oluruz.
Bana göre kısa mesafede neler yapabiliriz:
San kulüp olarak, valilik kanalıyla, akılcı
gerçeğimizi de anlatan, Mersin okullarındaki resim
öğretmenleriyle bir toplantı düzenlemek, yaklaşımın
sürekliliğini karara bağlamak, sorunları paylaşmak,
kulübümüze katkılarını konuşmak, onlar da isterlerse
seçkin öğrencileriyle ilgilenmek.
İlkokulların en yakınlarından başlayarak,
Resimİş derslerini
incelemek, gerekirse örnek çalışmalar yapmak,
çeşitli koleksiyon yapımına özendirmek, sanat sokağı
çalışmaları yapmak.
Başlanmış kursların pedagojik anlamda
sürdürülmesini denetim altına almak.
üyelerimiz için neler yapabileceğimiz:
Anlaşmalı bir sinemaya, sanatsal (plastik sanatlarla ilgili
filimler) getirtmek, daha önceden üyelere duyurmak.
Bale, opera, tiyatrolara üyelerin indirimli ulaşmalarını
sağlamak.
Resim sergilerinde sanatla ilgili kartlar satmak
Afiş ve reprüdüksiyon sergilereri açmak, sanat
kitapları köşesi kurmak, sokakta dia gösterileri, bir kısım
sergilerin sokakta açılması.
Açılışların coşkulu müzik eşliğinde yapılması.
Sohbetli sanat yemekleri düzenlemek.
Şimdilik bu önerilerimi öncelikli buluyorum. Saygılar.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Bu ulusun seçilir karekteri her zaman her
çağda
yürekli insanlarının hep var olmasıdır.
Ancak yürekli kişilerin sessiz ve ılımlı duruşu
sapık ideolojilere
cesaret ve bazen de fırsat vermiştir.
üniversite kürsüsünden
fısıldadığınız
içtenlikli sesinizi aldım.
Korkmayın yılmayın, gerekirse Volter olalım. İşte
güneş ufuktan
şimdi doğacak yürüyelim arkadaşlar.
İçel Sanat Kulübü sizlerin
anteninizde yıllardır yayın
yapıyor. Bu sesi de lütfen duyunuz. Saygılar Sevgiler.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
İçel Sanat Kulübü, toplumun çok çok
gereksinim duyduğu önemli bir konuyu yakaladı ve bunun
üzerine harekete geçti. Böylece yaptığı etkinlikler
saygı, ilgi gördü.
Kulüp, hangi amaçlarla
kurulmuştur.?
üyeler bu birlikteliğe niçin gereksinim duydular?
Ne dereceye kadar idealize edilebildi?
Sarfları ve atılımların geliri yeterli mi?
Yetmiyorsa yardımcı kaynakları nelerdir?
Bir kuruluşun varlığını sürdürebilmesi için
değişmez veya artan oranda kapital güvencesi koşulu
düşünülüyor mu?
Mutasavver gelirlerle mi program yapılıyor?
Uygar insana değer veren, düşünen, ulusal çıkarlara
saygılı, çevre ve yöreyi seven, paylaşımcı, birbirlerini
seven, sayan, gösterişten çok gelenek, görenek,
kültüre saygılı gönül adamlarının beraber
olabildikleri, bilimsel veya regriatif, sanatın her türüne
ilgi duyan, insanların beraberliği, yüksek amaçların
paylaşımları, düşüncesi ve özlemiyle kurulmuştur.
İnsan sosyal bir varlıktır. Birey, içinde bulunduğu toplumla
kişilik kazanır.
Bütün milli değerlerin, yitmeye, unutulmaya yüztuttuğu
bir zamanda, bir avuç duyarlı insan bu İçel Sanat
Kulübü çatısı altında toplandı. Salt insanı, onun
önce sevgi ve saygı gereksinimine ayrıcalıklı çareler bulma
çabası içinde.
Bugüne değin isimsiz kahramanlar eliyle çok büyük
işler yapıldı, toplumumuzun beğenisini kazandı.
İsteniyorki, bu bireysel çabalar artık özlü bir
organizasyona ulaşsın. Yine böylece kendi otomatizmini, uzun zaman
birimleri içinde korusun. Genel amaca ters düşen hatalar
yapmasından korunsun. ülkede kurulmuş bir siyasi partinin veya
belli amaçlara yönelik derneklerin dar ve koşullu
labirentlerinden her zaman kendini koruyabilsin. Yüksek
amaçları bakımından ayakta kalabilsin.
İçinde bulunduğumuz zaman kesitinde, yardım ve gönül
kuruluşları hep art niyetler çizgisinde yargılanırken, toplum
gözünde gerçek veya dedikodu şeklinde eleştiriler
almaktan hepimizin titiz olmamız, gerekirse bağlayıcı kararlardan
kaçmamamız ön koşul olmalı.
Saydam olabilmek, demokratik olabilmek için,
bağışlarda
kurullarımızın süzgecini esas tutmalıyız.
Unutulmamalıdır ki, Mehmet Ali bey, Doğan
Akça, Rafet Van,
Fevziye hanım, Tuğba hanım ve ben burada
küçümsenemeyecek özveriler içinde
bulunuyoruz. Olayımız gönül olayı, öyleyse bizim de
iletişimin yetersizliğine karşı anlayışlı ve bağışlayıcı olmamız
gerekir.
E. Aydın, 14Ocak1999
İNCELİKLİ çOCUK.
(bug'lu bir gün)
İnsan'ı tanımak için sanırım bin yıl bile
kısa zaman!
Bu çizgiyi yakalayanlar (yani sizin Gorat'ta
olanlar) ,
çağın ilerisinde, geleceğin ummanlarında, okyanuslarında, bir
yumşak esişli, can, canan kokulu meltemdirler.!
Sıradandırlar, halktırlar, halktandırlar,
haktandırlar, gönül
adamıdırlr, yüksek yaşarlar, yaşam gücüdürler.
Gölgeleri geleceğin abislerine düşer, ışıtır, ısıtır.
Bu dizge umarım seni senden koparmaz. Ben de sizler
gibiyi sever,
amaçlarım. Hani şu öğretmen olmak var ya mesafeli yaşamayı
buyuran, kemikleştiren.!!!!! İşte böylece "ben" ben değilim.
Zaman zaman oksijensiz kalırım. Oturur olanlara mersiyeler düzerim.
İçel Sanat Klübü'ne gönül
verdim. Bir renk
bir sıcaklık vermeği denedim. Güzel sanatlara bir tüzük
hazırlamak için seve seve mevsim şartlarını dışlayarak gelip
gittim.
Kendimce incelikli yılbaşı balonları şişirttim.
Birlikte "onuncu yıl
marşları" söyletmeği, zamanlar içinden kayıp gelen
çocuksu duygularımla yanınızda oldum. Sizlerin yani
gönül adamlarının olduğu her yerde beraber olmağa can attım.
İşin içeriği sizinle olmaktan büyük haz aldım.
Bu kertede coşkunun nakit bedelinin cezalı
ödenmesini isteyen
taammüden, taahhütlü, kanun dışı mektuplar aldım.
Zaten ben biraz da kırılganım. Yazı, bir gönül kuruluşundan
geldiği için bence önemli oldu kırıldım. Yok oldum da
denebilir.
Kulüpten kaydımın silindiği muştusunu beklerken senden bir mesaj
aldım.öylesine etkilendimki.!
E. Aydın, 27Ocak1999
İçEL SANAT KULüBü
YöNETİM KURULU BAŞKANLIĞINA
Sayın başkanım dergide çıkan baş yazılarını
ilgiyle okuyorum.
Her yazı, bin bir dersle dolu, kitabi..! önermeler, anekdotlar,
doktirinler; kısacası; sivil toplum örgütlenmesinin
anotomisine ters düşen klasik olmuş düşünceler.
Savlanıyor.
Elhasıl bir yerlerde bir şeylerin ters gittiği
imajını vurguluyor
yazılar.!
Böl ve yönet: sivil toplum
bölünmemeli. çok
sesliliğin müziğidir onu büyük yapan.!
"Taşın altına elini koymak": taşın hangisi olduğu,
bana göre
yönetenlerce belirtilir.
Yönetim kurulu projeler üretir. Bu teorik değil,
pratiğe, edİme dönük olmalıdır. Sivil toplum, yapısı gereği
gönül işidİr. Bİr mozaikler topluluğudur. Onları
yönlendiren sizler olmalısınız. ücretİ yoktur ama,
sorumluluğu çoktur.
Bu durum önceden bilinerek, yönetİme aday olunur.
Onur belgeleri konusu; çok bilgece
düşünülmüş, kadirbilirlik örneğidir.
çok yüce bİr manevİ değerin simgesidir. Her kişiye
nasibolmaz. Türlü nedenlerle bana lütfedilen belgeleri,
baş köşemde, özel bİr bölümde saklarım. Onlarla
gurur duyarım.
Bu güzel olayı başlattığınıza göre; yönetim kurulunun
imzalarını taşıyan birer belgeyle vesika edilirse, daha inandırıcı olur
dİye düşünüyorum.
Sayın Nuri Abaç, ulusal çizgiyi aşmış,
evrensele ulaşmış,
Mersin'in, Türkiye'nin onurudur. Sayın Nuri Abaç, derneğin
kurucusudur. İçel sanat kulübü okurları bu güzel
olayın, uz bir kalem tarafından dergimizde yayımlanmasından mutluluk
duyacaktır.
Bugün Mersin liseliler derneğinin aylık
bültenini aldım.
üyelerİn sağlığı, hastalığı, açtığı sergiler daha bİr
çok sosyal olaylardan bahsediyor ama, ödül
törenleri kendilerine ulaşmadığı için, dergiye girmediği
için, bilgileri olamamış sanıyorum. Sivil toplum, bu tür
gönül olaylarıyla güçlenir, sevgide
çoğalır, yoğunlaşır diye düşünüyorum.
İçel sanat kulübü, sıradan bir
kuruluş değildir
diyorsunuz, ama mutluluk adalarına, sıradanlık denizlerinden gidildiği
gerçeğini gözardı edemeyiz.
Sizler gibi, pırıl pırıl yönetici kadroyu seçenler bana
göre sıradan olamazlar.
Biryerlerde, birşeyler iyi gitmiyor;ama nerede?!
Taşın altına ellerini sokmuyorlar,kimler,neden?!?
İçel sanat kulübünü seviyorum, sizleri seviyorum.
Parazitli konuşmam ondandır, affola..
Severek konuşan kekre konuşur. Hepinizi öperim.
E. Aydın, 28Temmuz1999
GöNüL DOSTLARIMA
Hızla akıp giden zamanlar içinde pırıl pırıl göletler
yaratan insanı insanda çoğaltan İçel Sanat
Klübü üyelerinin yeni yıllarını kutlar, şükran
sevgi ve saygılarımı sunarım.
E. Aydın, 27Aralık1999
MERSİN LİSELİLERİ DAYANIŞMA DERNEĞİ
BAŞKANLIĞINA
İncelikli ve yüreklendirici yazınızı aldım.
Yine yine doluktum.
Duygular.. anlatımı zor, dolaşık yumak... ebem kuşağıdır. Bir uç
yakaladım dersiniz, elinizde kalıverir. Başka bir uca bakarsınız,
ebrulu anlatıma yatkın değildir.
Devlet, bizleri savaş yıllarında işe dayalı,
yüksek amaçlı,
pedagojik, yani iş içinde öğretim ve eğitim programları
için özene bezene idealize etti. İş bilgisi ResimYazı
öğretmeni yetiştirdi. Devletin eğitim politikaları gereği,
ortaeğitimde dersler organik bir bağ içindedir. Bir
bütündür. İşbilgisiResimYazı bu bütünün
harcı, yapıştırıcısıdır.
Edebiyatta yazılı kağıtlarda, kimyada, fizikte,
matematikte,
geometride, coğrafya, tarihte işbilgisiresimyazı; eğitim öğretimin
kan dolaşımıdır. Olmazsa olmazıdır.
Hemen 1924'te çağrılan dünya
çaplı eğitimciler,
Türkiye'nin eğitim sorununu incelediler. Uzun yıllardan sonra
ulusal karekterimize uygun dinamik topyekün kalkınmağı hedef alan,
ortaöğretim programı kanunlaştı. Gazi eğitim entitüsü bu
amaçla kuruldu. çağdaştı, ulusu kapsıyordu. Ellili
yıllardan sonra o güzelim program yozlaştırıldı. Olmasa da olur
diye diye, iletişimden yoksun, kendi çalıp kendi oynayan,
akordsuz, temposuz bir toplum olduk. Sanki birileri "bu
işbilgisiresimyazı da neyin nesi" diyesi....
Bu sanal savaşta en çok değer yitiren
işbilgisiresimyazı
öğretmeni; entel toplumun da beklencesi gereği, amacı dışında var
olabilmek için sanatı seçti.
İyi bir işbilgisiresimyazı öğretmeni yok
artık.! Resim yapan,
sergiler açan, ressam öğretmen var.
Ekim ayı için öneriniz de bu bağlamda
olduğu için
yazıyı kotarmağa iki gün az geldi. Dersimizin ideodaki
gerçek yerini gücüm yettiğince vurgulamağa
çalıştım. Söz de uzadı.
Teknoloji zaten çizimle birlikte var
olabildiğine göre,
görmeği, gördüğünü doğru çizmeği,
estetiği, dizaynı dışlamadan, gerçekçi bir bakış
açısını, oturuşkun kural ve kuramlar içinde doğru
çizimler, yaşamboyu, başarı ve başarısızlığın anatomisinde etken
olacak bir öğretmen üstlendiği yüksek evrensel
görevin bilincindeyse yaşamışlığın üstüne aldığı
sorumluluğun onuru bir faniye yetmez mi?
öğretmenler isimsiz yaşarlar. Sizlerin
gönüllerinde yer
etmekten büyük ne vardır?!
Bana gelince: gücümü bileyerek, kendi
gerçeğimi,
özgünlüğümü, tuvale aktarmağa
çalışıyorum. Mesleğe atıldığımdan bu yana, kağıt kalem hep
elimdedir. Otobüste, trende, kahvede, lokantada, yurt gezilerinde,
sabah yürüyüşlerinde, taslaklar yaparım.
Küçük olmasına karşın hepsi de bitmiş ve
özgündür. Pek azını tuvale aktarabildim.
çalışıyorum, çalışacağım. (Editörün notu: Bu
taslak çizimler kitabın son bölümündedir)
Size geçenlerde yazdığım mektup galiba biraz
abartılı duygusal
olmuştu. Hoş görün. Yıllarca laftan ekmek yediğimiz
için olacak, çokca konuşuruz. Bağışlana. Hem de siz ne
güzel arkladınız beni çoşturdunuz.
Gazanfer bey de sanırım bilirler. Ben yakın çevreme şimdileri
resim satmam. çam sakızı çoban armağanı özdeyişince:
veririm.
İlginiz şereflerin en büyüğüdür.
Vitaminler,hormonlar,benim naturama ters etki yapar.
Bundan neden,
övgülerle sövgülerli ince eler sık dokurum.
Sövgüleri özümsemek, bünyeden dışarı atmak
kolay oluyor.Ucuz mal olduğundan.
övgüler ise, nitelikseldir, kristalizedir.
Kimyasal,
psikolojik imbiklerden geçebildikten sonra artık mücevher
olmuştur. Koruması yüksek çaba ister. Pandorama
güvenemiyorum.
Saygılarımın sevgilerimin kabulu ricasıyla...
E. Aydın, 5Temuz2000
SAYIN BAŞKAN ALKAN
Beş Temmuz'da özene bezene yazdığım mektubu
almamış olacaksınız.
Sergi için ortaya koyduğum gerekçeyi de kınadığınızı
duyumsuyorum. Sıcacık bir çağrıya güleoynaya evet demek
gerekmez miydi?
Ben, genişce bir sergi açmağı
düşünüyordum.
Taslaklarımla birlilte, farklı, orjinal bir serginin
açılışı
gözümde büyümüştü. Zor gibi gelmişti.
Sanat tarihinde de ezkizler, yani taslaklar, sanata soyunanların, saf
özgünlüğünü korudukları için olacak,
eleştirmenlerce önemli bir vere olarak
düşünülür. Taslaklar, yani ezkizler, tuvale
aktarılırken genelde değişirler. Değişirken gerginleşir, bozuluma
uğrarlar. Şiirde de böyledir.
Yurdun değişik yerlerinden değişik zamanlarda çizdiğim taslak ve
ikinci taslaklardan renk biçem araştırmalarından size bir
kısmını yolluyorum. Mam sakızı çoban armağanı.
Eğer çerçeveler, sergilemeği
düşünürseniz
hiç de sıradan değildirler. Uygun görürseniz, gereğini
yapmakda özgürsünüz.. Size verilmiştir.
Bu taslakların dizaynı, yani pasparto ve
çerçevesini, siz
yaptırmağı üslenebilirseniz, elimde bittiğini sandığım,
yapıtlardan bir sergiyi Mersin'e getiririm. Böylece, projem de
gerçekleşir. Sizin de öz verili düşünceniz olumlu
bir yanıt bulmuş olur.
Benim getireceğim yapıtlar da ilgi görür. Edinim şansına
ulaşırsa, birlikte yeyeceğimiz sofrada tekrar katkı sınırını,
gönül süzgecinden geçirir, konuşuruz diye
düşünüyorum.
Hemen karar verebilirseniz, (olur veya olmaz) ben de
duruma göre
hazırlığa girebilirim. Sergi salonu İçel Sanat Klübü
olabildiği gibi, Sanayi odası veya devlet galerisi de olabilir.
Doğan Alça'dan sonra, kulüp, sanat
sergilerinde biraz
kararsız oluyorlar diye bu açıklamağa gereksinim duydum.
Sevgi yağmurumuz olsun. Saygılar.
E. Aydın, 15Temmuz2000
İLK KURŞUN
Nereye, ne zaman isabetli atış yapacağını bilenleri severim.
Karavanaları, herkes gibi ben de sevmem.
İçel Sanat Kukübünde açtığım sergide, sanırım
kişisel yetkinizi kullanarak, bir boşluğu çok güzel
doldurdunuz. İyi bir yönetici olmanın, her zaman böyle
sürprizle zenginleştiğini bilirim.
Sizi candan kutlarım. Bölük
pörçük, bazen de
tutarsız tümcelerimle de olsa Mersin'lilerle konuşma fırsatı,
benim için büyük zevk oldu.
Sizlere gönül borcum vardı, iki satır da
olsa ödemeye
çalıştım.
T.R.R topluluğuna ve size bin şükran.
Ethem Aydın, 8Kasım2000
GüNCEL, DüNCEL VE ARDIL'NI
YAKALAYAN
ATATüRK KUŞAĞININ, TEMSİLCİSİ,
GüVENCESİ GöNüL ADAMI,
SAYIN VALİMİZ.
Bu ses; 1944 lerden başlayarak, Kars,
Düziçi köy
enstİtüsü, İvriz köy enstİtüsü, Mersİn lisesi,
Osmaniye lisesi, Adana erkek lisesi 1977 lere kadar 30 sene, karınca
kararınca, ulusuma olan borcunu bir işbilgisi, resim, yazı
öğretmeni olarak ödemeğe çalışan, eğitim ordusu
bİnlece neferinden birinin sesİdİr.
Mersİn liselileri derneğinin, İçel sanat
kulübüyle
birlikte hazırladıkları, geleneksel buluşma günü kapsamında
açtığım sergİye onur vermenizle, öğrencilerimi ve beni
mutlu ettiniz.
Mersin'in, özellikle kültürüne
yerinde katkınız,
zamanlar boyu süreceğine inadığım, tatlı bir söylencedir.
enç Türkİye cumhuriyetinin sarsıntılı evreller yaşadığı
günümüzde, sizler gibi dinamik güçlere,
şimdi daha çok gereksinim olduğunun biİiciyle bu yazıyı
size ulaştırmağı bir görev saydım.
Atatürk'ün kağnısı,sizler olduğu
sürece, yolda kalmaz. Saygi ve sevgiler.
Ethem Aydın, 8Kasim2000
SEVGİLİ GAZANFER
28 Ekim, dolu dolu, özellik güzelliklerle
gelip geçti.
Anıların tınısı, rengi, kokusu, çoğalarak, topraktan yaprağa
yapraktan çiçeğe sürüp gidiyor.
Sonlu yaşamda, sonsuzluğu duyumsamak, ne güzel.!
Lütfen, bundan sonraki
yükümlülüğümün neler olacağını da
belirlerseniz sevinirim.
Düşünce:
Mersin liselileri derneği tüzüğünün içeriği.
kuruluştan bu yana edimleri.
bursiyerlerin birkaç yazısı.
sivil toplumdaki yankıları.
sınıf arkadaşlarının yazıları
imeceye gönül verenlerden anılar.
evrensel çizgide yeri.
Mustafa Kemal'in kağnısı
dağbaşını duman almış, gümüşdere durmaz akar.
İçel sanat kulübü özel sayısı.
Mersin liselileri dayanışma derneğinin, ayrıca yapacakları etkinlikler.
Bizi bağlamamalı. Sivil toplumların, özelliği çok
sesliliktedir.
Biz bir başlatalım, diye düşünüyorum.öperim.
Ortaya koyucu,kollayıcı,koruyuculara bin şükran.
Organizasyonda emeği geçen gönül dostları ordusuna
binlerce şükran..
Sizleri seviyorum.
E. Aydın, 10Kasım2000
SAYIN ERKAN öZAYDIN
İnsan; düşünceden bu yana; neden, niçin,
sözcükleriyle yaşama anlam kazandırmayı başarmış. Cesaretle,
onlarca düzeni bozarak, yeni düzenler kurmayı
başarmıştır. Kaosun büyük patlamayla oluştuğuna,
evrimin de sürdüğüne inanıyorsak eğer.
Şimdilik metobolizmanın vazgeçilmez gerçeği,
<güneş> soğuyabilir, gücünü yitirebilir,
sönebilir. Belki yarın, belki de milyonlarca yıl sonra olsa da
bizleri ilgilendiriyor düşüncesinde buluşmuş oluyoruz
Bu bir beyin jimnastiği olduğu gibi, evrensele
gönderme de olabilir.
Edinebildiğimiz bilimlerin yardımıyla, uz görünün
eşliğinde düşünelim ve sanal, kurgularımızı İçel
Sanat Kulübü adresine ulaştıralım.Orada oluşturulacak bir
ön kurula sunalım. <ilginç önerileri> yeni
sayılarımızda yayımlayalım.
Bütün aşklar hep böyle başlar.
Eğer düşüncemi sizler de uygun bulacak olursanız, sevinirim.
E. Aydın, 14Şubat2002
SAYIN BAŞKAN
Bilimler ve Fenler, din gibi tek doğru olduğu sürece insanda,
varolduğuna inandığımız, özveri, sağduyu zedeleniyor.
Demokrasilerdeki çarpıklık da, sanırım <tek doğru
bilimdir> düşüncesinden kaynaklanıyor.
İçel Sanat Kulübü; aydın, uygar, yarınlara açık
örnek bir sivil toplum kuruluşudur. Veya öyle olması
düşüncesinden yola çıkarak, kendi bünyesinde,
kendine yakışan atılımı yapabilmelidir.
Düşünce çizgim oldukça
gerçekçidir.
Yıllardan beri; Yönetim Kurulu ve Başkan
seçimleri yaparız;
Sonra da iyi çalışmadılar, yediler, yuttular diye açık
kapalı, insana yakışmayan dedi kodular duyarız.
Yönetimler, hep ağır eleştirilere uğrarlar.
Daha akılalmazı,
onlara ne teşekkür eder, ne de bir ödül vermeyi
düşünürüz. <Güya gönül
kuruluşuyuz>!!!
öneri: Seçimden bir ay önce,
yönetime aday olmak
isteyen üyeler, ileriye dönük, gerçekci, ne gibi
uygulamalar getireceklerini yazılı olarak, yönetim kuruluna
sunsunlar.
Yine üyelerden oluşan, bir seçici
kurulun onayından
geçen, ön proje, seçim için toplanan genel
kurulda, yüksek sesle okutulsun. Seçim sonucu, kazanan yeni
yönetim kurulu, önce sundukları projenin uygulamaları
ışığında çalışsınlar; yaratıcılıklarını göstersinler...
Böylece, insanın, insanda
büyüdüğünü
yaşayarak görürüz, mutlu oluruz.
Beni okuduğunuz için teşekkürler,
saygılar, öperim.
E. Aydın, 2Nisan2002
DAVETİYE
28/Ekim/2ooo Geleneksel buluşma günü anısına İçel
Sanat Kulübü Teoman ünüsan salonunda öğretmen
Ethem Aydın'ın öNCüL, GüNCEL, ARDIL yapıtlarını kapsayan
resim sergisine gönül dostları çağrılıdır.
İçel Sanat Klübünün katkısıyla
Mersin Liseliler Derneği
Bşk. Meriç ALKAN
İçEL SANAT KLüBü
SEVGİLİLER GüNüNDE
BERDAN BARAJINDA çOĞALDI!
13Şubat Pazar, pırıl pırıl, güneş yükseliyor.
Yeşiller mavilere uyanıyor.
Sevgililer sevgiye.!
Tatlı sert, ılıman, özel ve güzel bir gün, bugün.
Sevgililer Günü.!
Dostluğa, arkadaşlığa, sevgiye, aşka, çın, çın.!!
Mersin'den, gönül adamlarıyla, tıklım tıklım dolu
otobüs; daha önce, kendi araçlarıyla gelen konuklar
tarafından, alkışlarla karşılandı.
Bu alkışlar, doğa ananın yürek atışlarıyla
örtüştü.
Tarsus'a yeni kazandırılan Atlı Spor
Kulübü
önündeki sekide, bir kahve dinlencesinden sonra, baraj
gölü kıyısında iki saatlik doyurucu bir
yürüyüş, (isteyen bu geziyi atlarla yapabilir)
Dönüşte açık havada, güle
oynaya, cıvıl cıvıl bir
öğle yemeği ve hasret yüklü sohbetler.
Dostluğa, mutluluğa çın, çın..!!
Tarası doldurup taşan, donanımlı masalardan birinde,
taşeli tutkunu,
gezgini, Semihi Vural adım adım (Taşeli) anılarını çok boyutlu
bir filim şeridi gibi gözler önüne serdi.
Doyumsuz anlatımıyla, çocukluğumun ayak
izlerinde; antik
kalıntılar, kültürel, folklorik özellikler,
güzellikleri tekrar anımsattı, yaşattı. Unutulan dünlerden,
yaşanan günlerden, aydınlık yarınlara, çın çın.!
Cemal Turan, Mersin Sanat Kulübü'nde yeni
açtığı resim
sergisi ve Almanya'daki sergisinden izlenimlerini, sanat
üzerindeki deneyimlerini, Güngör Turan Kulüpteki
müzik etkinliklerinden söz etti. Yetiştirdiği müzik
gönüllüleriyle esenleşti.
Sezaver Seçki Yakında Adana Mimar Sinan Resim Salonu'nda
açacağı resim sergisinin heyecanıyla, sanata nasıl soyunduğunu,
kimlerden etkilendiğini, kıvrak bir dille anlattı, övgüler
sundu.
Heykeltraş dostumuz Hidayet Uysal, bir Buda heykeli
gibi suskun,
konuşulanları dinledi.
Gönül kuruluşlarında, bu unutulmaz
özel ve güzel
günleri bizlere hazırlayan dostlara, çın çın..
Gün iniyor, sular kararıyordu, esenleşerek,
yollara, yollara..!
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Türkyılmaz'ın resim sergisi üzerine resim
sanatının
önemli öğelerinden birisi de yaratma cesaretidir. Doktorluğun
verdiği güçle bu öge sanatına da yansıyor.
Görülenle kaosun, içiçe ve de kol kola olduğu
yapıtları, çağdaş yansımaya ulaşıyor. Sanatın major kurallarına
saygılı lmak koşuluyla, yalın duyumlarını tuvallerine aktarmaya
çaba veriyor. Resmi kendisi için vazgeçilmez bir
yaşam biçimi olarak yorumluyor.
E. Aydın
SAYIN NEVİT KODALLI
Yukardaki yazıyı İçel Sanat Klübü
başkanlığına
yazmıştım. Uyguın gerekli görülmüş, yanıt geldi. Sizin
onayınıza da sunmağı düşündüm.
Yılı, veya daha öncesini de kapsayan geleceğe
de ışık tutacak bir
raporu birlikte hazırlayarak veya sonradan birleştirerek başkanlığa
sunalım diye düşünüyorum.
Eğer düşünceme katılırsanız haberleşelim.
Yönetime bir katkımız olursa sevindiricidir.
Olmazsa da
üzülmeyiz.
Saygılarımı ve Sevgilerimi sunarım.
E. Aydın, 12 Haziran2002
BAŞLIKSIZ
14 Temmuz pazar, değişik bir olay başlatmak ve
yaşamak için
Taşucu'nda bekliyoruz. Bir gemiyle ilk defa beş saat kıyıları
gözleyerek gideceğiz. Prof.Tuncay özgünen, Prof. yine
hanımı, Doçent ilgi alanımda olan Handan Tunç, ayrıldığı
beyi Levent Baler, kızı Su, doktorun oğlu Bilgi gurubumuzu
oluşturuyordu. Gezi boyunca da beraberliğimiz sürdü.
Masamıza zaman zaman, Nevit Kodalı, Celal Taşkıran,
Kaptan, özcan
bey, İbrahim bey, Doğan, Nejla hanım konuk oldular.
Bir yanımız derya deniz, bir yanımız Toros'lar, arada bir adalar,
adacıklar. Zamanlar ne kadar da iç içe idi.
üçüncü zamanda gençleşen Toros'lar dimdik,
esti katmanlar, öbek öbek devrilmiş yatıyorlardı. İnsanlar
mutluluk naraları atıyorlardı. Zaman zaman da gemi duruyor, denize
giriyorlardı, cümbür cemaaat.
Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri,
günler ayları, aylar
yılları yapar. Böylesine içten içe, ayrımsız,
ayrıcalıksız akan zamanlar bize nesnelerin varlık çizgisini
belirler. İnsan bilincine vardığı zamanları saymak istesek herhalde
zorlanırız gibi geliyor bana.
Yakın zamanlarda 14 Temmuz da İçel Sanat
Kulübünün kotardığı bir mavi yolculuk yapmıştık. Bir
gün sürsede ayrımına varılan dopdolu bir gün olmuştu. O
gün güneş bizi Taşucu'nda buldu. Denizi bulduksada, yatı
bulmak epeyce eğlenceli oldu.
Adana'dan, Silifke'den, Mersin'den gelen konuklar yavaş yavaş yerlerini
aldılar, iskele alındı, gemi yavaş yavaş yön değiştirdi,
açılıyoruz. Gemi denizle, biz birbirimizle tanışmakta iken
kaptanımız rotamızı, yüzmek için duraklayacağımız koyları
duyurarak iyi yolculuklar diledi. Bir yanımız Toros 'ların denizle
buluştuğu yeşil ve tanıdık yamaçlar, diğer tarafta deniz,
adalar. İçerde Taşeli'nin insanları, yine zamanlar içinde
ya karşılaştığımız yada beraber olduğumuz, anılarımızın bulunduğu
dostlar. Yavaş yavaş da olsa, önce gülücüklerle
sonra yakınlaşmalarla iletişi başlıyor. Sandalyeler zaman zaman
konuklarını değiştirmeye başlıyor. Tanışıklıklar koyulaşıyor. Mavi bir
atlas üzerine serilmiş logalar gibiyiz, herkes yerini ve
geçmişteki parçasını arıyor. Yahutta, yeni bir
kompozisyonda buluşuyor.
Böylece gün büyümeye başlıyor.
çok
besleyici, ılımlı bir hava, deniz kendini oynuyor,
küçük, dalgalı ve çağırgan. Yolculuk
ilerledikçe zanalar da değişiyor. İşte
üçüncü zamanda denize yığılıp kalmış bir soy
taşı, hem de yan düşmüş yatıyor.
Şu tarafta bir ada yemyeşil Romalılardan izler taşıyor.
E. Aydın
PLATONİK
Platonique: Gerçekte var olmayan, düşte kalan, hep
öyle kalması istenen, sevgi ve ilgi bağlamında.
Yaşam devinimdir. İçte devinim, dışta devinim. Uzamda, zamanda
devinim.
9 Ağustos, Gökova gezisi başlıyor. Beşgün, on üç
milyon. Gezi boyu yazmak, cıvıltıyı, paylaşmadaki duyguyu, insana
ilişkin herşeyi yazmak gerek. İnsan insana, insanca konuşup
söyleşmek.. Kuştan, ağaçtan, çiçekten,
yapraktan, aşktan, sevgiden, güneşten, buluttan yaz yazabildiğin,
düşünebildiğin kadar.
Değişiklik iyi şey aslında. Göz harpışta,
hayat, sofa sayvan,
kamalye, sundurma, baranı, üzüm bağlarını yerden
yükselten kuru ağaç. Güz aylarında üzümler
ve meyveler üzerine kırağı yağması beklenir. üzümün
kabığı ayazla yumşar, erimeğe yüz tutar. Bütün sebzeler
meyveler ilk kırağıdan etkilenir, faydalanır? Tadı, suyu artar. (*)
E. Aydın
GESAM TüRKİYE GüZEL SANAT
ESERLERİ
SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ BAŞKANLIĞINA
ANKARA
Gesam'ı kurmakla, tarihi bir görev yapıyorsunuz.
çalışmanız hangi seviyede olursa olsun övgüye layık.
Kuruluşun hizmet alanı (sizlerin kaleme aldığına göre) çok
geniş ve realist. Gelir kaynakları ise, kısıtlı ve sembolik
gözüküyor. Sosyal amaçlara inebilmek için,
devamlılığı sağlanmış akarlara gereksinim var. Telif hakları ile onun
hukuki sorunlarının kovuşturulması ile nereye varılabilir?
üyelerin vereceği aidatlar, hiç bir
zaman Ankara dışında
organlaşmayı sağlamaz. Bu üst kuruluşu, daha popüler yapmak,
rantabl bir çalışmaya ulaştırmak gerek.
Şayet düşünceye, düşünenlerin
fikrine sıcak
yaklaşılabilecekse, bazı pratikler ve özlü detaylı
fikirlerimi sizlere ulaştırmayı zevk ve ödev sayarım. Zedelenmiş
hukukların kovuşturulması yerine, hukukları zedelettirmemek
prensiplerini koymakla daha tabana yakın hareket etmiş olurnur diye
düşünürüm.
Eğer bana yazmayı düşünürseniz,
lütfen bir de
tüzük yollamanzı isteyeceğim.
Saygılarımla.
E. Aydın, 9Eylül1987
GESAM TüRKİYE GüZEL SANAT
ESERLERİ
SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ BAŞKANLIĞINA
ANKARA
9101987 tarih, (601/103) sayılı yazınızı aldım.
üyelik kaydımın yapıldığını bildiriyorsunuz. Teşekkür ederim.
Seyahatta olmam sebebiyle yanıt vermekte biraz geciktim.
İstenen yetki belgesi üzerine gereksiz şeyler yazmaktan
çekindim. Yönetmelik çok şeyler yazmaya amir, ama
yazılacak alan kısıtlı.
Bundan sebep, ben yetki belgesini imzalayıp,
tarafınıza gerekli
gördüğüm vesikaları da yolluyorum. Lütfen zahmet
buyurup, yerli yerlerine yazı verirseniz, mutlu olurum.
ESERLERİM:
1 Atatürk parkı, peyzaj, yağlı boya, (37x45), bayram ve yılbaşları
için, özgeçmiş ilaveli, (25.000 basılmış) halen
piyasada. Elimde yoktur.
2 Ermenek, peyzaj, yağlı boya, 50x70, aynı amaçla, 10.000
basılmış, bir miktar elimde vardır.
3 Adana baraj gölü, guaj, 35x45, 10.000 basıldı, bir miktar
elimde var.
4 Mut, peyzaj, 50x70, 5.000 basıldı yağlı boya,
5 (Bolu, peyzaj, yağlı boya, (50x70) elimde.
6 Galyörler, yağlı boya, 50x70
7 Solu boya Natürmort'lar buraya ve fişe sığmayacak kadar sayıda.
Sizden ricam, bunlardan birkaç tanesini
şimdilik
prosüdörü tamamlamak için kayda alınız. İlerde,
sizlerle konuşmadan sonra gereğini yapmaya
çalışırım. Not: üç aylık katkı Ankara
Halk Bankasına yatırılmıştır.
Saygılarımla.
E. Aydın, 6Aralık1987
çAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ
1 On kişilik değişmez danışma kurulu (özveri durumları
kanıtlanmış, fikirleriyle katkıda bulunacak kişiler dahil. Varlıklı,
çevresi aynı sebeple geniş olan kişiler)
2 Dernek yönetim kurulu, kayıtlı üyelerden oluşur,
seçimle gelirler. Dinamik, devnigengenç ve orta kuşaktan
olur.
3 Organlar: Halkla ilişkiler, evlere rahatça girip
çıkabilecek, çevreli ve psikolojik etkileme
gücü olan, iyi ve doğru konuşan, konuşmasına alternatif
üretebilen kişiler.
Bu birikimi, kısa zamanda paraya veya kullanıma çevirecek
gönüllüler.
Okumayazmadan başlayarak türlü kurslar verilebilecek yetkili
ve gönüllü kişiler.
Bölgesinde, ev ev dolaşarak, fakir öğrenci barındıracak veya
doyuracak yada okul gereksinimlerini karşılayabilecek adres
araştırılması.
Komşu il ve ilçelerde, bu tür çalışmaları yapan
kurum ve kuruluşlarla yakın iletişim.
Genç ve fakir öğrenci kuşağına, yetileri kapsamında iş
verebilecek adreslerle ilişki.
Rehberlik, turistlere, isteyenlere verebilecek, dil ve fen yeteneği
olan elemanlar. Gerekirse evlere yollanabilecek, bilgi ve
görgüde kişiler.
Senede, belli zamanlarda, üyelerinde çağrılı olduğu eğlence
etkinlikleri, sinema, tiyatro ve opera da dahil.
Kamu kuruluşlarında yakın ilişkiler. Böylece oluşturulacak
değişmez bir merkez ve depolama olanağı.
Zaman zaman elimizde birikmiş yiyecek ve giyecekleri, daha önceden
geçim durumları belirlenmiş mahallelerde dağıtım.
Eski, her türlü gazete, kitap toplanması.
Müzayedeler, piyangolar.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Adana çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin; "24 Kasım
öğretmenler Günü Kutlama Etkinlikleri" kapsamında,
emekli öğretmenlere çay verildi.
Salon, öğretimin eski, deneyimli ustalarıyla
büyümüş bir konsey havasına
bürünmüştü.
Atatürk aramızdaydı.
çağdaş yaşamı destekleme derneği başkanı, sayın Nuran Işık
içtenlikli, mütavazi bir konuşmayla toplantıyı açtı.
Birikimlerin üleşilmesi, anıların tazelenmesi üzerine
çağrıda bulundu.
çağdaş yaşamın, klasik anlamından kurtarılarak, daha katılımcı
aktif bir çizgide yorumlanması tartışıldı.
İnsan yetiştirme sanatının ustaları, bir çocuğun sonsuz
merakını, renk renk alanlarda işlerken; zekanın ve duyarlılığın
çorak topraklarda, nasıl işlenmeden akıp gittiğini
görmemenin acısını yaşayanlar, köy enstitülerinin
kuruluşundaki kutsal amacı bir defa daha dile getirdiler.
Büyük Atatürk'ün kendilerine emanet ettiği,
Türk gençliğini çağdaş çizgide nasıl koruyup
kolladıklarını, onları değiştirirken kendilerinin de yenilendiğini, ezi
ve ezalara katlandıklarını anlatırken mutluluk gözyaşları
döktüler.
Evrim sürüyordu, anılar geride kalmalıydı. Gelecek
için de öğretimin de, öğretmenin de yenilenmesi tek
koşuldu.
Kurulu düzenin evrimi yavaş gelişiyordu. Sivil toplumun
kuruluşları, yurt çapında örgütlenme çabasına
girdiler, günceli ve çağdaşı arıyorlardı.
Adana çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği de bunlardan birisidir.
Olanağı yetersiz öğrencilere burs veriyorlar, yeni yetişmekte olan
kuşağa kanat geriyorlar. Bu kutsal davaya gönül verenler,
yardımda bulunmak isteyenler gün geçtikçe çığ
gibi büyüyor. Bu ulusun soydan gelme, denenmiş gizil
gücünü ortaya koyuyorlar. "Atatürk'ün Kağnısı
Yolda Kalmaz"
Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar...
E. Aydın
EĞİTİM USTALARINDAN ALINTILAR
çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin, potansiyel gücü
Adana üniversitesi ve Yüksek okullarıdır.
Klasik çıkarmalardan (yani yardım alarak ve yardım ederek),
çağdaşlığı yakalayamayız.
çağdaşlık günü ve yarını kapsar. Şimdi biz
günü kurtarmaya çaba veriyoruz. Umarımız potansiyel
güçte olmalı.
çağdaş toplumda hastalar, sakatlar, geçici yatalaklar,
körler, yaşlılar, yalnızlar, kısa süreli yatağa bağımlılar,
dahaları...
Burs verdiğimiz üniversite öğrencilerinden, yukarda saymaya
çalıştığım kimselere bir veya iki saat yoldaş olmak, ona gazete
okumak, yazı yazmak, iç hizmetler vermelerini istemek, bir
gönül kuruluşunun ideal ve gerçekçi görevi
olmalı. Mutluluk ve sevgi paylaşıldıkça güzeldir....
E. Aydın
DOĞAL HAYATI KORUMA DERNEĞİ
BAŞKANLIĞINA
Şimdilik, sentetik ve selülozik yaşam düşüncesi
henüz gözükmüyor. Buna karşın; olmaz olamaz diye de
dayatamayız.
Geçirdiğimiz evrimin, evrelerine bir göz atarsak,
çok çarpıcı bileşimler devreye girip çıkmış; bu
aynı zamanda girecek çıkacakların da göstergesidir.
Seçici olmakla,tutucu olmanın sınırlarını nasıl bulacağız.? Evet
doğal olanı seviyoruz ve ödünsüz istiyoruz da. Sevmek
için nedenlerimiz sonsuz.
Zamanlar içinde, değişmez sandığımız
biyoloji, evrim gereği
değişir dönüşürken, kültür birikimlerimizi
değişmez tutmak olası mı?
Bilimlerin verelerine göre, milyonlarca yıl
önceki insanlarla
şimdiki insan yapısı arasında bir fark yok. Seçilir farklılık
ise kültür birikimleri sonucu oluşan değişimlerdir.
İlklere dönmeyi düşlemediğimize göre;
doğal yaşamı,
nasıl hangi ölçütlerde koruyacağız? Hem çağdaş,
hem koruyup kollayıcı, hem de kültüre dayalı değişmezleri
içersin!
E. Aydın, 14Nisan1997
MİMAR VE RESSAM NURİ ABAç
1926 yılında Istanbul'da doğdu. İlkOrtaLise
eğitiminden sonra İstanbul
Güzel Sanatlar Akademisine girdi. Leopold Levi atölyesinde
sanat öğrenimine başladı. Bir süre sonra kişisel nedenleriyle
mimarlık fakültesine geçti. Zaman buldukça da ilk
seçtiği atölyede çalışmasını
sürdürdü. Akademi bitiminde Mersin'de yüksek mimar
olarak çalışmaya başladı.
Ben O'nu 1950 yıllarında Mersin'de tanıdım.
çağdaş ulusal
mimariye yeni yorumlar getirmek, beton demir karşıtı, daha sağlıklı ve
kullanımlı gereçler bulmak çabasıyla ve uygulamalarıyla
geleceği düşleyen, bir üst düzey kişiliğe sahipti. Resim
yapmayı da sürdürüyordu. Soylu ve ulusal pentür
O'nun tutkusuydu.
Aynı zamanda şairler, erssamlar, yazarlar O'nun
çevresinde
bütünleşirlerdi. Ressam öğretmen Haşmet Akal, şair hakim
Celal çumralı, edebiyat öğretmeni Ozman özeren,
maliyeci Bedii Demirseren, yazar İlyas Halil anımsayabildiklerimdir.
Zaman zaman liseli genç kuışak da bunlara katılmaktan haz
duyarlardı. Akkahve ütopyası sanırım buradan doğmuştu.
Nuri Abaç, 1960 yılında sanat tutkusuyla
Ankara'ya taşındı.
Sezgisi aldığı kararın yerindeliğini, ulaştığu ünlerle belirledi.
Yoğun bir çalışmaya girdi. Kişisel sergiler açtı, karma
sergilere katıldı, birçok kez yurtdışı sergileri oldu.
Bianellere katıldı, ödüller ve mansiyonlar aldı.
1993 Mart ayında Ankara'da Şekerbank'ta 19601970
döneminiin
yapıtlarıyla açtığı sergi, bana göre evrensel
çizgideydi. Nuri Abaç'ı Darwin 'le buluşturuyordu.
Charles Darwin'in insanın kökeni üzerine sözel, soyut,
bulgu ve düşüncelerini, Nuri Abaç, bireysel olarak
üstün sanatçı duyarlılığıyla renk ve şekillerle anlama
dönüştürmüştü.
Darwin diyorki: Dünya yedi günde
yaratılmamıştı ve İ.ö.
4004 yılında yaratılmadığı da kesindi. Bundan aklın alamayacağı kadar
daha yaşlıydı. Yaratıldıktan sonra tanınmayacak ölçüde
değişmişti ve değişim süregelmekteydi. Yaşayan bütün
canlılar da değişime uğamıştı. İnsan tanrının imajında yaratılmak bir
yana çok daha ilkel birşey olarak ortaya çıkmıştı.
Nuri Abaç, yaratılıştaki ilkel
görünümü
"öz görü" ile ortaya çıkardı. Yaratılışla
ilintili yapıtlarını ortaya korken günümüzün
sıradan aaç ve nesnelerini bisiklet, araba, tank, saat,
paraşüt, uçak, otobüsle çağımıza
göndermeler yaparak ve soyun belleğini de kapsayan gerçek
ve gerçek üstüyü bilimle buluşturan bir
sanatçıdır.
özgörü (vizyon)=
(sözlükten) Sıradan bakışla
görülmeyen, düşsel doğaüstü, kehanetten doğan,
uyku veya vecd halinde ortaya çıkan ve kendisiyle birlikte derin
bir anlamayı, hissetmeyi getiren görme anı, edimi, gücü,
nesnelerin görünen görünmeyen biçimlerini
niteliklerini biçim, renk, boyut, aydınlık, algılamak, ayurt
etmekle ilgili özel durum.
E. Aydın
MONSEIGNEUR SURPRENANT
İnsan her canlı gibi doğar. O bir varlıktır. Sıradandır ve
özü kişiliğiyle farklılaşarak birey olmaya yönelir.
Varlık büyümesi yaşla ölçülür. öz
büyümesi ise sosyal edimleriyle değer kazanır.
Sevgili Doğan Akça öylesine koşuyorki "surprise"
sözcüğüyle eş anlamlıdır.
E. Aydın, 15Mayıs1997
SAYIN BAŞKAN
Atatürk'çü Düşünce Derneği, bizlerin
öngörüsü ve özverisi ile kuruldu. Derneğe
üye olanlar, Atatürk'ü bilen, tanıyan, sayan, ona
yaptıklarına koşulsuz şükran duyan, okuyan, inanan, şöyle
veya böyle bilinçlenmiş genç, orta, ileri yaş gurubu
kişilerdir.
İnancıma göre! beklentileri, Atatürk'ü yeniden
öğrenme değil edim'dir. Atatürk'çü
düşünce ışığında, şimdiye kadar yapılanlardan farklı ve
kalıcı, inandırıcı neler yapabiliriz? özellikle genç
kuşağı, halkımızı klasik ölçütler dışında, konferans,
panel, ders hangi yolları deneyebiliriz? Bağlamında çekirdek
güçtürler. Sizler gerçekte olduğu gibi
böyle düşünürseniz, ne yapmamız gerektiği de
belirginleşir.
Bende Atatürk'çüyüm diyebilen
Erbakan ve onun
gibi düşünceyi sonsuzlaştırıp siyaset malzemesi haline
getiren, görüş ve düşünüş kusurlularından
bizleri ayırabilmek için; yaşam gücü ve direnci olan
projeler üretmeliyiz. Oturup bunları düşünmeliyiz.
üniversiteli genç kuşağa görevler vermeliyiz,
konuşmalı, daha çok onları konuşturmalıyız. Onları dinlemeli,
onları organize etmeliyiz. Amacı uzun zaman ve uzun mesafelerde
belirlemeliyiz.
Bunlar toplantılarımızın ilk nedeni olmalı.
Neler yapabiliriz, nereden başlayalım denildiğinde,
ilk aklıma
gelenlerin birkaçını sıralıyorum.
üniversiteli gençler, ellerine kalem
kağıt alıp halkın
içine inmelidir. Atatürk'le, devrimlerle ilişkin sorular
sormalı, yanıtları diyaloğa girmeksizin not almalı, neden, niçin
dememeli, sade vatandaş, esnaf, tüccar sürekli endiklenmeli,
düşünceler toplantılarımızda okunup değerlendirilmeli, yeni
projeler üretilmeli.
Dernek öncülüğünde, önce
haftada bir gün
sabah yürüyüşleri düzenlenmeli (topluca).
Yine ayın belli günlerinde, Atatürk
parkında bando eşliğinde
marşlar söylenmeli. Yerine göre kısa
yürüyüşler yapılmalı.
Sene ve seneler dilimi içinde, okullarda (daha çok onur
kaynaklı) Cumhuriyet ve getirdikleri konulu (resim, şiir,
öykü) yarışmaları açılmalı. Seçici kuruldan
geçmeli, radyo, gazete, televizyon devreye girmeye
çağrılmalıdır. Olayımız diri tutulmak için gerekli her
türlü olanak değerlendirilmelidir. İstenirse bir sivil dergi
bile çıkarılabilir. Biz toplumda yalnız değiliz, sağduyu
sahibi vatandaşlar katkılarını esirgeyemiyeceklerine inanıyorum.
Görüyorsunuz, sivri uçlara
çarpmadan
yapabileceğimiz çok etkinlikler var. Eğer yapmak istersek!
Aslında yapmamız gereken.
Siyasilere hedef olmuş, kişi ve konuşmacıların heyecanlı
çıkışlarından da derneğimizi korumak görevimiz olmalı.
özde çok sağlam olan Atatürk'çü
düşünce, kırıcılığa, ayrımcılığa yer vermez, birleştirici,
kaynaştırıcıdır. İçte ve dışta sloganımız böyle olmalıdır.
Eğer beni anlamaya çalışır, gereksinim duyarsınız,
düşünce üretmek benim görevimdir.
Saygılar sunarım.
E. Aydın, 15Haziran1996
SAYIN AKİF KEMAL AKAY
ADANA ATATüRK'çü
DüŞüNCE DERNEĞİ
BAŞKANI
1920 kuşağı olarak, Atatürk devrimlerinin
tanığıyım
Demem o ki, ben sizlerden çok önce
Atatürk
'çüydüm. Hemen hemen devrimlerin tanığı ve
katılımcısıyım.
Adana Atatürk'çü Düşünce
Derneğine aynı
coşkuyla üye oldum, karınca kararınca, birikimlerimi sizlerle
paylaşmayı amaçladım. Nedense bu düşüncemi sizlere
ulşatıramadım. İletişim arızası.!
Bana ulaşan yazınızı; hangi orun onaylamış olursa
olsun sevgiden,
saygıdan, Atatürk'çülükten yoksun buldum.!
Bu karanlık günlere, böyle böyle birbirimizi dışlayarak
geldik.
Hani, imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir
ülkeydik?
Dernek ödentisini veremediği için
dışlananları, sizlerin
vicdanı nasıl kabul eder? Bir yandan Atatürk'çü
düşünceyi, çığ gibi büyütmeyi
amaçlarken, buna çok çok gereksinim duyduğumuz bir
devirde parası yok diye, bir takım genel adamlarının kaydını silmeyi
nasıl onaylarsınız.!? Hele hele, Atatürk 'çülük
gibi kutsal bir ideali satılık kılarsınız.? Bu bölüp
yönetmek olmaz mı?
Daha sembolik ücretlerle, daha çok katılımı
amaçlayabilirdiniz.
Zaten etkinlikler elit, yürekli bir kadroyla
yürütülecektir.
İnancıma göre sivil toplumlar, genel kurulumu
oluşlarıyla da,
birlikteliğin sonsuz edilgenliğini de güzel güç olarak
tanırlar.
Eğer yetkim olsaydı: MersinAdana tren biletlerini ucuzlatır, her sefere
birkaç yedek vagonu hazır tutar, böylece amaçla
edimi buluşturmanın keyfini yaşardım.
Aynı örnek düşünce derneğimiz için
de geçerlidir.
Atatürk'çü Düşünceyi, gençliğin
sorumluluğuna, bilincine ulaştırabilmek için, tez elden yeni
çağdaş düşünceler üretmeliyiz.
Bizler sadece şemsiye olarak kalmak, gençlere genel etkinlik
olanakları yaratmak görevi düşer. İşimiz zor ama imkansız
değil.
Onları sahaya indirebilirsek, bizler asıl görevimizi yapmış,
övüngen, iç rahatlığıyla tirübünlerde
seyirci olabiliriz.
Biz Atatürk'çüler, şimdileri orta sahada top
gezdirmekle zamanlar yitiriyoruz.
Dernek için verdiğimiz kıymetli zamanları
anlamıyor değilim, ama
bilirim ki, çok seslilik demokrasilerin itici
gücüdür.
Beni okuduğunuz için teşekkürler eder, saygılar sevgiler
sunarım.
Atatürk'çü Düşünce Derneği üyesi.
E. Aydın, 25Ağustos1999
SAYIN BAŞKAN
"Onur üyeliği" ni düşünüyorum...
nedir, ne
değildir, ne olmalıdır.....
Epeyce de kitap karıştırdım. İsa'dan öncelere
baktım. Tarihte
oturuşkun devletler kurmuş soyumuzun kurum kuruluşlarında "yaşlılar
heyeti" ni ve önemli görevlerini inceledim.
Fransız akademisine onur üyesi seçimleri
nedeniyle Renon'un
uzun ve çok güzel söylevini (3Nisan1879) okudum.
Doğrusu ya, bu kitabı mürekkep yalamış herkes
okumalı.! Ata nal
çakılmış, kurbağa ayağını uzatmış öz deyişi
çizgisinde beğendim. Eski Türklerdeki "yaşlılar heyeti"
organı işte budur.
Geçmiş yönetim kurulları, soylu bir
düşünle
etiğimize tabularımızla, seçkin ulusumuzun değer bilirliğini
simgelemiş oluşuyla övülesi bir kurumu dile getirmişler.
Kutlarım.!!
Onur üyeliğinin sanal da olsa kuruluşa bir
katkısı olması
düşüncesinden yola çıkarak yazıyorum, bağışlayınız
lütfen.
Onur üyeleri güncel, düncel, yarınlara dönük
düşünceler üreterek, iş başındaki yönetim kuruluna
raporlar sunmak göreviyle katkıya çağrılmalıdır.
Güncel genellikle yönetim kurullarını
bağlar, ama gelecek
için geniş projeler olarak ardıllar da gerekebilir.
Sizler gibi övülesi, sağduyu sahibi kişiler, bu
düşünü kurumlaştırırlarsa yerinde bir başlangıcın da
öncüleri olabilirler diye düşünüyorum.
İçel Sanat Klübü, aydın, uygar,
yarınlara açık,
örnek bir sivil toplum kuruluşudur.
Ekibiniz ve bakış açınız, gelmesini umduğumuz
güzel
yarınların imlerini taşıyor. Sevgiler, saygılar sunarım, kutlarım.
E. Aydın, 12Mayıs2002
CUMHURİYET OKURLARI üZERİNE
DüŞüNCELER
1 Kitle etkisi yaratmak: Sabah yürüyüşleri veya Pazar
yürüyüşleri (çay molası ve dönüş)
2 Zaman zaman, akşam yemekleri, (arifane) açık havalarda, Pazar
günleri yürüyüşleri.
3 Genel toplantılarda <Onuncu Yıl Marşı> gibi bir marş her
fırsatta beraberce söylenmesi.
4 İyi film ve temsillerde haberleşerek birleşme.
5 ödüllü her türlü yarışmalar;(satranç,
dama, tavla)
6 Yöremiz amatör sanatçıları arasında
ödüllü yarışmalar.
7 üniversite öğretmen ve öğrencilerini, topluluğumuza
kazandırmak için girişimler.
8 Adana'da ve güneyde gazete adına öğrenci araştırmalarını
başlatmak.
9 Gönül kuruluşlarıyla her fırsatta yakın ilişkiler
içinde olmak.
10 İnönü parkı içinde her akşam, gazetemiz
başlıklarını veren bir sinyalizasyon panosu oluşturmak.
11 Eski kitap ve gazete değerlendiren bir katkı kuruluşu
gerçekleştirmek.
12 Cumhuriyet kitap kulübünün; gönüllü
satış alanlarıyla ilişki içinde olması. "idare servisi"
oluşturması.
13 Adana'da, Cumhuriyet gazetesi satmayan bakkallarla konuşulması..
14 Cumhuriyet gazetesinin önemli günlerinde, şehir panayırlar
düzenlemesi. Olayın ciddiye alınıp, davul zurna eşliğinde
değerlendirilmesi.
15 üniversite Grafik bölümü yaratısı; Gazetemin
ismini taşıyan, ulusal ve artıulusal yılbaşı tebrikleri piyasaya
sunulması.
16 ülkemizde ünlenmiş isimler adına anma günleri,
beraatlar verilmesi.
17 Siyasetin her türlüsüne, imkanlar elverdikçe
zemin açmamak.
18 Gönüllü turizm kuruluşları katkısıyla, önce
çevre gezileri, daha sonra yurtiçi ve yurtdışı geziler
programlanabilir.
önemli not: Cumhuriyet gazetesi, günceli değil; geleceği,
dahası gelecekleri konuşan, ona inanarak düşünce ve
çözüm üreten bir, yirmibirinci yüzyıl
gazetesidir.
Okuru çağdaş olmaktan öte, geleceğin
ışıklarını ve
gerçeklerini duyumsayan, umutlu ve bundan neden mutlu
kişilerdir.
Durum böyle iken, onu; hep iyi şeylere ve
devasa edimlere layıktır
diye düşünüyorum.
Her entel gibi, oda laftan ve gösterişten
bıktı, insanca olanı
bekliyor, umuyor, arıyor.
Cumhuriyet bölge temsilcisinin önerilerine
katılıyoruz. Ancak
okurlara görev yüklemesi, belge dağıtması ancak bir temenni
olabilir. Dahası, sakıncalıdır.
E. Aydın
SAYIN AYDIN DOĞAN
Ben birkaç seneden beri Milliyet okuyan bir
emekli
öğretmenim. Ansiklopedi için okumuyorum, ama onları da
alıyorum.
Haberdeki yorumunuz, genişlik, çağdaş çizgiyi izleyişiniz
seçeneğimdir. Şu son ay içinde o kadar ben ben demeye
başladınız ki, nerede ise haberler geri itildi. özlü yorumlar
gerilere itildi, bana göre içeriğini yitirdi. Yine bana
göre büyüyoruz diyorsunuz ama küçülmeye
başladınız.
Büyüklük, ben büyüğüm
demekle olmaz,
büyük olmakla yeni özde farklılıklarla olur. Fevri
çıkışlar yapıyorsunuz, sağa sola çirkin sataşmalar
yapıyorsunuz, (çirkefe taş atıyorsunuz), sıçratıyorsunuz
Temiz topluma örnek verelim derken,
kötü tüccar
durumuna geldiniz. Yaygarayla mal pazarlamayı sanat saydınız. Hemde
eğitim kültür gibi, gelecek nesillerin oluşumuna ait milli
onur çizgisinde çalışıyorsunuz.
Benim insanımın okumaya olan, ulaşamadığı zaafını
eğri bir
çizgiye götürüyorsunuz. Dünyadaki
emsallerinin hiç birine yaklaşmayan, aceleye gelmiş, bazen de
özden uzaklaşmış bilgilerle, geçiştirilmiş bilgilerle
kaynak özelliğini yitiriyorsunuz. Resimler, krokiler yetersiz,
bazen renkler unutulmuş veya kaydırılmış incecik bir kağıtta alt
üst olmuş, formalar aynı cilttre birkaç kere tekrar
edilmiş, bunlar yanlışlık olsa bile okuyucuya hakarettir. Onu
küçük görmekle eş değerdedir. Dış ülkelerde
bu tür yayınlar uzun çalışmaların
ürünüdür. Diyorsunuz ki, hataları bize yazın, onu
diğer ciltlerde düzeltelim. Buda bir diğer yanlış, benim elimdeki
ilk cilt ne olacak? Bana göre en iyisi, en doğrusu bu acele işten
hemen vazgeçmek, siz çekiliniz ki, özveri sahibi,
eğitici ekipleri bu zor işi ticeret düşünmeden ortaya
koysunlar. Evet pahalı olacak ama, kitaplıklarımız sağlam kaynak
kazanacak. Lütfen işe bana kızmakla başlamayınız, anlamaya
çalışınız.
Hem de iki testiyi birbirine vurursanız, biri
çatlar biri
kırılır. Para herşey değildir. Yüceltinizi koruyunuz.
Saygılar, sevgiler.
NOT: Daha evvel bu konuda değişik zamanlarda size yazılmış mektuplarım
çöp sepetinde değilse, onları da bir defa daha okuyunuz,
ansiklopedi savaşından zamanınız kalırsa.
E. Aydın, 23Ekim1993
SAYIN öZGEN ACAR
Cumhuriyet gazetesini bu yıl keşfettim.
önceleri klasik, sağlam,
üst düzey eğitici ama okunması zaman alan bir gazete idi.
Şimdi ideal bir yapıya kavuşma yolunda. Hem klasik, hem çağdaş
ve eğitici. Gurur duyuyorum sizinle. Dedikodulara kendinizi kaptırmaz,
it ürür kervan yürür diyebilecek kadar yürekli
olabilirseniz ki, o çizgidesiniz, ideal yapınız tuttu, tek
gazeteniz Türkiye'de.
Türk insanına saygılı, onun zaaflarından
faydalanmayı
düşünmüyor, tenezzül etmiyorsunuz. Türk
insanını bilinçlendirmek için çaba veriyorsunuz,
ideo insanda bunun için vardır. Yani yaratılış amacı budur.
Yukarda da söylemiştim, Cumhuriyet o kadar özlü ve
önemli konularla dolu ki, bir gün boyu okunsa bitmiyor. Acaba
bu tür yazılar dizi halinde bir kaç defada verilse, okurun
ve dizinin işini kolaylaştırmaz mı? Bilmecelere gelince, ayrıntıya,
kariyere çok yer veriyorsunuz, yaşayan dil daha önemli
olmalı. Ekte verdiğiniz bilgileri daha uzun ömürlü ve
kitaplığa ulaştırabilmek için kağıt kaliteside değişmeli. Masraf
getirir ama, soysuz yanlışlarla dolu ansiklopedi vermekten daha
eğitimsel ve candan olur. Saygılarımla başarılarınızın devamı dileğiyle.
E. Aydın, 24Ekim1993
CUMHURİYET GAZETESİ YAZARINA
Geçen gün, Cumhuriyet Kitap
Kulübü
açılıyordu. Sesini, sözünü özlediğimiz,
Ankara'dan, İstanbul 'dan çağırılanlar da vardı. Ne ki; bir
sünnet düğünü karmaşası yaşandı.
Bu bir promosyon olamazdı. Cumhuriyet bunu sevmez,
okuru da, yazarı da,
organizatörü de böyle düşünemezdi.
öyleyse neden böyle oldu? sorusu akla geliyor.
Cumhuriyet gazetesi, aydınlık geleceğe;
bütün yorgunluk ve
zorluğuna karşın, düşüncenin bayrağını dalgalandıran tek
umudumuzdur. Cumhuriyet yazarları üstün insanlardır. Okurlar
gönül adamlarıdır, en güzel layıktırlar. Ama en
güzel nerede?
Bu seranomi, bir Sokrates şöleni olabilirdi. Sünnet
düğününden öte...Hem de masrafsız.
çetin Yeğenoğlu yalnız adam değildir. En
sıradanı en az benim
kadar okur, onun yanında olabilirlerdi. örneğin en kullanımlı, en
söyleşi ve şölene uygun salonu; içkisi, yemeği,
hizmetleriyle ben bulabilirdim. Sonra masraflar paylaştırılırdı.
Kitap kulübünün açılışı, satışı, imzalanması
için de en az ören yerlerinde açılan sergiler
örneği, ayaküstü uğranılabilir dış mekanlarda
oluşturulabilirdi.
Konuşma hakkımı kullandığım için, bana
kırılmayacaksın, <gurk
tavuğun bastığı cülük ölmez>. Beni okuduğun
için teşekkürler.
E. Aydın
SEVGİLİ CAN PULAT
Bu günkü yazınızda, "ormanlarımız Allah'a emanet" diyorsunuz.
Bizim ülkemizde Allah'a emanet olmayan ne var ki?
Aman aramızda kalsın, teröristler duymasın, emin ol bir gecede
Türkiye'yi yerle yersan ederler. Bereket versin henüz
akıllarına gelmedi. Birisi çıksa, geceleyin veya
gündüz, sık orman olan bölgelerde bir çay
içimi dinlense, bir kaç saate kademeli yanabilecek bir
şeyleri ormana bıraksa ve akşam evine dönse, o gece veya ertesi
gün durumun nereye varacağını var hesap et!
İçtiğimiz su depoları da Allaha emanet, hepsi pestenkerani,
kilitli veya kilitsiz, bekleyeni filanda yok, bırakırsın depolara
arseniği veya etkili bir zehiri, seyreyle ertesi günkü
gümbürtüyü.
Bu anlattıklarımı sakın yazmaya kalkma, ikimizi
birden derhal godese
atarlar, "toplu kıyım için akıl üretiyor" diye.
Bereket versin insan kötü değil, bizden olduğu halde, bir
takım göreceli nedenlerle bizden uzak düşmüş
idarecilerde zahir çekilip gideceklerdir. Biliyorsunuz sular da
aka aka durulur.
Temizlerini beklemek düşer bizlere.
E. Aydın, 25Aralık1993
CUMHURİYET OKURLAR KULüBü
İnsan sosyal bir varlıktır. Bu varlığın oluşumu
psikolojik etkileşim
ve sağlam bir iletişimle işlevini bütünleştirir. Dahası
yaşam kesitindeki insanı yerini belirlemiş olur.
Sonlu bir yaşam sürecindeyiz.
Varlık olmak sıradandır. Solucan da bir varlıktır,
doğar, yaşar,
ölür.
Sıradanlığı aşabilmek için, akılcı bir
toplumsallık bilincine
ulaşmamız ön koşuldur. Toplumsal bilinç, evrenseldir.
öz yaşamın anlamını, gerekliliğini belirler.
özlediğimiz, çağdaş yaşam; milyarlarca
yıllar boyu
süre gelmiş yaşanmışlığın belleğinden
süzülmüştür.
Kullandığımız, ilim, bilim, teknoloji onun somut
vereleridir.
Geçmişten süzülerek bize ulaşan,
günümüze, geleceğimize ışık tutan!.
Cumhuriyet devrimlerini özümsemiş veya
özümsediğini
duyumsayan, seçkin aydınlar topluluğu olduğumuzu, edimlerle de
kanıtlamak, gelecek kuşaklara ödememiz gereken borcumuzdur.
Kanıma göre, bir aydınlanmada öncü
gazetenin şemsiyesi
altında toplanmak, onu daha çok sattırmaya çalışmak,
ulusal amaca doğrudan hizmet değil, sadece avuntu olacağı
düşüncesindeyim
Cumhuriyet okurları birlik olur, birlikteliği
örneğin, zamanzaman
beraber gezer,onuncu yıl marşını yürekten söylerlerse,
psikolojik etki nedeniyle saflarımız sıklaşır, dolar, taşar.
Vatandaşımız askeri gösterileri izleye izleye, düzendeki
gücü öğrenir, sever.
Zor günler yaşıyoruz, çağdaş yaşama
inanmış olanların
birlik ve beraberlik içinde, umar aramalarına gereksinim var.
Büyük düşünmek; farklı ve gerekliyi yakalamak
için bir merkezimiz, bir salonumuz, bir yasal titrimiz olması,
psikolojik etkiyi artıran, zaten var olan, aydınlanma ve aydınlatma
potasiyelimizi edimler çizgisinde buluşturmayı istiyorsak eğer;
bedelini de ödemeliyiz diye düşünüyorum.
Mimarlarımız çarpık yapılanmaya karşı, birlik
oluşturmuş,
milyarlar ödeyerek lokal yapmış; sanatçı kadınlarımız yine
çalışma salonlarımız için, olanaklarını birleştirmeye
gereksinim duymuşlarsa; biz aydınlanmacılar gerilerde kalmamalıyız.!
Kulüp veya dernek oluşturmalıyız.
İnsanca, çağdaş yaşamanın örneklerini
başlatmalıyız.
Bilimsel verelere göre, Türkiye'mizde
aydınlanmış,
demokrasiye yürekten inanmış insan sayısı çoğunluktadır.
Ancak bu çoğunluğun sınıfı yoktur, şemsiyesi yoktur, tüccar
değildir, esnaf değildir. İşçi şemsiyesi altında da olmak
istemiyor (haklı olarak).
öyleyse, sivil toplum örgütleri
içinde, geniş
yelpazeli yerimizi almamız gerekiyor. ülkemizde
görüldüğü üzere, sivil kuruluşlar; sağlam
geleceği de besleyebilecek bir tabana oluşturmayı, ilk koşul olarak
düşünmedikleri için, yapılan ve yapılabilecek
bağışlarla yol almayı amaçlıyorlar ki, bu yol çıkmazlarla
doludur.
Birlik olarak neler yapılabilir?: çağdaş,
uygar geleceğe umutla
bakabilen kişiler olarak, Cumhuriyet ilkelerini özümsemiş,
sıcacık bir ortamın, vazgeçilmez müştereklerinde buluşur,
konuşur, tartışır; Zaman el verdikçe de toplumsal edimlere
girebiliriz.
Toplumsal Edimler:
1 Sağlık yürüyüşleri (Sabahları veya Pazar günleri)
2 Günübirlik çevre gezileri.
3 Sinema, tiyatro, opera, bale'lerin seçkin programlarını
izlemek.
4 Toplumumuz içinde, insani ilişkiler, haberleşmeler. Hepimizin
içten özlediğimiz, gereksinimini duyduğumuz, her
türlü birliktelikler.
5 ülkemizi ilgilendiren konularda, duyarlı bir sivil toplum
olmanın seferini paylaşırız.
6 Gücümüz, olanaklarımız çizgisinde katkıların
sorumluluğuna karışırız.
7 Yardımlarımızı öğrenci ve üniversite öğrencisine
kazandırarak sunma olanağı buluruz.
8 Eskimiş kitapları, beyaz eşyaları toplayan, değerlendiren bir
kooperatif oluşturabiliriz.
9 ödüllü yarışmalar, (müzik, resim, satranç,
tavla, masa tenisi v.s.) düzenlemek.
10 öğretici kurslar.
11 Anma günleri, kaliteli konferanslar.
E. Aydın
SAYIN HİKMET çETİNKAYA
Cumhuriyet gazetesi kuruluşundan beri yazım
hayatında geleceğe
açık bir karekter kazanmıştır. Böylece Türkiye'nin
sağduyusunu yansıtmak onurunu da korumaktadır. çıkar
hesaplarından, modadan uzak duracaksınız, dahası akşamdan sabaha
toplumların geleceğine ışık tutan özlü yazılar
üreteceksiniz, maddi manevi binlerce sorunu üstleneceksiniz..
Sizler uzaydan mı geldiniz Allahaşkına..?
Günlerden bir gün Istanbul'dayım. Aksaray
'dan Ortaklar
caddesine gideceğim. Sabah altı gibi. Otobüse bindim Benden sonra
dört vatandaş daha geldi. Gişeler henüz açılmamış
olduğu için bilet alamamışlardı. Otobüsün kaptanı da
biletleri olmadığı için onları almadı. Ben cebimde olan
dört bileti verdim, bindiler. Para ödemek istediler almadım.
Yerlerine oturdular, sonra bana tekrar yaklaştılar, biletin parasını
ödemekte ısrar ettiler. Belkide üzerimde bozuk para olmadığı
içinmidir nedir, yine kabul etmedim. Ve bundan sonra bir
gün eğer biletsiz kalan birisine rasgelirseniz, O'na bilet
verirsiniz ödeşmiş oluruz dedim. Yerine oturdu, yüksek sesle
konuşuyorlardı. ülen bu işin içinde bir bokluk var ya,
neresinde olduğunu anlayamadım" dediler.
Ben de sizler için bunu demek istiyorum. Ama hiçbir
boşluğunuzu göremediğim gibi, pırıl pırıl Atatürk ilkelerinin
savunucusu ve bilimkültür
öncüsüsünüz. Rüzgara karşı 63 bin
baskıyla koşuyorsunuz. üstelik kanıma göre, kırk milyonun
ağzıyla konuşuyrosunuz....!
Pazar eki için betimleme ve kısa hikayeler
vermeği
düşündünüz, çok çok güzel ve
çağdaş. Ancak bir telefon zinciriyle tanınmış hikayecileri
arayacağınıza geniş amatör kitlesine fırsat verseydiniz daha uygun
olmaz mıydı derim?
Size bir betimleme yolluyorum. Beğenirseniz
kullanabilirsiniz.
Saygılarımla. Tanrı Türk'ü korusun
E. Aydın. Emekli Resim
öğretmeni, 8Aralık1994
SEVGİLİ öĞRENCİM, YOL ARKADAŞIM,
YüZAKIM, üLKEMİN YüZAKI,
PROFESöR DOSTUM, PİRİZMATİF
İNCELİKLİ
TüRKER öZSAYAR.
Dünümden yarınımdan güne selam!
Günün şıvgarlarına selam saygı.
Yelkenin yeni sayısını aldım, aynı zamanda şiirde tartışılmaz yetini,
ustalığını da duyumsadım. Daha önce çok yönlü
uç verdiğin için şiirdeki behreni yeni farkettim.
Derginin anatomisine gelince diyeceklerim var, lütfen beni duy!.
Yelken dergisinin bir karekteri olmalı.
Hiç bir zaman gazete olmamalı. örnek: Cumhuriyet gazetesi,
o kadar güçlü yazıyla dolu ki, bir gün okusam
zaman yetmiyor.
çoğunlukla yazanlarınız, konusuna hakim değil.
İnceleme ve araştırma, ne kadar kaynakçadan yola çıkarsa
da, bir ana fikri olmalı. İki sözcük bir yerden alınarak
sayfalar doldurulmamalı, okuyucu bıktırılmamalı.
Popüler, bölgenin rengini, kokusunu, konusunu,
kültürünü okşamalı.
Yazılar zorunluk olmadıkça uzun soluklu olmamalı, içeriği
aydınlatıcı olmalı.
Yelken, bir üniversite dergisi olmak istiyorsa, yavaş yavaş
bilimselliğe de yer verebilmeli.
Şiirin güzelini bulduğumda, nasıl okuyacağımı en iyi ben bilirim.
(Gerdeğe iki kişi girer, üç değil!)
Milliyetçilik, Shakespeare'den öğrenilmez,
milliyetçilik öğrenilmez, yaşanır. Onu Ortaasyalardan beri
biz iyi biliriz. Ne zaman milliyetçi, ne zaman toplumcu
olunacağını da...
Altı yüzyıl dünyayı biz idare etmedik mi?
Bunu nasıl yaptık
acaba!?? örneğimiz gelecek asırların idealidir. Evet
çöktük...Ama çöküşümüz
erke'nin yetersizliğinden oldu. Bir de yükseklerin fırtınalı,
girdaplı olduğunu düşünmek gerek, dayanamadık esintilere.
Bana göre, bütün (izm)ler bizden kaynaklanan
düşüncelerin yansımasıdır. Bu büyük şeyler, bizi
hala yakalayamadılar! çalkalanıp durduğumuza bakıp da,
ölüyoruz, batıyoruz mu sanıyorsun Türker!??? Kesin kez
hayyyır, en iyi yaşam düzenin, insanlığın muhtaç olduğu en
iyiyi arıyoruz, bulacağız da!
Sorarım size hangi ülke, şu bizim direndiğimiz
çalkantılara
dayanabilirdi????!
Son sözüm, dergide Türkçe'yi
çok iyi
kullanalım, kullananlara da olanak tanıyalım.
Ben bu dergiye içeriği bakımından nasıl bir
yazı hazırlamam
gerektiğinde, bir karara varamadım. özür dilerim. Beni
okuduğunuz için. Bizler konuşan gurubuyuz, uygulama sizlere
yakışır.
Yeni yılınızı kutlar, mutluluklar dilerim.
E. Aydın
SAYIN YİYENOĞLU
Adana'da Cumhuriyet okurları yönlendirilmedi.
Derdimden uyuz.
Adana insanı; inandığı inandırıldığı bir konuda çok çok,
organlaşmaya yatkındır. Gazetede kurtuluş haberlerini okurken onu baş
sırada arıyorum, ama ismi bile sizin gayretinizle geçiyor, son
sıralarda! Gerçi organizasyon size düşmez, ama
duygulandığınız ele aldığınız izlenimini veriyorsunuz. öyleyse
yine bir gayret ediniz lütfen, şu başı çeken zatla beni bir
karşılaştırınız, bir şeyler yapılsın istiyorum, türkçesi
Cumhuriyet okuru olmak, böyle günlerde önemlidir.
Karanlık günlerde yaşıyoruz. İşin bilincindeysek, karınca
kararınca bizimde birşeyler yapmamız, boyun borcu.
Sizden istediğim, ilgili arkadaşla beni kısa bir
zamanda buluştur.
öperim.
E. Aydın, 7Aralık1996
SAYIN ORHAN
öZDEMİR
Yelken dergisi,yeni bir soluktur.Ben bu soluğu seviyorum.
Süregenliğini kollamak için, bir şeyler yapmayı
düşünüyorum. Buda yazarın tabii hakkıdır sanırım.Sizse,
hep genişlemeyi hedefliyorsunuz; güzel bir şey aslında. Tabanı
olmadan genişleme düşüncesi yalnız biz Türklere
özgü bir hastalık olsa gerek. Oyunun kuralı, önce tabanı
oluşturmaktır, dergiye renk seçmektir. Biliyorum ayakta durmakta
zorlanıyorsunuz. Sesinizden böyle anlıyorum.
Kez ve kez yazıyorum,nasıl bir yazı türü
istiyorsunuz? yanıt
vermiyorsunuz. Sizin seçici olmanız doğaldır, ama neyi
seçeceğinizi bilmek isterim. Yazmak,helehele belli bir konuda
odaklanmak zor şeydir. Bunun da bilincinde olduğunuzu bilmek isterim.
Refüze olmak pek zevkli birşey değildir. Konservatif yazıları da
ben yazmak istemem. Lütfen beni duyunuz, yol gösteriniz, sizi
seviyor, çabanıza katkıda bulunmak istiyorum. öperim,
başarılar dilerim.
E. Aydın, 5Mart1997
SEVGİLİ TüRKER öZSAYAR
Mesajlarımı almamış olacaksın, başka türlü
düşünmem
olanaksız; gereği de yok. Bir dergi çıkarıyorsunuz, bin bir
zorla karşı karşıyasınız. Başarmanız da gerekiyor; size o yakışır.
Türkiye, okumayan bir ülke, onun
için,
seçicidir. Seçim; önce dergiyi çıkaranların
güvenilirliği ki, bilgiyi çarpıtmadan, gerekli kıvamda,
sunma kapasitesi önemlidir ve siz bu güvenilirlikle
ortadasınız. Belki başlangıçlarda yazı ve yazar sıkıntınız
vardı. Şimdi ise seçici olmak durumundasınız.
Bu sayıda benim bir yazım var; aynı başlıkta ikinci
bir yazı var.
Biri iş içimde yetişmenin hala geçerli
olacağı
örneğinden, yaşantıyla sarmal, ironik bir gönderme. Ali
bey'inki ise kurulu düzenin yergisi, birisinde başlık değişebilir
yahut şimdilik yayımdan çıkarılabilirdi
Bu "benim üniversitelerim" isimli yazımın, bir
dizi olacağını,
daha önce duyurmuştum. Kültürden etikten başlayarak,
yeni yazı, ezanın türkce okunuşu, kıyafet ve anımsadığım
devrimler, sonra Köy Enstitüsü olgusu gibi.
özellikle size önceden yazarak, ilgi ve bilginize sunmak
istemiştim. Hayret ki yanıt vermediniz.
Bir de şiir kritiği vardı. Gerçi o
önemli değildi. Benim
yazdıklarım illa da dergiye girsin demiyorum. Senin ünvanına
saygılıyım ama, konu bir dergi olunca; benim, şöyle veya
böyle katkım olmasını da isterim. Seni seviyorum, dergiyi de
kollamak istiyorum. Bugün ayrı ayrı üçüncü
dergiyi aldım; sanırım sekreteryanın gözünden kaçıyor.
Sizin üniversite kuşağı ...
E. Aydın, 6Mart1997
BİR LİDER ARANIYOR..
SAYIN A.M.C. ŞENGöR
26ARAI998 c.ertesi, Bilim ve Teknik'de Eleştiri ve
suçlama
başlıklı yazınızı okudum
Cumhuriyet gazetesinin yazılarında, eleştiri de
,suçlama da,
açık, hedefi belli, yoğun araştırma sonucu ortaya konulmuş
bilgilerle donatılmış olur. Böylece her yazıya inanır, saygı
duyarız.
Yazınızın birinci paragrafında, geçmişteki
uygarlıkları
suçladınız veya eleştirdiniz. Belge, bilgi vermediniz.
Bugünkinde, Türk insanını yine
eleştirdiniz veya
suçladınız yine belge, bilgi vermediniz. Toplu
suçlamalardan sakınmakta yarar umarım.
Şimdi size sormak istiyorum: Bir uygarlığın uzun
ömürlü
olmasından neyi anlamamız gerek? Sonsuz egemenlik mi? En uzun egemenlik
mi?
Yine, bilindiğine göre, uygarlıklar da sonsuza
değin yaşayamazlar.
Verdiğiniz örenekler uzun ömürlü uygarlıklardılar.
Aztek, İnka, Maya, Kızıl derililer. Gerçi uzam ve
zamandabaşlangıçlarda neler olup bittiğini pek kestiremiyoruz,
ama hala bizi şaşırtacak kadar uygardılar.
çin ve Osmanlı'ya gelince, uzun
ömürlüydüler, uygardılar. Osmanlı ileri bir
uygarlık gizini taşımasaydı, 650 sene nasıl Asya'da, Avrupa'da, Afrika
'da egemen olabilirdi.!
Bu klısım henüz açıklığa kavuşmuş değil.
Arşivlerde
okyunmasını bekleyen sayısız belge ve bilgiler yatıyor, zamanı
bekliyor.
Biz, köhneleşmiş Osmanlı'nın zengin birikim ve deneyimlerinden
yola çıkarak Türkiye Cumhuriyeti'ni kurduk.
Seçkin, kültürlü,
üstün
öncülerimiz gökten zembille inmedi. Osmalı'nın da saygın
kişileriydiler.
Bilim, duyguları, inançları dışlamaz. Dinlere
de saygı duyar.
Aslında dinlerin konusu, insanı yücelterek,
topluma faydalı olmayı
esas alır. Zamanlar içerisinde yorumcular çıkar
için sapmalar, saptırmalar yapmış olabilir (ki bu böyle
olmuştur). Bugün Türkiye'mizde yaşanan şeriat
çığırtganlarının yaptığı gibi....
Türk insanı üzerindeki sanınıza, tanınıza katılamıyorum.
Ben onları ondokuzuncu asırdan bu yana
tanıyabildiğim kadarıyla uygar,
özgürlük sever, katı dindar değil, ama inançlıdr.
Şamanlıkta ve islamlıkta hep böyleydi.Şimdi de böyle olduğunu
biliyorum
Durum böyle belirlenince; bugünki
içinde bulunduğumuz
kargaşa nereden geliyor sorusu yanıt bekliyor!!
Türkiye büyüdü, zenginleşti,
kapitali birincil
tuttu, okuyanlar diplomayı paraya çevirmeği öne aldı. Milli
Eğitim ise bunun ayırımına varıp gereklerini yapmadı. Hep kararsız
kaldı. Siyasi kadrolara ulaşanlar ülke gerçeklerini
göremez, parti çıkarları adına gerçekleri konuşamaz
oldular. Böylece devlet saygınlığını yitirdi. Yasalar iyi işlemez
oldu. Devlet çarkı (bürokrasi) çıkarcıların adına,
halkın zararına işleyerek, gelir dağılımında uçurumların
oluşmasına neden oldu.
Tarımda, sanayide, üretimde, şansını iyice
yitiren Türk
halkı; yanlış politikalarla tüketime esir edilen Türk halkı
tanrısıyla başbaşa kaldı. Kaderciliği seçti.
İnanılır bir lider bulamaz oldu
Erke yozlaştı, yabancılaştı. Az gelirliyi, orta
gelirliyi, sade
vatandaşı yok saydı. Yok saymakta kararlı görülüyor.
Eksiğimiz bir lider. Ama halkı candan seven bir
lider.!
Bir lider aranıyor......
E. Aydın
SAYIN HANIM PROF GAYE ERBATUR
18Mayıs1997
<Yani ondokuz mayıstan bir gün önce>
Sabahleyin Cumhuriyet'te "toplum ve medya "yı okuyordum. İlk
tümce: "Türkiye, Hegel'in deyişiyle tarihsel gelişim
süreci içinde diyalektik gerilimi yaşıyor. Bu gerilimin
nedenlerini kişilere olaylara indirgemek ormanı bırakıp bir iki
ağaç ile uğraşmaya benzer" tümcesinde gerçeklik
payını düşünmeye almıştım. İç sayfalarda bölge
haberlerinde bir fotoğraf ilgimi çekti. önce
geçiştirerek okudum. İlk okuduğum tümceyle bu toplantı
arasında bir bağ kurdum ve tekrar bölge haberlerine
döndüm.
Derinlemesine okudum. çaba hoşuma gitti. Sonra rastlantı sonucu
Prof Tuncay bey'le beraber olduk. Bana izlenceyi detaylı olarak
aktardı. Sılayt konularınızdan dem vurdu. Gözlerim doldu.
Bizde iyi işler hep rasgele oluşturulmaya çalışılır.
Böylece bir atımlık barut görünümü verir.
Halbuki siz taa baştan itibaren konuyu plan ve programa bağlamışsınız.
Genç kuşak olmanıza karşın insanı tanımışsınız. Sırasında ne
büyük bir gizil güç olduğunun da bilincindesiniz.
Yılmayın. Başaracaksınız.
Biliyorumki Atatürk'ün kağnısı yolda kalmaz. En kalbi sevgi
saygılarımla, kutlarım
Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar
Resim öğretmeni, E. Aydın,
18Mayıs1997
GENEL YAYIN YöNETMENİ ORHAN
ERİç
Cumhuriyet gazetesi okurlarından emekli Resim öğretmeni Ethem
Aydın, Adana'dan yazıyorum.
Bu denli idealist, düne, güne, geleceğe ışık tutan tek
gazetenin okuru niçin aratmıyor?!!!
Düşüncesi bizleri kara kara
düşündürürken, okulu kapanma tehlikesinde kalan
öğrenciler gibi umar ararken, siz direksiyondakilerin,burnu kokuya
alışmış, yorgun silahşörler gibi duruşunuz; doğrusu bizleri
şaşırtıyor.!
Bir avuç okur, Adana Cumhuriyet gazetesi temsilciliği
bürosu salonunda, enine boyuna neler yapabilir, neler yapabiliriz
diye saatlerce konuşuyor, umar üretiyoruz, okulumuz kapanmasın
diye.
Türkiye genelinde, Cumhuriyet okulundan
aydınlanmış, özveri
sahibi kişiler, sosyal yapının bir takım gereksinimlerini karşılamak
için, varsılların maddi gücünü kanalize etmeye
çaba veriyorlarken; okulumuzun başındakiler; bize bu hızı veren
ve gösterenler, evdeki yangını görmüyorlarsa, <ancak
burunları kokuya alışmış, yorulmuşlar> denilebilir.
Sizler bana göre, topun arkasında koşuyorsunuz,
topu koşturmayı,
paslaşmayı düşünmüyorsunuz.
Ellibeşbin okurunuzla siz aslında, büyük
bir
güçsünüz, okurlarıyla bütünleşmeyen,
meşveret yapmayan bir <gizil güç>.!!
Eğer bu yazı, üsdüzeyde gündeme gelir, okunur ve
birşeyler yapmanın gerekliliğine içten inanılırsa, umar olarak
biz görev üstlenmeye hazırız (yüksek düşünmek
koşuluyla).
Bayileri sıkıştırın, abone kaydedin
demeyin
Adana, <CUMOK>'u kuramamış
gözükür ama, okulunu
kapanmaktan kurtarmak için; ilk özlü çaba
veren, uzun uzun toplantılar yapan övülesi okurlar
topluluğudur.
SaygılarSevgiler
Sivrisinek, E. Aydın,
12Aralık1997
LA GAZETTA
La Gazetta yazar çizerlerine günaydın.
Ebencet gelen gidenler gibi hoş geldiniz köhneleşmiş yıpranmış
evrenimize.
Geçmişin belleğinin de sorumluluğunu yükleneceğinizin
bilincinde olsaydınız (hepimiz için geçerli) seçer
miydiniz veya seçer miydik bu meslekleri?
Hemen hemen her meslek dalı; öncekilerin
yanılgılarıyla (bize
öyle geliyor tabi) kördüğüm olmuş, işlevini ve
gerekliliğini yitirmiş viraneyi düzeltmek, insanlık ve canlılar
için yararlı hale getirmek umudu yalnız biz delilerin
ütopyası ve idealidir.
Bizi büyük yapan da bu ideo'dur
Eskilerin dediği gibi: "Mal sahibi mülk sahibi,
nerde bunun ilk
sahibi !, mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen
oyalan"..... Okudunuzsa eyer, bu tümceyi hemen siliyorum.
Gerçekde yaşamın bir anlamı felsefesi de var.
öyleyse parkura hoş geldiniz.
önce yıkıntıları temizleyeceğiz, sonra, şu
güzel insanların
uygarca yaşayabileceği, devineceği alanlar barınaklar üreteceğiz.
Bu yüce işin size, siz mimarlara düştüğünün
bilincinde ve sorumluluğunda mısınız? Sağlıklar için doktor ne
ise, sosyal yerleşim için mimar odur. Daha da fazlasıdır.
Eh, artık oyun belli oldu. Nasıl oynanacağını
hocalarınızla tartışınız.
Bütün üniter devletler,
Türkiye'de dahil, mimarları
büyük yetkilerle donatmışlar. Sizin onayınız olmadan bilhassa
kentlerde bir klübe bile kurulamaz.
öyleyse bu çarpık yerleşimin bir
suçlusu olmalı.
Sakın siz olmayasınız.!
Dün Mersin treninde bir arkadaş bana derginizi
verdi. Seve seve
okudum. çok da yorulduğunuz belli. Ama yaşamanın da bir bedeli
olmalı.
Zorluklarınızın artarak sürmesini dilerim. Pes etmek yok. Sevgiyle
yaklaşırsanız, zorlar eğlence olur. Size, bir mimar dosta yazdığım
özgeçmişi de yolluyorum. Belki seversiniz.
Selamlar.
E. Aydın, 6Eylül1998
SAYIN İLHAN SELçUK
Annem çok güzel, endamlı, bukleli,
kumral saçlı,
gamzeli, gülücüklü, dünya tatlısı bir hanımdı.
önemli bulduğu bir çağrıya giderken azıcık allık
kullanırdı. Kalabalık aile bireylerinin dudak kenarlarında alaycı bir
gülücük oluşurdu. Sanırım gittiği yerlerde de aynı
bakışların etkisini duyumsardı.
Bizler haklıydık. Annemin boyaya hiç
gereksinimi yoktu.
Yüzü bunu kabul etmiyordu.
Son zamanlarda Cumhuriyet biraz biraz renk
kullanmağa başladı. Ama
inanır mısınız sevimsizleşti. Albenisini yitirdi gibi geliyor bana.!
Haberiniz gerçekçi. Yorumlarınız
akılcı. Araştırma ve
incelemeleriniz sağlam. Karikatürleriniz çağdaş.
Günboyu ilgiyle okunan, güçlü beyinlerin binbir
emekle ürettiği bir tek gazetedir.
Yine bana göre, renk, bu yayına bir katkıda
bulunmuyor.
Saygılar sevgiler
E. Aydın, 12Ekim2001
RESSAM AHMET AKATA'NIN ARDINDAN...
<Duyumsal iletidir >
Yaşam özde anlamsız, ama körü körüne
inanmışlığın , süregen gerçekliğinin karanlık
yüzüdür.
Düşünce;Felsefenin de katkısıyla, bu doğal gerçeğin
değişmezine umar arar durur.!!..
İyi bir insaniyi bir sanatçı artık aramızda yok.!
Yunus'un gerçeğimal sahibi, mülk sahibi, nerde bunun ilk
sahibi,mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen
oyalan...!
25Ekim2002 E. Aydın
CUMHURİYETİN SöNMEZ IŞIĞI
DOST
(Editörün Notu: Bu
mektup vefatından 3 hafta önce Sn
Kudret Sönmez'e yazılmıştır)
İsimsiz kahramanlar hep ilgimi çekmiştir.
Sizler Adana'mızın gören gözü, duyan
kulağı, konuşan
dilisiniz. İşiniz çok çok zordur. Bu yüzden
beklentilerimiz de sonsuz olacaktır.
Genç kuşağın bir mantığı vardır: baktınız bir
yerde çok
işe var hiç birisini yapmayın.!!! Siz bu özellikte
değilsiniz. Bu özellik ve güzelliğinize sığınarak şimdilik
bir kaç konuya değineceğim:
Cumhuriyet bayramında işyerleri ve evlerde
çok az bayrak
asılmıştı.
Başta bankalar olmak üzere, marketler, yani
para hareketinin
çok olduğu yerlerde, para üzerlerini verirken yıpranmış
paraları halka veriyorlar. Yırtık olanlar, eksik olanlar, Atatürk
portrelerinde saygısızca oynanmış olanlar....
Eğer bir yerde bir eksiklik varsa, düzeltilmesini birilerinden
bekliyorsak, o birileri biz olmamız düşüncesinden yola
çıkrak bu yazıyı ele alıyorum
Eğer ilgili orunlara sizin dilinizle bir alo bile,
başlatmak
için yeterli olacağı umusuyla yazıyorum.
Televizyonda bir yurttaşın yaşam
öyküsünü
anlatmasından daha yararlı olacağını düşünüyor, ilginizi
bekliyorum. öperim kutlarım. Cumhuriyet bayramınızı kutlarım
E. Aydın, 30Ekim2002
ŞEHİRCİLİK üZERİNE
TüRKİYEMİZDE BİSİKLET YOLLARI
Bisiklet şehir içi ulaşımda büyük bir gereksinimdir.
Petrol kullanmaz, doğayı kirletmez, sağlık için ideal bir
spordur. Her bütçeye uygundur. Kazası yok gibidir.
Gün geçtikçe şehiriçi yollar, sırat
köprüsü gibi trafik canavarlarının insafına terk
edilmiş. Sade vatandaşlar, çocuklar, sakatlar, yaşlılar bu
curcunada telaşla koşuşturmakta. Ara sokaklar iki taraflı
araçlarla tutulmuş, sokaklarımız apartumanların
çöplüğü, yaşadığımız ülkenin insanları,
sanki dışlamış gibi sokağa çıkmaktan bezmiş. Yetki sahiplerinden
umar bekliyor.
Geçenlerde Adana'da sayın valiliğimizin katkılarıyla, Dr.Yusuf
Erkişi'nin göz nuru ve emeğiyle, kuşe kağıda basılmış
büyükçe bir kitap gördüm. Gurur duydum,
sevinç gözyaşları döktüm.
Bu yapıtın fotoğraflarını sabah yürüyüşlerinde
bisikletle ulaşabildiğim kadarını gördüm. Keşke; Aytaç
Durak'ın başlattığı bu yollar tamam olsada, bütün Adana'lılar
gelip görseler. İsimsiz kahramanlarımıza, eleştiriler yanında
övgülerinide sunabilseler.
Dr.Yusuf Erkişi'nin yapıtının adını ben koyuyorum: "Aytaç
Durak'ın yarattığı Adana"
E. Aydın, 8Aralık2001
BAŞLIKSIZ
çok eski günlerde yolum İçel'in
bir köyüne
düşmüştü. Hindi yetiştiriyorlardı. İlgimi çekti,
bir kaç hindi sürüsünü güden
çocuklar vardı. Bu kadar hindiyi nasıl yetiştiriyorsunuz diye
sorduğumda anlattılar.
Arazimiz dar ve sulak, her evin birkaç
hindisi var. Hindiler
yumurtlayacağı yeri bilmez, rastgeldiği yere yumurtlar. çocuklar
ve kadınlar bu yumurtaları toplar, muhtara teslim eder. Sayı yirmibeş
olunca, ortalıkta öbül öbül gezen bir hindi
yakalanır. Bir tas pekmez, acı biberle iyice karıştırılıp hindinin
ağzına zorla boşaltılır. Daha önce hazırlanan bir folluktaki
yirmibeş yumurtanın üzerine, içtiğinden sersemlemiş hindiyi
korlar. Hayvancağız kendine gelince kendini gurk sanır, yirmibeş
gün yatar, cülükler çıkınca muhtarda toplanan
yeni yumurtalar için, hindiye yine pekmez, biber içirilip
yatırılır. (Bu işlem bir hindi için, dört kere tekrar
edilebilir. Sonra hırası çıkmış bu hindi, kesime kadar besiye
alınır). Yeni bir anaç devreye sokulur. Her kuluçka sonu
çıkan cülükler, bir önceki sürüye
katılır. Yeni bir çobanın, gözeticinin eşliğinde
büyütülür. Satış mevsimine kadar büyük
bir üretim böylece sağlanırmış.
Şehrimizin çabuk büyümesine,
başkanların farkına
varamadan hizmet üretme sorunlarının arttığına bir gönderme.
Bisiklet severlere bir müjde, bu bir utopya değil.
E. Aydın
BUGüN KONUMUZ
çöPLüK
Şehirler büyüdükçe, insanlar
çoğaldıkça, tüketim ve artıklar, toplumların bir baş
derdi haline geldi.
Haklı olarak belediyeler zorlanıyor, yere
gömseniz olmuyor,
açıkta bırakılsa sinek ve böceklerden başımız dertte.
çareyi yakmakta bulduk. Şehrin dışındaki çöp
yığınları zaman zaman ateşleniyor. Kurttepe Adana'dan yüksek, koku
ve yağ ağırlıklı duman bulutları, Seyhan vadisinden sabah esintisiyle
şehre doğru yoğunluğunu artırarak geliyor, açık
pencerelerimizden sabah yeliyle birlikte yatak odalarımıza doluyor.
Sağlıksız, boğucu bir kokuyla uyanıyoruz. Erkenden sabah
yürüyüşüne, bir soluk temiz hava aramaya
çıkanlar bu acıklı durumun deneyimli tanığıdırlar.
Yürüyüşlerde azda olsa, maske takanlar bile
var.
Düşünüyorum da, eğer savaş
içinde olsak,
çöplüklere biraz ipelit gazı karıştırılsa, sabaha
Adana mezarlığa döner.
Adana'mızda güzel şeyler de yapılıyor. İnsana, medeniyete
dönük; ırmak boyu, pırıl pırıl yürüme yolları,
çevresi yasemin mor salkımlarla donanmış ama soluduğumuz hava,
içtiğimiz su bizi yavaş yavaş zehirlerken bunları konuşmak da
vicdan borcudur. çernobili uzakta aramaya gerek yok.
E. Aydın
HER YOL çALIŞMASINDA BİRAZ DAHA
çUKURA
GöMüLüYORUZ
VALİLİK ELİYLE HAKTAALA
HAZRETLERİNE
TARİH/FIH/19,v.s
(Eski bir zaman diliminde, ev yaptıran bir fakir vatandaşın "yüz"
liraya çok gereksinimi olmuş, çaresiz kalmış,
düşünürken aklına böyle başlıkla bir dilekçe
yazmak gelmiş. Sonuç da, ilginç ve olumlu yanıt almış.)
...
Hükümetimiz istifa etmiş, ilgili bakanlar
aylak ve sorumsuz
geziyor. Sorunumuz güncel, iş yerlerimizi su bastı basacak,
çare ararken, bu öykü aklıma geldi. Olur ya sayın
valimizin eline geçer, belki yaramıza merhem olur.!!
Adana'mızda son günlerde yol yapım
çalışmaları hızla
sürüyor. Sokak sakinleri mutlu olacakken, huzursuz oluyoruz.
Bahar geçti, yaz geçti yollara el sürülmedi.
Kıştayız.
Adana'mız deniz seviyesinden çok yüksek
değil, şehrin yol
kod'u düşük; Belediyemiz ise yolları her sene
yükseltiyor. Şehir planına göre ruhsat verilmiş nice
evlerimizin balkonları,
çoktan yoldan aşağıda kaldı. Sular bahçelere doluyor.
Adana yağmuru bol bir şehir, sağnak yağışları oluyor. Şimdiyse kurtuluş
mahallesinde, işyerleri yoldan aşağıda; hara kara
düşünüyor, huzursuz yatıp huzursuz kalkıyoruz.
Dünya şehirciliğinde, yaşlılar, sakatlar
için engebesiz
kaldırım düşünülürken; görebildiğim kadarıyla
çakmak caddesi, Gürsel caddesi özel
yüksekliklerle donanıyor.
Dünya şehirleşmesinde, "şehir yol kodu" diye
bir terim vardır.
Değişmez, değiştirilemez.
Paris, yüz seneden beri, Venedik asırlardan
beri buna uyarken,
bütün uygarlıklar konuya uyma çabası verirken,
Türk insanı neye hep (ben yaptım oldu) oyununa getirilir.!
ülke bu denli sahipsiz mi?
Uzmanlar kurulu, yetke sahipleri, neden hep sessiz
kalırlar?
Bu vatan bizim, zarar gören insanlar biziz, biz
bir aileyiz.
Olanları gördükçe, merasimlerde
atılan nutukları
dinledikçe uzaylı gibi kalıyoruz.!
Biliyorum "adalete baş vur" diyeceksiniz. Mahkemeyi
kazanacağım da
kesin. Ama yıllar geçecek, atı olan çoktan
üsküdar'ı geçecek.!
Anılarım, 1927'lere, 1950'lere
götürüyor beni:
ülkeyi canı gibi sevenlerin zamanına, kasabaları arasına
köprü yapımını geciktiren kaymakamları, anında görevden
alan valiler, adım adım gelişmeleri gören, gözeten valileri
anımsıyorum. Sorumluluk duygusunu halk için, halka ve üst
yetkelere rağmen kullanarak, büyüyen isimsiz kahramanları
anımsıyorum.
Yoksa, her tarafı harabeye dönmüş, Anadolu
75 yılda bu denli
mamur, çağdaş olabilir miydi?.!!
Şimdilerde de zor günler yaşanıyor diyeceksiniz
Ama bugün Türkiye çok
güçlüdür,
başarma şansı yüksek, çaresiz değiliz.
Yazımı, yazgımızı okuyan herkese sevgi ve saygılar.
E. Aydın
VALİLİK ELİYLE HAKTAALAYA SADE
VATANDAŞIN YAZDIĞI MEKTUBU OKUDUNUZ.
ŞİMDİ DE HAKTAALADAN GELEN YANITI
OKUYALIM:
Yıllar süren çarpık kentleşme ve
usulsüz yapılanmaya,
bir uyarı olarak, Adana'yı salladık, 400 küsür kez
sallandınız, hala da sallanıyorsunuz.
Görüldüki, herkes bildiğini yapmayı
sürdürüyor
O zaman içimizden birinin; olacakları
örneklemesi, sizlere
lisanı münasiple, uygulamalı olarak anlatması için
Aytaç Durağı atadık...
...
Nasrettin hoca'nın lahana tarlasına, bir aralıktan
dana girmiş,
lahanaları hem çiğniyor hem de göbekleri dişliyormuş. Hoca
oğluna ünlemiş, "Oğlum şu danayı kovala" derken, bir başka
aralıktan bir ulema da, elinde çuvalla bahçeye girmiş,
lahanaları sökmeye başlamış. Hoca yeniden ünlemiş "oğlum
önce şu adamı kovala" demiş...
...
Doğal afet olan zelzele Adana'mızı iyi vurdu,
neredeyse yerle bir
oluyorduk. Acımızı dindirip, yaralarımızı sarmaya çabalarken,
Aytaç Durak'ın, "zamansız seçim yatırımları",
sokaklarımıza buldozerlerle girdi. Sağnak yağmurlar daha etkili olsun
der gibi; Zaten akıntısı az olan sokaklarımızı, 50 santime kadar
yükseltme çabasını sürdürüyor.
Türkü ne demiş, "Adana'nın yolları taştan"...
Adana'lı hangi derdine yansın? Evinin duvarındaki
zelzele
çatlaklarına mı? yoksa bir süre sonra sağnak yağmurlarla
birinci katları basacak sellere mi?
Ey tanrım, doğal afetlere aklımız yatıyor da;
seçilmişlerin
intikamını hazmedemiyoruz. Adana'da Nuh Tufanı yakın...
Göz göre göre sel afatı geliyor. Yollarımız
yükseltiliyor, bizler çukura gömülüyoruz.
Belediye bizlere ev yapma ruhsatı verirken, yaptığı
anlaşmayı
hiçe sayıyor. Yıllardan beri, yol onarımında şehir akıtı kodunu
bozuyor. Yollar yükseliyor, binalar çukurda kalıyor...
Yazıyı lütfedip okuyanlar, davaya sahip
çıkınız, konuşunuz,
konuşturunuz ki, çağdaş ülkelerde asırlar önce
uygulamaya konulan yol kod'u değişmezliği Türkiyemizde uygulama
olanağına kavuşsun
E. Aydın, 22Aralık1998
SAYIN VALİMİZ OĞUZ KAAN KöKSAL
Yazdıklarıma bir yanıt vereceğiniz umudumu yitirmek istemiyorum.
19 sokaktan bir geçiniz. Olanları yerinde görmek bir kahve
içimi boyu bizi onurlandırmak.....(*)
E. Aydın, 3AralıkI998
CUMHURİYET KİTAP KULüBü
ORGANİZASYON KOMİTESİ BAŞKANLIĞINA
Adana'mızda Cumhuriyet yayınlarını topluca satan, tanıtan sanırım bir
merkez yok. Ege tatil köylerinde bile geniş ilgi gören
açık hava sergilerini hep gıptayla izlerim. Adana bundan yoksun
olmasın istedim. Emekli öğretmeniz. Ziyapaşa bulvarı üzerinde
bir mekanımız var. Kira ödemeyeceksiniz, sadece satışlardan uygun
göreceğiniz bir pirimle bize katkıda bulanacaksınız. Pazar dahil
biz hep burada oluyoruz. Kitap satın alma gücümüz yok.
Ancak, şimdilik konsinye olarak çalışabiliriz. Saygılar sunarız.
E. Aydın, 16Ekim1997
TRAFİK HAFTASINDA
2000 İNSANINA SESLENİŞ
SAĞLIKLI YAŞAMAK İSTİYORSANIZ EĞER
çIĞLIĞIM OKUMAYA,
DüŞüNMEYE DEĞER
Uygarlık tek dişi kalmış canavar değil artık.
Acımasız, ölüm
saçan, silahlarıyla donanmış üzerimize koşuyor.
Bir yandan devlet çağdaş insan yetiştirmek, eğitmek için,
rakamlara sığmayan paralar harcarken, herşey insan için derken,
yayalar, yaşlılar, sakatlar için kaldırımlar düşlerken
İnsanlarımız şehirlerde, yoğun trafikle çellik çomak
oynuyor.
Devletin yüksek izni, sürücülerin ve
araçların insafına sığınmış, "Kesimevlerindeki" sıra beleyen
koyunlar gibi telaşlı, ürkek, çaresiz.!! karşıya
geçmek için bekleşiyor!
Toplumun her türlü düzeni
için, görev almış
üst düzey yöneticiler; yaşanan, psikolojik bozulumlara
güncel, tutarlı, kalıcı üst geçitler, alt
geçitler, daha henüz akla gelmeyen yürüyen yollar
üzerine, halkla paneller, sempozyumlar düzenlenmesi, hem
demokratik hemde çağdaş bir gereksinimdir. Yapılmalıdır.
Yaşanan bu paradoksal, trajik oyuna, insanlığın
umarı kadar
dayanacaktır.!Bu dünya bizim.
İçimizdeki çocuğun, otantik
çığlığı eğer uygarlık
buysa, istemiyoruz, defol git dünyamızdan! diyesi..
Mor sümbüllü dağlarımızı, burcu burcu
tüten
kırlarımızı Ebu Kevser sularımızı, cıvıltılı kuşlarımızı, insanımızı,
kurdumuzu, kuzumuzu bize geri ver.! diyesi.
Bizler, eskiden insandık, insanca yaşıyor, insan
gibi
ölüyorduk. Hayvan bile sayılmamaktan bıktık artık.!
İnsanca yaşamak istiyoruz.
ülkemin ve dünyanın, "Şıvgarları" bu
evrensel çığlığı
duyunuz lütfen..!!
E. Aydın, 6Mayıs2000
ROMA ATEŞLER İçİNDE YANARKEN
NERON KEMAN çALDI MI?
Ziraat fakülteleri, ülke tarımında
öncü,
çağdaş donanımı olan, bu gün kadar geleceği de gören
ve kollayan, uzman ve deneyimli kişilerden oluşur. İletişim
araçlarında halka seslenirken, ürün alındıktan sonra
tarlalarda kalan ekin artıklarını yakmayınız derler. Gerekçe
olarak da yangın çkma olasılığı vurgulanır.
Bu anız yakma sonucunda, ekolojinin bozulacağı,
faydalı
böceklerin, yabanıl ve gittikçe yok olan doğayı
süsleyen bitkilerin de yanıp, soyunun tükendiği var
sayılmalıdır.
Yetke sahiplerinin uyarılarına rağmen tarım
alanlarında anız yakma,
köylümüzün bilinçsiz ama kendince fayda
umularak çıkardığı yangınlar sürmektedir.
Devlet demiryollarımız, rayları korumak için,
traversler arası
yeşilliği yakarak temizlemekte, kara yollarımız da kendi
güzergahları boyunca otları temizlemek için yakmakta.
MersinAdana yolu öteden beri bana coşkulu bir
oyunun sessiz,
yalın, bitmeyen bir pasajını verir. Refüjlerdeki Kıbrıs
akasyaları, beyaz, kırmızı zakkumları, palmiye ve okalüptüs
ağaçları, bir araç geçiminde veya hafif bir
esintide, öylesine görkemli, oylumlu sürprizli
dalgalanmalar yaparlar ki, seyrine doyum olmaz.
Sarı bir akasya çotulu,
görüntüsünden daha
çok etkiyle zakkum çiçekleri arasından, oylumlu
bir kadın kolu gibi uzanır, geniş palmiye yaprakları, sanki bu
taşkınlığı sınırlamak için Japon yelpazesi örneği
görüntüyü sınırlarken, yukarıdan binbir renk
cümbüşü okalüptüs dalları yorgun ama dinamik,
yumuşak hareketlerle ışığı beneklendirir. Süratli geçmekte
olduğunuzdan her an yeni bir oyun görür beklentiye
girersiniz. Herhele bu yol orta şeritlerini planlayan peyzaj
mühendisi çok ince ruhlu birisi olsa gerek!
Bu estetik harikası doyumsuz ve
sürükleyici seyirlik oyun
alanı; senede birkaç kez, karayolları personelince ot temizlemek
aşkıyla yakılır. Artık MersinAdana yolu bir hastane koridoru iniltisine
ulaşır, ağlayanlar, sızlayanlar, yarım yanmış canlıların trajik
iniltileri...
Adana'da her sabah yaptığım
yürüyüşlerde yine bu dramayı
yaşarım. Daha geçen baharda, etkili sloganlarla ağaç
dikme kampanyaları başlatılmıştı, ırmak boyunca binlerce fidan
merasimlerle dikilmişti. Şimdileri ot temizliği yangınları başlatıldı
belediyelerimizce. Otlar yandılar, o zavallı yeni yetme fidanlar,
yangından nasiplerini aldılar, yaralı, baygın, buraya neye dikildikleri
ve neye yakıldıklarından şaşkın, gelip geçenlere birşeyler demek
istiyorlar!...
Böylece farkında olmadan ekolojiyide bozuyoruz,
daha
üç yıl önce ırmak kenarlarında görmeye
alıştığımız lale ve gelincik tarlaları, ballı babalar, akşam sefaları,
daha bir çok yabanıl doğa süsleri soğanları yangınlarla
pişti yok oldu.. Dinlendirici, umut verici günün doğuşunu
daha bir etkili kılan yeşil alanlar yerine,
yürüyüşümüzü yangın yerlerinin melankolik
görüntüsü içinde yapıyoruz, bu da bir
psikoloji sorunudur. Pekiyi, daha üç dört yıl
önce cennet dekorlu, koyu gölgesine sığındığımız, Mersin ve
Adana Atatürk Parklarına ne oldu dersiniz?!..
Kanun koyucularımız, yeşili korumak için ağır
kanun
hükümleri önerirken, kamu kuruluşlarımız pervasızca,
yakmaya devam ediyorlar. çevre korumacı dostlarım, olanaklarıızı
birleştirip, yetke sahiplerine birer keman hediye edelim.
Böylece yazı başlığında okuduğumuz "Roma
Ateşler İçinde
Yanarken Neron Keman çaldı mı?", sorusu "Evet çaldı"
şekliyle yüze gelsin.
E. Aydın, Kasım1995
SITMAAĞACI"OKALüPTüS"
öğretmen okuluna geldiğimizde;
çukurova'yı sulama
amaçlı baraj yeni yapılıyor, bataklıkları kurutmak için,
sıtma ağaçları dikimi de hızlandırılmıştı. 1938.
Bahçemiz mentol kokulu, okalüptüs
ağaçlarıyla,
akasyalar ve mimozalarla görkemli koruluk ve ortasında bir şato,
bizleri büyülemiş, binbir gece masallarına dekor olmuştu.
Taşra çocuklarını, öylesine değiştirmişti ki, kendimizi
tanıyamıyorduk. O güzel günleri dün gibi hatırlarım.
Geçenlerde bir televizyon programında, sıtma
ağaçlarını
Adana'lıya benzetmiştim. Telefon edip soranlar oldu.:Neden
Adanalı ?
Eskiden Adana'lı, lacivert yün kumaştan, usta
bir terzide
özel diktirilmiş geniş ceket ve pantolon veya şalvar giyerdi. İyi
ütülenmiş, (sadakor) ipek gömlek; kırmızının tonlarında
şanjan bir kıravat, rugan iskarpin, arkasına basarak, yavaş yavaş
çalımlı yürüyüşü, sağlıklı, orta boylu
tombulca görünüşü, geniş gölgeli, salam
yapılı, çok renkli, dalları aşağıya sarkık, rüzgarlara
direngen yorgun görünüşüyle, yaratıcı felsefesi;
ağızını doldurarak genizden konuşması ve küfürleriyle
özgür, açık fikirli, tutucu olmayan, gelenek ve
göreneklerine saygısı, toplumda ayrıcalıklı kişiliğiyle farklı bir
karekterdir.
OkalüptüsAdana benzetmesi bana göre
örtüşüyor.
Saygı ve sevgiler
E. Aydın, 3Haziran1996
SAYIN AYTAç DURAK
Ben Ethem Aydın. Hemen hemen her sabah bir saat
yürüyüş
yaparım. Bütün gezi boyu hep sizi duyar, sizi
görürüm akşamdan sabaha yaptıklarınızla. Bundan neden,
iyi bir dostluğumuz oluşur.
Siz Anap'ın dar labirentlerine sığmazsınız, siz
partiler üstü
çizgide koşuyorsunuz. Siz bir kent soylu, öz Adanalı'sınız.
Adana'yla özdeşleşmiş bir dünya vatandaşı ve evrensel
için hazırlanmış bir uygulayıcısınız. Doğayı, Adana'yı,
Adana'lıyı, insanı iyi tanımışsınız. Ona saygıyı, hizmetin sırlarını ne
güzel öğrenmişsiniz!
Tarihe, Coğrafyaya hakimsiniz. Asırların
düşünüpte
yapamadığı şehrin yukarı kaldırılma olayını başlattınız.Bütün
bu görkemli işleri bir ömrün kısa bir
bölümünde başardınız. Bilmenizi isterim, Tanrı'nın
lütfu kadar gazabı da vardır.
Onunla yarışmaya kalkmayınız, artık hırslı olmayın, yaptıklarınızı
koruyup kollamak, yüzeyselliklerden kurtarmak, yaptığınız
bütün işler kadar önemli ve güzeldir.
Bileceksiniz, bütün devrimler yapılır ama
süregenliğini oluşturmak herkese nasip olmaz. Nedeni de, daha
çoğunu daha çok devrimi istemek, dizginleri hep gergin
tutmak, gerilimi sürdürmek insan yapısına terstir. Her
rampanın bir düzlüğe ulaşması akılcı yoldur. Yine
bileceksiniz, Türkler savaşı gece kazanırlar. Bütün
Türkiye belediyeleri ayakta kalma savaşı verirken, sıkıntılar
içinde kıvranırken, nereye ulaşacakları da belli değilken, siz
rampayı bitirmiş düzlüğün başındasınız. Artık ayağınızı
gazdan çekiniz. Kan ve alınterine malolmuş çabalarınızı
sağlamlaştırmaya emek veriniz.
Adana sizin gibi çalışkan kişiler sayesinde 2020'li yıllara
hazırdır. Etabınızı emsalsiz koştunuz, bunda kimsenin şüphesi
yoktur.
Şair ne demiş; Ey yaşam hoşgeldin! Milyonlarca kez gidiyorum
karşılamaya, deneyimin gerçekliğini ve dövmeye
ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını.
Konuşmalarımızda "ben sanattan anlamam" diyorsunuz.
Bu bir alçak
gönüllülük değilse, neden bizleri çevrenizde
toplamıyorsunuz? çağımız ekip, elbirlik
çağıdır.
Sakınola bu adam, dağlar gibi Aytaç Durak'a
nasihat etmeye
kalkıyor demeyiniz. Başarılarınızla övünüyor, daha
çok övünmek istiyoruz. Makina çağından yaşam
çağına geçişi başlattınız,
bütün Adana'da yeni ağaçlar dikiyorsunuz, baraj yolu
dördüncü durak karşısında, Onbaşılar kebap salonu, kendi
işyerinin önüne geliyor diye en az beş yaşındaki
ağaçları yok etmek için uğraşıyor, keşke kulakları bir
çekilse.
Sevgiler, saygılar.
E. Aydın, 29Haziran1994
çAĞDAŞ ŞEHİRCİLİK ANLAYIŞI:
öKSüZ ADANA
SAYIN AYTAç DURAK'A İLETİ
Batı ülkeleri, şehirlerinde yapacağı kaldırım,
yol ve
refüjleri, bütün şehir halkının rahatça
kullanabileceği şekilde yapmak sorumluluğunu üstlenirler.
çocuk, kör, sakat, ihtiyar rahat bir değişmez platformda
yürüyebilmeleri ön koşullarıdır. Bizde ise
çoğunlukla Adana'mızda, her iş yeri veya apartuman, izinli
izinsiz sokaklara barikatlar kurmakta, düpe düz yollarımızda
yapay merdivenler oluşturulmaktadır. Sağlam bir adamın bile sakat
olabileceği engeller, hızla çoğalmakta sade vatandaşın dolaşımı
engellenmektedir.
Yayalar için olan kaldırımlar artık özel
arabaların doğal
park yeri halindedir. Bu basit, mali yönü hiç olmayan
hizmetler için bile yazmak çizmek para etmiyor.
Yüz veya yüzelli yıldan beri
düşünülüpte
kuzeye kaydırılamayan şehri, Mahfesığmaza, Kurttepe 'ye kaydıran sayın
Aytaç Durak'tan bu kadar hizmeti beklemek bizim hakkımız olsa
gerek. Saygılar.
E. Aydın,
15Aralık1994
SAYIN AYTAç DURAK
Eşeği, deveyi, atı seçtiler. Seçim,
hız için
değil, artan nufusun gereksinimlerini, yaşanan zamanlardan yaşanacak
zamanlara ulaştırmak içindir de. Yaşanacak zamanlar, dinlence ve
eğlenceyi de beraberinde taşıyordu.
1936'larda, bir deve kervanıyla beraber Silifke 'den
Mut'a gidiyordum.
15 yüklü deve, iki binek eşeği, büyükçe bir
davar serisi, yaylımını ala ala bizi izliyordu. Yörük dedesi
katarın önünde eşeğe yan oturmuş, bir de uzun hava
tutturmuştu. çamdüzü'ndeyiz, mevsim bahar, kuzeyden
derin bir esinti, çam ağaçlarının pürleri arasında
geziniyor, otantik bir duyumu pompalıyordu. Dede tütün
kesesini palanın kabına yerleştirdi, desteden bir kağıt kopardı,
kehribar renkli tütünden bir sigara sardı,
tükrüğüyle yapıştırdı, kavı buldu, çakmak taşının
üzerine yerleştirinceye kadar iki dolama yanı, dağ boynundan
geçtik. Taşa çakmağı vurmaya başladı, kav ateş almadı,
tekrar tekrar iki dolama daha geçtik, nihayet kav ateş aldı,
dede sigarasını yaktı, türküyü tazeledi, katarın bir ucu
dolamayı dönerken, diğer uç gözükmüyordu.
Rüzgarın tam pürlerinden süzülürken
çıkardığı tınılar, develerin ayrı boydaki çıkan
homurtular, davar çanlarının ince tınıları, bizlerin ayak
hışırtıları, dedenin lahutu sesi. Tam bir orkestra, bunlara kuş
cıvıltılarını da katılabilir, önünden geçtiğimiz
pınarların pırıltısını, kır çiçeklerinin kokusunu da
eklerseniz, ortaya dolu dolu bir yaşam biçemi çıkar; ki,
şimdileri öksüzü olduğumuz, anımsamakla bile mutlu
olduğumuz.
Dedeye soruyorum: Bu yorucu günlerden ne zaman kurtulacaksınız?
Yanıt: Bizim yeyintimizi iki eşek taşır zevkimize
onbeş deve az
gelir..!!
E. Aydın
BELEDİYE BAŞKANI
AYTAç DURAK'A AçIK MEKTUP
Sayın başkan, Türkiye genelinde iyi
çalışan bir belediyeci
olduğunuz kuşkusuz.
Ama bir yerlerde bozuk birşey olduğu kesin.
Yönettiğiniz şehrin
insanları, günlerine ve yarınlarına kuşkuyla bakıyorsa, bir
günde kafanızda kurduğunuz incelemeden, uzmanların beyin
süzgecinden gelmemiş devasa projelerinizi, kısıtlı kaynaklarınızla
edime sokuyorsanız, dünceli, günceli yok sayarak, gelecek
güzel yarınlar imgesiyle kendinizi avutuyorsanız, mutsuzluk
bulutları artık Adana'yı terk etmeyecek demektir.
Adana'yı, Adana'lıyı yok sayarak; ulusal olmadan,
evrensel
olunmayacağını unutmuş gözüküyorsunuz..
Başka bir deyişle, çalışma yoğunluğunuz
nedeniyle, içinde
büyüdüğünüz şehrin bu dinamiğini, duyarlı
yapısını kollayıp korumaya ayırdığınız süre yetersiz kalıyor.
Teknoloji canavarı havamızı, suyumuzu, sokaklarımızı elimizden almaya
çalışırken, sizlerin öngörüsü,
uzgörüsüne her zamandan çok gereksinimimiz
vardır. Adana'lımız, bu güzel gücü sizde
gördüğü için güvendi, seçti.
Adana'nın atalardan devraldığımız, zengin etiğine,
kültürüne kotuyarak yapılanmak aslında çok zor
ama; bunsuz da geçmişin belleğini dışlamış olursunuz ki, o da
zorun zoru...
çağımızın getirdiği naylon hizmetlerin
topluma getirdiğinden
(*), getirdiğinin de olabileceğini düşünmemiz akılcı olmaz
mı?.
Katılımcı, yerel, demokratik toplantılarla bizleri aydınlatmanızın, zor
olsa da evrensel bir yol olduğunu düşünüyor, sizden
bekliyoruz.
Adana'lının inandığı zaman, zorların üzerine
nasıl zevkle
koştuğunu yakın tarihimiz övgüyle yazar.
Yayalar için ayrılan kaldırımlar gün ve
geceler boyu,
caddeler iki taraflı özel arabaların park yeri oldu. Trafiğe
açılan orta kısımı, yayalar araçlarla paylaşıyor.
Atatürk caddesi, Gazipaşa, Ziyapaşa, Aşıklar
caddeleri sırat
köprüsü oldu. çocukların, gençlerin,
yaşlıların, sakatların, yol kenarında şoförlerin insafına emanet
edilmiş olduğunu görüyorsunuz.
çaresinin, sizin bir buyruğunuza bağlı
olduğunu
görüyorum. örnek:Sizin oturduğunuz evin iki tarafına
arabalar park edemiyor, biraz aşağıda, Kurtuluş mahallesi iki taraflı,
gün, gece boyu park yeri.
Açıkça diyeceğim şudur: Araç
sahibi olan, kendi
park yerini bulmalı. Sokaklar hepimizindir, ayrıcalık
çözümsüzlük getirir.
Mimarının çağlar boyu değişim ve gelişimini, konum gereği
izlerim, Atatürk parkı içindeki sanat galerisinin yan
duvarında oluşan garip görüntüye, sanat
yönüyle anlam vermekte zorlanıyoruz.
Zaman geçirmeden vazgeçilmesinde
binlerce yarar umuyorum.
Zamanımızın yetke sahipleri, nedense eleştiriye
kapalıdırlar.
İstedim ki, çalışmalarınızda bizim de tuzumuz
olsun.
Saygılar sunar, işlerinizde başarılar dilerim.
Saygılarımla.
Ethem Aydın, 24Kasım2000
SAYIN BAŞKAN AYTAç DURAK
Adana'yı ve Adana'lıyı tanıdığınızı bir daha kanıtladınız.
Gizemli Koru tabelasıyla gönülleri çoşturdunuz.
Bu sabah yürüyüşünde yolum koruluğa
düştü. O güzel insanlarımız Gizemli Koru levhası
önünde birikmiş, ilgiyle içtenlikle konuşuyorlardı.
Ben de katıldım. Otantik, romantik söyleşiler sonra onuncu yıl
marşına dönüştü.
Yenibaraja kadar yürüdük.Kulaklarınız çınlamıştır
Regülatör çay bahçesinde çaylar
içtik, hep övgülerle sizi konuştuk. Olay,
televizyonluktu.
Gizemli Koru tabelası duygusal insanlarımızı çoşturmaya yetti.
Varolun, sağolun.
SöZCü
E. Aydın, 22Temmuz2002
Günce 10TEMMUZ1993
Sayın sayın sayın, rakamlar biter dostun sıfatları
bitmez.
Son yörük yazarı Osman Şahin, ne
özlü demiş;
"Torosları görmeden ölme". çukurova'yı sarı sıcaklar
bastırınca, çukurova'lı ne
yapar, ne eder, kendini torosların ılıman kucağına atar. Yerleşik evler
bir kaç ay için, iş sahipleri yalnız
Cumartesi Pazar için, bu çileli yolları bazen severek,
bazen de alışkanlık olarak göze alırlar.
üç saatlik bir sauna sefasından sonra,
1500 rakımlı Namrun
yaylasına ulaşılır. çam ağaçlarıyla ve zaman zaman da, az
bulunur sedirleriyle, koyu gölgeli, yanal rüzgarlara kapalı,
değişken olmayan nemsiz havasıyla çok güzel bir Toros
yaylasıdır.
Uzun yıllardan beri kent soylularımız, bu cennet köşesinde tapu
edinebilmek için, Osmanlı yasalarının ve Cumhuriyet yasalarının
bütün boşluklarını kullanarak hektarlarca orman alanını
tapularına geçirebilmişler. Ormanlığın büyük bir kısmı
yok edilerek meyve bahçesi ve villalara dönüşmüş.
Eğer yeşile duyarlı bir kişi olarak, Namrun dağ otelinde bir kaç
gece geçirirseniz, gece sabahlara kadar derinden derinden gelen
motorlu hızarların çıkardıkları, iç parçalayıcı
sesler sanki kolunuzun, bacağınızın, gövdenizin üzerinde bir
gerçekmiş gibi sızılar duyarsınız. Yasalarımızın ağır
yaptırımlarına karşın, kent soylularımızın, ormanları yavaş yavaş yok
etme eğilimini gösterir, köylümüz yeşili sevmez
korumazken, keçilerimiz topraktan tohumun çıkmasına
fırsat vermezken, orman yangınları bütün yurdu tehdit
ederken, bir avuç orman aşığı bizlere de herhelde oturup Allah'a
yalvarmak düşecek.
Namrun güzel bir yayladır, ama çam ağacı sayılacak kadar
azalmıştır. Bunun için de yöre belediyesi, asırlardan beri
Namrun olan bu tarihi beldenin ismini, (çamlı yayla) olarak
değiştirmiş, herhalde kendi gitti, ismi kalsın yadigar diye
düşünülmüştür.
E. Aydın, 10Temmuz1993, Namrun
GüNCE
Terasta iki kişi veya uzaylı, yeşiller turuncunun
eşliğinde mavilerle
buluşuyor. Renk tonları sessizce koyu morlara kayıyor. Bütün
vadide yer yer ışıklar, ateşböceği aydınlığının dinlendirici soluk
gücünde loşluğu yakalıyor. Hemen tepemizde yıldız
kümeleri, binbir rengi yansıtan görkemli avizeler topluluğu,
gerçeklerin sonundayız artık.
Masamızda bir mum ve Oruç Aruoba geldi. "Hani
?" diyordu.
O anıyı da aslında epey sonra anımsarsın, pek de
inanmadan ! Olguları
saptamağa, uygun gerçeklere ulaşmağa çalışırsın. Hatta
sonradan gidip oralarda gezinip gerçekleri yerli yerine
oturtmağa çalışırsın, her zamanki budala tavrınla..! "Hayal mi
kuruyorum?" dersin. Oysa, işte o tek biricik gerçek anıdır. O
senin, kendini de yeniden kurmanı gerektiren.! Ancak senin kurmanla
olgu, asıl gerçek olabilecektir.
Hani yana yana dibine varmış bir mumun içinde
oluşan oyuğun
çeperi bir noktasında çatlamış, eriyik madde dışarı
akmış, fitili de açıkta kalıp tükenmişken, çatlağı
akmış maddeyle doldurup tıkayarak, bitkin fitili yeniden yakınca,
ufacık, güçsüz, belli belirsiz! Ama pırıl pırıl,
yoğun, direngen, altı canlı mavi, üstü parlak sarı bir alev
elde edersin ya.... onun gibi işte...
özlü, özgür, içtenlikli konuşmalar, fağfur
fanusun içinde özlü, direngen yankılar yaparak bize
ulaştığında, biz kendilerimizden çok uzaklarda, ağırlıksız,
ordaburdaheryerde dokunmanın çoğalmasını ideo insana ulaşmasını
izledik. öperim.
E. Aydın, 2Ağustos1993
BAŞLIKSIZ
Günlerden perşembe, altı temmuzdan bir gün
sonra Namrun
Yaylası'ndayım. Dağ Oteli 1300 rakımlı. çevremde bin bir
güzellik kendi iç cümbüşü içinde.
çokluğun çeşitliliği kendi sessizliğinin orkestırasını
kurmuşlar, tınılar yalın. Ben her sabah oturduğum yerde Cumhuriyet,
Milliyet gazetelerini okuyorum. Ayrıca Miller'den 23 sahife inceledim.
Adana'ya, Mersin'e telefon ettim. Yeğenin gelmesini söyledim. Bu
çok rahatlatıcı oldu.
Akşamları gökyüzündeki
ömürlü
parıltılarla, yeryüzünün geçici ışıkları bir
sonsuz kaosu oluşturuyor. Sanki mavi bir balon içindeymişsiniz
gibi gözüküyor. Kişi, boşlukta dolaşan yalnız yıldızlar
gibi oluyor. Geceyi biraz uzatınca uyku ile uyanıklık iç
içe ve huzurlu sabahlara açık oluyor. Burada
ç.ü. Resim Bölümü öğretmeni Mustafa
Bey'le, eşi Zühal İngilizce öğretmeni ile beraber olduk,
balayında idiler. İyi yolculuklar Selami......
Biliyor musun, senin de böyle balayı misali
geçirdiğin
güzel günler olmuştu. İçinden zengin, dışından şaşkın
ördek misali garip görünse de, zengin ve her an
farklılıklar karşılaşmasında, daha değişik farklılıklar zenginliği.
Unutmayı yeğliyorum, kurtulduğunu sandığım bazı bilinmezlerin geri
geleceğine inanmak gibi. Ne güzel gezinebiliyoruz yumuşak pamuk
yığınları üzerinde, geçmişte. Ama bir gün,
yumuşaklığın geçeceği ve gerçeğin gergin
yüzünün ortaya çıkacağı kaçınılmaz.
Burada yollar ya da iniş, düz yok. İkinci
çarşamba
günü saat 4'te yürüyüşe çıktım. 12 ( O
rakımda bile sıcak vardı, terledim. )
Bağlar, bahçeler arasından geçtim, mamureler, viraneler
gördüm, birkaç günlük dinlenmek için
edinilmiş mülkler. Yeterlilik unutulmuş, herkes her şeyi şehirdeki
gibi satın alıyor. Yokuşlar çıkmak, inişler inmek için
sanki buradalar. Kişisellik alabildiğince vurgulanmış, göz
aldığınca dağınık bir yerleşim. Ben de bu dağınıklık içinde
buradayım. İnsanın karakterinde öz ben ilintisi hep dışa vurmuş,
ama saygısızlaşarak, doğallığı yok ederek. Yayla var suyu yok, şehirli
var şehir yok, köy var köylü yok. İki ay sonra yüz
yirmi bin kişi sekiz bin nüfusa inecek, geride şehir azmanı,
şişmanlık çöküntüsü içinde bir virane
kalacak. Zavallı devlet her çamın dibine elektirik, su, telefon
götürmüş, yol yapmış. İki ay sonra bir kaos. Adı
çamlıyayla Belediyesi balon gibi şişip şişip iniyor.
Böylece hiçbir zaman soylu bir kent olamayacak. Ne acı.
Portatif konar göçerlik, burası kadar anlamsız bir yerleşim
alanı zor bulunur. Vaktiyle köylüyü orman dışına
çıkaralım denirdi, bence şehirliyi orman dışına çıkarmalı
ve buraları köylüye vermeli, herşey daha güzel olurdu.
Elimizde uzun ip, belimizde balta, kes babam kes.
Doğa burada insandan
bıkmış. Biraz ormanda gezindim, sanki doğanın yaramaz çocukları
gibiyiz, değeri asırlar ötesine amaçlı ağaçlar
sığınacak yer arar gibiler. Hele oturum alanlarında doğa pes demiş,
gerçekten bıkmış, usanmış.
Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz
ormana, la la...
1200 metrede bir otel insana hizmet için
sular gibi emek ve para
harcamış, özveriyle yapılmış ve aynı ölçüde
isimsiz insanlar hizmet vermek için orayı bekliyor. Bazen dolu
olabiliyor. İşte o zaman geldiğin yere marş. Başka seçenek yok,
onun için rezervasyon şart. Burada biraz kalmak istiyorum,
misafir çağırayım istiyorum. Olursa en az benden iki milyon
götürür, o da gerekli.
Tuncay'a telefon etmek istedim ama telefon yanlış
çıktı,
biraderi çağırdım, otel dolu oldu, ben bile balkonda yattım.
Daha önceden rezervasyon yapılmış. Açık havada az uyudum
ama gecem rüyalar gibi renkli idi.
Mersin Liones Kulübü iki geceliğine
geldiler. Mehpare Caka ve
bir kambiyo müdürü ile tanıştık. Uzun uzun Mehpare ile
konuştuk. Yine bir iki saatlik sabah yürüyüşünden
sonra, kiraz ağaçlarının gölgesinde, geniş ufka karşı
oturdum. Kahvem geldi. Günlük gazeteleri uzun uzun okudum,
her zaman olduğu gibi bilmecesini çözemedim Cumhuriyet'in.
Unuttum, Mehpare Hanım'la, yaşamımızın aralıklı olarak 19411957
bölümleri beraber geçmişti. Fethi'den, Fikret'ten,
Fevziye'den, Jale 'den, Beden Terbiyesi Bölüm Şefi Cemal
Bey'den, epikmandan, Şinasi Bey'den, Malik Aksel'den, Ziya Talat'tan ve
küçük aşklardan söz ederek geçti. Sonra
beraber çalıştığımız Haşmet, Saadettin, Mehmet, Hikmet Hazar,
Nigar, Melahat, Aytekin, Cahit öztelli'den, Ahmet özen, Hasan
Tekin Adnan Kolçak, Necla, Sevim, İdikut, Seyit, Rıza, Ali Kutun
Hikmet Erif, Ekmekçioğlu, Rabia Kıroğlu, Nihal çizer,
Kazım Yaprak konumuz oldu.
Yine kiraz ağaçlarının altında, aynı dekora
karşı gazetemi
okuyup, kahvemi içtim. Namrun'un sesini dinledim, asırların
güncesini dinledim. önce yalın orman urbalarım enteller
tarafından yok edildi, soyuldu, sularım derinlere kaydı, hoyrat
sevgililer artık toprağı kazarak, son nemimi de emmekle uğraşıyorlar,
soluk darlığı çekiyorum, üst bitkilerimi bile
besleyemiyorum, dağlarım bulut tutmuyor, ovadan gelen sıcak ve solunmuş
hava üzerimde bir kabus gibi birikiyor, nöbet terleri
döküyorum. Bir zamanların gümbür gümbür
pınarlarım kurudu, artık kuşlar, böcekler çekildiler,
gittiler.
Ben de cumartesi günü utancımın itkisiyle
Adana'ya
dönüyorum. Bir başka haritada, bir başka yerleşim alanında
serinlemeye, gezip görmeye gideceğim.
Ethem Aydın, 6 16 Temmuz 1994.
YAYLA YOLLARI
Yine herzamanki gibi güzel bir sabahtı.
Gökyüzü
tozpembe, mavi dağları yutmuş, bulutlar rüzgara hasret
yollardayız. Yol uzun, yol dönüşlü, çamlar,
mavilere tırmanış gölgeler, uyuyan canavar, büyük ve
serin.
Kahvaltımızı yapıp yaylaya gitmek için
hazırlık yapıyorduk. Ve
hazırlık bitti. Sonunda yola koyulduk. Mersin yaylalarına doğru
rampaları tırmanıyoruz. Evet artık dağların tepesinde, bulutların
tepesinde idik. Kendimizi uçakta gibi duyumsuyor,
heyecanlanıyorduk. önümüzü göremiyorduk.
Yağmurda olanca hızıyla bastırmış, arabanın
silecekleri yetersiz
kalmıştı. Annem, kardeşim ve ben birbirimize sokulmuş, bir bir, kaza
olmasın diye dua ediyorduk.
Uçuşumuzun ne kadar
sürdüğünü bilemiyorum.
Sonunda bulutların arasından çıkmıştık. Hepimiz rahatladık.
Ormanda sincaplar oynaşıyordu. Bir kaplumbağa da bizi uzaylı sanmış,
şaşkın şaşkın yolun ortasında durup izlemişti.
Ve sonunda gezmek için geldiğimiz yayla
evlerine varmıştık.
Evet çok yorulmuştuk, hepimizin karınları da
zil
çalıyordu. Yüksek çam ormanları arasında bir
restaurant da durup birşeyler atıştırdık, yiyip içtik.
Artık eve dönme zamanımızdı. Bir gün daha
böyle
geçti.
Ve bir gün daha böyle geçmiş
gitmişti...
E. Aydın
SAYIN ORAL
Cumhuriyet gazetesinde, "Namrun" yaylası için
bir yazınızı
okudum.
Uzun uzun düşündüm. Hem sizin, hem de
kendim olarak
çelişik bir yargıya
vardım.
Namrun bir yayla mıdır?
Bir ilkel şehir midir?
Benim bildiğim, yörük konaklamasında bile
belli kurallar
vardır. Bu kuralları, okuyup yazması olmayan insanlarımız, gelenek
göreneklerinin yardımıyla kurarlar. Doğayı hoyratça
yıpratıp, kirletmezler.
Namrun yaylasına; Tarsus, Adana, Mersin'in tuzu kuru
mürekkep
yalamış kesimi bir ay için gelir, "nasıl yapıldığını bilinmeyen
işlemlerle, geniş çam ve sedir ormanlarını tapu kayıtlarına
geçirir", hala bitmeyen yalancı şahitlerle mahkemeler sürer
gelir, sürer gider.
Siz yaz nüfusunu 200 bin diyorsunuz, bana
göre 350 bin kişi
ormanların içinde villalar kuruyor, dereler tepelere yerleşip,
geceleri motorlu testerelerle arazi açıyorlar. "Bu duruma kim
dur diyecek"? Tepelerin arkasında tepeler var, doldurulmuş dolacak.
Kışın yerleşik nüfusun on, bilemedin 15 bin
olan Namrun'un
belediye gelirleri ne olsa ki, "her eve su, elektrik, yol, telefon,
temizlik hizmetleri sunabiliyor". Hemşehrim kafam karıştı,
yorumlayamıyorum.
Sayın Oral da bu çarpık düzene
övgüler yağdırıyor.
Namrun kangren olmuş, Asiye nasıl kurtulur, onu
düşünmemizin
zamanı gelmiş, geçiyor.
üç seneden beri kalenin doğu kuzeye
bakan kısmından toprak
alınıyor, yol yapımında kullanılıyor. Toprak kayıyor, üzerindeki
yeşille beraber. Yarın da kalenin çökmesi şaşırtıcı
olmaz.!
Bana göre tek çare:Yönetim yaylaya
bir sınır
çizmeli, hizmetler için plan proje vermeli,
uçlarda yeni yapılanmalara özel hizmet zorunluluğu
getirmeli.
Diyeceksiniz ki"devlet boşluğu var". Evet ama
sizler, bizler de beraber
manyoto edersek, belkide bir duyan, okuyan olur.
Ulusumuz duyarsız değildir.
Dağ oteli'nin yeri, akşam öylesine güzel
ki, aşağıda fuluğ
ışıklar, gökyüzünde pırıl pırıl yıldızlar, arasında siz
sanki uzaydasınız. öykü yaz, şiir yaz, resim düşle,
kurabildiğince hayal kur... Eşi bulunmaz bir panorama, haydi bakalım
sıra sizde.
E. Aydın, 1Temmuz2001
MAKRO VE MİKRO DA DüŞüNMEK
Mikrogüncel
Maaşlar, kazançlar azaldı,
üretimimiz yok, tüketimimiz çok,
Topraklarımız çoraklaşıyor,
Orman yangınları önlenemiyor,
Trafik kazaları artıyor, sokaklar arabayla doldu, hep sayıları
artıyor. Ara sokaklar iki taraflı park yeri oluyor.Yayalara
geçit yok. Yaşlı, sakat, çocuk yaya geçitlerinde
sırat köprüsünde bekleyen kurbanlar.
öğrenimde zorlanıyoruz,
Demokrasi sömürülüyor, din
çığırtganları ülkeyi kaderciliğe itiyor
Devlet dairelerinde iş görmek zaman alıyor, dayı istiyor.
üniversiteler amacından uzak; gerekli eğitim ve
öğretimi veremiyor.
ülkenin geleceği karanlık
Dış ülkelerin dayatmaları bizi Sevr anlaşmasına
sürüklüyor
sayabildiğin kadar say....
Makro ise geleceği, kazanımları öne kor. Felsefeyi de getirir.
Büyüyen şehir kendi gereksinimini
arıyor
Seyhan ırmağı parklar haline dönüşüyor, insana
değer veren bir peyzaja koşuyor, kentimiz karekter kazanıyor.
Yerleşim alanları yüzlerce yıl öncesinin ideal
projesine yani Toroslara doğru kayıyor.
Kentleşiyoruz.
Bunlar birden oluşmaz. GAP örneği.....
E. Aydın, 29Ağustos1996
ADANA SAHİDEN GELİŞİYOR,
GüZELLEŞİYOR MU?
Boksör,altıncı rauntta, köşesinde dinleniyor, kanter
içinde gözleri yediği yumruklarla, yarı kapalı. Kaptan,
peştemalla yelliyor, yüzüne su püskürüyor.
Biraz dayan, bir iki yumruk daha, işi bitik diyor.
Boksör bir süre suskunluktan sonra,umutsuzca soruyor
Hocam, ben sahiden dövüyor muyum?
Bu öyküde olduğu gibi Adana sahiden
gelişiyor mu?
çocuğu yaşlısı her saatte caddelerin
kenarında karşıya
geçmek için ecelle baş başayız. Bir dalgınlık anında
şöförlerin insafına terkedilmiş hayat. Durum, seyirlik
trajedya.!!
Ana yolları şehir dışına kaydırmak, insanı
düşünmek ayrıca
saygı değil midir? Böylesine tehlikelerle burun buruna yaşamağa
terk edilmişiz.
Şehir içinde ara yollar yapılıyor,
genişletiliyor. Kaldırımlar
yollar iki taraflı arabalarla dolduruluyor, insanlar çoğu zaman
caddede yürümek zorunda kalıyor.
Göklere ulaşan apartumanlar sokakları
çöplük
olarak kullanıyorlar. Altta kalanın canı çıksın.!
Her sabah belediye çöplüğü
yakılıyor. Duman ve
koku şehri sarıyor
E. Aydın, 19Ocak1995
DUR DURAK BİLMEYEN, üLKENİN GEMSİZ
MUHAYYELESİ, AYTAç
DURAK
PINARBAŞINDA SUSUZLUKTAN BAYILAN
ZEYNEBİM...............
Adana gerek tarihi, gerek kültürü,
gerek etiği,
geçmişten geleceğe sayılamaz özellikleri ve
güzellikleri, katman katman süsleyerek barındıran Pandora
misali emsalsiz bir kenttir.
Tarih içinde, bu kente emek vermiş,
unutulmazların yanında
silinip gidenler de vardır elbette.! Şimdi seçilmiş, enerjik,
yaratıcı bir belediye başkanımız var. çalışmak istiyor,
yaratmak istiyor. Ama yalnız adam.... Danışmayı da sevmiyor.
Atike don dike, gene söke, gene dike. Zaman önünden akıp
gidiyor.
Sayın Başkan, dünya bir günde yaratılmadı.
Adana da
öyle... Kalıcı projeler; beyinler topluluğuyla üretilir.
Sivil ve uygar toplumlarda uygulama geleneği
böyledir.
Başkanlar ve üst kurullar seçicidirler.
Sorumlulukları;
dünü, günü, yarını kapsadığı için, işlerin
en soru onların üzerindedir.
Beyin topluluklarının kapsamı da geniştir. (Teknogratlar, proje
üretenler, eserin önemi ve çapına göre; halk
jürileri, sanatçılar).
Ne haldir bilinemez. Bizde yetke sahipleri (tacirler, sanayiciler,
çiftlik sahipleri, fabrikatörler), yaratıcı
güçlerini amelelikte yıpratırlar. Teknograt
kullanmayı hiç mi hiç bilemezler.
Her işi ben yaparım iyisini ben bilirim, derler ve
öyle sanırlar.
Doğaldır ki çokda yanılırlar. Dahası yıpranırlar..
Şehircilik alanında yeteneğinize diyecek yok. Ama sanatsal, kalıcı
yarınlara dönük işlerde, bizlerle dirsek temasında olmak;
koşulsuz şart.. Bu size ne külfet getirir, anlayamıyorum!!!..
Günlük işler için denecek bir şey
yok; ama yarınlar
söz konusu ise, meşveret şarttır. Yarınlar hepimizin.
Bir kaç örnekle, tümceyi açarsak:
Irmak kıyısında bir tepe oluşturuyorsunuz. (Halkın deyimiyle
Aytaç Durağın anıt mezarı)!
Tarihler boyu bu tür tepeler; yer yer yapılmış. Kimi savunma
için, kimi çağın belirleyicisi, kimileri de site
yığılmaları. Mersin'de (Yumuktepe) gibi, demir çağına kadar
uzanan, ören yerleri..
Eğer daha önce haberdar edilmiş olsaydık; çağdaş bir
mantıkla, zengin bir özgeçmiş hazırlayabilirdik.
(Henüz de yapılabilir).
Yarın sizden sonra gelenler bu esere sıradan bir toprak yığını olarak
bakmasınlar, korumak için, akılcı, anonim bir nedeni bulunsun.
Adana'yı seviyorum, her sabah sizin, akşamdan sabaha
neler
yaratabildiğinizi hayretle izliyorum. Bazen övünüyor,
bazen de dövünüyorum. Uyuz olup kaşınmamak için
de; okunup okunmayacağını düşünmeden yazıyorum. Herhalde size
yazdıklarım bir kitap olur. çöp sepetini boylamadıysa!
Meyvesiz ağaca taş atılmaz.
Okuduğunuz için saygılar...
E. Aydın
SAYIN SELAHATTİN çOLAK
Her fırsatta size içtenlikle yazıyorum. Ben
bir yerere yazı
yazma manyağı değilim. Sizde öteden beri sosyal demokratların
umudunu gördüğüm için, eski ve özde bir
sosyal bir demokrat olduğum için yazıyorum. Sizi sosyal
demokratlar seçti. Bu kesime ne ölçüde saygı
duyuyorsunuz, şüpheye düşüyorum. Hergün halktan
uzaklaşarak, onların içten seslerine kulağınızı tıkayarak nereye
varabilirsiniz? Bunu bilincinde olmanız gerekmez mi?
Siz bir lidersiniz, hani mozayiğe uygun
danışmanlarınız? Etrafınıza bir
takım şakşakcıları toplamışsınız, bilimsel ve evrensal çizgiden
uzaklaşarak, halktan koparak, onu dışlayarak yürüyorsunuz,
yürüdüğünüzü sanıyorsunuz. Sosyal
demokrasinin o ulaşılmaz erdemine, kanunlara rağmen halka inmeye, onun
geleceklere açılan umutlarına ulaşmaya çaba verirken
deneyimlere, birikimlere, tabulara, kadirbilirliklere hiç mi
hiç değer vermiyorsunuz. Sizi ayakta tutacak güç ve
güçler, sade vatandaşın güncel ve gerçek
gereksinimleri hep göz ardı ediliyor. Büyük Şehir
Belediyesi ve elemanları halka yatkın değiller. Onu cezalandırmak, onu
tedirgin etmek için yaklaşıyorlar.
Bugüne değin size yazdığım
görüntüler pırıl pırıl
sosyal demokratça mantığın ve tekniğin
ölçütleri içinde konulardı, hiç birine
yanıt vermediğiniz gibi, bildiğiniz veya şartlandığınız çizgide
ilerliyorsunuz, bu da beni rahatsız ediyor. çolak gibi duyarlı,
lider karekterli, ender kişinin böylesine katılaşması
ölçütlerime taban tabana ters geliyor. Güncel
yaşantım iyi denecek şekilde sürüp gidiyor. Ama sosyal
yapıdaki erezyon sizin gibi bir değere rağmen sürüyor.
Şimdiki yazma sebebim ise, Altın Koza girişimleri ile ilgili. Filimler
gösterilecek, sanatçılar şarkı, türküler
söyleyecekler, havayi fişekler patlayacak, Altın Koza bunun
neresinde? Nerede bilimsel, çevresel ağırlıklı arşivlere
ulaşacak paneller, sempozyumlar?..
Devasa halk katılımı nerede? Niçin,
hiç olmazsa sanat
etkinlikleri için Adana'da yerleşmiş, Adana 'da yaşayan bizlerin
bilirkişiliğinden faydalanmayı, ama samimi olarak faydalanmayı
düşünmediniz, gereksinim duymadınız? İşte yeni sosyal
demokratların çare bulunmaz kusurları olsa gerek. Bu mektubu
okuyun lütfen ama yırtıp çöp sepetine atmayınız.
Saygılar, selamlarla. öperim, başarılar dilerim.
E. Aydın, 10Eylül1993
ALTIN KOZANIN ARDINDAN AĞLAYANLAR,
GüLENLER
Adana'mızda Altın Koza adına bir karnaval yaşandı.
Sanki herşey bir
anda oluştu. Kaosun oluşumu gibi, bir sulusipken yağmurun gökten
boşalışı gibi, zelzele gibi, dünyanın yaratılışı gibi.
Her karnavalda olduğu gibi düzen artık yerini
düzensizliğe
terk etmişti. Tabular, kanunlar yerini terk etmiş, her olay
başıboşluğun hoyrat yıkıcı ellerine terk edilmişti. Artık herkesin her
yaptığı doğru olmuştu.
Halk, devlet babayla eğleniyordu. Sanat adına, sanat
olmayan ne varsa
ortaya koymuştuk. Benim kibar, nezih, incelikli, büyük
yürekli Adana'lıma çadır tiyatrolarından da ilkel
eğlenceler ikram edilmişti. Adana'lıya bu denli hakaret etmeye, kimler,
ne sıfatla, ne hakla yeltenebilirler? İşte oldu bir kere. Kimsenin sesi
çıkmadığına göre kadere boyun eğildi. Zaten bu ulusu yıkan
kadercilik değil mi?
Bu sabah erken, gün doğmadan Atatürk
Parkına geziye
gitmiştim, Mustafa Kemal heykeli bana küçülmüş
gibi geldi, yaklaştım, mağrur dik başıyla ileriye bakmıyor yere
bakıyordu, konuştum, konuşmuyordu. Avuntu için güllere
döndüm, hayret bir şey yerlerinde yoklardı. Yaseminler
kokmuyorlardı, bir de ne göreyim, çam ağaçları sanki
birbirlerine sarılmış ağlıyorlardı. İçlerinde yaralı
bedenlerinden kan akanlar vardı. Kan kaybediyorlardı. çimenlere
baktım sigara izmaritleri, kola kutuları, ambalaj gereçleriyle
sidiksi kokuyorlardı.
Su boruları patlamış, her yol göl olmuş,
çeşmeler,
şadırvanlar, park lambaları kırık dökük yerlerde, tam bir
kaos, bir zelzele, bir sel baskını sonu ortalık ana baba
günü. Altmış yıl önce yeni boyanmış ayakkabılarımla
geçtiğim yollarda, ayak izlerimle karşılaştım, ben ağladım onlar
ağladı. Yarab biz neden bu denli duygusuz, saygısız olduk??!
Ağaçlar bakımsız, boyunları eğri,
hüzünlü. Yeni
doğan güneş katıla katıla gülüyordu, çevrecilik
ilgimize, yeşile olan saygımızın çapına.
E. Aydın, 28Eylül1992
ALTIN KOZA VE
çOLAK'IN
DüŞüNDüRDüKLERİ
çağlar boyu gözde olmuş bir ülkenin
zeki,
çalışkan, özverili, vatansever, sevegen kişilerin
saygıdeğer oylarıyla Büyükşehir Belediye Başkanlığına
geldiniz. Adana sıradan kişilerin oturduğu sıradan bir şehir değil.
Sizden beklentileri de sıradan değil. Bu düşünceden
hareketle, atacağınız her adımda Adana'lıya saygılı olmak, onları ideal
yarınlara inanarak, inandırarak yürümemiz gerekir. Millet,
memleket sevgisi, toplumlara saygı budur. Yalnız başına çolak,
bu denli kültürlü, ince fikirli topluma yetmez.
özgürce çalışan bilimsel ve teknik elemanlarınız neden
varlıklarını duyurmuyorlar? Niçin o teknik kişileri etkin
kılmıyor, yeni fikirler üretmelerine fırsat vermiyorsunuz?
Niçin geleceğin Adana 'sını halkla tartışmıyor, paneller,
sempozyumlar düzenlemiyor, olumlu bulgularla yörünge
değiştirmiyorsunuz?
Bir sade vatandaş olarak, başkanlığa gelişinizden
beri, en az on adet
gerekli ve güncel konuya değindim, size değişik nedenlerle yazdım,
bunlar pırıl pırıl, tarafsız uyarılardı. Bir taneside Adana'nın
kaldırımlarının şehir kodu hesaplanmadan değiştirildiği idi.
Dünkü yağmurda bütün sokaklar birer kanalet
olmuştu, şimdi ne olacak? Kaldırım yükseldi, asfaltlar rasgele
döşendi, sular evlere vuruyor. Halk tedirgin, yaşasın maaşını
yüksekce alan teknik kurullar.
Şu Atatürk parkının hali yürekler acısı,
elli sene önce,
dar ve koyu gölgeli patikalarında, çiçek kokularıyla
gönüller yücelten Atatürk parkında artık
çocukluk izlerim şimdikileri tanımıyor. Erkek lisesi
öğrencilerini getirip, karşısında Hadi beyi ve çukurova
mitlerini heyecenla anlattığım başı arşa değen Atatürk heykel
gurubu şimdi mahzun mahzun, okul çocuklarından hakaret
görmüş gibi duygusal ve ezik. Bu heykeller o kadar
görkemli, o kadar ideal amaçlar için dikilmişti ki,
Kurtuluş Savaşını oku yeter, anlamak için. Sayın çolak
bir mite, bir sembole değer verirseniz o sembol, o mit değerli olur.
Sevgiler, saygılar.
E. Aydın, 26Eylül1992
ASIM'CIĞIM
Bir uzun süredir, matbuattan, dünde
televizyonda sizi
izledim. öylesine hakim konuşuyordun ki, çolak, ağlamamak
için gülüyordu sözlere.
O sözler ki, eksiksiz vesikalara dayanıyor,
yasaldı. Güya
çolak sosyal demokrat olacak, Anakara'dan Adana'ya belediyeye
oluk oluk para akıyor, ortada bozuk düzen, plansız programsız bir
galerya, başı kıçı belirsiz Altınkoza şenlikleri, burada halka
ulaşan ne var? Bunları geçiyorum, sen iyi bir vatandaş, iyi bir
belediyeci olarak gözümde büyüdün. Buna
dayanarak ve güvenerek yazıyorum. Asım, bir vatandaş ev
yapacağında planını belediyeye götürür, belediye
uzmanları binanın ne kadar içerde olacağını, yoldan
yüksekliğini, balkon yönü ve uzantısın, şehir koduna
göre akıntı payını hesaplar, inşaat sahibi ile karşılıklı bir
anlaşma imzalanır. Ben belediyeye, belediye bana karşı bir yazılı
söz vermiştir. Sonra lağımı yükseltir, yolu yükseltirse
bana zarar vermiş olur. Yükselen yollardan yağmur suları evlerin
bahçesinde göllenir, yol yükseldikçe benimde
yükselme şansım yoktur. Şehrin ana caddelerine gelince, her asfalt
yapmak nedeniyle yollar en az yirmi santim yükseltiliyor. Yağmur
suları iş yerlerine doluyor, yaya kaldırımlarına birikiyor. Kısacası
şehir kodu keyfi olarak bozuluyor, sular artık belli bir menfeze doğru
akmaz oluyor.
Şehirleşme nazım planında dünyaca uygulanan bir saygı kuramı
vardır, yaya kaldırımları yaşlıların, körlerinde rahatça
yürüyebilecekleri seviyede tutulur. Adana'da ise ticaret
haneler, sanki iş yerleri önü kendi malları gibi barikatlar,
merdivenlerle donatılıyor. Kaldırımlar normal bir kişinin
geçemeyeceği kadar duvar merdiven ve buna benzer
çıkıntılarla dolu, gerçi şehrin her caddesi su
birikintileriyle dolu, hele Ramazanoğlu caddesinde artık kaldırım
kalmadı. çakmak caddesi, Gürsel caddesi, Atatürk
caddesi barikatlarla dolu. Ben birkaç defa belediye başkanına
durumu yazdım, ama onun şehircilikle uzaktan yakından ilgisi ve bilgisi
yok, dar açıyla çalışıyor.
Bunları sana yazmakda da bir şeyin düzeleceğini
beklemiyorum, ama
büyük millet meclisini seçmezde belediye başkanlığına
soyunursan, ki kazanacağın kesin, işte o zaman bu medeni çizgi
gündeme gelebilir. Siyasette iyi bir renk kazandın, hem halkı hem
devleti gözetebiliyorsun, bu tutumun senin temsil ettiğin partide
bile yok.
Seni her zaman olduğu gibi seviyorum. öperim.
E. Aydın, 11Kasım1993
SEVGİLİ BüYüKKAYA
Patlıcan patlıcanlığını, bamya bamyalığını bilmeli, siz Altınkoza
eleştirinizde küçücük çakıl taşlarıyla
yetinmişsiniz, Büyükkaya da büyük kayalığını
kanıtlamalı.
Hürriyet gibi popüler, halka yakın bir gazetede
çalışıyorsanız, orada yazıyorsanız, büyük kaya
olmalısınız, yuvarlandığınızda ses getirmelisiniz. Nalına mıhına bir
sütun doldurmuşsunuz,ihtiyarlar gibi
Bu yazınızı yasak savmak diye niteliyorum. Lütfen tekrar ele
alınız, en az benim kadar irdeleyiniz. Yapılan Altın Koza'ya karşı
duran kişi olarak ünleniniz. Size Expreste çıkan,
ilgililerce çöp sepetini boylayacağına inandığım yazımı
yolluyorum. İkinciside aynı gazetede çıkacak. Lütfen
kamuoyu oluşturalım, lütfen beraber manyoto yapalım, belki okuyan
dinleyen olur. öperim.
Not: Mersindeki düzene bakınız, bir de bizdeki derbederliğe.
E. Aydın, 29Eylül1992
DOST MEKTUPLARI
SEVGİLİ İSMAİL
Eylül'ün bilmem kaçı1993
Ey yaşam, hoşgeldin! Milyonlarca kez gidiyorum karşılamaya deneyimin
gerçekliğini ve dövmeye ruhumun örsünde soyumun
yaratılmamış vicdanını.
Bugünkü, senin karşı çıktığın,
yargıladığın olaylar
milyonlarca yıldır gelip gidenlerin bulgularıdır. Doğrusuyla,
eğrisiyle! Uzağa gitmeye gerek yok, resmin oluşuna bak, profilden
frontala geçiş için bile binlerce yılın deneyimi oldu....
Sen kendini ne sanyorsun acaba? Tanrı bile bugünkü yerine
gelinceye kadar ne çok evrelerden geçti.
ölümsüz olduğuna karşın... Biz ölümlüler,
sen, ben, baban, şu, bu dünü sorgulayarak, yargılayarak ama
ondan büsbütün vazgeçmeyerek, yarının ışığında,
onu yargılayarak yaşıyoruz. Dünün deneyimleri yegane
hazinelerimizdir. Ondan vazgeçmek ölmek demektir. O senin
isimlerini saydığın insanlar, vesika edilmiş edilmemiş bir birikimden
hareket etmişler, devingen insan topluluklarından kopmamışlar. O
pınarlardan, memelerden emdiklerini, din ve tabuların yardımıyla
değerlendirerek, yorumlayarak tekrar kaynağa sunmuşlar.
Evet şu gerçek, sen kendini boşlukta
hissediyorsun, bir yerlere
vardığını sanıyorsun, diplomaya yaklaştığını, orada özgür bir
birey olmana ramak kaldığını sanıyorsun. O bir formalitedir,
başlangıçtır
En iyisi sen şu adını vereceğim kitabı hemen al,
oku, bir daha oku,
özümledikten sonra tekrar konuşalım. Richard Bach'ın yazdığı
Martı.
Annene, babana selamlar eder, seni öperim benim
çocuk
martım.
E. Aydın, 1993
SEVGİLİ İSMAİL
Bugün Mersin'e gitmiştim. Eş dostla buluşmağa. Döndüm,
kapı altında senin mektubunu buldum. Aslında mektubunuzu bekliyordum.
Adresin olmadığı için de yazamazdım.
Seni betide duyumsattığın olaylar bende de aynı çizgide oldu.
Bir de şiir yazmıştım.
Gönül bir kuş
Konar sevgi dalına
Dalda gül, al al
Kovanda bal
Kırşehir Adana
Yol var yolak var
Kırşehir Aksaray Adana
Gönül üzere yaşam güzel
Gönül üzere gönül gezer.
Ayrıca ortaoklu ve Kırşehir için yazdığım
güncede yine
senin anlattıkların mota mot var. İstersen gel buna suçlu
aramayalım. Zira yaşam devam ediyor. Gelecek nesil, yani yetke
sahipleri bunu şimdi görüyorlarsa, ki görüyorlar,
bir gün düzeleceğine inanalım.
Türkiye Cumhuriyeti henüz daha
çocuk. Yetmiş yaşında.
Olanlar da az değil. Ben istiyorumki biraz daha büyü.
Büyük düşün, dünya vatandaşlığına soyun.
Avustralya'ya gitmeği düşle. Böyle de yaşanabileceğini
düşün. O zaman Türkiye'nin her yanı size güzel
gelecek. Tarih, heryerde tarihtir. Hele Antalya bir başka hazine. Biz
bu kadar hazineyi korumağı düşünsek Türkiye'yi müze
yapıp kendimize yeni bir vatan bulmamız gerekecek . İstanbul'a bak.
ölüler dirilerden daha saltanatlı. Sanki biz insanlar onlara
sığınmış gibi yaşıyoruz. Biraz bencil olmamız gerekmez mi? Mecburen
yaşanacağına göre zaman zaman yıkıp yapacağız. Koyunu, tavuğu
yemek için kestiğimiz mantıkla.
Sanatı, oluşumda birincil alıyorsunuz. O bunu
hiç sevmez. Zira
sanat özgürdür, faydacı değildir. Bugün altın
ararken kömür bulursun, yarın kömür ararken altına
rastlarsın. Asıl olan aramaktır. Kimin ne zaman ne kadar sanatçı
olacağını kimse bilemez. Karacaoğlan olacağım diye Karacaoğlan olunmaz.
Yaza çize, söyleye çala, belkide yolumuz O'na,
Veysel'e, Yunus'a, Mikelanj'a, Rodin'e, Ranbrant'a çıkıverir,
belli olmaz. Onun için yapabildiğin kadar alçaktan
uç. çünki sen bir bireysin, ham cevhersin. Yontulup
yontacaksın, hep kalemtıraşın ağzında olacaksın. İşte beni ele al.
Hiç beklemediğim aklımın kenarından bile geçmediği bir
anda Altın Koza beni yılın sanatçısı seçti. Biraz abartı,
biraz gerçek, ama bu hep böyle olur. Nobel
ödülleri bile.
Hem sen liselerde resim öğretmeni olarak programlanmışsın. Neye
programa uygun olmak için meslek derslerine daha çok
yüklenip felsefe, mantık, sosyoloji, psikolojiye ağırlık
vermiyorsun? Sen devletin halkla ilk temas kuracak elemanı olacaksın.
çocuğa sanat sevgisini düzeni, düşünmeği, yani
sanatsal düşünmeği, iki boyutta üçüncü
boyutu anlatmağı öğreteceksin. Ulus senden bunu bekleyecek.
Programlar amaçsız, yetersiz diye boş
veremezsin. İşte sen bunun
için Ankara'dasın. Sanat olayı çok çok arkada
düşünülecek senin kişisel sorunundur. Maaşı
öğretimden alacaksın. Onun için dağarcığını doldur. Bir
veya iki de lisan yapmağı amaçla. Buda iyi bir vatandaşın asil
görevidir. ülke böyle olursa yücelir.
Hem de artık hiç sıkılmayacaksın, sıkılacak
zamanın kalmayacak.
Sen ve senin gibi isimsiz kahramanlara gereksinim var. Alçak
gönüllü ol, oradan memleketi idare etmeğe kalkma, yola
gir.
Güzel ve sanata giden yol, şu sana anlatmağa
çalıştığım
çizgilerden geçer. üstüne düşen
görevi iyi yap. Yani herkes evinin önünü
süpürürse şehir temiz olur. Nuri'ye selam, O'nu merak
ediyorum. Bana yazsın yoksa gönül koyacağım.
E. Aydın, 16Ekim1994
İSMAİL DOST
çoktandır mektuplaşamıyoruz, her halde bundan
sonra adresinizin
oluştuğuna göre haberleşmemiz kolay olacak.
Hala belli bir çizgiyi zorlayamadın,gerçi merkez bir
kaç yerde çember her yerde, bu durumda belli bir
çizgi oluşturmak sadece kişinin kendisine kalıyor. Sana daha
önce mektuplarda yazmış olacağım, yapacağın birinci işin diploma
olmalı, sarflarını sadece bunun içinyap, biliyorsun piyasa alak
bullak para iyice değerini yitirdi. Kırşehir'ide pek zorlama derim.
Sanatta bir kişiliğe varmak için, önce
kendini biryerlere
oturtman gerekir. Dahası ben ben diye konuşabilmen gerekir, bunun
içinde ders ödevleri dışında resim yapma. Ancak başta
felsefe olmak üzere, müsbet ilimlerin her biriyle yakından
ilgilen, sanat tarihini iyi oku, bir takım sana özgü
bindirimlere ulaşmak için bu çok gerekli. Espirisi sanat
olan roman eleştirmeleri kaçırma, çünki sen yenibir
zaman birimi içinde yeni bir isim olacaksın öylede olman
gerekli.Turan Erol diyorsun , Orhan Peker diyorsun Bedri Rahmi
diyorsun, bunları neden sevdiğini de kendine sorduğun oluyor mu? Bu
soruyu sorarken aldığın yanıtların tutarlı olması için
çok okuman şart. Bunların hiç birine benzememek
için seninde bir felsefen oluşmalı, yoksa at sineği gibi onların
kuyruk altında yaşar gidersin. Ben ben diyebilmen gerekir.
Sözüm şu ki, sen henüz
çocuksun,kendini öyle
görüyorsun o zaman çocuk kalırsın. çocuklukdan
maksadım, onları taklide yeltenirsin,
özgürlüğünü bulamazsın.
Kimseyi açıktan meth etme ama yine
açıktan tenkit etme,
zira her fırça yarının kıymeti olmağa namzettir.
Sergiler iyi bir derstir. Onları kaçırma Ankara 'da bu
günlerde Adana'lı bir sanatçının sergisi var (*) sergisini
gör ve bana mektubunda izlenimini yaz (*). Dam da olabilir. Jean
Ppaul Sartre, Benrar Chauv'un hangi eserini bulursan içtenlikle
oku tekrara tekrar oku. Mektuplarınızı da dosyalanabilecek gibi yazmağı
unutma. öperim, yanıt beklerim.
E. Aydın, 15Kasım1995
SAYIN ULUĞ NUTKU
Siz, Türkiye genelinde; kanıma göre,
evrensele
yürüyen bir felsefecisiniz. "Göz kendini görmez",
özdeyişi bağlamında deyimi yatsıyabilirsiniz. Ben bir
övgü yazmak için, ekran karşısında değilim; belki de
eleştirmeye hazırlanıyorum.! (haddimi aşarak).
Resim öğretmeni, seyrek olarak ressam da olur. O, program
içinde; doğru görmeyi, çizmeyi, düzenlemeyi,
renklerin binbir gücünü, semantik, sembolik, simgesel,
imgesel, sentez, sentetik; labirentlerinden arındırarak;
sipiritüal'a ulaşan bir yelpazede (estetiği de dışlamadan); yeni
yetmeye öğretmeye soyunan ressam değildir. Ondan öte bir
değerdir!.
11 Ekim'de sizi dinlemek, aydınlanmak için
Adana'dan felsefeye
ilgi duyan yirmi üniversite öğrencisiyle Mersin'e gelmiştik.
Siz konuşurken, çok öğretici oluyordu, coşkuyla
izleyebiliyorduk. Ama salonun değişik köşelerinden, bizim
işitemediğimiz sorular ve sizin verdiğiniz yanıtlar arasında, ilinti
koptu.
Algıladığım kadarıyla sorular; günlük
yaşam amaçlı,
felsefeden ırak, politik, ekonomik eğilimliydi. Her derde deva
reçete isteniyordu.!
Bir yerlerde aksayan bir şey vardı? Neydi?
"Organize Felsefe öğretisi"; daha önce
verilmiş, ağırlıklı
bir taban üzerine kurulurdu. Konu ise bütünle ilintili
felsefeydi.
Salonda bulunanların çoğunluğu, şöyle veya böyle
felsefe sözcüğünü merak eden kişilerdi, ön
bilgilerden yoksundular...
Bu güzel olayın, en iyi nasıl yapılabileceğini uzun uzun
düşündüm, yanıtlayamadım.
Merak bu ya! İsa'dan öncesine, Eflatun'un
görkemli
şölenlerine uzandım. Sufi'leri, filozofları; sade vatandaşla
günler boyu hareketli tartışmalar içinde buldum.
Konular; ödev üstüne, bilgelik
üstüne, cesaret
üstüne, dostluk üstüne, bilge üstüne, dil
üstüne, aşk ve sevgi üstüne, geçmişin
belleğinden hareketle, güne ve geleceğe göndermeler
yapıyorlardı.
Düşündüm ki; siz, felsefe bilgileri
verme yerine,
titrinize de yakışan, bir flozof rolünü üstlenseydiniz.!
Hopörlör ve mikrofonlar aracılığıyla; çağımızın
sosyal, ekonomik, kültürel yapısını, usulünce
tartışabilseydik, daha katılımcı, daha yararlı olmaz mıydı diye
düşünüyorum.
Yine düşünüyorum ki; sizi yorduğumuz
ölçüde bilgilenemedik.
Beni bağışlayacağınızı umar, saygılar sunarım,
efendim...
E. Aydın
SAYIN KORGENERAL
NEVZAT BöLüGİRAY ADANA
Toprak susuzluktan çatlamış. Halkımın
dudakları gibi.
çanaklar(*) tek nefeste(*). Kalplerdeki son umutlar uçma
hazırlıklarındalar. Böyle bir anda kurtarıcı güçlerin
yağmur yüklü bulutları çatlamış toprakların
üzerine doğru geliyor.
Umut kuşları yuvalarını onarmağı düşlüyor. Zayıflamış incecik
umut telleri iyi gelecek şansı buluyor. Getirdiğiniz ılıman ortamda,
şerefli, onurlu, vefalı, özveri sahibi, karanlık günlerimizin
biricik güvencesi ordu güçlerimize, kalbimizin
derinliklerinde kalmış, küçücük fakat pırıl pırıl
duygularını iletir, gazanız mübarek olsun derim.
13Eylül1980
SEVGİLİ GAZANFER
Sivri bir dil, çoğu toplumlarda hala ruhsatsız bir tabanca
gibidir.
(*) öğretmen dediğin geniş kapsamlı, enine boyuna
düşünebilen adam demek değildir. O, aklına geleni hemen
söylemeğe öğrencileri tarafından şartlandırılmıştır.
Bizleri hep böyle kabul etmiş ona göre
hareket etmişsinizdir.
Balkabağı, dangalak, aptal, aptal, kafasız diyen öğretmenlere eğer
tavır alsaydınız bu günlere yoğun emek verir miydiniz?
Kalbiniz hala çocuksu temizliğini koruyor.
Bir Gazanfer düşününüz,
fabrikaları, evi, binbir
sınırsız sorunlar, güncel peryotlar, piyasa davranışlarındaki
dalgalanmalar, bütün bu devasa uğraşlar arasında Mersin ve
Mersin'lileri düşünmek. İnsan, insan üstü.!
Beni öyle bir davranış psikozuna ittinki, ancak
suçluluk
duymak kalıyor bana. Görüyorsun ona da yanaşacak kadar
açık olamıyorum. Cümleleri evirip çeviriyorum.
Bilirsin solmuş çiçekler sıcak su ile
diriltilebilirler.
İşte galiba ikimiz de onu yapıyoruz.
Ben hayatım boyu katır gibiyim. Yük altında
olmağı severim.
Kendime sorun çıkarmağa bayılırım. öğretmenliğimde
çağı hep ilerde yaşardım. İdareler rahatsız olurlardı, ama saygı
duyarlardı. Müdürlüğümde de öğretmenler
tedirgin olurlardı hep aynı şeyden. Ama çağın ilerisinde olmak
herhalde pek hötü bir şey olmasa gerek.
Galiba bir tek neden bu mektubu sağlıklı bağlamama
yetecek.
Ben Gazanfer'i o kadar , o kadar çok
sevmişimki, yersiz ve
zamansız beklentileri istemeğe kendimde hak görmüşüm.
Galiba binbir gerçek Aile boyu uzun uzun oturup konuşamadık ama
sergi açılışında gösterdiğiniz ilgi ve şu iksir dolu mektup
bunu kanıtlamağa yeter de artar bile.
Mektuba teşekkür eder, seni candan kutlarım.
E. Aydın, 20Ekim1987
SEVGİLİ GAZENFER
Türker özsayar'ın, yelkende bir yazısı
üzerine, tatlı
bir kaşıntıya yanıt olarak,
Sizler, bizi uyandıran sivrisineklersiniz demiştim.
Tanıyı doğru
koymuşum. Beni onurlandıran yazınızdan sonra, tatlı tatlı kaşınıyorum.
Bilardo topuna döndüm, yuvarlanıyorum, bir
oyana bir buyana.!
Sizlerde çoğalmanın keyfini
sürüyorum.
Yaratılış hep iyidir..
Düşünceden buyana; İyiyi,
kötüyü, yararlıyı,
yararsızı biz, yani insanın belirlediği için seçicilerin
işi zordur.
Ekinci yağmur ister, yolcu kurak.
Dergi çıkarma fikrinize karşı
çıkmıştım, sarfları
azaltmak olduğu kadar, Gazenfer dostumu ince ayarın labirentlerinden
kurtarmak içindi. Kars lisesinden buyana: Eksiksiz bir Donkişot
'u oynuyorum. Sıradan ama
idealist ve gerçekçi.!
Başlangıçtan beri, sizinle yazışmalarımda, hep eksiksiz
<eğitim, öğretim> temasını işledim. önemli olanı,
ulusal olanı, evrensel olanı işledim.
Bir broşür, bir dergi bana göre edim ve
ideoyu yansıtamaz.
Sivil eğitim örgütü olan kuruluşunuzun, şemsiyesi
altında bir kitap çıkarılabilir.
Seçenek:
1 Hazırlıkları buradaki ekiple yapar, size sunarız basılır.
2 Tamamen, her türlü gideri bana bırakır,
kontrolünüzden sonra belli bir sayıda basılır.
3 Dergiden vazgeçilir.
Her türlüsüne katkıya hazırım. Yeterki vakit
geçirmeden bana fikrinizi ve kararınızı lütfediniz.
E. Aydın, 15Eylül2000
MESUT'CUĞUM
Şimdiki nesil bir başka. Kendi oğlum da dahil,
şurada burada değişik
ebatta ticaret yapan öğrencilerim ve arkadaşlarım var. Bunların
büyük çoğunluğu sizler gibi her yerde ve her
zaman bulunmak isterler ve de bulunurlar. Kimseye
güvenmezler, itimat etmezler, muhasebeden en
küçük satış limitine kadar ulaşmağa çalışırlar.
Patron direksiyona geçince elemanlar O'nun
etrafında döner,
bekleşirler. Okeylemekle beraber manyeto etmekle uğraşırlar. Asıl
kendi sorumlu oldukları yerde hep patronu beklediklerinden iş
yapamazlar. Mesut muhasebeye, Mesut satışa, Mesut müşteri aramağa,
Mesut defter tutmağa, Mesut senet yapmağa, Mesut para aramağa, Mesut
para ödemeğe. Koş yetiş koşabilir, yetişebilirsen. Evet çok
kazanırsınız ama sen alışverişin içinde iken, onun dışında
herkes avara. O insanlara az paralar ödemiyorsun, ama hiç
birisi senin pabucunu çeviremez, müşteri seni aramağa
mecbur olur.
Sermayen ne olursa olsun oraya öyle bir
düzen getirki,
işkurucu Mesut (*) bütün bu olayların dışında kalsın. Genel
gidişatın geleceğini düşünmeğe, yeni atılımların projesini
tasarlamağa, gerekirse geziler yapmağa, Singapur'lara, Taylan'lara
gitmeğe zaman olmalı. Bunu yapmazsan ne yapmak istiyorsun, böyle
kalmak , böyle ölmek mi. Senin kıymetin ne olacak, onun
değerini kim biçecek?
Sen karın tokluğuna yaşama kader çizgisine
düşmüş
insan değilsin. Sermayen de fena sayılmaz. Bütün ve
çok önemli sorun kendine değer vermen, tezgahtarlıktan
patronluğa terfi etmeğe karar vermende.
İşlerinizde başarılar diler öperim.
E. Aydın, 25Ağustos1990
SEVGİLİ NACİ
önünden iskeliçle ark
açıverirsen laf
üretmek kolaylaşır diyordun, doğrudur.
Biraz da senin kişiliğinde kendimi arıyor ve kendimi
yaşıyorum.
ünlü ressam Van Gogh'a aşifte bir
sevgilisi sitem eder.
Derki: "bana kendi emeğini kazancın ve kendinden olan bir hediye getir"
der. Sanatçı isteneni yerine getirmek için derin derin
düşünür, olanaklarını zorlar, ama bir çıkış yolu
bulamaz. Hemen ustura ile kulağını kesip zarfa kor ve sevgilisine
yollar.
Bu benzetiye pek yaklaşmamakla beraber, size
Mersin'de evimizden
güneşin doğuşunu ifade eden bir suluboya resim yolluyorum. Cam ve
çerçeve işini de sen yaparsın.
Buralarda yaşam iyice zorlaştı. Dönmeyi
düşünüyorum
ve özlüyorum.
Ablam gilden verdiğin sağlık haberi ile yetinmek
mecburiyetindeyiz. Sağ
olsunlar. Sen de sağ ol. Seni ve ufaklıkları kucaklar hocahanıma sevgi
ve hörmet ederim.
Bizimkiler, sizinkilere selam ve sevgilerini
yolluyorlar.
E. Aydın, 28Haziran1980
KAOSTAKİ PIRILTIYA İLETİ
Bugün pazartesi, Mersin'den döndüm.
Muştulu,
ödüllü mesajınızı aldım. Cezveye biraz şeker, biraz
üzgü, özlem koydum. Ateşe yaklaştırdım. üzüler
kabardı kabardı, şekeri yok saydı, özlemleri solladı
Yudum yudum seni düşündüm, seni
içtim. Kekre ve
buruk şezlonga uzandım. Geçmiş zaman kesitlerinden mutluluk
topladım, tel tel... ve üzerime serdim, tüllercesine.
Düşlerim oldu uçuşlar gibi. Sordum nerdesin?
Yaşlı gezegenimize yakın geçtiğinde aloo nuzu
beklerim.
öperim.
E. Aydın, 4Mayıs1992
SEMRA HANIMEFENDİ
Ben kendimi mutlu etmek için mektup yazarım,
üst tarafı
beni ilgilendirmez. Doğru birşey söyleyeceğim, beni şaşırttın,
sanki seni hiç görmemiş gibi, tanımamış gibiyim şu an.
Bir defa ummadığım kadar bir kaligrafin var,
kreasyon artistik
çok kişilerde var olmayacak kadar melodik, ideotizm daha başka
boyutta. İdelere gelince, o bir başka alem. Semra şunu iyi bil, okullar
ezelden beri hep diploma dağıtır, kaliteyi kişi kendi yapar.
Seni ilk gördüğümde ve sonraları, hep
kendini kaderin
akışına terk etmiş, uçmayı bilmeyen bir martı gibi
görürdüm. önerim, Richard Bach'ın Martı isimli
kitabını oku. Binlerce lise mezunu yıllardır ortalıkta mahsun
gezinirken, işte sevdiğin bir branşta yüksek öğretim bazında
yer almışsın, daha ne istiyorsun.? Durumun yapısına o kadar kendini
kaptırmışsın ki, benim yazdıklarımı ve içeriğini bile
duyumsamamışsın, ailevi durumunu yani varlık durumunuzu bilmiyorum ama
bu konuda bir gereksinimin olursa demiştim ve bunun için acele
yazmıştım, duruma değinmediğin gibi, öğretideki
çarpıklıklarla uğraşıyorsun, puan yapmak bildiğime göre zor
bir zanaat, burayı tutturmuşsun oh ne ala, hiç kuşkuya
kapılmadan hakkını kullan, eksik bulduğun programları da kendi kendine
geliştir.
Ben hiç bir zaman parlak bir öğrenci
değildim, ama zaman
geçince, kendimle baş başa kalınca arzu ettiğim bir yerlere
ulaştım vede işin garibi, bana meslekte seçkin derlerdi. Bu
arada bir de lisan sahibi oldum.
Nikrin ve kanaatkar ol, yolun iyi yoldur. Biraz da
öğünmek
hakkındır. Sizin okuldan olduğunu sanıyorum, bir resim
bölümü başkanı geçen yıllar Adana'da sergi
açmıştı da, iyi bir dostluğumuz olmuştu, adresini, ismini
aradım, adres defterinde bulamadım, bana bir gönül borcu
vardı. Mektubunuzda seçkin bir adres bile bulmadım. Yine eskisi
gibi sallayacağım, ya seni bulur ya bulmaz.
Bu rüyalarımın kızını doya doya öper,
başarılar dilerim.
E. Aydın, 18Ekim1992
MEHMET ALİ BEY
Gördüğüm, duyduğum kadarıyla, siz
aktif ve üretken
bir organizatörsünüz. Konuşmam ve yargım, askerlik
şubesinin o dökülen haliyle ele aldığın ve şu kullanımlı alan
artı ek bir binayı ortaya koyuşunla verdiğin hizmet
çerçevesinde. İnancıma göre yaptıklarınız
yapacaklarınızın işaretidir. Bu nedenle size güveniyor ve
desteklemek istiyorum. Aslında sizin desteğe de gereksiniminiz yok, ama
bizde bir yükseklik hastalığı vardır, baş dönmesi karışık
fikirler yürüyüşü durdurur. Gördüğüm
kadarıyla isimsiz kahraman olmayı seviyorsunuz. Bu bağlamda yazıyorum.
İlk akla gelen bu güzel kuruluşun ayakta
kalması kendi kendini
amorti etmesi nasıl sağlanacak
Sizin bu güne kadar düşündüğünüz, dersler
ve aidatlar, ara sıra da olsa resim satışlarından alınacak
yüzdeler, yemek hizmet gelirleri.
Bunları düşünmüşsünüz,
uyguluyorsunuz ama
irtifa almaya yetmez sanata gönül verenleri, sergi
açılışları dışında oraya nasıl çekebiliriz? Sağlam bir
büfe ile programlı akşam sohbetleri, dinletiler, Mersin'imizde yaz
uzun sürer, yağışlar geç başlar, ona göre salon
faaliyeti gereksinimimiz az olur. Büyük salonda halka
açık regriatif çalışmalar (albüm, kutu, cilt, el
işleri çeşitlemeleri), yöresel halk oyunları, belli
sürelerde daha geniş bir salonda verilebilecek sahne oyunları,
otantik olmak şartıyla yöreden davet edilebilecek seyirlik
oyunlar, eldeki resim birikimlerinde Adana'da renkli fotokopi ile
küçük boy çektireceğimiz
röprüdüksüyonların geniş kapsamlı satışı. Bunların
kart postal haline getirilmiş, yapanın da özgeçmişini
kapsayan harcıalem kartpostallar. Yine elde edebildiğimiz orjinal
eserler,ayda bir kere noter önünde artırmalı müzayedeler.
Eğer bunlardan bazılarına okey diyebilir, okey
alabilirsen, ben daha
domuzluklar yumurtlamak üzere yanınızda olurum.
Sizi öper, arkadaşlara selam saygılar.
Bana lütfen aylık faaliyetlerinizi katılabilmek
için bir
program ulaştırırsanız sevinirim.
E. Aydın, 21Ekim1992
MEHMET DOST
Ben bir çöplüğüm. Hem de
dipsiz kuyu.
Bana öyle bir öneri getirdinki, en az bir
sene uğraşsam
gönlümce bir yanıta varamayacağım besbelli.
Sanıyorum bizler, özyaşamışlığımızı abartılı
anımsıyoruz. Belkide
yalan söylemeye yatkın olduğumuzdan kendimize öylesine
gerçekten uzak, çoğunlukla sanal hem de ütopik
özgeçmişler yakıştırıyoruz, savunamayacağımız sınırlar
çiziyoruz. Süslü bir balonu hani şişirilince
üzerindeki benekler sonsuza doğru genişler ya yaşadıkça
yaşanmışlığı abarta abarta , sıradanlığı aşabilmek için, şişire
şişire, şişine şişine bir hal olur, büyüyelim derken sonsuz
küçülürüz. örnekleri de o kadar
çokki... İnsan onları gördükten sonra "ben" demekten
haklı olarak korkuyor.
Bu işi burada kesiyor seni hasretle
öpüyorum.
E. Aydın
SEVGİLİ GAZANFER
Geldim. İyiki geldim. Gördüm iyiki
gördüm. Bana
yazdın, iyiki yazdın. Bu tür işler yapılırken, mağrur olunur,
alıngan olunur. Canım, isterse gelsin, isterse gelmesin denilir. Bir
yüreğin eksikliği, önemsiz gibi görülür.
Böylece, ölçüler içinde bir
ölçü oluşturdunuz.Denilebilir ki, insan olduğunuzu,
iyi bir insan olduğunuzu geniş anlamıyla kanıtladınız.
Dünya, Gazanfer'lerle dolsa, veya onlar tarafından yönetilse,
adı CENNET olurdu.
Yönetici kademelerimiz, bu asil duygulardan o
kadar yoksun ki,
bütün insanlarımız, öksüz gibi, art niyetli,
içe dönük oldu. Beni onlardan soyutlayamazsın.
Ekonominin herşey gibi gözüktüğü bir ortamda,
yaşamaya zorlanıyoruz.
Yine bu doku içinde, beraber olmanın zevki, sevisi
içinde, Mersinde, Mersin liselilerinin beraber olacağı bir
organizasyon, evrensel boyutlar içinde, yoruma yaklaşarak sevgi
sınırlarını zorluyor. Bu büyük ve kutsal çelişki,
göz yaşartıcı geleceğe olan bağların, sağlam ve inandırıcı
lifleridir.
Bunu denemek ve uygulamakla, siz maddi olarak,
dünyasal
kayıplarınızı, geleceğin ölümsüz, Esame defterinin şeref
sayfasına yazdırdınız. Yapılan işin çapı, yapanın inancı ile
perçimlenince, o iş yalınlık kazanır. Başardınız. Milyonların en
derin ırmaklar gibi akan yüze çıkamayan, salt
çelişkili duyguları, bir psikolog duyarlılığıyla ortaya
çıkardınız. Böyle bir fani yüreğe, devlet
kademelerinin en üst düzeyi bile az gelir. Valinin dediği
gibi, bu tür davranışlara, Türkiye'mizin, dahası insanlığın
ihtiyacı var. Yazdıklarım bir öykü değil, içten olayın
irdelemesi, çağa bir nobel görüşüyle girmesi
buluştur. Sevgisevgi..., onunla oluştuğumuz ama onsuz yaşamaya
itildiğimiz sevgi...
Gazanfer seni seviyorum. Seninle kendimi
tamamlıyorum.
E. Aydın, 2Kasım1987
İSMAİL'İM
Bitmesi zorlaşmış bir işin içinde,
anlamadığımız bir durumun
açılmasını beklediğimizde, bir çıkmazın veya
açmazın buğuzu ile çabalarken, birileriyle konuşmak
istencesinde kağıda kaleme sarılırız.
Aslında bir dosta mektup döktürmüyoruzdur,
düşünüyor alternatif arıyoruzdur. çünkü
yaşamda her sorunun yanıtı kendi içinde saklıdır.
Bir başkası bize hiçbirşeyi dikte ettiremez,
rahatsızlığımıza
çözüm getiremez, hayat haritasını masaya yaydığımızda,
öz yaşamımız için o kadar değişik yönler vardır ki,
iyi bir kurmay ancak içinden çıkar ve kendine uygun yolu
seçebilir. Kurmay kendi doğrusuna ulaşmak için kılı kırk
yaran adamdır. Kılı kırk yaran adamsa, çok ama çok yavaş
yol alan adamdır, şimdi biz ne yapalım?. çağdaş eğitimin
büyük yanılgısı ve çıkmazı, bu tümcenin yanıtında
yatar. Hızlı yürüyelim, hızlı çalışalım, hızlı
okuyalım, hepsi çok iyi de, bellek denen, anlak denen,
düşünce denen bir gerçeği nasıl devreye sokacağız?
Nasıl özbeni yakalayacağız?. örneğin ben,
çocukluğumdan beri bir tümceyi anlayabilmek için en
az on defa okumam, belki daha fazla zaman vermem gerekiyor. Roman
hariç, günde yirmibeş sayfanın üzerinde okuyamam, bir
kitabı özümleyebilmek için günlerce uğraşırım,
sonra okuduklarım üzerinde günlerce
düşünürüm, örneklemelere giderim ve belki
öğrenirim ama anlağıma yerleşen durumlar artık hepten benim olmuş,
yeni düşünceler için çıkış kaynağım
olmuşlardır. İnsan naturasına uyan, ona paralel olan da benim
yaptığımdır. Modern eğitim de bu oluşumu tam tersinden uygular ve bu
düşünceyi dışlar. Doğruyu bulan beri gelsin.
Bugüne değin mektuplarında seni iyi bir artist olarak
gördüm, artist Manaqal. Uyumlu bir öğrenci, uyumlu bir
evlat, uyumlu bir arkadaş, uyumlu bir vatandaş. Yazdıklarında verdiğin
mesajlar ise başkaldırıya özlemlerle dolu. Zira özlem eylem
değildir
Ha.... bir şeyi yanlış anlamayalım, asi bir öğrenci, asi bir
evlat, asi bir vatandaş ol demiyorum. Candan inanıp karara vardığın
fikirler üret, ideolardan dem vur, yaz çiz yap, dahası
düşler kur.
Sen artık çocuk sayılmazsın, zaman edim
zamanıdır. öneriler
dinleme zamanı değil. Dünya yalanlarla dolanlarla ayaktadır,
yeterki yalan akla yatkın olsun. Ben aslında kıtıbıyoz bir resim
öğretmeni emeklisiyim, ama İsmail'e şu mektubu yazarken, ilerde
okuyanın sevebileceği tümceler bulmaya, yazmaya çaba
veriyorum. Bunları bir gün "dost mektupları ve yanıtlar" olarak
bir kitapta toplayabilirim. Fena da olmaz.
öperim, anaya, babaya selamlar.
E. Aydın, 30Haziran1993
SAYIN ERGENOKON
Bugünün insanı, genelde duygulardaki
nuansa ve onun
derinliklerine inmekte sağır ve dilsizdirler. Halbuki, bakınız şu
özenle ve incelikle bezenmiş mektubunuz beni ne kadar coşturdu,
içimi kıvançla doldurdu. Bunu neden dostlarımızdan
esirgeriz bilmem ki.....?
Hepimiz sıradan doğarız,
büyüdükçe yaşama bakış
açımız gelişir ve yönlenir, sık sık rota düzeltmesi
yapabilir, yeni konumumuza ayak uydurabilirsek, yepyeni bir kişi ve
kişilik olmaya başlarız.
Bir yerde kendi kendimizi keşfeder ve yaratırız.
Herhangi bir şekilde
topluma kendimizi sunarız. Eğer ortaya konulan kişilik çevreden
hemen algılanabiliyorsa, kabul görüyorsa, işlemde bir
sıradanlık, belkide bir modelin tekrarı vardır. Kanımca insanın
yaratılışı daha yüksek ideolara amaçlalıdır, değişkenliğe
göre şartlanmış, değişkenlikte evrensellik aranmaktadır. Eğer
dünya dönüyor diye direterek ölümü
seçenler olmasaydı bugünlere gelinebilinir miydi?
O ve onun gibi nice nice seçkin insanlar
sayesinde biz
bugün bir bakıma mutlu yaşıyoruz. Hiç olmazsa insanları
anladığımıza inanıyoruz. Konuyu burada kısaltıyorum. İnsanlar hep
iyidirler, zaman zaman çıkarlar onları yanlış
görünmeye, görüntülere ve
görünümlere itsede, görüldüğü gibi
medeniyet sürüyor, ilerleme sürüyor ve
sürecektir, er veya geç, yavaş veya hızlı..... Sürecin
mantığı gereği yüksek boyutları hep arayacaktır.
Sizden şahsım için çok fazla methiye
aldım, teşekkür
ederim ama ben kendimi biliyorum, onun için methiyelerden
çok korkarım, çoğunlukla kaçarım. Ve dermi ki,
tavuğu yumurta yumurtlamaktan men edemezsiniz. Yani yumurta bir başkası
faydalansın diye yapılmaz, iyilik içinde böyle
düşünürüm. Karşılık beklemeden yapmak isterim,
çünkü bu ezeli şablonun gereğidir. Yine kanıma ve
deneyimime göre galiba insanlıkta böyle seviyor. Yunus'u
alınız, Mevlana'yı alınız, Karacaoğlan'ı alınız, bunlar ve bunlara
benzer binlercesi, sıradanlık içinde gönüllere
yerleşmişlerdir. Deneyimlerime dayanarak, ben övülmeyi
sevmem, bilirim ki her övgü gelebilecek sövgülerin
kapısıdır.
İçeriği övgüye dayalı protokollar,
kişileri istense de
istenmese de, özden uzaklaşmaya fırsat verdiğini gördüm.
İnanmışlığı net, açık seçik olmayan yetke sahipleriyle
yan yana olmak ve hele hele fotoğrafta görülmekten utanırım.
İşte ben böyle arkaik bir yaratığım. övgülerinizi yanlış
davranışlarımla bozmaktan korkarım.
Saygılar, sevgiler. Beni okuduğunuz için
teşekkürler.
E. Aydın, 5Temmuz1993
T.C.D.D. BöLGE
MüDüRLüĞü MAKAMINA
Dün hızlı trenle bir süre sizinle beraber
seyahatteydik. Ne
kadar içtenilikli, devlete birşeyler verebilmenin heyecanı
içinde idiniz. Vagonda bulunan herkes gibi ben sizi sevdim.
Küçük bir kesite verilen bir hizmette olsa yılların
müzminleştirdiği bir yaraya teşhis koymuştunuz, yüceldini,
farklı oldunuz, bundan neden de istek ve beklentilerimiz arttı. Ellili
yıllardan beri adı başarısızlığa çıkmış bir kuruluşun, şu kısa
mesafe içinde başarıya ulaşması gözlerimi yaşarttı.
Bu sizin için büyük bir şerefin ilk
adımı, bizler
için yıllardan beri beklenen bir hizmetti.
Sakin olunuz arkasını bırakmayınız, biraz
yorulacaksınız ama bu
Türk insanı farkı fark edecektir. Bu müessenin başında
olmanızın anlamı diğer bölümlere de örnek olacaktır. Eh
insanda genelde bunu bekler olmalı, yoksa yaşamın ne anlamı kalırdı!
Şu son yirmi yıl içinde, dünyanın hiç bir yerinde
altmışbeş kilometreyi bir saatte giden tren kalmamıştır.
MersinAdana yolu tren trafiği bakımından çok sıkışık değil,
biraz dikkatli bir programla daha da zaman kazanılabilir. Diyeceğim o
ki, bu hızı siz kısa bir zamanda ara trenlere bırakmayı
amaçlayınız. Dün Mersin'e elli dakikada gittim, 14:15
banliyösüyle döndüm, eksiksiz iki saatte geldim
Adana'ya, işte birilerinin bunu sorması ve nedenin yanıtını makul bir
dille anlatması gerekir.
Hızlı tren Yenice'de ve Tarsus'ta duruyor, ama yolcu
almıyor,
duruyorsa yolcu alması gerekir. Yerler numaralıdır denecek,
Adana'dan kalktıktan sonra memurlar boş yerleri hemen tespit edip, bir
telsizle Yenice'ye bildiremezler mi, Yenice'den kalktıktan sonra aynı
uygulamayı yapıp Tarsus'a bildiremezler mi?
Sonra bu toplu taşımacılık olduğuna göre,
fiyatları yüksek
tutmuşsunuz, özendirici değil, hele başlangıç için.
Şehrin işlek yerlerine ciddi panolar asılsa, her eve ve her
cüzdana konabilecek, sağlamlık ve sevimlilikle el ilanları
bastırılsa, tren saatleri verilse daha bir güzel ve inandırıcı
olmaz mı?
Yeni garaj önünde bir durak acaba iyi
olmaz mı
Beni sakın yanlış anlayıp, yanlış
değerlendirmeyiniz, ben sizin
başarmanızı istiyorum. Bu başarı bireysel olacaktır ama
büyüklüğünüze büyüklük
katacaktır.
Sevgiler, saygılar.
E. Aydın, 18Ekim1993
MUHTEREM öZDEMİR HANOĞLU
MERSİN VALİSİ
İnsanlar dünyaya sıradan gelirler, zaman
içinde yeti ve
nosyon kişileri belli evrensel görevlere yönlendirir.
Sizi sosyal yapıya yön verecek vali, beni de bilgi ve bilgiler
yansımasında bir görevli kılar. Siz geniş bir yörenin yaşam
biçimiyle yakından ilgilenir, yönlendirirsiniz, ben ise
insanlara doğru görmeyi öğretmeye emek veririm.
Doğaldır ki sizin göreviniz, benimkisinden binlerce kez, kıyaslama
yapılmayacak değerdedir. Bunun da elbetteki bilincindeyim.
Benim yatsıdığım olay, özdemir Hanoğlu gibi entel, humanist bir
valinin bulunduğu Mersin'de, öğretmen kökenli bir ressam,
sakalı var diye geçen Pazar günü öğretmenler
lokaline neden alınmaz.?
Bütün dünyanının detanta gittiği bir
süreçte, bir fizik ayrıntıdan sebep, bir sanatçı
ressam kişi kendi yakın toplumu içinde dışlanır, işte bunu
anlayamıyorum. Yerli ve yabancı hemen hemen bütün iletişim
araçları sözleşmiş gibi Mersin'e getirdiğiniz ılıman havaya
methiyeler düzerken, işte ben de özeleştiriyle size geldim.
Beni ve gönüldenliğimi bağışlayınız. Sevgi insanları
konuşturur.
Saygılarımla.
E. Aydın, 2Ekim1990
SAYIN GöKHAN AYDINER
İçEL VALİSİ
Resim sergilerine şeref veriyorsunuz,
sanatçılarla ilgileniyor,
konuşuyorsunuz, onore ediyorsunuz. Bu sıcak ilginizden cesaret alarak,
aşağıdaki düşüncelerimi sunuyorum.
Sanata soyunan kişiler, saatzamanpara
üçlüsünü düşünemezler, vakit
nakittir diyemezler. Bin bir emek ve masrafa girerek sergiler
açarlar. Beğeniden mutlu olurlar, eleştirilerden ders alırlar.
Hele hele eserlerin satılışı onları
yüreklendirir. öteden beri olageldiği gibi, sermaye sahipleri
ve devlet kuramsar
olmasa bile, sanatçıyı korumak ve kollamak durumundadırlar. Bu
bağlamda, sanatsal içeriği olan sergilerden bir veya
birkaç eser satın alınması, sanırım devlete büyük bir
külfet getirmez, ama sanata bir katkıdan öte,
özendirici, dahası valisi bulunduğunuz şehirde geleneksel bir
arşiv oluşmasını da gündeme getirir. 1950'li yıllara kadar
eksiksiz uygulanan bu soylu, evrensel davranışın tekrar gündeme
gelmesine fırsat vermiş olursunuz. Sergiler için emek ve zaman
ayıran, ziyaretçilere ikramlar sunan galeri ve kuruluşlar,
aslında kaynak zorluğu çeken kurumlar, daha özlü
kaynaklara kavuşmuş olurlar.
Hele hele izleyiciler, dolaylı nedenlerle satın
almaya özendirici
konuşmalarda yapılırsa, sanatın özüne ve felsefesine yatkın
güzel olay bir güçlenme kazanır.
Size bir anımı da sunmadan geçemeyeceğim.
Siz, bir, belki de iki
kere doğmadan önce, ben sıradan bir öğrenci olarak, Mut
kazasında ırmak kenarında resim yapıyordum. Raslantı olarak, yolu
oradan geçen vali rahmetlik Tevfik Sırrı Gür, konvoyu
durdurdu, yanıma geldi, bir süre izledi. Delikanlı bu resmi ben
satın alıyorum, bitince gri bir çerçeveye koy, Mersin'e
yolla dedi. Cebime bir kağıt sıkıştırdı. öylesine bir
yüceltiye ulaşmış, göklerin derinliklerine çıkmıştım
ki, uzaylı gibi olmuştum. Hikayem bugün elliüç
yaşındadır, ama dün gibi hatırlıyor ve size aynı tazelikte
aktarıyorum.
Saygılar sunarım. Beni okuduğunuz için bin
teşekkür.
E. Aydın, 30Aralık1993
SAYIN NACİ PARMAKSIZ
ADANA VALİSİ
Vaktiyle, bir özel lisenin devletleştirilmesi
için beni
vazifelendirmişlerdi. Okula gittiğimde, ders saati olmasına karşın bir
kısım öğretmen ve öğrenciler yedi adet pinpon masasında
bağıra çağıra, küfürleşerek maç yapıyorlardı.
Ders zillerini uzun uzun çaldırdım. Değişen bir şey olmadığı
gibi, zille oynayana küfürler yağdırıyorlardı. Başımı iki
elimin arasına aldım, uzun uzun istifa edip dönmeyi kafamdan
geçirdim, onu da kişiliğime yediremedim, maç alanına
indim, gözüme kestirdiğim bir masada oyunu durdurdum, bu
maç hakemle oynanır, ben hakemim, oyunu kurallarına göre
başlatacağım dedim. Set sırasını belirttim, oyun başladı. Bu arada
diğer masalar da yarı ilgiyle kimliğimi öğrenmeye,
çevrelerine göz işaretleriyle haberleşmeye, biraz da daha
gürültüsüz olmaya başladılar. Günün
iniminde, iyi pinpon oynayanlar bu masada toplansınlar dedim.
Dörder kişi olarak eşleşmelerini, maçı kazananlara bu akşam
için, Karadeniz lokantasında yemek vereceğimi söyledim.
İyi, canlı bir oyun oldu. Ertesi gün için, takımları ve
hakemleri belirleyerek dağıldık. Sabahleyin okula gelirken
öğrencilerin çoğunluğunu karakolun önünde bağırıp
çağırırlarken buldum, çevreden aldığım ön bilgilerin
ışığında yukarıya çıktım.
Olay şöyleydi: Okula bir müfettiş gelmiş,
oyun oynayan
öğrencileri azarlamış, karşılık veren bir öğrenciyi de
tokatlamak üzere elini kaldırdığında, çocuk zaten asi
tabiatlı elini tutmuş, diğerlerinin de yardımıyla sevimsiz olaylar
almuş. Polis çağrılmış, tutuklamalar olmuş. Ben kendimi komisere
tanıttım. O sırada müfettiş benim üzerime
yürüdü, galiz küfürler savurmaya başladı.
Komiser bey bu adam müfettiş değildir, lütfen kimlik
kontrolü yapınız dedim. Kimlik sağlamdı ama sıra bende idi.
Gücümün yettiğince bağırıyordum, bir eğitimci
çocuğu karakola sürüklemez, bu bir disiplin olayıdır,
önce okulda görüşülmesi gerekir gibi sözler
ediyordum, çocukları istiyordum. Aksi halde kanuni başvurumu
yapacağımı bildirdim, okula döndüm. (*).
E. Aydın, 20Ekim1993
SAYIN İSMET SEZGİN
Bugünkü gazetelerde bir manşet
gördüm, çok
ürperdim. Kırklareli valisi rüşvet aldı... Bir amir, bir alt
makam hakkında böyle bir bühtanda bulunamaz. Bu bizdeki
bürokrasi kurallarına uymaz.
Nezaket kurallarını aşar, dahası insan haklarına
taban tabana zıt. O
kişinin savunma haklarını hiçe sayar. Sizce bir vali, bu denli
kolay harcanacak bir malzeme midir? Vali sizin valiniz, onu siz
atadınız, beğenmedinizse alırsınız, ama geçmişini geleceğini
töhmet altında bırakacak, bundan sonra çocuklarına kadar
ulaşacak bir yüz karası, hemde yağlı kara sürdünüz.
Keşke idamını isteseydiniz.
Bir zamanlar bir Mersin valisi Tevfik Sırrı Gür
vardı, eşi az
bulunur bir valiydi. Sırasında kanunları zorlar ve amaca ideal hedefe
ulaşırdı. Bir gün bu zata hırsızlık suçunu yakıştırdılar,
savunmasız bıraktılar, önce kör oldu, sonra derdinden
ölüp gitti.
Ama bu büyük kişi hepimizin gönüllerinde
büyük kişi olarak yaşıyor. Bugünün valileri
hiç mi hiç yetkilerini kullanamıyorlar, protokol memuru
gibi yaşıyorlar. Bugünkü Türkiye de hediye almayan kişi
var mıdır? Hangisinin adı rüşvet, hangisinin adı hediye ayrımını
yapabiliyor muyuz? ölçüsü ve
ölçütü var mıdır? Doğrusu ben bu manşeti
yadırgadım. Saygılar, sevgiler.
E. Aydın, 21kasım1992
SEVGİLİ HANDAN
Meğer yaratan, insanı hiç bir zaman
anlaşmasın amacına göre
şablonlamış. Kendimden başlayarak, yüzellibin civarında
öğrenciyle yakın oldum, hiç bir zaman birbirlerine
benzemedikleri gibi, ikincil karşılaşmamızda kendi kendilerine de
benzemiyorlardı. Demek ki, çeşitlilikteki birlik uyum bu olsa
gerek. Yine sanıyorum ki, davranışların yükleminden çok,
bizi hep yorumlar çoğaltıyor. Yine öyle olduğu
içindir ki, insanlar her dem taze kalırlar. çocuklar gibi
yenilikleri görür, hap hayranlık, şaşkınlık içinde bir
yerde kendini yeniler ve keşfeder.
Talihkuşunda açılacak, Cengiz Savaş sergisi
için bir
ön yazınızı okudum. Kilitli, mevhum özelliği taşıyan, şiirsel
bir anlatım vardı, bu yüzden birkaç defa okudum, sanırım
daha da okumam gerekecek. özlü ve çok kıvamlanmış,
akideleşmiş bir kuruluşu var.
Bu yazı bana neyi hatırlattı biliyor musun? Charle
Chaplen izleyicisi bol bir gösteri yapıyor, izleyiciler
içinde Einstein de var. Gösteri binayı sarsan alkışlar
arasında biter, Chaplen sahneye gelir selam verir ve azizim Einstein.
Bu seçkin izleyiciler eminim beni çok iyi anladılar,
sevdiler ve alkışlıyorlar. İnanıyorum sizi de bundan daha çok
dünya insanları alkışlarlar ve alkışlıyorlar ama, beni anladıkları
için sizi de anlamadıkları için alkışlarlar diyor.
İşlerinizde başarılar diler, tanrı varsa sizi
korusun der, öperim.
Benim güzel, ince dostum.
E. Aydın, 3Şubat1994
SİMGE üZERİNE BİR ALINTI
Kızmadım,güldüm diyorsun. O
gülmeyi ben tanırım.
öfkenin en üst katında oturur. Benim sana yazdıklarım da aynı
katta onun kapı komşusu, ama görüşmüyorlar
biribirleriyle. Geçen pazar komşular gününde kazın
ayağını kırarlar mı diye baktım kırmadılar. Kırmadıkları da iyi oldu,
çünki ikisi de inatcı, beş on gün doğru
dürüst arkadaşlık etseler, biliyorum on birinci gün
başlarlar itişip kakışmaya. Bak biz yolumuzu ne güzel bulduk,
uzaktan uzağa mektupla gülüşüyoruz. Sen hele okumaya
değer, okuyanı mutlu eden şiirler yaz, ondan sonra kuram diye
yumurtladıkların doğruymuş kimse karışmaz.
İş yaratabilmekte, üstü fasa fiso ki bir
yerde satılmıyor o.
Yaratıcılık, karaborsada da yok. Bulabilirsen içinde buluyorsun
onu. İmgenin şiirselliği bir işlevi olmasında değil, kendisindedir,
demişsin. çok iyi anlıyorum ne demek istediğini. İmgenin
şiirselliği kendisindedir büyük oranda; ama salt kendisinde
değildir. Anlattığı şeyler arasındaki elektriklenmede de bir şiirsellik
yaşanır.
Bir dal düşsün yeşil yapraklarıyla körpe bir filiz...
(bu filiz kırılsa şiirsellik sağlanamaz)
Bir de kim bilir/sevdiğin kadın seni sevmez olur.
Ufak iş deme, yemyeşil bir dal kırılmış gibi olur
içerdeki adama.
E. Aydın, 24Temmuz1994
SEVGİLİ GALİP
Yıllar ne güzel kendine özgü bir
peryot içinde
akıp gidiyor. Tıpkı atmosferin içinde esintilere kapılmış
hücresel yapı gibi, tıpkı olabileceğin en iyisi gibi....
Bindokuzyüzyirmilerden kişisel yapıya uyum,
bindokuzyüzotuzlarda öğretmenlik kimlik yarışı, bin
dokuzyüzkırkdörtlerde ortaöğretime ilk adım, bin
dokuzyüzkırkyedilerde Düziçi'nde sizlere ulşama
şerefi, beraber geçmiş iyi günlerin anısına şu tıkırdayan
daktilo, bellekte oluşan binlerce izlenimin itisi ve ulaksız sevginin
iç itisi. İnsan yazmak isterse neler neler duyumsuyor ve
yazıyor. Sözü uzatmadan, sizleri seviyorum, adınızı
andıkça bile hoş bir duyguya dalıyorum.
Nedense o günler bana çok yüksek
gözükür, gerekçesi de sizin gibi binlerce kıymete
pınar olmuştu. Senin zaman zaman da olsa toplum önünde
konuşmalarındaki yüceltiyi, tabandan kopmayan bilimsel
yaklaşımlarını ve eğitsel yazılarını dinleyip görünce,
içimden bir soru geliyor, niye kitap yazmıyor? Kendinin
bilincinde değil mi? gibi. Sizinle övünüyorum, sağlık
afiyetler diler, öperim.
E. Aydın, 2Eylül1994
SEVGİLİ GALİP
Daha önce konu ettiğiniz gizemli mektubunuzu
aldım.
Gününde elime ulaştı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu
mektubunuz bir öğrencimden aldığım en kutsal armağan oldu.
öylesine özenle, bilinçle, özveriyle, titizlikle
yazmışsın ki, beni coşturdu. Ethem Aydın olarak maşallah, inşallahtan,
methiyeden uzak kalmaya çaba veririm, çoğunlukla yanlış
yorumlarım. Duygularımı bütün öğretmenlere yansıtabilmek
için üç gazetede yayımlattım, bunu seve seve
yaptılar, içeriğini derin buldular, hafta nedeniyle, Adana
televizyonlarında okuttum. TRT 1 kanalında dinlediğinizi umuyorum.
Mektubunuz üzerine coşkulu yazılar yazıldı, çünkü
bu bir temiz yansımaydı.
özdeki olaya gelince, demekki Galip isterse ne
denli
özlü kompozisyonlara girebilecek.!
Televizyon yayınlarını banda alamadım, ama
gazetelerden size birer
fotokopi yollayacağım.
Şunu kafandan çıkar. Sen bir emekli değilsin, rahatsızlığında
herkeste olan kadar. Bu toplum için yapabileceğin çok şey
var. İşin yoğun, yolun yokuş dayanmak gerek, Türk insanının
sizlere gereksinimi var unutmayınız. öperim, başarılar dilerim.
E. Aydın, 1Aralık1994
BAŞLIKSIZ
Akyol, seni gözüm bir yerden ısırıyor.
Dünyamızın ırağında mı desem, uzayın yakınında
, örnekce
Zodyak'da bir mahalle kahvesinde mi desem..!!!
Biraz hindi tabiatlıyım. Nerede birikmiş, kristalize olmuş, yani sağlam
döllenmiş iki yumurta görsem, gurk olur üzerine otururum.
Gün yorgunu, iş vurgunu olmama karşı, gavlimiz üzere, sergiye
zamanında geldim. Kimbilir uykunun hangi katmanında sevgilinin in ve
imajıyla karşılaştınki, gavlini unuttun. Bağışlanmağa değer.
Ayaklarım benimle kavga halindeydi. Adana'ya
döndüm.
Tekrar buluşmak umusuyla öperim
E. Aydın, 30Kasım1994
SAYIN MUZAFFER AKYOL
Cumhuriyet gazetesi, Pazar ekinde sizi gördüm, eski
anılarımla karşılaştım.
Mersin Liselileri derneğinin isteği üzerine açtığım sergiyi
siz de onurlandırmıştınız.
Bir türlü sizinle başbaşa konuşmaya olanak bulamamıştık.
Şimdi sizi rahatsız edişimin nedeni, İstanbul serginizle sunduğunuz
kitabı nasıl ve nereden alabilirim.? Adana henüz yok. Bana bir
adres verebilirseniz sevinirim.
Saygılar, sevgilerimle öperim.
Ethem Aydın, 22Temmuz2002
TEKEL MüDüRLüĞüNE.
Bir biyolojik yapıda kendi iç güvenliğini sağlayan sayısız
denilebilecek, kendiliğinden çalışan düzenekler vardır.
Bunlara antikorlar deyebiliriz. Vücuda giren herhangi bir rahatsız
edici, düzen bozucu etkene hemen önce kendi bölgesinde
savaş açarlar. yetersiz kalırsa imdat işareti verirler, tıp
bilimine başvurulur.
Toplumda da karmaşık bir sosyal yapı vardır. Siz memurlarımız ise
antikorlarımızsınız. Devlet panik içinde olabilir. Yangını
söndürmek için sorumlusu olduğunuz birimde rutin
önlemleri elden bırakmamalısınız.
Daha titiz, daha dikkatli olmalısınız. örneğin sigara
üretiminde bir gerileme oluyor. Samsun sigarası kendini
dalgalanmağa bıraktı. Tütün bozuldu. Ambalaj bozuldu. Her
sigara üzerine Samsun sigarası diye yazılamaz oldu.
E. Aydın, 18Kasım1995
T.R.T GENEL BAŞKANI
SAYIN YüCEL YENER
Ulus olarak büyük bir evrim yaşıyoruz.
Nereye gittiğimizi
bilmiyoruz. Varlığımızı korumak kollamak için yine ulusca bir
şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Türk dili
ve gramerinde W harfi yoktur.
T.R.T. kurumu adres tanımlamalarında sık sık W
yi kullandığını
görüyor, üzülüyorum.
Bir yerde bir sorun varsa, birilerinin bu sorunu
çözmesi
bekleniyorsa, baştalarsa, sanıyorum kurum ve kuruluşlara bir kez
anımsatmanızın yeterli olacağını düşünerek yazıyorum. Beni
bağışlayınız. Saygılarımla.
E. Aydın, 3Ocak1996
çETİN'E çETİN BİR MERHABA
Sağlam has bir kumaşın var. Seni sevenin hep sevesi
geliyor.
Böylesi az bulunur. Bir de sosyal demokrat olabilsen tamı tamına
halk filozofu! Sermaye ve anamal, kapital fikri senin özüne
ters düşüyor. Sen hep veren, hiç bir şekilde
biriktirmeye eğilmeyen, yani dar kapılardan geçmeyi
düşünmeyen, insanlığın yücelmesini kıble yapmış bir
yapıya sahipsin. Seninle öğünüyoruz.
Bileceksin; böyle konuşmaların adına yağ çekmek denir oldu,
yani bir olmazı oldurmak amaçlıdır. Genelde bu amaç
için de hep kullanıla kullanıla, o güzel anlamı ve
yüksekliği kaymış gitmiş, yerini pis bir yapışkan, kokuşmuş,
yağcılık deyimi oturmuş.
Bizler çapı ve kariyeri ne olursa olsun, sevgiye soyunanlar
bundan neden biraz çok laf ederiz, adımız gevezeye çıkar.
Aslında uzun zamanlar içindeki deyimlerimizin vaizlere kolaylık
getirmesi hedeflenir.
Yirminci yüzyılın sonlarına doğru, insanlık
böğelek oldu.
Deli danalar gibi hedefsiz nedensiz, bodur amaçlar uğruna,
koşmak için koşar görünmek için koşuyor.
Medeniyet adına medeniyeti kemiriyor. Kendi dibini deliyor. Bir
karışıklık ömür sürecini israf ediyor. Tabiri
amiyanesiyle ya sıçarken ya kaçarken ancak
düşünebiliyor, oda elbette gelecek için yetersiz. İşin
daha ilginci: Yine herkes bir birinin elindekini çarpmaya
özeniyor, dolaplar kuruyor.
İnanıyorum ki, yaşlı dünyamız çökse
bile ideal,
evrensel insan düşüncesi geride pırıl pırıl kalacaktır.
Sorgulayacaksın:
Babam nereden başladı, nereye geldi?
Ben nereden başladım, nereye geldim?
ölümlü olmam nedeniyle nereye kadar rampada kalabilirim?
Mehmet çetin için düzlük nerede başlamalı?
Dünya'ya gelmek cefa, ezi, acı çekmek için değildir,
bir bayrak yarışında, kendi pankurunu iyi ve hatta iyinin üzerinde
koştun. Senden sonra gelecekler, sadece bu hayat dersinden yararlanırsa
dikkat et, mal demedim, kapital demedim, sadece şeref, onur,
biçem bağlamında konuşuyorum. Beni eğer çevremin
dedikleri doğruysa ve benim kendime biçtiğim değer doğruysa;
izlediğim yol budur. Malım mülküm yok, kapitalim yok, ama
değer verilen kafası biraz aydınlanmış, soluk alabilen, zaman zaman da
olsa aranan birisiyim. Bu da yeter, artar bile.
Merkezi ve merkez olmaya çalış, güzellik
varsa yerleşik
düzendedir. Yuvarlanan taş yosun tutmaz. Olduğun gibi, asil bir
taşralı olarak kal.
Göçer gezer olma, çaktığın
çiviyi sağlam
çak. Rüzgarlar güçlü esiyor, hız
içinde erişip gitme, dölek ol.
Bizler ve birçokları gibi fırtınaların sürüklediği
bulut olma.
çok eski bir özdeyiş vardır: Saadet
dünyayı terk
ederken son adımını köyden atmıştır. Mutlu ol, mutlu yaşa, Mut'ta
kal.
Huyum böyle, kalemi alınca böyle lafı
uzatırım, bağışla.
Sizleri kucaklar, sağlıklar dilerim.
E. Aydın, 29Temmuz1996
SEVGİLİ GAZANFER
öğretmenlik, Tanrılara has bir sıfattır. Nasıl
olmuşsa olmuş; ben
de o sıfatın taşıyıcıları arasına girmişim!
Yüksek orunlardan devletten onay görmüş, öğretmen
olmuşum. Bana kalan, aklında buyruğu; layık olmaktır. çok
çaba verdim, ilk mesleğe başladığım günden beri,
kalemtıraşın arasındayım, ama insan bile olamadım. Bilirsin,
öğretmen olmak için öncelikle insan olmak koşulu
vardır. İnsan; önce kendisiyle sonra da toplumuyla barışık
olabilen, koşulsuz sevebilen, karşılıksız verebilen sabırlı
özverili olmak demektir. Böyle olmanın o kadar karmaşık
sarmal gerekçeleri ayrıntıları var ki, anlatmakla bitmez,
anlamaya da akıl yetmez.
çocuğu sevenin, insanı sevmekten
öte,öyle bir kapsamı
var ki, işte orada galiba tanrı olsa gerek!
Onun için öğretmenlik tanrı mesleği
olmuş.
Bu kadar laf kalabalığı ne, elini sallasan ellisine
rastlanır, şu
öğretmen diye tanımladığım insanlara diyeceksin o da bir
gerçek!
İdeo'da bir başka gerçek.
Kaplumbağa hacca gidiyormuş, yolda son atlı
kafilelerde gelip
geçiyormuş, atlı yolcu ulan bu hızla sen nasıl oraya ulaşacaksın
deyince; ulaşamazsam yolunda ölürüm ya!!. der.
Mitoloji; tüccarı, tanrının şehveti der.
Hakikisini
gördüğüm zaman, sözün doğruluğuna katılırım
hep Tüccar, bir karışıklık ömür içinde,
öylesine
çaba verir. öylesine yorgunluklar üstlenir. Bir boğaz
tokluğuna çalışır çabalar. İşçi çalıştırır,
tomar tomar vergi öder. Dahası, Gazanfer örneği
çaresizlere çare imkansızlara imkan ulaştırır,
ülkenin geleceğine de katkıda bulunabilmek için dernekler
kurar, kurdurur. Atatürk'çü düşüncenin
ışığında etik ve kültürün, sanatın da, korunması
için çabalar verir.
çünkü Gazanfer, örneği az
bulunur bir insandır.
Hep insana doğru koşmayı, insanı sevmeyi, karşılıksız sevmeyi sever.
Bütün bunlardan neden; öz saygın gereği, ben ona resim
satmam ama yaptıklarımdan beğendiği olursa seve seve hediye etmekten
tat duyarım. Şeref bulurum. Bu örnek insanı öperim.
E. Aydın, 7Ekim1996
ULUSUMUN ONURU,
ADANA'LI OLUŞUYLA
öĞüNECEĞİMİZ
SAYIN İSMET ATLI
Bugün sabah yürüyüşünde "bir uzaylı tanrının
şehveti" eski baraj regülatörü üstünde, bir
öğretmen eskisine lütfetti günaydın dedi. Bu sıradan bir
olay değil, tansığdı. Şaşırdım, her insan gibi ne yapmam gerektiğinde
kararsız kaldım.
Beni bağışlayacağını umarım. Büyükler bağışlayıcıdır.
Heyecanım hala sürüyor, karşılaşmadan sonra yavaş yavaş hep
yürüdüm, düşündüm: Birinci Akdeniz
oyunları serbeste, 1954'de dünya ikincisi 1956 dünya kupası
şampiyonu, 1960 Roma olimpiyatlarında İranlı (Gulam Rıza tahtı) nasıl
çevire çevire yendiğini 1962 Grekoromendeki başarı
gözümün önünden, belleğimin sınırlarından
gelip geçtiler!....
Benim için de mutlu bir gün başlattınız,
göklerdeyim!.
Şimdi röportuarımda üç uzaylı var:
Güreşçi
İsmet Atlı, müzik ustası Nevit Kodallı, heykel ustası Hüseyin
Gezer..... Bunlarla sevişiyor, büyüyorum.
Saygılar sevgiler.....
E. Aydın, 8Ekim1996
SAYIN BAYAN ESMERAY AKTüRK
Bugün Cumhuriyet'te bir yazınızı
gördüm, şaştım kaldım!
Bir sayfayı yandan kesen bayrak rengi; ona sımsıkı
sığınmış, utopik bir
yazı! öyle bir utopya ki, oluşması, uygulaması işten bile değil,
ama olmuyor olamıyor!!
Şimdiye değin gördüğüm ve edindiğim
izlenimlere
göre; ülkemiz profesörlerden çektiğini,
nasırından çekmemiştir.!
Peyzajı öldürdüler, bitki ekolojisini
bozdular.
Meyvelerimizin o, kendine özgü tadını,
lezzetini,
çeşitlerini hiç acımadan, yapaylarıyla değiştirdiler.
Buğdayımızın otantik kokusuna, tadına kıydılar. Bin bir çeşit ve
tattaki elmalarımız, eriklerimiz; bir botanik müzesi
kurulmadan yitti, gittiler! Saymakla bitmez ki, sayasın. Etimiz,
sütümüz, yumurtamız, peynirimiz entel ukalalığı uğruna
özelliklerini yitirdi..
Hanımefendi; kültürümüzle
acımasızca oynadılar!!!
Profesör kimliği; bütün bir
ülkenin
dününü, gününü, yarınını kapsayan
evrensel düşünceyi kavramayı, kapsamayı içeren, sonsuz
tanılı bir gücün birleşgesidir.
Moda, gelip geçicidir. ülke kimliğini
etkilemez. Nerde
benim mis kokulu yafam, finikem, dörtyol misketlerim; tatsız
kokusuz vaşikton modası uğruna yok oldular. Türklere yerleşen,
akasya zor büyüyen çirkin bir ağaçmıydı ki,
yoksunu olduk..!
Bunları ben, tekrar tekrar yazdım ama ülke öksüz
çocuk gibi; okuyan, anlayan, duyumsayan, kelaynak örneği
azaldı. Bayrağa sığınmış imajı veren yazınız için bin
teşekkür.. Yalnız olmadığımı duyumsayınca bunları yazdım, hoş
görüle..
Sizinle övünüyorum. Saygılar.
Resim öğretmeni Ethem
Aydın, 3Mart1997 Pazar
SAYIN PROF. DR. ŞERAFETTİN TURAN
çağdaş Türk Dili Dergisinin 76.sayısı elime geçti,
heyecanla ve umutla karıştırdım.
Sizin yazınız da dahil T.D.K koyduğu ve yerleştirdiğini sandığım
yazım,kurallarına uygun değildi
Her iki kapak resminin Türk Diline kattıklarını da anlayamadım.
Şiirlerde vurgu eksikliği var, keşke sizlerden gören bir göz
yazara hatırlatsa idi. (Sevi ile) Seviyle olmalı. (Görekin ve
göverme aynı rengi vurgular. Dahası bu şiir aşağıdaki gibi olamaz
mıydı?
Seviyle
veya Sevince
Seviyle arınınca yüreklerimiz,
Beyaz güvercinler salarız,
Umarsız beklentilere
Devinir düşüncemiz
Yeni renkler ekleriz günlere
Bir başka ışır güneş
Yeşerir doğa
İnsan sesimizle
Bu eleştiri sevgiyle saygıyla yazılmıştır, saygılar.
E. Aydın, 20Haziran1994
SAYIN PROF.DR. TüRKAN SAYLAN
Galiba evrensel insanlık, (şartlı refleks) almak
vermek esasına
göre kurulmamış. Bugün, içinde bulunduğumuz soysuz
düzenden bahsediyorum. Şimdileri insanlarımız, hep bir koyup,
yirmi almayı hedeflemişler. Eskiler ise düzenlerini hep vermek
üzere kurmuşlar, denize atlamışlar, bir bilen olur demişler.
Cumhuriyet gazetesinde dolu dolu bir yazınızı okudum, düş
gücü üzerine. Dahası bir gazete, az sayılmayacak bir
bölümünü yazıya ayırmış, okunur mu? okunmaz mı?
Okunursa kimler nasıl okur? Yetke sahiplerinde bu hassasiyet var mı?
Denilmemiş, içtenlikle yazılmış, gelecek denize atılmış bir
yazı! Anlayana....
Eğitimcinin işi hep böylesine zor aslında.
Hızlı okuma eğitimi
görmüş insanlar, bu yazıyı hiç mi hiç
anlayamazlar, çünkü ben öğretmenken bir saatte
okuyabildim, tam özümsediğimi de söyleyemem.
Siyasilerimiz küçük ve çıkar hesapları
nedeniyle okuyamayacaklar, tüccar okumaz, Prof.lar "en" oldukları
için okumazlar, öğrencinin formal derdi başından aşkın! Ama
buna rağmen cesurca düşünce gücünüzü
sergilediniz, belki de rahatladınız. Hatırlarsınız, Uğur Mumcu olayı
nasıl da çığ gibi büyümüştü, herkes hırsız
var diye bağırıyordu da, sokaklar yalancı artistlerle dolmuş olayı
gürültüye getirerek hırsızı kaçırmışlardı.
"Bizlere de, ne kadar vatansever varmış" dedirtmişler ve
yüreğimize su serpmişlerdi?!
Peki ne olacak bu ülkenin hali? Kim bu vatan
bizim diye
sarılacak?. Köy enstitülerini kuramaz, kursak da
yaşatamazsak, köylünün ürününü
değerlendiren köy kooperatiflerini ayaklandıramazsak, oturmuş bir
toprak reformu yapamazsak, köylüyü köyünde
mutlu ve üretken edemezsek, bu artist mankenleri baş tacı
edeceğiz, veya ne zaman dur diyeceğiz, kim bu şerefli işi başaracak?.
Biz hepimiz birleşik kaplara döndük.
Konuşma cesareti, yaratma cesaretimiz yok, şiir
yazar gibi ufuklara
bakıyoruz, böylece maymun ağabeylerimizden belki bir adım ilerde
olduğumuzu düşünebileceğiz. Aslnda yok birbirimizden
farkımız, Osmanlı bankasıyız. Baksanıza bende sizin yazınızdan
etkilendim, bir sayfa doldurdum. Saygılar, sevgiler.
E. Aydın
SAYGILAR DEĞER MESİH'İME
Doyumsuz bir süreç başlattınız. Erken
veya geç
başladı ama hızlı aktı. Bilirsiniz, düzenin düzensizliğe
eğimi hep büyüktür. Bu eğim bir yapının özbenine
doğru olursa, belirsizliğin labirentlerinde tutuklu, ışığa aç,
ne de çok boşluklar varmış! Olanlar olması gerektiğinden hızlı
gelişti. Seçenekler, kör iradenin esiri oldu.
Yekesi kopmuş bir kayık gibi.....
Yaratılan kaosta, çocukluktan buyana birikmiş
açlıklardan
olacak, ten hep öncül oldu. özde, içtenlikli
izlence ışıktı, aydınlanmaydı, beyin gücü idi.
Ten, heryerde her zaman bulunma durumuyla sıradan
varlıktı. Bendeki
duyumların yanıltıcı ilizyonu gerçeğimizi gizledi. Bilgemiz de
sabırlı oldu, doyumu bekledi. Ama o süregenliğini koruyor.
Düzenlediğin ışığa, aydınlığa doğru hareketin
rampasında, rotası
düzeltilmiş olarak sizi bekliyorum.
Sonsuz saygılarımı, sevgilerimi sunarım.
E. Aydın, 10Aralık1995
SAYIN IŞIK KANSU
(Helalar üzerine bir inceleme)
Dünkü köşenizde, bir din adamının helalar üzerine
radikal buyruklarını yazmıştınız. Oradan esinlenerek, çoktan
beri kafamı karıştıran, ama etek altı olduğu için yazamadığım
incelemeyi size yolluyorum
Hela bir kültür, etik olayıdır. Gücünü
anatomi, fizik ve fizyolojiden alır. Direngenliği,
gerçekçiliğinden gelir.
1Sağlıklı bir boşalma; bütün vücudun kendi
üstüne bükülmesiyle hızlanır, hızlandırılır.
Bağırsaklar, mesane, mide belli bir süre basınç altında
tutulur, güç belli bir gereksinime odaklanır, (zaten
beyinsel işlevde de metot bu değil midir?)
2Temizlenme pratiği, çok çeşitlidir; Kişinin durumuna
göre şekil alır. Mevsimine göre sıcak su, ilaçlı su
kullanma imkanı vardır. Eğer istenirse çeşitli otomatik
temizlenme sistemleri kurulabilir.
3Daha önce kullananlarla arada daima bir hava yastığıyla
hijyeniktir de..
Alafranga tuvalete gelince, orta çağların lazımlık
düzeneğinin biraz gilişmişi değil midir? üstelik orada bir
kişi içinken, burada çok kişi içindir. Arada
koruyucu olarak hava yastığı yoktur.
1Fiziksel, fizyolojik doğallıktan uzaktır. Boşalma tam olamayacağı
için ister istemez, günlük estetik konforların bir
bölümü, (gazete, kitap okumak, kahve içmek), hela
ile bütünleşir.! Bana göre bu psikolojik bir
çöküntüdür.
2Her ne kadar, hela taşları temizlenmiş olursa olsun, ten yoluyla
alınabilecek hastalıklara karşı, gerek gerçek, gerek doyumsal
olarak açıktır.
3Temizliği kolay gibi gözükür; Ama ciddi sorunları da
hep vardır. Anus üzerine verilen tazyikli soğuk su;
bütün vücudun ısı düzenini derinden etkiler. Omur
rahatsızlıkları çekenler bunu iyi bileceklerdir! Hele hele
mevsim kışsa....
Bilirsiniz, din tek doğrudur; değişkenliğe açık değildir. Aynı
zamanda, kültür vereleri, bilimsellik dinin konusu değildir.
Saygılar, Sevgiler.
E. Aydın, 31Mart1997
GöNüL ADAMI ORHAN ASLAN
Zamanımız, gönül adamından yoksun yaşıyor.
Gönül
adamı olmak, gönül adamı rolü yapmak ikidir.. Hani atın
rahvanlığı üzerine konuşulurken: Anadan doğmamı, sonradan olma mı
diye bir söz vardır. Anadan olma rahvan atın üzerinde kahve
içersin, hiç sallamaz, eğer tayın iki yan ayağına
köstek vurulmuş, koştura koştura rahvan edildiyse; atın
üzerinde oturan, değil kahve içmek, hiç rahat
edemez; Hem at tez yorulur kanter içinde kalır, hemde binenin
hışırı çıkar..
Sonradan olma gönül adamları da, tıpkı
sonradan olma rahvan
at gibi, konuğu yorar. İlişkiler çok iyi bitmiş gibi olur ama
artık ikinci bir yakınlığı, ne konuk ne de konuk sahibinde sıcak
ilişkiyi sürdürmek istencesi kalmaz...
Ben 1920'lerde Mut'ta doğdum. Müderris Hoca'nın
oğluyum.
Vaktiyle nereden geldiklerini bilmediğim, ancak
uzaylı sanılacak,
bir Mızra beyler Mut'ta otururlardı.
Fakiri fıkarayı şartsız kollar, sorunu olan hemen
hemen herkesin
yanında olurlar, çocuklara insan muamelesi ederler, yedirir,
içirir, giydirirler. Bütün bu işleri gizlice
yaparlardı. Dahası Mut'u hep Mut'luyla paylaşırlardı. Büyük
çok büyük uzaylı idiler....
Ulusal savaşı özümsemelerini, katkılarını anlatmayacağım, o
benim anlatım gücümü aşar.
Siz, soyun gururu; çağdaş temsilcisiniz.
Koruyor, kolluyor,
ideal insana doğru koşmanın bedelini ödeyerek
yürüyorsunuz, dahası gönül adamlığını
sürdürüyorsunuz.
Ben Ethem Aydın, geçmişin belleğinden
hareketle, sizlere
öğrenciliklerinden beri tanıdığım, mesleklerinde de başarılı
olmuş, pırıl pırıl sekiz öğrencimi konuk olarak getirmek
cesaretini gösterdim
Benim için nostaljik, onlar için
örnek bir konuk
severlik sergilediniz. Onları da mayaladınız... Sanıyorum yaşam
böyle güzel, böyle anlam kazanıyor.!
Gurubumuz adına saygılar, sevgiler sunar
öperim.
E. Aydın, 8Haziran1997
BüLENT AKBAŞ DOSTA AçIK
MEKTUP
çok özel ve güzel, bence çok çok değerli
sürpiriz armağanla bana mutlulk göz yaşları
döktüren güzel insan.
Boşuna denilmemiş İNSAN İNSANDA çOĞALIR diye.
Seni düşündüm dün akşam yine
Sonsuz bir huzur doldu içime
Bir de kendimi düşündüm sonra
Bir garip hüzün çöktü içime
Hani ıssız bir yoldan geçerken
Hani bir korku duyar ya insan
Hani bir şarkı söyler ya insan
İşte öyle bir şey
Hani gözlerin dalar ya bazen
İşte öyle bir şey
Hani eski bir resme bakarken
Hani yılları sayar ya insan
Hani gözleri dalar ya bazen
İşte öyle bir şey
Hani yıldızlar yanıp sönerken
Hani gök gürler ya arkasından
Şimşekler çakar peşinden
İşte öyle bir şey
Erol Evgin'in şarkısın yaşadım, yolladığın andaçla. Erkekler
ağlamaz dense de, hıçkıra hıçkıra ağladım,
utanarak, gizlenerek ....
Ben, ıram gereği hep sıradanlığı seçerim. öyle
gönenç bulurum. Memurun yaşamı, binlerce örnekle
doludur. Buyruk altında yaşam budur.
Bencileyin, Türk insanı doğuştan ezik ve içe
dönük oluyor. Sana da bir akşam toplantısında söylediğim
gibi: Mutluluk adalarına sıradanlık denizlerinden gidilir.
Bu yıl hayatımda bir deprem oldu.
Mersin Liseliler Derneği'nin uzgörüsü, kadir şinaslığı,
Doğan Akça'nın cesur, özverili çabası, sizlerin
katkılarıyla oluşan dergi
öğrencilerimin unutulmağa bırakılmış geçmişten aşıp
güncele serptikleri koneftiler. övgüler...
övgüler.. övgüler.. Bir öğretmen için
bundan daha değerli ne vardı..!!!
Bülent, demekki insanlık ölmemiş. ölmez de...
Güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar...
Sizlerle övünüyorum
E. Aydın, 8Ocak1995
BüLENT AKBAŞ
Bizim buralarda selam alışverişi, kısa dalgadan sık
sık yapıldığı
için, tonal bazende melodik bellekte kayda girer; böylece,
(alo) yu alır almaz, iç servis, bellekte kayıtlı <figür,
jest, konuşma, ara iletişim, gizli ve açık ilintili
söyleşler, varsa gerginlik ve muhabbetler>, yani
bütün geçmiş zamanların sonsuz ürünleri;
ekrana anında yansır. Bugün <alo> nuzu alınca ekranda
Bülent Ersoy'a kadar geniş bir yelpaze, hemde fuluğ olarak
belirdi.
Seni netleştirip ekranda görünce, doğrusu
ya, heyecanlandım.
özlemin tutukluğuna girdim. Ayıktığım zamansa telefon kapanmıştı.
Elde kalan; bir adres 2000 km mektubumu onun
üzerine kuracağım.
1565 km uzaklarda bir dost...sesi. Elbette heyecan
verici.
Gerçi şimdiye değin hiç mi hiç
anlayabilmiş
değilim, alıcı kuş misali; yerden alır gökte yersin; gökten
alır yerde yersin.
Ele aldığın her işi <sılayt satımı hariç>,
kotarabiliyorsun, Mersin'de olsaydın, arasıra sohbetler edebilseydik,
çünkü senin sohbetlerinde, türlü
türlü çiçeklerin kokusu, tadı vardı. Sonra
"yuvarlanan taş yosun tutmaz" gibi bir de ata deyişi duymuştum
Bunları da geçelim. Bir yaz günü gelirse, hocanın
hanımı <herif çok sokuldun, terliyorum, az öte git>
demiş. Hoca kalkmış eşeğine binip yola ravan olmuş.Kars'tan tel
çekmiş,hanım daha gideyim m>?
Haritaya bakar bakmaz nedense o uç yayda, iri
harflerle, Batum,
Hopa, Erhevi, Fındıklı, Aatdeşen, Pazar, ondan sonra, <offfffff>
gelir. Richard Bach'ın "Mavi tüy, bir çif kanat" ını
okumuşsundur.
Eğer bir kimse (çocuk, erkek, kadın) farketmez; mavi
gökyüzünde süzülüp giden bir
uçağın sesini duyunca, gözlerini maviliklerden
ayıramıyorsa; o, özgürlüğün hasretini
çekiyordur.! Bir çift kanat onun için varlıktır,
hayattır, herşeydir. Bence de insan budur:
<gönlünün çektiği yere gitmelisin> yaşamın
gerçeği bu....!
Vaktiyle bir gün İçel Sanat
Kulübü dergisine
yolladığım yazıların gözden geçirilmesi, düzeltilip,
(bazen de ters yüz ederek) yayına sokarken çektiğin
yetmezmiş gibi yine beni okumak anlamak gibi bir eziyetle karşı
karşıyasın. Ne yapalım kaşındın, telefon açtın...
Bülent seni seviyorum, özlüyorum,
öpüyorum....
Eski dostlar, eski dostlar..
E. Aydın, 14Eylül1997
SAYIN İSMAİL TUNALI
(ünvanlardan arındırdım sizi; bence büyümek, arınmaktır.)
Sizi fırsat buldukça izlerim,hep şaşılası bulurum.
Sanat gibi karmakarışık, uçsuz bucaksız bir olguyu,
öylesine özümsemişsiniz ki; yılların resim
öğretmeni, ben bile bazen sizi anlamakta zorlanıyorum.
Panelde size yöneltmeyi
düşündüğüm sorularımı
yazmaya karar verdim. Amatör bir dinleyici çokluğunun
hakkını yememek için. Panel konu başlığınız, "Sanat Eğitimi ve
Sanatın sorunlarıydı". Haklı
olarak, derinlemesine girmediniz, dinleyici ve zaman nedeniyle.
Sanatın, organize eğitimi nasılı olmalı? Olabilir
mi? çağdaş
dünya, bunu nasıl ele almış?, başarmış mı?, yoksa daha mı
karıştırmış?. Konu; birey ve onun yaratma yetisi olunca,
"özgürlük" sözcüğü bir kale gibi
karşımıza dikiliyor.
Eskiden, Güzel Sanatlar Akademileri yalnız sanatçı
yetiştirirdi. Böylece özgürlük kısmen korunmuş
olurdu.
Ortaöğretim için ise, eğitim enstitüleri
(fakülteleri) vardı. Programları pedagojik, psikolojik çok
yönlüydü.
İşResimYazı, ulusal yazı, yazı karekterleri, iş içinde eğitim,
doğru görme, gördüğünü doğru çizme,
düzenleme, anlatımda biçem, ünlü
sanatçılar, sanat akımları, ekoller üzerinde tartışmalar,
grafik bilgisi, afiş, marka, kenarsuları, ulusal dokuma motifleri gibi.
Kültür etkinlikleri, folklor
konuydu. Adı "resim" olsa da,
çok zordu.
Daha sonraları, Akademilere de öğretmen olma
hakkı tanındı.
O güzelim ortaöğretim programı delinmiş,
Akademik kariyere,
topluca eğitim feda edilmişti. (Köy Enstitüsüleri
örneği).
öğretim üyeleri; önce sanatçı olmalıdır
sloganıyla yollara döküldüler. Başardılar da.! Organize
eğitimi yok ettiler.
Bileceğiniz gibi; İlköğretim, ortaöğretim temelde:
İlgilendirmebilgilendirmeyle çocuğu öğretime hazırlar.
Program bir bütündür, eğitseldir. Her ders birbiriyle
örtüşerek bütünü oluşturur.
ResimİşYazı dersleri bütünün
koruyucusu, bağlayıcısı,
temelidir. Ortaöğretim programı çok güzel
düşünülmüş, hala da kusursuzdur.
Büyük Atatürk, Cumhuriyet'in
ilanından hemen sonra;
1924'de, Amerika'dan, John Dewey, İtalya 'dan Maria Montessori 'yi
davet edilmiş, Türküye Cumhuriyetinin eğitim programı nasıl
olmalıdır, düşüncesi uzun uzun tartışılmış,
olgunlaştırılmıştır.
Uygulamadaki ideal programa göre; öğretmen önce,
eğitimci olacak, sonra da, zaman bulabilirse, sanatçı olacak
diye düşünülüyordu.
Bunları, size yazış nedenim: siz sanatta, eğitimde
bir otorite
yönlendiricisiniz; Konuşursanız, dinleyen olabilir, olmalıdır.
Kafamı karıştıran iki sorun:
Türkiyemiz'de, son otuz yıldan beri sanat hep, arsıulusalı oynuyor.
Siz ve sayılı "eleştirmenlerimiz" de böyle
düşünüyor olmalılar ki, sergilerde başarı arsıulusala
endeksli.
Benim bildiğime göre; sanat, önce ulusal, sonra arsıulusal
olabilir.
Geçen süre çok olmasa bile, bir ulusal sanatımız
belirlenemedi mi? Gereksiz mi? Sizin düşünceleriniz, benim
için çok önemlidir. Saygılarımla.
E. Aydın, 12Mart1998
<panel>
SAYIN IŞIK KANSU
Charles Darwin, "türlerin kökeni" adlı ünlü ve hala
güncelliğini koruyan teorisinde evrimin yönünü
nasıl kestirmişti.!
Acaba Darwin, türlerin kökeni'ni tüme varımla mı,
tümden gelimle mi belirlemişti.
Bunu iyice, enineboyuna düşünmemiz gerekecek.!!!
Sahiden insandan önce tanrılar varsa
Bizler onların çehresinde, O'nun yüceliğini
amaçlayarak yaşamımızı ister istemez
sürdürüyorsak.
İnsan canlıların en gelişmişi, düşünceyle doğaya da
egemen olan tek varlıksa
Bütün varlıkların sonsuz yetilerini özelliklerini
kullanarak özden ideodan hızla uzaklaşmamız bir paradoks olmuyor
mu???!!
İnsanı insan gibi bulmak gittikçe zorlaşıyor. İlk varoluşta
iyiydik de kötüye doğru değişmiyor muyuz? Saygı sevgiler.
E. Aydın, 16Mayıs1998
ARMANSU.
Bu beti, 1Ekim1997 de yazılmış. Doyurucu bir
yanıt alınamadığı
için, yenilenebilir buldum.
çağımız için gün, ay, yıl sözcükleri,
sanıyorum ilklerdeki anlamını yitirdi. İyiden iyiye göreceymiş
meğer.!
Pazaretsiyle cumartesi öylesine örtüştüki, şaşırıp
kalıyorum. Eskiler tıktık yavaş tempoyla tesbih çekerek zamanı
savmaya çalışırlardı. Şimdilerde öyle zaman eritme
araçları bulundu ve bizler de izninizle "zavallılar" diyeceğim,
kapıldık gidiyoruz çarkın rüzgarına... dön babam
dön...
Kültürümüzün, etiğimizin ve
bütün
gelenekgöreneğimizin sallandığını, yıprandığını ve de yerine
henüz bir mantıksal neden getiremediğimizi üzülerek
görüyor; belkide o geçmişimizi inanılır kılan
nostaljimizi ne idiği belirsiz ütopyalara yem ediyoruz
Bahar gelsin diyoruz, yazı görüyor yaşıyoruz, güzde umut
ararken kış kendi mantığıyla yağmuru, ayazı, rüzgarı ile gelip
bzileri dar zamanlara, kapalı mekanlara hapsediyor. El hasıl, doyumsuz
yaşıyor, yaşıyoruz.
Herhalde zaman diye bir şeyi biz uydurmuşuz.
Aslında zaman doğduğumuzda başlıyor, yaşadığımız
anlarla şimdi'lerle
zenginleşiyor diye düşününce, ne gariptirki, dün
ile yarın arasına sıkışıp kalıyor, yaşamıyoruz. Koşuşturmalar da
cabası.!
Bereket versin, Aydın Sanatevi hareketliliğini
koruyor. Gelenlerle
gidenler (ben onlara "bal arılarım" diyorum), günden, dünden,
yarından uzun uzun konuşuyoruz. Bazen yaşlı dünyayı yok sayıyor
kozmostan yeni bir gezegene taşınıyoruz.
Olmazsa.., o da olmazsa, hükümetleri deviriyor, yenilerini
kuruyoruz.
Birkaç öğrencimiz de oluyor. Prof gibi, tüccar gibi,
öğretmen gibi.
Boyuyorlar, boyuyoruz.
Hep Amerika'yı yeniden keşfedip mutlu oluyoruz. Atike don dike, gene
söke, gene dike.
Sizin çok programlı yeniliklere açık
çalışmalarınız oluyordu. Doğrusu ya, onları merak ediyorum.
Arman bey'i ve sizi öprerim.
öpülecek başkaları da varsa onları da....
E. Aydın, 26Mayıs1998
SAYIN EMİN CEYLAN
6 tarihli Cumhuriyet BilimTeknik ekinde yazınız
yayımlandığına
göre güçlü bir beyniniz, birikiminiz de var.
Balkonda geçirdiğiniz aylak zamanda konu ararken konu başlığı
olarak aldığınız "tutuculuk" la özdeş olmuş, bal gibi soylu bir
tutucu olmuşsunuz. Mikronun tuzağına düşmüşsünüz.
Biri yanıcı biri yakıcı olan H , O , nasıl olurda yapımızın
büyük kısmını oluşturan su olur?!!!
Umarı makro'da aramamız, kozmosa bakmamız, insanın
iki ayak
üzerine kalktığı günden başlayarak toplum yapısının
anatomisine, savaşlara, nedenlerine, giyotin ağzında can veren zehir
içirilen üstün insanlara suç olarak
dediklerinize bakınız...
Yalnız adam Mustafa Kemal'e bakınız.Hep insanın evriminin
sürdüğünü
görürüz.
Güneşe taptık, denize, aya, çok
tanrılara, apis
öküzüne de taptık. Peygamberler geldi. Tek tanrılı
olduk. Din savaşları verdik. Kırımkırım kırıldık.!
Amma, düşünce ve sağduyu, yavaş da olsa hep yol aldı,
bugünlere gelindi.!
Yarınlara da gidileceği kesin. Hem de daha insanlaşarak.!
Bilirsiniz: Din tek doğrudur. Şöyle veya böyle hepimiz
dindardık. İnanmak dirimseldir. Seçenek çoğaldıkça
inançlar da dal budak salar. Bizlerde olduğu gibi.!! Ama
geç ama erken.!
Belli zaman kesitlerinde, her insanın kendi
doğruları egemendir.
Sabırlı olalım. Evrim sürüyor.!
çeşitlilik, doğanın ; çok seslilik
insanların
mozayiğidir. Gerekçesi, daha iyi, daha uyumlu bir yaşam
içindir.
Devler ve hükümetler anarşi içine
düştüğü zaman; ulus, arı kovanına çomak sokulmuş
gibi, darma dağın ve saldırgan olarak kendi radikal doğrusuna koşar.!
Evinizin balkonundan görüp izlediğiniz, kendinize göre,
yani mikro olan görüntüyü verir. Gerçek
değildir.
Onuncu yıl marşını lütfen hemen bulunuz, bir
daha okuyunuz. Bu
marş köy, kasaba, kentte gümbür gümbür
içtenlikle söylenir, sevinç gözyaşları
dökülürdü. Altmışbeş sene önce!!!!!
Şimdi ne değiştiki...!!!
Ulus ayni, ama devlet inandırıcı değil. Kargaşa
burada. Sevgi saygılar
E. Aydın, 7HaziranI998
ALİ BEY DOSTUM,
Ben Mut kazasında doğdum. Askere alınan akrabaların
yetimleriyle onbeş
kişi 67 metrekare bir alanda barındık. Otuzaltılar, yuvarlana yuvarlana
öğretmen oldun dediler. Yine kendimle hesaplaşa hesaplaşa Gazi
Terbiye ve orta öğretim..!
Ali, beni, ben doğurdum. Kendimle didişe didişe bu günlere geldim.
Dahası adımız iyiye çıktı.
Mersin Lisesi'ne geldiğim zaman Mut'un
çaltılı
köyünden bir kız çocuğu aldım (3 yaşında) evlatlık
sözverisiyle. Hanım O'nu hizmetçi etti. İlkokula bile
yollayamadık. Onüç yaşına geldiğinde köyden kısmeti
çıktı, verdik.
Şimdi ben vefa borcumu ödemeye
çalışıyorum. O kızın
çocuklarını okutmaya çabalıyorum. Bu işe ilkokuldan
başladım. Hiç yoktan bir Hidayet yarattım. Resim öğretmeni
oldu. Ayşe'ye liseyi bitirttirdim. Köyde kalmasın istiyorum.
Yanıma getirdim. Sizin dersaneye yazdırdım.
Hepsinin kafaları ham ama iyi insanlar. Bilmiyorum
benim ilgim belkide
kendi çocukluğuma benzedikleri içindir.
Bunları yazarak senin kafanı niçin karıştırdığıma gelince: Beni
anlarsın, gölgelisin, yardımcı olmayı seversin, kumaşın has
kumaş...
Olanakların elverirse yüz rakamında kalalım.
Buyurmuyorum, yine de senin dediğin olacak.
Bu kızla lütfen farklı ilgilenirsen (ki umuyorum), beni
sevindirmiş olursun. öperim.
E. Aydın, 3OEylülI998
SAYIN DURUKAN
Benim valiliğe yazdığım mektupta anlattığım sorun
kişisel değildi.
öncelikle Adana'nın sonra da ülkemizin sorunuydu.
Yirmi seneden beri yol düzenlemelerinde belediye hep yolları
yükseltiyor. Bütün dünyada uygulanan bir şehir kodu
vardırki, bu sabittir sivil toplumla yapılan bir sözleşmedir.
Bağlayıcıdır.
Belediye fen işleri inşaata ruhsat verirken nedense
bunu kullanmıyor.
Binalar hep çukura gömülüyor.
Dünyada uygulanan sistem; eski yol sıfır
seviyeye kadar kazılır,
eski yol seviyesine kadar yamanır, tıraşlanır.
Şiddetli yağmurlarda sel baskınını bekler durumda kalınıyor. Şimdi
Kurtuluş mahallesinde olduğu gibi.
Arzu ettimki, çağdaş, uygar, ileriyi
görebilen sizlerle
konu gündeme gelsin, önem kazansın, Türkiye'mize
örnek teşkil etsin.
Seçimlerin yaklaşması nedeniyle düzensiz yapılanma hızla
sürdürülüyor.
üst yetkilerle donanımlısınız. gerekirse
çalışmalara
yön verebilirsiniz beklentisiyle yazıyorum.
Bu şehir bizim. Sorunları da öyle. çarpıklıklara karşı
duyarlıyım. Becerebildiğim kadar yazmayı denerim. Bazen ironiyi
seçerim. Okuyacağınızı umarak birkaç
örnek
sunuyorum. Saygılarımla .
E. Aydın, 12Aralık1998
SEVGiLi (*), (*), (*) KARDEŞLER.
Dün perşembeydi, bugün cuma. Günler
de ne çabuk
dün oluveriyorlar. Günü yaşamadan yarınlar geliyor.
Pazartesi ile cumartesi neredeyse üstüste.!
Bundan neden belkide birileri yeni bir günleme
usulü bulacak,
buna gereksinim var. Yahutta insancıklar günlerini adam gibi adam
olup yaşamayı öğrenecekler.
Artık dünyamız eskisi kadar güzel, eskisi
kadar geniş,
anlamlı, içtenlikli, coşkulu, sevgi yüklü değil.
Kanıma göre, artık güzellikler kitaplarda kaldı. Şu telefon,
şu televizyon, radyolar yüzünden insanlar kolaycı oldular.
Birbirleriyle konuşmak, hal hatır sormak,
içtenlikle sevmek, hep
ama hep sözde kaldı. İnsanlığın vazgeçilmesi olan sevgi,
olaydan en çok yara aldı. Sevmeyi unuttuk. Yörüngeden
kurtulmuş gök cismi olduk, çılgınlar gibi çarpışan
otolardayız. "Gök yüzünde yalnız gezen yıldızlar biz de
sizin kadar yalnızız" türküsü örneği...
Okumuyorsak, yazmıyor, yapmıyorsak,
düşünmeğe zaman
ayıramıyorsak, bir sanat, içten sevilen bir iş yapmıyor,
gününü gün etmeyle leyleğin ömrü
örneği yaşıyorsak, "solucanın bile karnı doyarken boğaz tokluğuna"
yaşıyorsak, bence bir yerlede birşeylere yazık oluyordur.
Sizlere gelince:
Sevgiyi görülür birşey sanıyorsunuz.
Elimizle dokunup
tutamaz, göremezsek yok sayıyoruz... İyi de tanrıyı
görebiliyor muyuz?
Ama seviyor sayıyoruz. Onun için, içtenlikli zorluklara
katlanıyor, O'na kızmıyor, gel de seni görelim demiyor, toplum
zararına işlerden kaçınıyor, O'na kızmıyoruz. Sevgide kusursuz
olmaya çalışıyoruz.
Kusursuz sevgi, kendimizi bir an karşımızdakinin
yerine koymakla
bütünleşir. Bizler büyüğünüzüz.
Sayıyor, seviyorsanız eğer, onun içinde bulunduğu ortamı, resim
malzemelerini, kitaplığını, ortamın hepsini, eşini, dostunu, bir başka
mekanda ve uzamda oluşturmak olası mı?
Düşünmek gerek. Yalnızca "gelgel"
sözcüğü
sevginin gösterişidir. Onun için yazmak zordur. Yine onun
için yazmıyorsunuz. Düşündüğünü,
duyduğunu yazmamak, eğitimde onarılmaz yaralar açan eksikliktir,
kusurdur.
Ben yazıyorum. Ve bundan zevk alıyorum. Bir saatten
beri sizlerle
başbaşa olmanın mutluluğunu yaşıyorum. önceleri konuşmak vardı.
Şimdi okumak yazmak devreye girdi. Böylece, yani bundan
böyle, milyarlarca milyar zamanın belleğini ataların mirasını
koruyabiliyoruz. Kitaplar....!
Yeni bir yıl daha geliyor. akıl getirecek,
düşünce getirecek,
uyumlu olmanın, bağışlayıcı olmanın yollarını öğretecek.
Yeni yılınızı kutlar hepinizi öperim.
(Bu kağıtlar, benim alın terimden arttı. İyisinden
oyuncaklar alın,
gıdım gıdım harcayın, oynayın.... Sakın (*)'a kaptırmayın)
E. Aydın, 17aralık I998
MUHTEREM VE KIYMETLİ MUTLU
Anştayn, Atamu değerlendirdi, çağlar boyu
bilinen ve fakat bir
türlü kullanıma ulaştırılamayan atomu kullanılır yaptı, atom
çağını açtı. Yine Mersin'in ücra bir kasabasından
birileri çıktı, enteresandır, insanın içindeki atomu
buldu, gerçi buda biliniyor, moral, kondisyon, kreasyon, şu bu
diye isimlendiriliyor ama bir türlü açık seçik
uygulama alanına konmayan teoriyi kullanılır yaptı.
Yerli ve dış yayınlar hep senin bu bulgularından
bahsediyor, okuyor
musun? Diyeceksin ki, yaratanların alkışa ihtiyaçları yok.
Doğruyu söylemek gerekirse, beni şaşırtıyorsun. Bir yanda partinin
çelişkili ve karmaşık çalkantısı, şehrin bin bir
sorunları, bir yanda en uç karşıtların bile alkışlayacağı,
dünyaya parmak ısırtan sosyal patlamalar. Eh Mut'lu dost, bu şeref
sana yeter.
Mersin'e içten coşkuyu getirdin, yirmibirinci asrı getirdin,
sansasyon dorukta, müzik ve resimle sanatsal coşkuyu, sporda
evrensel kişiliği öne aldın, daha sayılamayacak binlerce öze
çıkarma yaptın, sana binlerce aferin. özal hendek atlarken
atlatırken, sen çağ atladın, atlattırdın. En iyisi ceketinin
iç yakasına bir gök boncuk iliştir.
Ancak ortaya koyduğun bu oluşumun adını henüz
koyamadık,
isterseniz ve de münasip bulursanız, buna "Mutlu çağı"
diyelim.
Mutlu seninle övünüyorum, selamlar, sevgiler.
E. Aydın, 2Ekim1990
OSMAN ŞAHİN
Belki sende okumuşsundur, Ruso'nun Bijon Akademisine
sunduğu, 21
sayfalık bir tez vardı. İlimler ve Fenler, Medeniyet'in Gelişmesine
Yardım Ettim mi?'ye seçkin yanıt.
Savunmayı okuyan bir jüri üyesi de
Russo'ya bir alaylı
övgü mesajı yollamıştı Azizim Russo, seni okuyunca, o kadar
hoşuma giden duygulara ulaştım ki, dağlara gidip ot yayılasım geldi.
Sen de emniyet sibobu gibi geldin bana,
gönlümde kendimi
bildim bileli Toros yörükleri yatar, onlara
öykünürüm ama hep yalnız kalırım. Eşek sırtında,
beygir eşliğinde, bazen de yayan çok yol teptim, inanacağına
inanarak söyleyeyim. Ben doğa üniversitesinden orta derece
ile mezun biriyim ama, akademik eğitimin geçici verelerinin
üstünde bir kariyerim olduğuna da inanıyorum. Duyduklarını ve
yazdıklarını paylaşıyorum. Ancak ne denli içten olduğunu
kestiremiyorum. Zira biz okumuşlar, yazmışlar, yörüğü,
köylüyü, sade vatandaşı hep satışa yatkın senaryo
malzemesi olarak kullanmışız.
Romanlarımız,filmlerimiz,resimlerimiz,seyirlik
oyunlarımız kent soyluya
satılmak üzere malzemelerdir. Allah için iyi de para
ediyorlar. Osman, sen burada olguya farklı ve evrene ışık tutucu bir
çizgide yaklaşıyorsun, seninkisi bana iyi bir gözlem
inceleme gibi gözüküyor. Bunları topla, resimleyelim,
iyi bir dizayn içinde, ömürlü bir kağıda basalım,
ultra çağlara eğitimsel, kültürsel bir ışık, bir
görkemli yaşam biçimi olarak sunalım. Olguyu su
yüzüne çıkaralım ama güçlü eşek
zinası kadar unutulmaz kılalım.
Beni heyecanlandıran bir başka şey de, bizde yazarlar, çizerler
koltuğa oturup ahkam keserler, bir yerde memurlaşırlar, işte sizde o
çizgiye gelmeden bunları yapalım diyorum. öptüm seni
tebrikler.
E. Aydın, 12Mayıs1992
HİDAYET UYSAL
Olgunlaşmak zor bir şey, zaten insanın, ideal
çizgiye ulaşmasına
daha asırlar yetmez.! Eyer bunun bilincinde olunursa hoş görü
devreye girer. İşte bu mektup bir hoş görü örneğidir.
Neden, niçin, sempatiempati, ben ve O,yani
hem kendi tarafımızı,
hem de karşıt diye düşündüğümüz tarafın
gerçeklerine inmek.....
Dil bilimden doğan,yanlış değerlendirmeler, bu yolla
çözülür, yaşantıya bakılırsa; anlaşma ve
anlaşmazlıklar, bu gerçek metotlarla
çözümlenir. DOĞRU GöRME DURU GöRME, bu
metotla bulunur.
Her davranışın yan ürünleri de olur. Bazen
iyi, bazen
kötü ve zararlı. Onlardan da kaçınmak veya yaklaşmak
için; yine düşünceye ve iç yargıya baş vurulur.
O iç yargı hep doğru olanı bulabilir, yeter ki, baş vurula.!
öperim,derslerinde başarılar.
E. Aydın, 18Mart1997
SELAHATTİN BEY DOSTUM
Mut'a sizin çağrılınız olarak geldim,
önerilerinizin
ışığında çevreyi kolaçan ettim. Parkın bir
köşesinde, otların içinde, havasız kalmış bir lahit kapağı
gördüm. Aslanla göz göze geldik, bana öyle bir
bakışı vardı ki, anlatamam. O gece boyu hep aslanla konuştuk. Aramızda
geçen konuşmaları yazmayacağım. Ertesi sabah enine boyuna
ölçüp biçmeler yapıp size geldim. Tarihsel
görkemden güncel görkeme...!
Birinci etabın bitişi, günün inişinde
aslan bana
gülümsedi, elini uzattı, tokalaştık, kuçaklaştık.
Kulağıma dedi ki: Zamanda yaşamanın anlamı budur işte... Bana ve
koruduğum kırallarına yeniden ve en otantik yaşam biçimini
seçtiniz.!
Bugünkü gazeteler yeni bir atılımınızdan dem vurdu. Mut
kalesi restore ediliyor, coşturucu haberlerle daktilo başına oturdum.
Kalenin içinde çağdaş, hatta çağ üstü
anfitiatr....
İçinde kapsamlı şölenlerin yapıldığı,
her türlü
kültür etkinliklerine açık, Seydisalih'den daha
merkezi, kendi yağıyla kavrulabilecek Mut'lumu daha mutlu edecek bir
anfitiatr.....
Şimdi beni aldı bir derin düşünce; Size
aşağıdan, yukarıdan
gelecek öneriler karşısında davranışınızın ne olacağı?
Eğer sur tamirine angaje olmamışsanız, iş yerli ve yabancı
düşüncelerin düşüncesine açalım,
gönüllü katkılarını isteyelim.
Böylesine görkemli bir antik kentin tarihine yakışır bir
dinlence yerini onarmaya, yapmaya soyunalım. Devlerin milyonları bu işe
yetmeyebilir, ama Mustafa Kemal'in kağnısı da yolda kalmaz.
Mesaj güzel ve yerindeliği sağlamsa, milyonlar
gelip karşınızda
dans edecektir. Dünya eskisi gibi büyük değil. İyi
ayakkabı insana yol yürümesini öğretir. İşiniz kolay
değil ama siz de büyüksünüz.
Angara'nın Karayalçın'ı varsa, bizim de
Selahattin'imiz var.
öper, başarılar dilerim.
E. Aydın, 3Temmuz1992
SELAHADDİN BEY GöNüL ADAMI
DOST.
Pırıl pırıl, işinde de başarılı olmuş öğrencilerimle Mut'ta
çok çok görkemli anlar yaşadık. İnsana doğru
koşmanın yaşayan örneklerini tanıtmak fırsatını vermiş oldunuz.
Sizi ne kada övsek az gelir. Yorgunluklarınız için binlerce
teşekkür.
Mut'u daha çok mutlu etmek için canla başla
çalışıyor, başarıyorsunuz da. Yaşlılar yurdu için
çabalarınızı yerinde izledim. Sizinle övünüyorum.
Sıtkı Soylu iyi bir eser de hazırlamış ve vakfa hibe etmiş. Satışı
için gereksinim duyarsanız Mersin'de belirteceğim adreste
şimdilik yüz, Adana'da yüz adet posta ücreti
ödemeden bir gönül adamıyla ulaştırılabilirse siz de
onaylıyorsanız dağıtımını yapmayı üstlenmek isterim.
Tarafınızdan uygun bulunursa lütfen bir alo demeniz yeterli.
öperim.
E. Aydın, 8Haziran1997
SEVGİLİ SELAHATTİN ASLAN
1990 yılında Mut'tan yağlı boya resim yapmıştım. Ayrıca da onbin adet
tebrik kartı bastırmıştım. Sanatçı kimliğinde artık bunun
sergilenmesi hakkımı yitirmiş oluyorum.
Mut'u genel bi perspektifte görüntüleyen bu eserin Mut
Belediye'sinde bulunması ve gerekirse yine çoğaltılarak tebrik
olarak kullanılması düşüncesiyle, belediyeye hediye ediyorum.
E. Aydın, 20Haziran1998
SAYIN BAŞKAN
önce onuncu yıl marşı olan, yenilerde de cumhuriyet marşı olarak
kabul gören marşı, çoğaltarak size sunuyorum. Uygun
görülürse, bizlerden bir koronun eşliğinde sık sık
beraberce söylenmesine izin verilirse sevinirim.
(Editörün Notu: Bu
mektubun ekinde Onuncu Yıl Marşı
bulunmaktadır)
E. Aydın
SEVGİLİ MEHMEDİM
Mektubunuzu dikkatle okudum, anlamakta zorlanıyorum.
Mankafa Poldi bir gün arkadaşını başı sarılı olarak
görür, sorar? Yanıtı; Merdivenden düştüm, başım
yarıldı, diktirdim, sardırdım der. Poldi yine düşünceye
dalar, arkadaşı nedenini sorunca, merdivenden
düştüğünü, başının yarıldığını, diktirip
sardırdığını anladım da, şu senin kafanı dikiş makinasının altına nasıl
sıkıştırdılar anlayamadım der.
Benim bildiğim, aday önce öğretim programında yerini alır,
istikrarlı bir gelire ulaşır, yarından endişesi kalmaz, sonra
yeteneğinin tepisine göre ve debisine göre,ünvanlara ve
aşamalara soyunur ama bütün ikinciler birinci değişmezin
sonrasında olur.
O yukardaki büyük başlar hep benim anlattığım gibi
yürüdüler, hatta hiç layık olmadıkları halde
pistonlana pistonlana üne ve ünvana kavuştular.
Mehmet Yılmaz'a gelince, başından beri çile
çeken derviş
rolünde oldu. O kadar idealize edilmiş bir süzgeçten
geçiriliyorsun ki, sana pezidan ünvanı verilse azdır. Hele
hele konumuz sanatsa, size iyi diyecek kişinin Allah olması bile
yetmez. Sanat böylesine özgür bir çizginin
adıdır. Sanata soyunanların, benden büyük yok diyebilmesi,
önce görüntü, sonra da gerçek yaratı
için özden gerekli bir öğesidir.
Benim görüşüme göre, sen ve
senin sanatını kılıfa
koymak hem anlamsız, hem gereksiz. üstün sanat, yaratıcı
güç şartları gözetmez, kendine özgü
fışkırması, deli deli akması vardır, onu hiç bir yatak engel
durduramaz. Mehmet böylesine güçlüdür,
nedenlerini bilmediğim bir sur var karşında. Allah yardımcın olsun, iyi
askerlikler. Kendine mukaat ol, postu deldirme. öperim.
E. Aydın, 5Ağustos1993
MEHMET'CİĞİM
Bu mektubunuzda ben seni bulamadım.
1 Biz epey bir zamandan beri dostuz, bazı şeyler zorluklarına karşın,
arkadaş dost için yapılır. Bunu böyle yazarken ben
öyle yapardım diyorum. Cemal Turan'ın sergisine er ve geç
gidilmeliydi, hiç olmazsa özür dilenmeliydi.
2 Lisandan yakınıyorsun,eğer sen İngiltere'de doğsan tat mı alacaktın?
Demekki çaban yetersiz geldi
3 Başka tür işleri başaramadığım için ressam oldum
diyorsun. önce söyleyeyim, remssamlık diye bir meslek yok.
Aldığın formasyon öğretmenlik formasyonu. öyleyse önce
sen öğretmen veya öğretim üyesisin. Türkiye
genelinde onbeş yirmi kişinin iyi, güzel yapıyorsun demesiyle (en)
olunmaz. çağlar boyu sanat hep araştırma işi olagelmiş,
öyle de sürecek. Yani en iyi sanat daha gelecektedir.
4 Natürmort konusunda ben herhangi bir ters değerlendirmede
bulunmadım. Peyzaj da, natürmortta yapabilen olursa güzel
olabilir.
5 Senin yapıtlarını severim ve gurur duyarım, eleştirecek kadar kendimi
yeterli görmem. Ancak çimentoya verdiğin eserle, yeni
yapmakta olduğun, bana da yolladığın detayda anlatım yakınlığı
gördüm, bilirsin sanatta tekrarlar sanatçıya eksi puan
getirir. Kuşkumdan hatırlattım. Yazdığın için teşekkürler.
öperim.
E. Aydın, 25Mart1994
MEHMET
Sanata bakış açına, umuduna, inanışına, öteden beri saygı
duyarım. Galiba başarı cesareti severkollar gibi geliyor bana.!
Kimseyle yarışmadan, yalnız Mehmet ile, O'nu aşmaya çaba
verebilirsen ki bana göre öyle oluyor, has kumaşsın.
Değişirken bile kimselere benzemiyorsun.. çevrene bakacak
olursan, kaç kişi görebilirsin kendini tekrar etmeyen,
veya, şurdan burdan aşırmadan yol alan.!
Hele bir de prof filan oldularsa yol bitiyor. Bu
rutubet onlara yetiyor.
Bir kaç gün önce televizyonda,
Koray'ın sergi
için bir konuşması oldu. "Ahşap üzerine deri kullanıyorum"
diyordu.Sordular:"Neden tunçtaşmermerin başlangıçtan beri
en uygun malzeme olduğunu, deriyle dokunulabilirliği yakaladığını
söylüyordu.
Polyester şimdiye değin heykel için pek
beğeni almadı.
Rölyefde kefkiye dönüşüyor. Statik değeri yok.
Rüzgar götürüyor, hırsızlar çalabiliyor,
yıkması parçalanması kolay geliyor. Mut'taki Hüseyin'in
Karacaoğlan'ını hatırla. Benim bildiğim beşinci yer değiştirmesini
yaşıyor. Belki de bana göre bir psikolojidir.
Sen ahşabı tanıyorsun, iyi de işleyebiliyorsun,
farklısın. Denesen olur.
Kataloğda gördüğüm kadarıyla çok çok
güzel, orjinal, otantik, hatta anonim, hem de ulusal
seçkilerin var.
Kutlarım seni. Farkını unutma ve yitirme. önce ulusal sonra
evrensel olunabilir.ünlülerimiz bunu unutmuş
gözüküyorlar.
Seninle övünüyorum. Sevgiler selamlar
E. Aydın, 9Mayıs1998
SEVGİLİ HEMŞERİM VE DOSTUM
MEHMET YILMAZ
Bilgisayarda kot ararken geçen mektup karşıma
çıktı. İyi
ki çıktı. Beni bir takım tekrarlardan kurtardı. Tekrar okumanı
da istedim
Gösterdiğim gördüğün kadardır
!!!!!!!!!!!!!!!
Görmece gördürmece.!!!!!!!!!!!
Bu sözcükler bana yabancı değil. Ama ilk
kez bir tümcede
yanyana geldikleri zaman rastlantı olmaktan çıkıyorlar.
Düşündürücü felsefe içerikli bir kapıyı
da aralıyor.
Gıyındırık kapıdan gözüken spritual. Somut
değil, soyut
değil, fuluğ bir mavide, özgür, salınımlı, benekli, bezekli,
kelebeğin binbir rengi, rengin kokusu, müziği, kokunun
çığıran duyum ve duyumları, ritmlerin sarmaş dolaş dansı.!
Tıpkı Pan La Apollu'nun müzik yarışması,
absolü müziğin
incelikli nedeninin kazanımı gibi sarmal, haddeden geçmiş
nezaket tınılarını anımsattı bana.!!
Sanatın dününde, gününde,
yarınında öyle
güzel gezdirdinki bizi. Harika.!!
Başarılar.... öperim..
E. Aydın, 7OcakI999
SEVGİLİ MEHMET
İnsanı, insan yaratır.
Dost da düşman da böyle yaratılır.
Arkadaşlık dostluğun başlangıcıdır özdeyişini açarsak iki
insan (farketmez, erkek dişi) önce biri birleriyle karşılaşırlar.
Gergin ve poz içindedirler. Sanal farkı farkettirmek isterler.
Birçok roller uygulanırken, karşı kişinin rol veya
gerçeği zaman zaman istemeden de olsa farkında olunur. Eğer onun
gerçeğini gerilim arasında da olsa, sayar seversek, deneyim
boyunca artılar, eksilerden çoksa, dostluk başlar.
Artık ondan sonra olacak konuşmalarda, artıları
duyar, negatifleri
konuşulmamış sayarız. Böylece eytişim sürer.
Aslında ne ben ideal insanım, ne de siz.!
Ama zamanlar içinde görüldüki, artılarımız
çok. Böylece anlaşıyoruz. Biribirimizi arıyor, sayıyoruz.
Ben bazı zamanlarda oturur, Allah'a mektup yazarım. Valiye, bakana,
kediye, köpeğe, yazakışa yazarımda yazarım. Gönderdiğim de
olur. Bu benim yaşam biçemimdir.
Seven de olur, sevmeyen de.
Biliyorsun dil çok yetersizdir. İletişim zor zenaattir.
öyle olunca, kusur saydıklarımızı bireyin naturası gibi
görmek hatta ona ayrıcalık gibi bakabilmek gerekiyor.
İkimiz de mektuplarımızda tatlı tatlı kavga ediyoruz.... benim
dediğim... senin dediğin...!
Artık buna gerek yok. Biz birbirimizi seviyoruz. öyleyse daha
yumuşak,daha bağışlayıcı,hatta daha ironik çıkarmalar yaparak,
iletişime tat katalım.
örnek: eşeği yüklüyorsun deh
diyeceğin yere
çüş diyorsun. Sen de bize benziyorsun.
Mektubunda bir sevdiğine bir ödev veriyorsun. O da seve seve
üstleniyor, yola çıkıyor. Heyecanlı heyecanlı mektup
yazıyorsun. Mektubun altına bir çizgi içinde "benim
için fazla yorulma" diyrosun. Sözüm o ki; eşeği
yüklüyorsun, sonra, çüş diyorsun. Bana sakın
yorulma diyorsun.
Olası yanıt: Hava bozuktu, fırtına, yağmur vardı, acele ettim. (ben
eşekliği kabul ettiğime göre)
Şimdi sen sanata soyunmuş bir Donkişot'sun. Ben de Şanso. Sıra
beklemeden yazışalım. Fikir değişelim. Ben de yeni akımlardan ilgisiz
kalmamış olurum.
Bilmen gerek, şöyle veya böyle, sen de ben
de varız, bireyiz,
dahası iyi sayılıyoruz. Toplumun, dostların yargısı böyle. Kabul
etmek, öyle olmanın ilk adımıdır.
Sen doğmadan önce ben Düziçi
Köy
Enstitüsü'ndeyken, bakanlığın okullara tamimi vardı:
çocukları konuşturunuz. Komşu sınıfta Türkce hocası sınıfta
bağırıyorduoğlum konuş, konuş da, ananı avradını s .. derdi.
Bana birikimlerinden gönderme yap. Sanat,
felsefe, bilim,
pisikoloji, estetik, anılar, aşkların da olabilir.
öperim, işlerinde, aşklarında başarılar.
Seninle övünüyorum.
E. Aydın, 14Aralık1999
YILMAZ MEHMET
Sıfırdan yola çıkanlar, bebeklikten ayakta
durmayı becerenler,
uzam ve zaman yolculuğunun gerçek <ŞIVGAR> yılmazlardır.
Kaos,onların çabalarıyla
görülürlüğünü kanıtlar
Şıvgar, bir topcu terimidir. Eskiden topu 4 kadana
çekerdi.
önde dizginlerin doğrudan bağlı olduğu bir, boylu poslu, deli,
cesur bir at bulunurdu.
Topçu çavuşu, çamur, sel,
engebeyi gözü
kesti mi, dizginleri çeker, şıvgar hemen yekinir, kadanalar onu
izler, bazen geçilmez gibi olan engebeler böylece aşılır,
toplumda da şıvgarlara hep gereksinim duyulur.
Liderler bu yılmaz cesur insanlardır.
Mektuba gelince: Uzun soluklu kitaplar yazıyorsunuz,
kaynakçalara dayanarak, deneyiminize güvenerek sizleri
yordum.
Kaynakçadan yola çıkan kişi, özü bozmadan
tümceleri nasıl açabilir? üçüncü kişi
olarak, birinci kişinin yorumlarına yaklaşmak bana zor geldi. Bilgi
dağarcığımız ise kısıtlı. Yine de bir denemeyi üstlendim.
Benim yazının kopyası bilgisayarda, eğer vakit
bulur, elinizdeki
taslağın, belli olan satır başlarına değişikliği
düşündüğünüz fikri imlerseniz, sizi yorduğuma
değer, olamazsa da önemli değil yavaş bir bütünlüğe
ulaştırırım. İlginize teşekkürler.
Prıntıra alışamadım, onun için sık sık alfabe değiştiriyorum,
akıcı olmuyor yazdıklarım. (okuyucu için).
Sanata eğilenler hep doğum sancısı çekerlerolay bir kişiliktir,
bunu da biliyorum.
Sevgi ve saygılarımla öper, işlerinizde başarılar dilerim.
Ethem Aydın , 18Mayıs2002
SEVGİLİ AYŞE
Dikkat edilirse, ben hep kendisi çalıp,
kendisi oynayan
birisiyim. (Bugün bu sözcük, deli,
üşütük, anlamına kullanılır).
Ama, ben kendimi seviyorum. üşütük değilim, deli değilim!
Ara sıra gerilere bakar, günü irdeler,
yarınları yorumlamaya
çalışırım; bu hal tanıdığım çok insanda yok.
üstelik, durum muhakemesinde dinlenen, sayılan kişiyim.
Böylece, çevremdeki, yetişkin, saygın kişilerin
bugünkü yaşamlarında, iyiliğe dönük etkilerim
olmuştur.
Bu yargıyı, kendime ben uydurmadım; onlar
yüzüme karşı,
kendileri gelip süslü tümcelerle söylüyorlar.
Ben de bu deyintilerin ışığında, elime fırsat geçtikce;
dostarıma önerilerde bulunmayı huy edindim. Bu huyu seçtİm.
Sana yazışım da, senin yaşam biçimini etkilemek geğil geleceğe
dönük, kısa hesaplardan arındırmak, özde var saydığım,
sendeki ayrıcalığı belİrtmek içindir. (*), okumayı hiç
sevmez, kitabı görünce uykusu
bastırırdı.O'nu geç keşfedilmiş yeteneği kurtardı
Sen okumayı seviyorsun. Günümüzde okumayı,
öğrenmeyi seven öğrenci çok azdır. öyleyse, doğru
yoldasın. çalışman, daha çok çalışman gerekir.
Köyde işin zor, ama imkansız değil.
Mut'ta bir dersaneyle, hemen görüş, iki ay
geçtiğine
göre, indirim teklif et ve bana duyur. Konuşmada zorlanacaksan,
bana bilgi ver, ben gelip konuşayım. Anlaştığınız bir rakam olursa bana
duyur. Gücüm yettiğince yardımcı olayım. Yola birlikte
çıkıldığına göre, senin başarın için
daha önceleri konuştuğum gibi yanında olmayı görev sayarım.
Müslümanlara selamlar sunar, sana
başarılar diler öperim.
E. Aydın, 16Kasım1999
AYŞE'M
Mektubunu aldım. Bilgece yazılmış. Tam sana yakışan
anlatımda. sevdim,
sevindim. Böylesine güzel yazılmış bir betik, beni coşturdu.
Benİm iki günde, düşüne
düşüne,
sözcükleri, seçe seçe yazdığım, ironik,
betikteki, ilk satırın, bana göre tutarlı olmasına karşın;
umuyorum ki, senin inceliğin gereği, beğenilmemiştir.
Keşke, doğrular da, eğriler kadar, yaşama şansına
ulaşsalardı, daha
çok anlam kazanacak, iletişim bütünleşmiş olacaktı.!
Bu sabah, geldiğimde, buz dolabı çevresinde, beş kişilik bir
fındık faresi familiyasıyla karşılaştım. Zavallılar, ışığı
görünce çil yavrusu gibi dağıldılar, öylesine
sevimli şeylerdi ki, sana yazmadan edemedim. Her zaman olduğu gibi,
kahvaltıyı masaya hazırlamış, yemeye başlamıştım ki, masamın altına
gelmişlerdi, acıdım, birkaç parça ceviz verdim,
kaçıştılar, besleyeyim mi, yoksa, yoksa,....
Bizim doktor muayenehaneyi boyatıyordu, bir gün
aşağıda yattım.
Kitaplar arasına saklanmış bir sivrisinek, kulağımda, bütün
gece, bazı kalın, bazı ince kemanıyla vızlayarak, döner durur
sivrisinek. İlaçlar da fayda etmiyor,
nöğürüyüm ben şimdi.
Bizim zeytin, Mut'taymış, yenice mektup aldım, onun da Gül gibi,
Sezaver hanım gibi, Hatice gibi, Nazan gibi, Zübeyde gibi,
Gülsen gibi, sana selamları var.
Buraya gelmek için izin istiyorsun,
(ayıbettin be
sülüman). Aslında senin yerin burasıydı ama, yel esti,
rüzgar vurdu, Zafer evlendi, evlenecek derken zaman ve düşler
kaydı gitti.
Eğer iyi bir hazırlık yapıp, 2000'de de köyden
portturamazsan
yandı da pilav tavası.
Unu var, şekeri var, yağı var, ateşi var. Helva
yapıp yiyemezse
bütün çabalara karşın, köylü kızı Ayşe
olmak, buna haksız yere mahkum olmak, içe sindirilmesi, bana
göre çok ağır bir kader vurgunu olur. Bütün iyi
şeylere layık olan, kafası çalışan, derli toplu, insanları
seven, insanlarca sevilen, aranan, güzelim Ayşe ......!
Diyeceksin ki, Türkiye'mizde, kader vurgunu,
nice Ayşe'ler
var...!!!!!!! ???????........
İçtenlikle, ummak isterim; kendi çalıp
kendi oynayan
yalnızca ben, olmayayım. Biraz da olsa, oyuncular sahaya insin.
Geç kalınmış değil, benim Ayşe'm isterse, mucizeler yaratır
düşüncedeki karamsarlığımı, fırtına önündeki
bulutlara çevirir.... Darmadağın eder.
Aydınlık, masmavİ geleceğİn, dekorunu hazırlar,
Ayşe'ye böylesi
yakışır.İyİ yolculuklar selami..
E. Aydın, 25Aralık1999
AYŞE
Her fırsatta, açık seçik, çok şey konuşuyorum,
gerçeğe değgİn...
Benimle konuşurken, hala soğuksun. Boynun eğri oluyor, işte beni de
üzen bu oluyor.
Senin gereksinimlerin, akılcı olmak koşuluyla, hep karşılanacaktır.
Ethem Aydın, böyle söz vermiştir. Dahası, daha çoğuna
layıksınız. Elinizde bazı küçük de olsa örnekleri
vardır.
Gereksinimin yola çıkarılmıştır. Daha önceleri yazılmış
mektupları bİr kez daha okursan iyi olur.
Annene iyi bak, durumdan bana da bilgi ver.
öper başarılar dilerim.
Koyunların bayramını kutlayacakken, yanlışlıkla beni de koyun saymışsın.
Ethem Aydın, 27Şubat2001
SEVGİLİ AYŞE
Senin, güzel aklın, mantığın, bana göre, yaratıcı
gücün, ölçülemez simgesel değerleridir.
Ama işte, göz kendini görmüyor.! İletişimde
zorlanıyorum. İşitanla beni ne olur.!
Bu yazdıklarım övgü değil; ancak algılayabildiğim karekterin
gerçek görüntüsüdür. Kuşkusuz seni
sevdiğim de bir gerçek, başarmanı düşlemek de hakkımdır.
Buna karşın, kısa sayılabilecek zamanda, ulaşılabilen yüksekliği
de yatsımamak gerek.!
Ben, böyle duyumsuyor, böyle görüyorum, umar senin
elinde olduğu için de, yalvarma kertesinde,
öğütlüyorum: çalışçalış, dolaysız, Ayşe
için, kıyasıya çalış.!
Barajlar kendiliğinden yıkılsın!
Zaman görmüş, deneyimli, ön görüsü olan,
öğretmenİm.
Şimdiye değin, nasıl; ideal insan için gerekli, mantıksal,
yaklaşımları benimsedin, tabuları, yine aynı
ölçütlerin, eşliğinde yıkmayı akılcı buldunsa;
cinselliğin, özündeki felsefenin, yani, bir araç
değil, amaç olduğunu, kavradınsa;bana göre,Ayşe, güzel
yarınları yaşamaya, aday, az insanlardan biridir.
Annen, baban, kardeşlerin dışında, seni yakından tanımış çevre
hep bu kanıda.
Yazdığım mektuplarda içerik, baskın olur, bu da sizin yanıt
hazırlarken, eline gelen yazıyı eleştirel, irdelemeyle, başlayabilmen,
güncelin labirentlerinden seni korumak
içindir.
Dürüstçe yazabildiğin,her isteğini, karşılamaya hazır
olduğumu,bilmem yenelemeğe gerek varmı?
Bana sıkça yaz ki, kalemle kağıt buluşunca, iş olur, aş
olur,sevgi olur, aşk olur. özlemle öperim, benim
küçük kızım.
üslümanlara selamlar..
Not: Yazdığın dilekçelerin alındısını bana tez elden ulaştır.
İstersen daktiloyu sana yollayabilirim. Bilinçli bir
gerekçe korsan.
Ethem Aydın, 8Şubat2000
SEVGİLİ AYŞE
(Editörün
Notu: Bu mektup vefatından 17 gün
önce yazılmıştır)
Yıllar akıp gidiyor. ömür dediğin bir karış.
Sana bir baston veremediğime üzülüyorum.
Yetenekli, ileriye açık bir gençsin. Yola da
çıkmış bulunuyorsun. Ama nedense sessizliği seçtin. Şimdi
susacak zaman değil. Konuşman gerek.
Başlatan olduğum, umutlandıran olduğum için
ileriye
dönük düşüncelerini bana yazmalısın diye
bekliyorum. Ama yine konuşmak bana düştü.
Burada kaldığın sürece edindiğim izlenim :
özgür
düşüncelisin, zekisin, tuttuğunu koparan bir yapı sahibisin.
Geleceğe dönük düşünceler üret,bana da yaz.
Körelmenden korkuyorum. Böyle gelmiş olabilir ama böyle
gitmemeli. Seninle burada (Adana'da) herşeyi konuşurken şimdi (orada)
sessiz oluşunu kadercilik diye niteleyeceğim. Sen kaderci olacak bir
kız değilsin.
Kadere karşı çık. Düşünce
üret, bana da muhakkak
tez elden mektup yaz.
Sana, annene, kardeşlerine, babana selamlar eder
hepinizi öperim.
E. Aydın, I0Kasım2002
çETİN DOST.
Bir gün sizinle olmanın mutluluğuyla dolu dolu Adana'ya
döndüm. Orman idaresince bana verilen onur belgesini buldum.
Size yolluyorum.
Bir Fransız atasözü vardır: "Bir
ağaç diken faydasız yaşamamıştır."
Bu düşünceden yola çıkarak "ata nal çakıldığını
gören kurbağa ayağını uzatmış" örneği kendime bir değer
biçmek aklımdan geçti. Bu hatıra ağaç diktirmeyi
başlatan olmak istedim. Ama pek ses getirmedi. Sizler gibi Mut
üzerinde söz sahibi dostlara rağmen fikir şimdiye değin
öksüz kaldı. Anadolu ajansı kanalıyla gündeme getirir,
müdüranı da uyandırarak olayı bir Mut'lu olarak güncele
taşımanın da bir görev olduğunu kabul edersen Mut adına sevinirim.
Benim için övgü düzenle demiyorum. Olayı yeniden
körüklemeni istiyorum.
Bir yerde bir olay varsa, birilerinin bunu yapmasını
düşünüyorsanız, o birileri hep sizsinizdir.
öperim işlerinizde başarılar dilerim
E. Aydın, 24Ekim2OO1
SEVGİLİ ERKAN öZAYDIN
Sevgiye, aşka ilişkin yazıları tilkice okumağa,
satır aralıklarından
ödeki içeriği yakalamağa çalışırım. Sevgi, saygı,
sövgü, yergi, ironi ayrıntılarda yaşar gizlenir.
Türk halkı severken döğme, döverken
sevme
alışkanlığındadır. Etiğimiz böyle.!
Tipik olarakl Rafet'in bana yazdığı mektubu size
yolluyorum. Rafet'in
yaratma gücü, ideotizm, yergiler, sevgiler, öylesine
zenginki, "güneşli havada doluya tutulmuş"a dönerim,
darmadağın param parça olurum.
Kameradan filmi çıkarır ters bağlar, aracı
çalıştırırsanız.. aman ne görüntü...! önce
yerde paramparça dağınık duran kristal nesne hızlıca buluştu,
bardak masama döndü..! İlginç değil mi? İşte
gerçekte henüz uygulayamadığımız yasa budur.
Ama ben bu yolu seçer, O'na sevgiler saygılar dolu yüksek
düşüncelerle insanlaşarak mektuplar yazarım. çok da
sevinirim. Eğer ilgi duyarsanız benim mektubu da yollayabilirim.
Biribirlerini tanıyan, seven, sayan insanlar
arasında, zaten iletişim
zorluğu çekilirken, örneğin telefonla olsa da konuşmanız,
beni sizlerde zenginleştirdi.
Lütfen sizler kendinize mukayyet olun. Ethem
Aydın, sizler
yaşadıkça var olacaktır.
E. Aydın, 22Eylül2OO1
TEDAŞ
ADANA ELEKTRİK DAĞITIM
MüESSESESİ
MüDüRLüĞüNE.
Elektrik saatlarını okumakla görevlendirdiğiniz
elemanlar eğer
yemek saati, ve bir diğer önemli işiniz için kapınız
kapalıysa, iç rahatlığıyla dönüp gidiyor. Bana
göre, bu memur görevini eksik yapmış oluyor
çalıştığı kurum, kasaya girmesi gereken taze paradan bir
süre için mahrum kalıyor.
Abone, bencileyin dar gelirli bir vatandaş ise, aylığının yarısını ceza
ödemek gibi bir iç sıkıntısına düşüyor.
Anlatmağa çalıştığım, önemli iki nedenle saate bakmağa
gelen memur, değişik zamanlarda aboneyi tekrar tekrar aramak
yorgunluğuna toplum için katlanmalıdır diye
düşünüyorum.
Cezalar hep kışkırtıcıdır. Kötü ve kritik günler
yaşıyoruz. Hiç olmazsa şimdileri daha akılcı yaklaşımlarla
topluma, gücümüzce katkıda bulunalım. Saygılarımla
E. Aydın, 14Ekim2001
ADANA RESSAMLAR DERNEĞİ
BAŞKANLIĞINA
Bugün Adana Kanal D televizyon ekiplerini
yollamışsınız. Bu
tür güzel, incelikli davranışlar, Türk kadınının
inceliğininin tarihsel kanıtıdır.
Davranışınız bende kutsal bir anı olarak kalacaktır.
Başkanı olarak size ve çalışma ekibinize
saygılar sevgiler
sunarım. Kabulünüz ricasıyla....
E. Aydın, 26Nisan2002
(Editörün Notu: Bu
röportaj, bilgisayar CD si
içerisinde kayıtlı olup dileyenlere eitör tarafından
yollanabilir)
SAYIN OĞUZCAN
En güzel öğretmenlik yıllarım Mersin'de geçti.
O zaman Mersin Lisesi üniversiteydi. Sınıflar yirmişer kişilik her
öğretmenin laboratuvarı, atelyesi vardı. Dersler deneyseldi.
öğrenciler deneyleri hocanın yanında yaparak öğrenirdi.
öğretim kadrosu seçkin, yetili, yaratıcı, çalışkan
kişilerdi. Sanki uzaydan inmişlerdi.
öğrenciler yelkenleri başarı rüzgarına
açmış pupa
yelken ummanlardaydılar. Dünyada bile pedagoji sözdeyken
çalışmalar işe ve edime dönüktü. Size ütopik
gelecek ama, bu böyleydi.!
İyi ayakkabı insana yol yürümeği
öğretir özdeyişine
birleşik kaplar kuramı gereği yollara dökülmüştük.
İyi sayılmıştık. öğrenciler itici gücümüzdü.!
Eksiksiz saygı ve sevgi oralarda yaşıyordu. Bu günkü devasa
görüntü, o güçlü ekibin isimsiz
kahramanların ve inançlı öğrencilerin çabalarıyla
olmuştur.!
Yazımdaki iticigüç, "Oğuzcan"
sözcüğündeki
anılarım oldu. O, çok sevdiğim, saydığım, arı soyun, ardıl
temsilcileri içinde olmanız umusu olmuştur.
Biz öğretmenler, hep laftan ekmek yediğimiz
için
sözü kaydırırız. Hoş görüle.. İçel Sanat
Klübü son sayısında Almanya sergisini okudum. Kıvanç
duydum.
Kaç yapıtla katılabileceğimi
Katkı payımın ne olacağını
Formal hazırlığı bilmiyorum
Değişen hayat şartlarına göre ödentiyi
Ben kişi olarak katılamazsam kurulu düzene ödentim ne
olmalıdır?
Sıcaklar nedeniyle Mersin'e gelip bunları
öğrenmem gecikti.
Lütfen bir alo demeğe zaman ayırabilirseniz sevinirim. öperim.
(Editörün Notu:
Ethem Aydın yurt dışındaki bu sergiye 6 tablo
ile katılmıştır. Eserlerinden bir tanesi Almanya 'da satılmıştır. Satış
bedeli İçerl Sanat Klübü'ne hibe edilmiştir.)
E. Aydın, 3Ağustos2002
SEVGİLİ FEYYAZ
Bütün yaratılış doğum üzerinedir.
Doğuş varlığı
simgeler, sıradandır, objeler gibidir. Zaman içinde her varlık
daha önceden içte aktif ideolara açık özün
baskısı ve sürükleyiciliği ile kişiliğe doğru açılır..
Kişilik, parmak izi kadar çeşitli ve özgedir. İsimler
önce varlığın ayrım aracıdır; Ahmet, Mehmet, İsmail gibi. öz
güçlendikçe isimler sıfatlara ulaşır; Edison,
Sokrat, Volter, Chaw, Nazım, Orhan Veli,Yaşar Kemal, Mustafa Kemal,
Karacaoğlan, Veysel, Mevlana, Neyzen, Mehmet çetinkaya, Feyyaz
Gül olurlar, edimleriyle anılırlar.
Hiçbir isim bu ölçütten
soyutlanamaz.
Soyutlanırsa varlık olarak anılacağı için, yine hiçbir
insan bu yolu seçmez. Ayrıcalığın ayrımına varılsın ister. Bu,
olmazsa olmaz evrensel bir istencedir. Kişiliğin yine toplumca saygı
gören yan ürünleri de vardır; sarhoşluk, hovardalık,
yalancılık, uyumsuzluk gibi. Volter iyi bir örnektir, Dali,
Pikasso, Ruso ve diğerleri. Ama bir Volter varki, Fransızların ve
bütün dünyanın aydınlanmasına örnektir.
Bunları size neye yazıyorum biliyor musun? Senden
vazgeçemediğim
için...! İyi bir şairsin, ayrıcalıklısın, duyarlısın, gereklisin.
Şu benim sıfatladığım kişiliğe saygın yok. Kendinle çelişik
iç mantığından uzak yaşıyorsun. İnsan nasıl olunur biliyor
musun? Her haltı karıştıracaksın ama iç mantığını da beraber
getireceksin. Yaptığına inanmak mecburiyetindesin. İnanılır ama
inanılmaz... Ama bir mantık getirmen kişilik gereğidir.
örneklenirse: içiyorum ama gerekçesi var, mantıklı
olması şart değil. Birahanede dayak yiyorum, bir mantığı olmalı.
Birilerinden ödünç aldığım parayı geri ödemiyorum
bir mantığı (sana görece olsa da) olmalı. Diyeceğim şu ki:
özbenine karşı hiç yenik düşmemelisin. Yenik
düşersen önce kendi gözünde kendin
küçülürsün. Bu da birkaç
türlü intihar demektir. Feyyaz'lar ölmemeli. (*)
E. Aydın, 23Nisan1996
SAYIN DOST.
Bugün Sevgi'den mektup aldım. Zaftaki kıymetli
betiyi taşıyan
dizayndan onur duydum. Yorgunluğunuzun sınırlarını,verdiği
üzgüyü, sevgiye çevirerek.
Keşke bilgisayarınıza bir yazıcı alsanız da, daha az
göznuru emek
çekebilseniz.! Belki daha sık yazardınız. Bana email, fax
önerisinde bulunuyor, daha hızlı, daha az doyurucu
yazıları anımsatıyorsunuz. Ben keşke daha yavaş, dostu daha uzun
düşünebilecek sistem bulabilsem, en azından elle yazıyı
deneyemediğim ezikliğini duyumsuyorum.
Bir dava kazanmak insanı kazanmak değildir. Gurk
tavuğun bastığı civciv
ölmez özdeyişinden hareketler galiba seni biraz incittim.
Sanatın moda olanını yaşıyoruz. Modanın her getirdiğini denemeğe
kalkarsak kendimizi anlatmaktan yoksun kalırız.
Sizin gibi, daha birçokları gibi, kişiliğe yönelmiş,
kanıtlamış kişiler, yön değiştirmeğe kalkarlarsa tekrar
amatörleşirler ki ömür buna yetmeyebilir diye
düşünüyorum.
Sizi tanıdığımda, öğrencilik
çalışmalarınız dahil, burada
yaptıklarınızın fotokopilerini çektirip yollamağı
düşündüm. Ama bunun kime, neye faydası olabilirdi,
belkiyi davayı kazanırdım ama neye yarardı.?
Araştırmalar yapabiliriz ama ki, çok
araştırma örnekleri
göndermiştin bana. Dahası ben de aynı yolla güzel
sonuçlar alıyordum. Senin denemelerden biri, bu gün ciddi
bir kitabın kapağıdır.
Denemeler yapınız. Duygularınızı arayınız. Ama
karamsarlığa kapılmayın.
Diplomanız ve bu gün çalıştığınız orun sizin resim
yaptığınızı kanıtlıyor.
Benim konum; iyiyi modada aramayın demeğe gelir.
Sanat sevgidir. Severek yaptığın herşey koşulsuz sanattır. İyidir,
kötüdür, o sanatçının güvenine bağlıdır.
Sanat tarihine bakarsanız örnekler çoktur. İnsan
ömrünü aşan değerler.!
Ama gerçek sevgiye doğru git diyor Ethem.
Resim öğretmeni, iyi görmeyi ve
gördüğünü
doğru çizmeyi öğretir. O da her öğrencinin gelecekte
seçeceği dalda başarısını etkiler.
Resim öğretmeni en iyi resim yapar diye bir sav
yoktur.
Sanatçının kendisi de henüz iyiyi
aramaktadır. En iyi
taaaaaa yarınlardadır.
Sayın eşinize ve size sevgiler saygılar.
Ethem Aydın, 30Ocak200I
SEVGİ HOCA
Uzaylının dünyamızdaki fotoğrafını uzun uzun
inceledim. Ben
biryerlerden tanır gibiyim. Bazı şeyler sordum. Yanıtı hınzır hınzır ve
de kozmoz kapsamlı bir gülümseme oldu. Maymun kardeşlerimize
benziyor.
Elini anlamlı bir şekilde ağzına götürüşü, İsmet
paşa gibi çok şeyler düşündüğü belli. Gazi,
O'nu Lozan'da delege olarak seçtiği zaman meclis ayağa
kalkmıştı. Ama bilindiği gibi başardı.
E. Aydın, 6Ağustos1996
SEVGİ HOCA
Bir alo'dan yola çıkarak yazı yazmak biraz zor geldi bana.
Artık çocukluktan beri ilgilendiğiniz oyuncaklara bir yenisi
eklendi. Ama bu kez oyuncak canlı. üstelik sizin elinizde
şekillenecek.
Geleceğin binbir türlü değişgenliğine direngen olacak. İşiniz
çok da zor. Sevgi ise zorları kolay etmesini bilir. İyi
yolculuklar selami. Gözünüz ve gözlerimiz aydın
olsun.
E. Aydın, 3IMart2002
BİR ZAMANLAR KARTALDI: NEBİOĞLUNUN
YöNETİMİNDE BüTüN
DüNYA
Dergiler, kitaplar, bütün yayım ve
yapıtlar
övgülerden çok yergilerle büyürler.
Bu çizgide hoşgörünüze
sığınarak konuşmak
istiyorum.
Geçen gün kitapçı vitrininde,
geçmiş
yıllardan aşina olduğum "Bütün Dünya" ya rastladım,
aldım.
Bu başlangıçlarda hep böyle olur. Türkiye'nin otuzbeş
seçkin beyni yan yana geldiler. Zavallı Nebioğlu'nun hemen hemen
yalnız başına, binbir güçlükle çıkardığı aylık
derginin gizil gücünü yakalayamadılar. Haklıdırlar.
Hücreyi en ince detayına kadar biliyoruz, ama canlılığı
yakalayamadık.
Fotoğrafta Coşkun Acar, reklamda Aynur Keskin, Pınar
Kızmaz, doğrusu
iyi çalışmışlar, dergiyi baştan sona doldurabilmişler. Kutlarım.
152 sayfada 50 reklam, 100'ü aşkın fotoğraf,
yazılar ise cılız
kalmış. Belkide dizayn hatası, psikolojik de olabilir.
Dergi mi, kitap mı, almanak mı, magazin mi, turizm rehberi mi, bir
karar vermemiz gerek?. Ayrıca bir yıllık dergi birikimini ciltlemeyi
düşünürsek; Hem ağılık, hem ebat olarak sevimsiz ve
kullanışsız bir ölçüye ulaşılacak. Dergi
yüksekliği; 7 cm, ağırlık 2.10 gram. Oniki ay olarak ; kalınlık
8.5 cm, ağırlık 2.600 gram.
Bana göre bu kitabın dergi olabilmesi için neler olası:
a Kağıt gramacı düşürülür.
b Reklamdan vazgeçilir yada çok azaltılır. Eski
bütün dünya dergisinin reklama gereksinimi olmamıştı
c önemli tarihi olaylar özel sayı olarak verilmeli.
ç Atatürk özel sayısı, Kapadokya özel sayısı,
iller özel sayısı, Turistik yerler özel sayısı (mitolojiyle
birlikte)
d Sanat olarak fotoğraf özel sayısı
e Medya, siyaset, kapitalizme özendiren moda grafikler azaltılarak
veya kaldırarak, çağdaş çeviriler, felsefe dahil, yer
verilmeli.
f Bütün dünya bir gazete değildir. Dar açılı
güncel haberler yerine, bu seçkin kadronun seçkin
aktif yazılarını bekliyoruz.
g Güzel sözleride iyi seçmek gerek, çağ dışı
kalanları vardır. Dillerde sakız olmuşları vardır.
Beni okuduğunuz, çöp sepetine havale etmediğiniz
için teşekkürler, Saygılar.
E. Aydın, 12Eylül1998
İHSANCIĞIM
Fransızların bir özdeyişi vardır: "arkadaşlık
dostluğun
başlangıcıdır". Şimdi biz beti arkadaşıyız, daha başlardayız. Yine
bileceksinizki insan sürü malı değildir. Farklı olmak, farklı
üretmek, farklı düşünmekle amaçlı, sorumludur.
Atatürk'ün İnönü, Tonguç, Hasan Ali
Yücel, Namık Kemal, Aziz Nesin, Nazım, daha birçokları,
ideodaki isanı, farklı düşünmüş, yalnız insanlardır.
Büyük insanların sayısını istediğimiz
kadar
çoğaltabiliriz. Ama hep yalnızdırlar. Düş ve
düşünce ürünü böyle çoğalır.
Bilgileri öğreneceğiz. çarpan tablosunun matematik
olmadığını, perspektifin resim olmadığının ayırımında olarak..!
üç nedenle size hemen ısındım, sayıyorum, seviyorum.
Mastürbasyon, yani telefon iletişimini
denemediniz. Hem de, o
güzelim yazınız, göz nuru ve emeğinizle beni onurlandırdınız.
Türkçeyi iyi kullanıyorsunuz. Aynı diplomayı almış kişiler
arasında farklısınız.İnsanı, insanları, onların tabanda
çöreklenmiş sorunlarını
sorguluyor, önermelerde bulunuyorsunuz
Sevket Yücel'i de tanıyorum, seviyorum, ama
yazmak için
sizi seçtim. Seçkim sanal olabilir, Ethem Aydın
övgü silahını kullanmış olabilir. Sınırınızı siz
belirlersiniz, savunduğumuz sürece, o sınır sizin sınırınız olur.
Siz,iyi bir öğretmensiniz. Zamanınız kısıtlı
olur. Ekonomik olmak
da durumundasınız.. Yanıt beklemek koşulum yok.
Birey, karşısındakini kendi ölçütleri
çizgisinde düşünebilirse, yaşam daha gerçekci,
dahası güzel olur. Sizi tekrar kutlar, öperim. Yolunuz
düşerse beklerim.
E. Aydın, 24Nisan2000
SEVGİLİ DOST
Sen bir atom çekirdeğinden farksızsın, öylesine zincirleme
ve nükleer çıkışların var ki, düşünceye bile
sığmıyor. İzotopların, nötronların, pozitronların tanıdığımız
yörüngesel çizginin çok çok
açığında seyrediyor. Birde demiyor musun beni karıştırın. Seni
karıştırmak için senden daha deli, senden daha
yörüngesel olmak gerek. Şidi daha iyi anlıyorum, seni işleme
sokacak henüz hiç bir pota yok. Ben şimdi soruyorum, sen
hangi ata oynuyorsun?. Şiirsellik var, resim var, ispiritüel
enerji var. İnsanlık dört dörtlük. Bu
güçlerin hepsini birden arenaya bırakınca, gör neler
olur. Azgın boğa geliyor, matadorlar köşe bucak kaçıyor.
Şimdi senden bilhassa ricam şu: Bir veya bir kaç çizgide
kanalize ol, insanların seviyesine in, onları da yanına alarak
yürümek daha kolay olur. Yoksa insanlar seni karıştırmaktan
hep korkarlar. Hele senin buluşun olan simgeler var ki, üzerine
kitap yazılabilir. Şiirlerini derli toplu ve saklanabilir nitelikte
yaz, çok güzel atmosferi var. Duyguları paylaşabilmek
için mektuplarında sadeliği seç, bir önceki mektupta
yazılan konularla eleştirel bağlantı kur, yazılanları sorgula,
fikirlerini ortaya koy ki, her mektubunuz bir bağıntısız muamma
olmasını önle. En zor şey kişinin kendiyle barış içinde
olmasıdır, şimdi olduğu gibi hep barışık kal. Böylece hiç
bir yalnızlık sizi korkutamaz. Herkes kendi çukurunda demet
tümcesinde bir demet düşle ama, her türden kurulmuş bir
demet.
Seni kendimde duyuncaya kadar öperim. Eh ondan
sonra radyasyon
beni yok ederse ne yapayım doğrusu değer.
E. Aydın, 28Kasım1992
SEVGİLİ DOST.
24Nisan2000 de sizin mektubunuza bir yanıt
hazırlamıştım. Birtakım
gerçek, tabanı yere basan övgüler de yazmıştım.
Güzel bir rastlantıyla görüştükten sonra
yazdıklarımı yetersiz buldum. Şimdi de bu dolu dolu öğretmen
kimliğine hangi övgüler bağlamında yaklaşacağımı bilemiyorum.
Bana öylesine övgüler
üretmişsinizki, duraksamakda
haklıyım. Bu yazın dili, özbedenle sözbeden arasında
inanılmaz farkın, çekim alanında git geller yarattı.
Bir kadeh içtim (mektup okudum anlamında),
dalgalanıyorum
ben,yeni yeni sevdalanıyorum ben.
Evet... inanıyorum, insanın insanda
çoğaldığına....!
Sözvgüler beni fazla üzmez. Ama
övgüler
pırlantadır. Mücevherdir. Benim onları koruyacak öylesine
muhkem bir korunağım yokki....
Evrimler var, devrimler var. Onlar yavaş yavaş değil
midir?
Vitaminlerle hormonlarla süreci değiştirebilir
miyiz?
Daha dün biz maymun kardeşlerimizle oynaşırken,
şimdi okullu
olduk, sınıfları doldurduk.
İhsancığım, şimdileri biz, ideodaki insana doğru yelken açmış
kürek çekiyoruz. Yekesiz, bu da bir geçek değil mi?
Deniz dalgalı, ufuk alaca karanlık, sıcacık bir yürek, boralar
kadar güçlü soluğumuzla, DonKişot örneği
yollardayız.
İyi yolculujklar Selami....!
Bana yazdığınız betimlemeyi sevdim. Sizi sevdim.
Böyle bir dostla
kim övünmezki. öperim. Sağlıcakla kalınız
E. aydın, 27Kasım2000
CUMHUR
Sana bu mektubu getiren çocuk Kars'tan
Adana'ya iş aramaya
gelmiş. Aç kalmış, çöp toplayıp satmaya soyunmuş.
Ben onu, çöp toplarkenki ayrıcalığından tanıdım.
çağırdım, sabah kahvaltısını beraber yaptık. Ben de ilk
öğretmenliğime Kars'ta başladığım için olacak; ilgilendim,
konuşturdum.
Kars'ın bir kasabasında ortaokulu okurken,
teröristler
köyü basmış, okulu yakmışlar. Güvenlik sorunundan ailece
dağılmışlar, büyükler İstanbul 'da iş bulmuşalar, bu da oraya
gitmek ister, ama bir türlü yol parasını doğrultamaz. Bana
anlattığı böyle ama, gerçeklik payı hissediliyor.
Daha önce duvarcı ustası yanında
çalışmış, ama Adana'da iş
bulamamış. Bulsa da sıcaktan çekiniyor olsa gerek.
Eğer, denemek istersen bekçilik, ayak işleri gibi işlerde bir
bakarsın. Kars'ın insanları saf, temiz, sadık olurlar, eğer
kullanabilirsen. Bu çocuğun yüzü bana bunları anlattı.
Bir bak, işine gelirse kullanırsın diye yazmayı
uygun buldum.
öperim.
(Editörün
Notu: Ethem Aydın, çöp toplayan
22 yaşındaki bir delikanlıyı Istanbul'da okutmak istemişti. Oğlu Cumhur
Aydın'ın yardımıyla bir iş bulmuş, (*) Canbulat ismindeki bu
çocuğa kolkanat germişti. Aşağıda yer alan 4 mektup bu
çocuğa yazılmıştır. Aynı tarihlerde bilgisayarına şöyle bir
not düşmüş: Bugün Kars'lı (*)'yi İstanbul'a yolladım.
Cumhur Aydın'a uğrayacak. (*) iş arıyor. İnşaata çalışmak
istiyormuş. Yaşı 19askerliğini yapmamış, bir işe yaramasını istiyorum.
30Haziran, 1998)
Ethem Aydın, 29Haziran1998
CANBULAT
Senden daha küçükken ben gurbetlere
çıktım.
Yalan da söyledim. Belki çaldım da. Ama
her şeyi yarınları
düşünerek yaptım. Böylece okudum. Bu günlere
ulaştım.
Sen ise, nerden geldiğini, nerelere ulaşmak istediğini
düşünmüyor, bilmiyorsun. O senin aldığın maaşı, hala
alamayan ev geçindiren amele, memur, işçi var.
Anlattığına göre, seni çöplükten koparmak,
insanlar arasına karıştırmak bir sorun olmuşki, hala dönderip
dönderip o günlerdeki halinden dem vurup, suçluluk
duyuyorsun.
önemli olan bundan sonrasıdır. Şu halinle eline
milyarlar
geçse neye yarar. Ama bugünki, senin yerine gelmek isteyen
çok insan var. Cumhur gibi bir iş sahibin, benim gibi bir
koruyucun var. Eğer sen vefakar, kanaatkar olabilir geleceği
görmeğe çalışırsan, rahatça okumuş, üniversite
bitirmiş, ev kirası, yiyecek parası ödeyen kişilerden daha iyisin
ve sonraları daha iyi olmağa namzetsin.
Vicdanınla başbaşa kalıp, benim gibi
düşünebilirsen; bu
gün başlamış olduğun okulun değerini bilirsin.
Yok daha çok kazanabilseydim, memlekete bir
gidip bir
gelebilseydim deye deye çöpçü ile olunmaz.
Hem bana, "köyümüz yandıktan
sonraevimiz dağıldı, bir
kısmı Istanbul'da" dememiş miydin? Bakıyorumda, arka iz'in, ön
izini tutmuyor.
Bu kadar zahmetli günler geçirmişsin.
Ama hala çocuk
gibisin. Kişilik kazanmağa çalış. Yanardöner olma. Şimdi
güvencedesin. Koruma altındasın. Hala sokaklarda sabahın
köründe sürten gencecik insanları düşün. Bir
de kendini.
Cumhur bey'den okuyacak kitap, yazacak kağıt kalem iste. O'nun
çocuklarında vardır. Azarazar oku ve yazmağa çalış. Yazın
güzel. Anlatımın hala oluşmamış. Sen bir gün büyük
adam olacaksın. Büyük düşünürsen seni
gören olur.
Cumhur ağabeyinle herşeyi konuş. Ama akılcı ol.
O'ndan korkma. O doğru
lafları da dinler, sever.
İşlerinde başarılar diler, öperim
öğretmen E. Aydın,
15Eylül2000
MUHTEREM KARDEŞİM CANBULAT
Ben ilk göreve Kars lisesinde başlamıştım. Kars
'lılar için
iyi izlenimlerim olmuştu. Candan, mert, cömert insanlardı.
Bizim gibi gurbetçilere, yemez yedirirlerdi. Giderken de
arkasından gözyaşı dökerlerdi. Benim Kars'tan ayrılışımda,
Vilayet, öğrenciler ve esnafların ilgisini hala anlata anlata
bitiremem.
Geçen yıllarda, gazetede Kars Satılık diye
bir yazı okumuştum,
çok üzüldüm, hükümette
üzülmüş olacak ki, cümbür cemaat Kars'a
gitmişlerdi, ben de gittim, çok güzel konuşmalar oldu.
Başbakanından, bakanından, sanayicisine kadar hepsi, karşı kalkındırma
için söz vermişlerdi. Bilmiyorum faydası oldu mu?.
(*)'yle Adana da tanıştık. Seni okutayım dedim,
yaşının büyük
olduğunu söyledi. Görünüşe göre iyi bir
çocuk. Neden gurbete düştü, bilemedim. Askerliğini
yapmamış olduğu için, oturuşkun bir işe yerleştiremedim.
Şimdilik İstanbul'da. çalıştığı yer, sigorta yaptıramıyor,
askerlik için. Askere gitsin dönsün sonra konuyu bir
daha beraberce düşünelim. Ne iş yapıyorsun, kaç
çocuğun var, onlar okuyorlar mı, geçim durumun nasıl,
yazarsan sevinirim.
Kars'tan buraya postayla kaşar peyniri yollamak
zahmetine katlanmışsın.
çok teşekkür ederim ama büyük külfet olmuş
size.
Mektup yazarsan sevinirim, selamlar, selamlar Kars'a.
E. Aydın, 5Ekim2000
SEVGİLİ CANBULAT
Mektubunu dikkatle okudum. Ezilmişlik iliğine işlemiş. Aklın fikrin bol
parada. Hesaplarını hep para üstüne kuruyorsun. Bense, seni,
olman gereken çizgiye çekmek için yanındayım.
üstelik düşüncelerin, hayalin hepten tutarsız. Tutarsız
bulduğum olaylar:
1. Kış günü araba yıkamağa soyunmak, bana göre,
ölüme, hastalığa soyunmak olur.
2. Askerliğini yapmadan tutarlı hiçbir iş kurulamaz. Eğer
düşüncelerinde içtensen hemen askerliğe başvur.
3. Şimdiye kadar kimlerle beraber oldun çalıştınsa hep hakkını
yediklerini, paranı çaldıklarını, kimliğini çaldıklarını
söylüyorsun. Bunların hepsi uydurma. Ben seni tanıyorum.
Aklın başında. Aptal değilsin. Bön değilsin, şaşkın değilsin.
Neden hep başına bu tür işler gelsin? üzülüyorum,
ama inanmıyorum.
4. 22 yaş az değil. Bu, senin başına geldiğini konuştuğun olaylar on
yaşındaki çocuğun bile başına gelemez.
Ben sana yol gösterebilirim, ama para, sermaye veremem. Emekli bir
öğretmenim. Demekki ata sözünün anlattığı gibi:
akılsız başın cezasını hep ayaklar çekermiş.
Seni sevdim. Başarmanı istedim ama yararlı olamadım.
E. Aydın, 17Aralık2000
SEVGİLİ (*) CANBULAT
Benim yazdıklarımı yanlış diyorsun. Ben yanlış ve yalanı hiç
kullanmam. Gereği de yok.
Ben, düşmeğe meğilli olan bir uçağı nasıl kurtarırız diye
düşünüyorum. Sen ise haktan haksızlıktan bahsediyor,
haklılığını kanıtlamağa çalışıyorsun. Haklı olsan ne yazar? Ne
kazanırsın?
Yazılarımda hep seni düşünüyorum,
senin sorunlarına dil
döküyorum. Sence yazılanlar hepten boş muydu?
Askere git diyordum. İş başlamak için askerlik şart. Kış
günü araba yıkamak senin sağlığına zararlıdır.
Fakirkimsesiz adama önce sağlık gerekir.
Kusurun çok. Henüz çocuksun. Olabilir... zamanla
düzelir..
Sende bir cevher gördüm, yardımcı olmak istedim. Şimdi
suçlu arıyorsun. Bu da hata. Yaşlıların görevi budur.
Aklını kullanır dediklerimin birincisini yapar, askere gidersen beni
anlamış olursun. Yoksa her şey bağlar gazeli... Eylül'de,
Aralık'ta, Ocak'ta yazdığım mektupları oku ve sakla.
Sen Adana'dan akşam trene binmek için benden ayrıldın. On
gün Adana'da kaldın. Güya bana gözükmemeğe
çalıştın. İstanbul'a bir ay sonra vardın.
Demekki ben bunları uydurdum. Hepsi yalanyanlış
dersem için
rahat mı olacak. Sana neyi kazandıracak.
İşlerinde başarılar dilerim. öperim.
E. Aydın, 22Ocak200I
(*) CANBULAT' CİĞİM
Her insan kusurlu doğar. Sonraları yaşamın
gerçekleriyle
karşılaşınca, yavaş yavaş topluma uyum sağlar. Sen de zamanla beyefendi
olacaksın.
Etrafında o kadar büyük tehlikeler
dolaşıyor, sen de o kadar
gözükara gidiyorsunki... deme...
Fakirlik suç değil ama fakirsin, fakire suç yüklemek
herkesin kolayına gelir. örnek: bir arabada çanta
çalınsa, ilk hatıra gelen çalışanlardan birisini karakola
çağırırlar. O da sen olabilirsin.
ölüm, kime yakındır? Hastaya yani kimsesize.
İstanbul kanunsuz adamlarla dolu. Hep aranıyorlar.
Hırsızı var,
teröristi var, kürdü var, İran'lısı var, Ermenisi var,
araba hırsızı var, katili var, binlerce suç işlemiş insanı var,
esrar kaçakçısı var, adam kaçıranı var,
kapkaçcılar var, hepsi işsiz, avare. Kars'tan, Van'dan,
Şırnak'tan gelmiş, hepsi de kolay kazanç arar. çok olan
bir aramada, Ali'yi karakola götürseler güme gitmen an
meselesi. çünkü, yaşın genç, belli bir işin
yok. Asker kaçağısın. Gurbetçisin. Seni kim kurtarır?
Hayatın söner, ellerin yerinde hapislerde
çürürsün. örneği o kadar çokki...
İşte ben seni böyle rastlantılardan kurtarmak
için
çöpçülükten ayırdım.
Dahası, seni okutmağı da ben teklif ettim. Sen
yanaşmadın.
Ben sözümü tutardım. Okutmağı
göze alabilirdim.
çünki seni sevdim. Geleceğini kurmak istedim.
Benimle laf yarıştırma, yalancı, doğrucu gibi....
Gençsin, çocuksun beni anlayamıyorsun.
Olabilir.
Yapabileceğin ilk ve en iyi iş orduya sığınman,
askere yazılmandır.
Sonrasını da sonra düşünelim.
Kafanı kullan. Ben senin dostunum. Bunu unutma. İyi
olmanı isterim. Ya
askere ya köyüne katıl. öperim.
(Editörün Notu: Bu
eseri matbaaya teslim etmezden
birkaç gün önce Canbulat'tan Ethem Aydın'a yazılmış
bir mektup elime geçti. Canbulat, HataySerinyol'da 121.inci
Jandarma alayında askermiş)
E. Aydın
SABANCI DOST
Artık bakıyorum da tarlayı iyi sürmüyor, toprağı
derinlemesine kabartmıyorsun, ama tohum yine de dolgun. Derin sevgiler
yılda bir de olsa bir başak, bir çiçek veriyor, bize buna
da yetinmek kalıyor. Dekan ve rektör olacağın güzel
günlere, sağlık ve afiyetler içinde mutluca ulaşalım.
Memleket ve millet bundan binlerce fayda bekliyor.
Ailece mutluluklar diler, öperim.
E. Aydın
SAYIN BüLENT ECEVİT
Sizi ilk tanıdığım zaman İsmet Paşa ile karşı
karşıya gelmiştiniz,
tezinizin gücü, halka dönüklüğü Ecevit'e
dolayısıyla Türk insanına Paşaya rağmen şans tanımıştı. Bu şansı
öylesine güzel kullandınız ki, tek umut Ecevit durumuna
geldiniz. Karanlık labirentlerden geçiyorduk ulusca. Ama
başımızda Ecevit var diyor, paniğe kapılmıyorduk. Bindokuz
yüzyetmişdörtler bir peri masalı gibi yüceltilerle gelip
geçti. Daha bundan daha karanlık günler geldi. Sizin
kiplikten çevirinizi okuyarak, ayın karanlık yüzündeki
aracımızla bağlantımız kesik ama hep umutla bekledik. Zira lider
kişiler dünyamıza sık sık gelmiyorlar.
Evli evine, köylü köyüne
Türk kaosu tekrar
şekillenirken Ecevit bir yalnız adam rolünü seçti,
direndi direndi, direniyor.
Bu direniş Türk halkının anlayabildiği bir direniş değil,
amaç demokrasi olduğuna göre, demokrasinin çok
seslilik olduğuna göre, bir mozayik olduğuna göre,
niçin çekirdeğe dönmüyorsunuz? Bir birey
olarak, sade vatandaş olarak, kırılmış, yıpranmış alatlarınızla, şiirde
önerdiğiniz temaya uyarak bir adım atınız, insan Ecevit'i aşınız.
Bu Kadir şinas ulus sizi anlıyor, sizi seviyor, size her zamandan
çok gereksinimi var, şu veya bu kişiler nedeniyle niçin
ayrı baş çekiyor, bizleri umutsuz bırakıyorsunuz?.
Totaliter yapılarda bile esneklik ön
görülürken,
siz soylu bir sosyal demokrat olarak niçin kendinizi
aşamıyor sunuz?
Türk halkı sizi ağzından bal damlayan bir filozof, bir diplomat
olarak değil, eylemci, kurtarıcı bir lider olarak görmek istiyor.
Biliyorsunuz demokrasilerde çare tükenmez, yeterki bir defa
için kendinizi aşınız.! Sizi Paşanın karşısına çıkaran
umutlarınızı, bir kaç baldırı çıplağın karşısında
yitirirseniz, tarihin sizin içinde diyeceği olumsuz yargılar
bizler içinde bir yazgı olarak, kötü bir yazgı olarak
gelecek nesillere aktarılacaktır.
Sıradan kişilerin iktidar olmasından ellili
yıllardan beri neler
çekildiğini hemen hepimiz biliyoruz. Artık sıradanlık
gücünü yitirmiştir. Kalite ve liyakat zamanıdır.
örnek tek isim olarak sizden özveri bekliyoruz, bir sade
vatandaş olarak çoğunluğun içine karışınız, üst
tarafını kadirşinas Türk halkına bırakınız, yoksa sağdaki sinsi
gizil güç, korkarımki ülkeyi, otanması olanaksız
bilinmezlere sürükleyecektir.
Türkiye'de sol güçlüdür,
ama dağınıktır,
derleyici toplayıcı bir lidere gereksinimi vardır.
Saygılarımla.
E. Aydın, 27Eylül1993
SAYIN KARAYALçIN
Benim kanımca, S.H.P sosyal devlet kavramını ele
almalı, enine boyuna
tartışmalıdır. Bir özelleştirme furyasıdır gidiyor. Her
özelleştirme de tuzu kuruların daha bir serpilmelerine, bir
başka deyişle kapitalizmin hizmetine sunuluyor. Bu gidişle para
karşılığı olmadan, sade vatandaşa hizmet götüren kuruluş
kalmayacak. Yine bundan böyle, devlette kapitalizmin hizmetine
verilecek, (Millet mozağini oluşturan orta ve alt tabakadaki türk
insanı, kültürel yapısını nasıl koruyacak?). Vurucu bir
anlatımla, sınırları bekleyen asker, zenginin paralı elemanı mı olacak?
Onun için mi ölecek? Para bir çok şeyi edinmeye
yetiyor ama, milli akideyi satın almak olanaksız.
Bu düşünceleri devlet başkanına yazamayız,
onlar için
akidenin değeri yoktur. Ama Türkiye Cumhuriyet'nin sorumluluğunu
üzerinde taşıyan bir S.H.P bu basit hesabı yapmalıdır. Nerede
devlet büyük çaplı bir yatırıma girse, hemen
çevresi Sabancı'lara, Koçlar'a satılıyor. Nerede toprak
reformu, nerede dar gelirlinin çıkarları paralelinde bir atılım?
Bu yürekliliği gösteremeyecekseniz, Türkiye'nin
geleceğine bir sünger çekelim gitsin.!
Bugün Büyük Şehir Belediyeleri'nin
başında bulunanlar
hiç ama hiç halktan yana değiller, ona hiç
danışmıyorlar, onu hep dışlıyorlar. Yoksa bu millet iyi şeyleri sever,
iyi şeylere layık.
Güney ve Güneydoğuda olaylar yürekler
acısı, milleti tem
edenler çocuk sorumsuzluğu içinde düpe düz
yalan söylüyor, yanılgısını yeniliyor, yitirdiği
güvenilirliğini bir daha yitiriyor.
Murat bey, sosyal demokrasi yüceltisi olan bir
ideodur.
Samimiyetin, özverinin, gerçeklerin etrafında
kendiliğinden çekirdek yapar, mıknatıs özelliği vardır,
çekirdek sağlam bir küçük çekim bulursa
çığ gibi büyümeye alestedir. S.H.P'nin
küçülüşü işte bu nedenlerledir. At sineği
örneği, kuyruk altına sokula sokula çekim
gücünü yitirdi, yitirmektedir. Ellili yıllardan beri
Cumhuriyet yara alıyor, askerin ayak seslerini onun için sık sık
duyduk ve duyacağız.
Eğer sosyal devletin tezelden sorgulamasını yapıp
yeni ve
güvenilir yapılanmaya gitmesseniz vebaliniz büyük
olacak.
Sevgiler, saygılar. Beni okuduğunuz için teşekkürler.
Benim içinde yaşadığım sosyal demokraside
halkın sesi
dinlenirdi, yanıtta verilirdi. çöp sepeti fikirlerin ilk
durağı olmazdı.
E. Aydın
SELAHATTİN DUMAN
GENEL YAYIN MüDüRü
Şimdiye kadar bu ekip nerede idi? Aydan mı,
yıldızlardan mı geldiniz?
Bir avuç özveri sahibi genç,
küçücük bir alanda oturmuş, ne kadar güzel
dans ediyorsunuz.!
öyle yerlere enjektörü batırıyorsunuz
ki, hantal,
nasırlaşmış bünyeler bile kıpır kıpır kıpırdırıyor yazılarınızla!
Devleti yönetsin diye seçtiklerimiz, o kadar yetersiz,
gereksiz kalıyorlar, halkından o kadar uzaklaşmış kişiler ki, sağduyu
sahibi herkes şaşkınlık içinde. Bizi nereye
götürüyorlar? diye.
ön sezilerimiz kasaplık koyun gibi kanar
yolunda olduğumuzu da
duyumsuyoruz. Meğer Mustafa Kemal ne kadar
büyükmüş, şimdi daha çok anlaşılıyor!.
Can Pulak bir donkişot kadar cesur, ama bir
düşünür
kadar da Munis çelebi. Meriç köy Atası gencecik
yapısıyla, deneyimli bir bürokrat. İlker Sarıer ne kadar
güncel, okuduklarını düşündüklerin, nasıl da
günlük akışa adapte edebiliyor! Lütfi Oflaz geliba
hiç uyumuyor.
Necati Zincirkıran zaten zinciri kırmış. Hele hele,
o tüketici
köşesindeki çıtıpıtı kız Canan Orbay, başından
büyük işler kotarıyor. El hasılı hepiniz bir yaylım ateşi
açmışsınız, atıyor atıyorsunuz dum...duuum, dum. Atış serbest
demişsiniz gibi. Hep de hedeftesiniz tam isabet!.
Tipik bir manga savaşı. Ahmet, Mehmet, ben iresi
sıçrıyorum,
bana mukaat ol deyip pırlıyorsunuz. İşte Türk insanı
böyledir, vatanı da böyle kurtarmadık mı?
Yalnız garip bir şey oldu, benim
ölçütlerim bozuldu,
sanıyorum ki, gün yirmidört saat. Gündeki bu hinterlantı
görünce kafam karıştı. Elim tuşlarda, gözüm yaşlı.
Ne olur ara sırada, tutarsız şeyler yazın da, kötü ruhların
gazabından korunmuş olun.
çocuklar dayanınız, iyi yoldasınız, bu asil milletin sağ duyusu
sizlerde.
öperim.
E. Aydın, 9Ocak1993
DOĞAN DOST
Doğuşlarda ölümlüdür.
çiçeklere pek
benzerler, ilgilenilmez, zaman zaman yeni ilmikler atılmazsa, susuz
kalmış gibi solar kururlar.
Ben bundan sebep olaya yeniden doğuş diyeceğim
Mektubunuzu alır almaz, yanıt için davrandım,
kendime sormadan
da edemedim. Neden? Epeyce araştırdım, uzunca da
düşündüm, kendimi aşağıladığım da oldu. Ama
gerçeği gizleyemeyeceğim, yazıyorum.
Ben süzme bir idealistim, hayalperestim,
kurduğum hayaller bana
hız verir, görüş açısı verir. Bu, İspanya'da şato
kurmak olsa bile mutlu olurum. Eğer böyle olmasaydı, elinizde
üç telli bir fırça, aylar yıllar boyu
düşlediklerinizi, esinlendiklerinizi boyamaya devam edebilir
misiniz? üç beş senede bir sergi açacaksınız da,
beğeni olursa bir kaç resim satacaksınız. Bu aptallıktan
başka nedir?, perspektifimi değiştirirsem.
Ben ve birçokları boyayla uğraşır, hepsi de
kendilerine
göre birşeyler ortaya koymaya çaba verir. İnançla
farklılığı arar, farklı olmaya çaba verir. Beni ele alırsak,
koca sanat tarihinin içinde, kimseye sürtünmeden
yürümeye çalışıyorum, böylece o kadar zorlanıyor,
o kadar duraksıyorum ki, bilemezsin? Hac yolunda ölmeyi yeğleyen
kaplumbağa gibiyim. Bundan önce ortaya konmuş özgün
eserler, ancak bana esin kaynağıdır ama onlara benzemek asla.
Yazmaya iten bir diğer nedene gelince: Siz iyi
arklıyorsunuz,
insanların soyut kalıcılığı, galiba bu özellik olsa gerek, aslında
okullar bunu, ilk önce alfabe gibi kişilere öğretirse,
toplumda anlaşmazlıklar önlenir. İletişim kolaylaşır. Zira bizler
karşımızdakini konuşturmadan genelde karar veririz.
Neşri hoca, iyi taş atardı, silah kullanırdı,
okurdu, saraçlık
bilir, dikiş dikerdi, hovardaydı, içki içerdi, çok
iyi bir artistti,.... Bu benim gözlemlerin içinde olanlar,
kim bilir daha neler nelerdi.?
Bilirsin biz 29 sene laftan ekmek yediğimiz
için, lafa bayılır
zamanı körleriz. Bu düşünceyle mektubu kesiyorum, yoksa
dağarcık tıka basa dolu. özet olarak demek gerekirse, Doğancığım
çok büyük adamlar ölmüşler, meydan biz
çakallara kalmış. Bir Nadir efendi, bir Yaver efendi, bir
Müderris hoca, Asri hoca, daha binlercesi...
Seni kucaklar, işlerinizde başarılar dilerim. Dostlara selam.
E. Aydın, 14Mayıs1990
DOĞAN'CIĞIM
Mektubumun içine bir çakal
sözcüğü
düştü. Bunu yadsıyacağını biliyorum. Mut'un tanıdığımız
sakinlerini göklere çıkardıkça, biz
küçülürüz. O zaman sormak gerekir, bizler
küçük müyüz?. Hayır dostum, biz
küçük değiliz, bizlere Mustafa Kemal gibi bir kişi
gelip olayı ve önemini kulağımıza fısıldasa o, meth ede ede
bitiremediğimiz kişiler bizlere çırak olamaz.
Demek ki, onların avantajı Mustafa Kemal'li olmak,
bizimkisi de ondan
yoksun olmak!
Artık yapılacak bir şey kalmadı mı diyeceğiz? Buna
da kocaman bir
hayır. Bizler hazır lokma arıyoruz, dava adamı olmaktan nedense
kaçıyoruz. İstiyoruz ki, herşey (cukkadak) yerine otursun.
Sanıyoruz ki, herşey siyasetten, devletten
geçer. Buna kocaman
bir hayır.
1 üç imzalı bir dilekçe ile belediye reisi
Selahattin Aslan'a gidilse, Park gazinosu bitişiğindeki yer sınırları
çizilmiş bir amaç için istense, hayır mı denir,
yahutta münasip bir yer gösteremezler mi? Yaptınız da olmadı
mı?
2 Belli sicillenmiş bir vakıf veya kuruluş ismiyle bir kitap kampanyası
başlatsanız, hayır mı diyecekler?
3 Senden, benden, Sıtkı'dan biriken kitapları raflara dizseniz, bir
idare servisi kursanız, sessizlik sloganlarını duvarlara assanız, bir
kaç tane de satranç takımı koysanız, eksiksiz
günlük gazeteleri alsanız kasabalıya köylüye okumak
fırsatı hazırlasanız, memleketin ileri gelenlerine bir çay verip
dertleşseniz, derman isteseniz hepsi hayır mı der?
İlk kaynaklar için bankalar yardımcı olurlar, belli bir
düzeyden sonra, kaynak yaratma işi gelir ki, onu da, insan oğlunun
bulacağına inancım var. Yeter ki içten bir yaklaşım olsun,
organlaşılsın, inandırıcı olunsun, hala çare bitmemiştir. Sonra
sıra entegreleşmeye gelir. Kısa bir süre sonra yorgunluklar
övülesi hale gelir.
Yeter ki olaya siyaset bulaşmaya, halktan kopmamaya, ona hep inmeye
gayret etmeye özveriyle devam edile. öperim.
E. Aydın, 16Mayıs1990
DOĞAN'CIĞIM
Benim her mektubuma yanıt vermek zorunda değilsin,
böylece sizi
günlük işlerinizden soyutlamak istemediğimi vurgulamış
oluyorum. Ben biraz bolca yazarım, Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a,
Valiler'e, okuduğum eserlerin yazarlarına, gazetecilere. Bazen
dokundurmalar, bazen iğnelemeler, bazen övgüler yazarım.
Ben bir osuruğu cinliyim. Hoş da oluyor, bazen
içtenlikli,
öze yatkın ilişkiler de kuruluyor böylece. Bazen sizler gibi
duyarlı hassas kimliklerle karşılaşmak ne büyük kazanç
benim için.
üst düzey konuşmalardan, bir nevi elense
çekmelerden
zaman bulup sizinle özgeçmişimiz üzerine konuşamadık.
Siz dört beş kardeştiniz, birini de ben okutmuştum, şimdileri
kardeşleriniz nerelerdeler? lütfen yazınız. Biz ezik bir nesiliz,
gerçekte paylaşak çok şeyimiz olmadığı için,
paylaşacak bir şeyleri hep arar dururum çocukluktan beri. Uzun
Ali'nin ömer, Ali baba, topal Mehmet'in oğlu benim bu durumumu iyi
bilirler. Evden bandırma, şu, bu aşırır onlarla üleşirdim
de, sonra bir ton sopa yeme pahasına olurdu. Size imkanım
oldukça kitap yollamak isterim, çam sakızı çoban
armağanı örneği. Ancak lütfen nasıl eserleri okumayı
sevdiğinizi yazarsanız, durum yerindelik kazanır.
Geçen mektubumda ortaya koymaya
çalıştığım fantazya
için neler düşündüğünüzü de
yazınız. Bizde 1950'lerden beri idareler halka inmekten uzaklaştılar.
Onu hayvandan da aşağı tuttular, kullandılar. Bir köpeği bile
üç defa aldatırsan, artık o sana dostane bakmaz olur.
Bundan sebep halklar da üsttekilere sahtekar, desiseci,
üçkağıtçı olarak bakıyor. Söylediğine
inanmıyor, her iyiliğin altında bir bokluk olacağını sanıyor. Tipik iki
örnek vermeden edemeyeğim. Geçenlerde İstanbul'da, Aksaray
'dan erken saatlerde otobüse bindim, iki vatandaşta, henüz
gişeler açık olmadığı için biletsiz bindiler,
şöför bilet diye sıkıştırmaya başladıyınca ben onlara iki
bilet verdim, paraya davrandılar, hayır almam, bilet isterim dedim.
Nasıl olacak dediler. Bir başka seyehatte darda olan bir kişiye bu
biletleri veriniz dedim. Arkamda sırada yerlerine oturdular, biri
diğerine, bunda bir (*)okluk var ama seçemedim diyordu.
Seni kucaklar, işlerinizde başarılar dilerim.
E. Aydın, 31Mayıs1990
SEVGİLİ DOĞAN
Birkaç günden beri hep senin kulaklarını
çınlatıyorum. Bizim işyerine bir iç şekil vermek
için senin koyduğun suntaları çıkarmağa çalıştık.
O vinçlerle taşınması gerekli suntaları nasıl
geniş alanlara
tutturmuşsun. Sağlamlık için insan üstü gayretin
olmuş. Bazen çaktığın bir çivi, bazen bir vida,
günlerce uğraşacak kadar betona, tabana tutturulmuş.
Bu ne büyük ve ne saygıdeğer ustalık ve
yetenek? Tanrı seni
nazardan korusun. Doğan ben seni övmek için yazmıyorum.
Senin övülmeğe gereksinim yok. Ama bu güçteki
ustalar çevremizde ya yok ya da sayısı çok az.
Bütün söküm boyu seni düşündüm, seni
andım, gözümde o kadar yüceldinki, daktiloyu aldım bu
içten duygularımı yazayım dedim. Tanrı sizler gibi yetenekleri
korusun. Doğan seni seviyorum. öperim
E. Aydın, 25Ağustos1993
SEVGİLİ DOĞAN
Akşam geziden dönmüştüm, bayram
geldilerini incelerken,
seninde bir yazını buldum. önce ulaşabildiğimce geriye, sonra
yakın günlere doğru irdeledim. Sen aslında çok iyi bir kafa
yapısına sahipsin, çağdaş ve çağ üstü
çizgidesin, ideotizm ve yaratma gücün var.
Alternatiflere yatkınsın, bundan neden yalnız kalmaya alışman gerek.
Dahası senin bunu iyi bilmen ve belleğine yerleştirmen gerek..
Hele hele anlattığın eşek hikeyesini çok
yadırgadım,
estağfurullah dedim. Sokrat'ları, Galilea'ları düşün,
başlarına gelenleri anımsa, öyleyse doğrular doğru olmak
için zaman beklerler. Ticarette iyiydin, ama sık sık patronların
çizgisini aşıyor, onları dışlamış gibi oluyordun, 195253'lerde
aşık olmuştun, ama ne aşktı o, hepimiz hem kızar, hem de taktir
ederdik. Hala hayranlığımızı koruyorsun. Zamanla yarışmayı iyi
başarıyorsun, ama zamanın ne olduğunu, onunla yarışmanın ne anlama
geldiğini, meşakkatlarını bilmiyorsun. Herşey bir anda olsun
istiyorsun, bir döllenmenin dokuz ay beklemeyi gerektirdiği
kuramını sollamaya çalışıyorsun, böylece tepki aldığını
söylüyorsun, aslında yanlış bir yorum oluyor, kimsenin sana
tepkisi yok, tepkiyi sen yorumluyorsun, seni neden, niçin
kıskansınlar ki, niçin çekemesinler ki,. İki yıldan beri
resim yapıyorsun, hem de iyi resim yapıyorsun, sergiler
açıyorsun, bunları hep kendin değil, çok yapmak
için değil! Unutma henüz insan ne abaç, ne Kavruk,
ne Bakla, ne Van, ne ben, ne sen, hiçbir (*)ok değiliz. Hepimiz
kendi adımıza en iyiyi araştırıyoruz, en iyi henüz belli değildir,
belli de olmaması, evrensel sanatın karekteridir.
Herkes bir bayrak yarışının belli etaplarını
koşmakta, kimileri on
saniyede, kimileri yirmi sanide, kimileri bir saatte yüz metreyi
koşuyor, ama bayrak yarışı devam ediyor ve etmelidir. Bu koşuda kişisel
başarılar, insan yaşı perspektifi içinde esamesi okunmaz. Bizler
tanrıya binlerce şükredelim ki, rönesans öncesi ve
rönesans ustaları, empresyonist kuşağın bulgularını bize
ulaştırmış. Onlardan, yani geçmiş sanatçılardan aldığımız
deneyimlerle kendi etabımızı daha bilinçli koşuyoruz.
Sanatın ömrü, insan ömrü ile eşdeğer değildir.
öylece, daha alçak gönüllü olarak, tabanımız
yere basarak gitmemiz gerek, şovla medyayla sanat olmaz. Sen aslında
farkında olmadan, çevrene yüksekten bakıyorsun, aldığını
sandığın tepki biraz da buradan kaynaklanıyor. Birileri aferin diyecek
diye sanat yapılmaz. Sanat, duyumsal bir iç tepidir, özbeni
ilgilendirir. Sergiler açılıyor, anlamı, eserlerinizi topluca
denetlemek, halktan geldiğimize göre, halkın da iyi ve
kötü tepkisini denek içindir.
Sizler kendinizi biraz geç yakaladığınız
için, Rafet de
sen de, zaman kazanmak istiyorsunuz, hemen en olmak istiyorsunuz, bu
doğal ama gerçek değil. Mayalar, astekler, eskimolar,
kızıldereliler, mağra insanları bizi düşünerek mi sanat
yapmışlardı? Sezan, Sisley, Renuar, Vinsi, Mikelanj bizim için
mi sanat yapmışlardı?. Onlar binlerce ızdırabı, her şeye karşın bizim
için mi, bizim maşaallah dememiz için mi
çekmişlerdi?.
Ethem hoca diyor ki, sakin olun, sinirlerinize hakim
olun. Şova,
aceleye, günce beğenilere yüz vermeyiniz, bir defa biliniz
ki, güzel her yerde güzeldir, evrenseldir, yeterki
üretiniz, üretmenin yakasını bırakmayınız.
Sizin bayramınızı kutlar, Ayfer hanıma sevgiler, saygılar sunarım.
öperim.
Şu yazı bir özeleştiridir, bir saatten fazla
zaman almıştır,
tahammül edip bir kaç kez okursan, sana olan,
kökü geçmişte yatan riyasız sevgimi bulacaksın.
E. Aydın, 6Haziran1993
DOĞAN'CIĞIM
Bugün sergi davetiyenizi aldım. çok
çok hoşuma
gitti. Resimlerde insana sıcacık gelen birşeyler var. Dahası istesen de
istemesen de herşey görülenlerin ötesini anımsatıyor
duyumsatıyor. Bari arasıra kötü şeyler yap da geleceğin
güzellik beklentisini nazardan koru.
Ben saygın birkaç arkadaşa hediye edebilmek
için bunların
38x25 renkli fotokopilerini yaptırdım. öylesine güzel
öylesine doyurucu oldularki sorma.! Bu olayı sergi için
sana da öneririm. Her eserden onar tane renkli fotokopiyi dergi
salonunda bulundur.. Aslında gücü yetmeyenlerin bir Doğan
reprodüksiyonu edinmelerine fırsat vermiş olursun
yüzbinikiyüzbin gibi rakamlara...
öperim başarılarının devamını dilerim.
E. Aydın, 15Ekim1993
SEVGİLİ DOĞAN
Eh belki öğretmenlikten olacak, senelerce nede
olsa laftan ekmek
yedik. Diyeceksinki resim öğretmeni derste ne konuşabilir.... O da
cabası...
Sizin soyu öteden beri yine soycak severim.
Nedenleri de
içindedir. Onun için sık sık size uzun uzun mektuplar ve
yazmak isterim. Yazarım da. Yanıt vermekte aristokrat davranırsın. Ben
de üstelememeğe çaba veririm, ama hep içimden sana
yazmak geçer.
Bu yazılarım aslında bir inceleme ve irdeleme
niteliği taşıdığı
için zevkle de yazarım. Okuyanın yorulacağını bıkacağını
hiç düşünmem. Bu günkü konu asalet olacak.
Yazın Rafet Van'la Mut'ta çalışırken, ikiniz arasında bir
konuşma, asalet yargısı üzerine bir konuşma geçmiş. Şimdi
ben de eleştiriye katılacağım. Ama biraz da paradoksla.
Eskice zamanlarda, beylere, padişah soyundan
gelenlere, yaverlere,
zenginlere, asil denirdi. öyle olunca Sultan Abdal, Mevlana, Yunus
Emre, Hacı Bektaş Veli, KaracaOğlan acaba ne olurdu? Dadaloğlu,
Köroğlu birer şaki, hırsız, uğursuz, soysuz mu idiler ? İşte
ayırım burada çatallaşıyor, yol ayırımına geliyoruz.
Her zaman şeridinde, bir resmi yahut yarı resmi
orunların asil
seçimi vardı. Bir de halkın milletin jürilerinin
süzgecinden geçen asiller vardı. Bunlar anonim
çizgisine mertebesine ulaşanlardır. Bence birincillerdir.
öyleyse zamanımızda da bu tür insanları aramamız akılcı bir
yoldur.
Müftü Nadir efendi okumuş, okuduğunu
özümsemiş,
insanları seven, geleceğe uzgörüyle bakabilen bir asildi.
Neşri hoca, rakısını içer, hovardalığını
yapar, ama dersini
çok iyi verir, insanları sever, onlara yarım etmek için
çabalardı. Ve O da bir asildi. Asri hoca, Mahmut hoca, Nuri hoca
birer asildiler.
Bütün askere giden dönmeyen hısım
akraba
çocuklarını o harp yıllarında başına toplayan, yedirip
içiren, giydiren, okutan, okutamıyorsa bir sanat sahibi yapan,
Cinci gölünden, Rodos bağından, Meydan mahallesinden, Gavur
tepesinden devletin karşılıksız olarak kendine vermek istediği yerleri
kabul etmeyen, bitişiğimizde sonraları ömer efendilerin evi diye
bildiğimiz binayı rumlar terkettikten sonra yine kendine verilmek
istendiğinde "bunlar benim iyi komşularımdı, hukukumuz
oldu" diye kabul etmeyen, 65 metrekare bir evi bir ömür
boyu kullanan, orada ölen, dünya malına tamah etmeyen,
Müderris Mustafa Efendi de asildir. Şu bizim Mut bu gibi nice
asillerle doludur.
özellikle fakir düğünlerini
şenlendiren Reşit emmi,
davulcu torpil Ali, gırnatacı kör Vakkas asildiler. Asil yanları
hep ağır basardı. Tatlı bir masal gibi kaldı geçmişte esrik
günler.
Saat ilerliyor, tavlacı arkadaşlar gelmek
üzere, mektubu
kesiyorum, öperim.
E. Aydın, 25Kasım1994
SEVGİLİ DOĞAN
Mektubunuzu aldım. Bir solukta okudum. O kadar
güzel, zorlamasız,
biçemli yazıyorsunki, insan doyamıyor. Aslında siz kendinizi
dışlıyorsunuz. İyi okumadığınızı vurgulamışsınız. Başlangıçta
olduğu gibi ben buna katılmam. Doğaçlama yazarken bir pınar gibi
akıyorsun. Bilmem bunun ayırımında mısın? Ama inceleme yazılarında
anlatım çok güçlü olamıyor. Bizler hocalıktan
ekmek yediğimiz için hep konuşuruz, iyisini ortaya koyamayız.
Yine de kritiklerimizde bazı gerçek payı bulunur. Ondan neden
beni bağışlayacağınızı umarım.
Deyeceğim şuki: bir kalem bu kadar
güçlü olunca acaba
neden yazmakta yavaş olur?
Konu mektup değil, herşey üzerine yazınız.
Bolca yazınız. Zira siz
bir yazım adamısınız. Yerinizi alınız ister gönül.
Doğaldırki hemen bir daktilo alınız. İyi bir puntası olsun her
yazdığınızı en az iki nüsha yapınız birini dosyalayınız. İşte bu,
pırıl pırıl yazım eseri şimdi benim elimde, ama sende olmayacak.
üzücü. Yine de Ethem'i dinle hemen taksitle yeni bir
daktilo al, ilk taksit de benden olsun.
Ben Ethem Aydın, kendimde olmayan
üstünlükleri
dostlarımda görmekten mutlu olurum. Bu da çifte mutluluktur.
Bana eleştirel bir çizgide bakılırsa sıradan
ve belkide biraz
orta yerlerde gözükürüm. Okuduğum okulların da
seçkin öğrencisi değildim. Ama yaptığım işe inanıyordum.
Nasıl iyi olunur'u da öğreti bana vermemişti. Hep kendimi
kalemtıraşın ağzında tutarak biryerlere geldiğimi sanıyorum. Hocalığım
ise hep deney çizgisinde geçmiştir. Doğaldırki epeyce
yanlışlar yapmışımdır, ilim adına, bilim adına, eğitim adına. Devreye
sizin iyiliğiniz, sevginiz, saygınız girince adınız iyiye çıkmış
olacaktır.
Bu kısmı sessizce geçelim.
Beni ben yapan etkenlere gelince resmin ve işin,
bütün
derslerin itici gücü olduğuna hernasılsa inanmıştım
(programlarda öyle yazılmış olduğu için). Bunu
hiç bırakmadım, şimdi ise daha çok inanıyorum. Derslerime
hep hazırlanarak girerdim. Her zaman taze birşeyler getirmeği
amaçlamıştım. Bundan neden de çok okurduk. Hala okurum.
Sabahları Cumhuriyet gazetesini olabildiğince dikkatli okurum. İki saat
yürüyüşten sonra, kahvaltı, bilimsel, ispirtüel
inceleme eserlerini el kitabı olarak okur, not alır, üniversiteden
gelen arkadaşlarla tartışır, arasıra da yazmağı denerim. Bu benim aşağı
yukarı üç saatımı rahat alır. Resim sehpama oturur
birşeyler çiziktiririm. Düşünürüm. Bunları
hep kendim için yaparım. Gelen sergi davetleri, mektup
yanıtları, aşklarım, akşamı bana dolu dolu getirir. Geç zaman
gelenlerle de tavla atarım. Kalıyor yemek ve yatmak. Onuda sizler gibi
yaparım deyince ve de kendimce inanınca "Ethem sen hiç de fena
sayılmazsın" derim. Artı, sizleri düşünürüm,
Mut'un geleceğini düşlerim, katkı için kıvranırım,
Mersin'de İçel Sanat Kulübünü kollarım, eski ve
sizler gibi öğrencilerimi aramak isterim. Yazları yurt gezileriyle
değerlendiririm. Ben buyum.
Şimdi de Mut'taki evi bir kitaplık haline getirmek
için
içten içe, uğrun uğrun düşünüyorum. Kimler
ne kadar benimle olur onuda araştırmak istiyorum. Bilirsin deliliğin
sonu yoktur. öperim
E. Aydın, 14Ocak1995
SEVGİLİ DOĞAN.
Haldun Taner'i okuyana dek, selamı ben karşımdan ve
çoğunlukla
genç olanlardan beklerdim. O yüzden peteklerde bal
eksikliği görürdüm. Sayın Taner diyordu ki, Ben selam
verme önceliğimi kimselere kaptırmam. Doğru söylemiş.
Böylece çok çok yol aldım, peteklerim balla doldu.
Bazı yadsıyanlar olsa bile.!
Taaa geçenlerde Muzaffer bey'den bir mektup
almıştım.
İçli ve içtenlikli bir mektuptu. Radyonun birinin başına
geçtiğini yönetimde özgür olduğunu
söylüyordu. Böylece boz bulanık, göz gözü
görmez bir zamanda sağduyulu ve Atatürk sevgisiyle dolu bir
dostun bu zor işe soyunuşu beni zenginleştirdi, umutlarıma ufuk
açtı. Sana getirmek üzere biraz da kitap seçmiştim.
Onlara daha biraz ekledim, Mut'a koştum. Doğaldırki, Doğan benim hem
öğrencim, hem de baba dostum hem de arkadaşım diyerek kitapları
sana verecek ama hocanın kullanımına açık olması koşulunu
öne sürecektim. Buna neden hergün akşam mikrofon başında
olunca hazır bilgilere gereksinim var diye düşündüm.
Size ulaşmak üzere getirdiğim veya hocaya
bıraktığım kitapları
önce zimmetine al, sonra da kullanıma açarsın. Zira o
kitapları almış sayılacaksın.
Sabahleyin bütün kuşlar bir
gürültüyle
öterler. Yeni günün başlaması yaşama sevinci gibi gelir
bana bu ötüş. çünkü ben de sabahları
cıvıldamaya can atarım. Bu yazım da bir cıvıltıdır.
Karacaoğlan şenliklerine hazırlanıyormuşsunuz.
Umarımki çaplı ve
kapsamlı olur. Muzaffer beye yazdığım mektubu okursan orada Karacaoğlan
'ın kendisinden bir mesaj vardı, duyumsal.
Seninle daha çok baş başa kalabilirim ama
posaya mektup atma
zamanıdır şimdi. İsterimki bir an önce size bu sava bu iyi
haberler ulaşsın. Sizleri öper başarılar dilerim.
E. Aydın. Yandan çarklı
Mut'lu, 28Eylül1995
DOĞAN'CIĞIM
SONUN BAŞLANGICIKASIM1996
Uzun uzun, pratikler yüklediğin disketi aldım. Dersimi aldım.
Diyorsun ki, şu geçmişle hesaplaşmakla zaman yitirmeyelim,
sevişelim! çok doğru ve yerinde bir öneri. Teşekkür
ederim.
Senin Aralık'ta resim sergin var, davetiyenizi alıncada bunca yoğun
çalışmalara ayırman gereken zamanın büyük bir
bölümünü doldurduğumdan utandım. Davetiye bir posta
sonra elime geçtiği için ben masumum! Yazmış olmanızın
büyük bir alicenaplık olduğunun ayırımındayım. Buna da ayrıca
teşekkürler.
Bazen oluyor, üçyüzelli binlik bir
öğrenci
deneyimine karşın anten akordunda, firekansta bir sapma olmuş; bunun
adına da çizgi, senin dilinde yaşlanmak dersek iyi olacak,
dostluğu arındıralım çelikleşsin, öylesi böylesinden
daha kıymetli olur düşünmüştüm. Hocam, zaman zaman
izleri örttü ve örter diyorsun o da bir başka
güzel.
Artık, madde madde gündeme girmenin de gereği
kalmadı, yolumuza
duyumsadığımız ve düşündüğümüz çizgide
devam edelim diyorsunuz. Ben de öyle düşünüyorum.
Budrosların yerinde benim bir Müderrisoğlu dersanem vardı,
bütün işlemlerini resmi prosüdürü yerine
getirmiştim, yıllar sonra hala sayısıyla öğrenci sayısı orantılı
değil diye ve öğrenci dinlence yeri, bayrak direği yok diye
kapanmıştık. Ondan olsa gerek kuruluşta titizliğimin nedeni.
Serginiz için başarılar dilerim. Turan Erol
beyin ön yazısı
çok çok doşuma gitti.
İyi yolculuklar Selami...öperim.
E. Aydın, 1996
DOĞAN AKCAAKçAM.
1919 larda; Tarsus Fransız işgalinde. Sokağa
çıkma yasağı var.
İşgalciler her evin gereksinimini eksiksiz her sabah dağıtıyorlar.
O zaman evler tek kat, damdan dama geçiliyor
ve beş on kişi bir
komu damda konuşuyorlar.
Yahu şu Fransızlar ne kadar iyiler, Osmanlı
hiç bizi adam yerine
komaz, ne içer ne yer diye dertlenmezdi. Şu rahatımıza bak,
huzur içinde yaşayıp gidiyoruz der.
Diğeri aklım erdiğinden beri, ne evimiz ne barkımız
oldu, şu cephe şu
cephe benim, kırım kırım kırılırdık; babalar dedeler gitti
dönmedi, dönenlerimizde, işte gördüğünüz
gibi malul, eksikli, elinden bir iş gelmez oldu. Bahtımız
öksüze çıktı.
Bir diğeri Donuna güvense yine savaşa girer ya...
Orta yaş biri Saray Amerika'ya haber salmış derler,
onları isteyen
ülema da çokmuş.
çanakkale savaşlarından gazi bir topal Hepiniz iyi deyorsunuz
da, şu işsiz güçsüz, damlarda, geçirdiğimiz
kaçamak kaçamak buluşmamızda sizi yaşıyoruz, rahatız mı
dersiniz, sonrada bu vatan bizim deyorsuz, gafes kuşu gibi durabilirmi
Yörük. Şu aşağıdaki sokaklar, dereler, tepeler, Toroslar
bizim değimliydi, asırlardan beri sınır boylarında ölen, şehit
olanların hiç mi akılları yoktu? Şu mezarda yatanlar varya,
gakıp yüzümüze tükürürler böyle
konuşursanız!
Bir kolu dirsekten, ayağı kalçadan olmayan ak
sakallı bir yaşlı
konuşur Duyup dinlediğime göre, Sarı Paşa denen biri varmış,
çanakkale'den onu tanıyanlar söyledi, girdiği savaşlarda
hiç yenilmemiş, simdi de bütün yurdu kurtarmak
için tekmil gavırlara kafa tutmasaymış, çeteler de onun
emrindeymiş, bizlerde buralarda sivtinip duracağımıza, çetelere
girelim, hiç olmasa çocuklarımızdan, atalarımızdan
utanmadan ölürüz,der. Doğan o gece Tarsus'tan yirmi kişi
dolma tüfeklerle çetelere katılır. Fazla duygulandı
yazamayacağım merak ettiyse Karboğazı olayını tarihten oku.
İster inan ister inanma, konuya neden böyle
girdiğimi unuttum.
Sabahleyin kağıda düştüğüm
günlük program o
kadar kabardı ki, hepsini kenara ittim ve işte seninleyim. Seni Mersin
Lisesi'nden, Mahmudiye Mahallesi'nden, babanızın öğretmenlerle not
teması istediği, bana testere talaşı ayırırsınız, daha Türklü
incelikli yaklaşımlar. İyi şeylerdi.
Bundan sonraki yaklaşımlarımız ise, ya doğrudan yada
entegre iyilik,
dürüstlük adına hep sıcak olmuştur. Tabii bu benim
değerlendirmem bana görece oluyor. Siz ise, hemen hemen hep buruk
ve bana dolaylı karşısın.!. Hemen estağfurullah dersen bu
dürüstçe bir yanıt olmaz.
Şunu da söyleyeyim, ben yalnızca doğanın
ilgisiyle, sevgisiyle var
değilim. Sevgisizliğiyle de yoksun kalmıyorum. Ben doğuşumdan beri
sevgiyle oynadım. Ailem bunu iyi keşfetmişti. Beni
tepe tepe gücümün üstüne işlerde kullandılar.
Devlet, o bindokuzyüzkırklı yıllarda, savunmasından keserek bir
resim öğretmeni yetiştirmeye çalışması, onun her
türlü gereksinimini üstelemesi, benim için
entegre bir sevgiydi; karşılıksız bırakmadım.
Otuz yıl kendime dair bir çizgi
çizmeden, aptalcasına,
gücüm yettiğince devletin milli eğitim programları
çerçevesinde, bazende programı delerek sizlerle zevkle ve
zorluklarla çalıştım. Bunu da ben söylüyorum. İnanarak
söylüyorum. Köy enstitülerinde ve liselerde
ayrıcalıklı çalışmamla; şimdileri, sizleri görerek,
bilinçsiz ama isabetli bir çalışma yaptığımı vesika
edilmiş görüyorum.
İstiyorum ki, nerede nasıl bir hata işlediğim ki, Doğan bıkmadan,
usanmadan beni dışlamağa devam ediyor! çünkü Doğan
benim için önemlidir. Senin emekli sınıfına girmeden
öncesini belleğimde bulamıyorum. Sonrasında ilk temasımız Ticaret
Odası Galerisi'nde başlar.
Orada senden çok senin başarını istiyor
projeler
üretiyorum. Sanıyorum benim en çok endişe ettiğim ve sana
sık sık israrla söylediğim çizgiden kuruluş yarım kaldı.
İkinci yakın ilişki, biraz ters yoruma müsait:
Ak Kahve
Salonların'da açtığınız iki bölümlü sergi. Bir
salonda, kusursuz iyi yerleştirilmiş Doğan Akça, ikinci salonda
beni özendirdiğim, öbür salondakilerle nitelik
bakımından eşdeğer olmayan eserlerle birazda derme çatma
dengesiz, Rafet ve Doktor'un sergisi. Siz programda belirtilen tarih ve
zamandan bir gün önce açtınız, ziyaretçi
potansiyelinizde yüksekti.
Programlı açılsın seranomisi gereği senin
salonun ışıklarını
söndürttüm, giriş kapınızın önüne masa koyarak
potokol kişileri oturttum. Nuri Abaç, Hasan Kavruk, Hüseyin
Sevim, ve hatırlayamadıklarım.
Bu bir sergiydi, ben de öğretmeniniz olarak ve
sizi deneyimli
seven kişi olarak, dengeyi sağlamaya çalıştım. Siz bana bir
taraf gibi baktınız. Ben hepinizi, siz badi badiyken sevdim; ana
babalar da böyle doğrudan ve entegre sevmezler mi, yani genede hep
sevmezler mi?
Buraya kadar ve bundan sonrası da senden bekliyorum,
dürüst
ve açık olabilirsen sevinirim. Konuşmanızı değil yazmanızı arzu
ediyorum. Eğer değer bulursan zaman ayırabilirsen. Bilirsiniz bazı
bitkiler yapraklarından beslenirler. öperim.
E. Aydın, 25Kasım1996
SEVGİLİ DOĞAN
Alo dediğinizde sevindiğimden çok, şimdi
düşünceliyim.
Bana göre Doğan, eski yazının da eşliğinde, arşivlere
yönelmiş tam bir dinezor Belge ve bulguların loş ışığında, iğneyle
kuyu kazmaya eğilmiş, uzmanlaştıkça uzmanlaşmış,
uzmanlaştıkça verimliliği artmış, artacak sabırlı sabırlı bir
gönül adamı idi. Yolu belli, işi zor olmasına karşın
özverisi, Mut aşkıyla yollara çıkmış yücelip
gidiyordu.
Mut'ta doğup; sucusundan, saracından, berberinden,
kasabından,
yemenicisinden, aşçısından, müftüsünden,
imamından, eşrafından, memurundan, dilencisinden, hırsızından,
sarhoşundan, aylak gezenine kadar herkes mutludur. Şöyle veya
böyle hizmetleri olmuştur. Hepsi de sıradan değil, saygıdeğerdir.
Herbirinin yazılmamış bir romanı vardır.
Sırasında bir ağaç diken de kahramandır.
Lütfen, elinize bir kağıt kalem alınız: En eski
mezarlıktan
başlayarak, başlık yazılarını okuyunuz. önce bildiklerinizi, sonra
da soruşturduklarınızı düşününüz. Hepsi de
büyüktür, hizmet vermişlerdir, hatta kahramandırlar.
Duygularınızın labirentlerinde yolu, doğruyu
yitirmez yazabilirseniz,
bu yerinde adil bir yapıt olur. Amma velakin ömür yetmez.
Seçici olunca; Birinci adamı arayacaksın, sonra hiç kimse
ikinci adamlığı hazmedemez. Bana göre, mühacir
Şükrü, içinde bulunduğu zamanın ve toplumun tam
aradığı, bir acil servisti, büyüktü.
Konumu savunmaya kalksam sayfalar almaz.
Gerçek payı, bir
yönüyle hep vardır. Dikkat edilirse, tarihler hep yanlış
yazılır.
Tarihi yapanlarla yazanlar ayrı ayrı duygu, düşünce
burgaçlarında konuyu saptırırlar.
Yalnız Atatürk'ün büyük nutku tam bir tarihtir.
Zira eser tarihi, yapana aittir. Bunu dünya da böyle
söylüyor.
O, dünya klasiği, Neşri bey'i, ikincil,
üçüncül veya sıradan yazarsan, yanlış yaparsın,
hakkını versen, gücenen gücenene.!
Yine bana göre büyüklük, anonim olmakla belirir ki,
ona da senin sabrın el vermez.
Sizin bu hazırlığınızı, Hüseyin bana aktarmıştı ve sormuştu:
Müderris hoca rakı içer miydi?!!!
Cofiliyle sen güreşirken, ayağın pencere pervazına çarptı,
çattt diye kırıldı. O, ne güçlü bir
kırılıştı.!!!!
Ethem Aydın'a iltifaten, sn hocam dersin. Beni dinlersen bu konuyu bir
araştırmaya ve incelemeye al.
Benden özgeçmiş istiyorsun. Belli ki, kitaba benim abuk
sabuk yazdıklarımı koyacaksın ki yanlış olur.
Bu durum Hüseyin içinde öyle olacak ki, oda yanlış.
Bizler henüz yaşıyoruz, olduğumuzdan çok, oluşacağımız da
hesapta olmalı. Henüz erken.
Hem bizler Mut'lu bile sayılmayız. O sevgili Mut'a ne verdik ki.! Bir,
sevgili Doğan'ın yanında esamemiz okunsa ayıp olmaz mı?
O, hakiki bir Mut hemşerisi, özverili bir isimsiz kahramandır.
Soruyorum; Gerçekleri bu açıklıkta yazabilecek misin?
Yine soruyorum; Neden kitap yazıyorsun?
Arşiv için kimse para vermez. Satmak için yerel anılara,
derlemelere gir. Arap Reşit'in düğün çekişi, berber
Fuat'ın zeybeği, Hüseyin'in, Alaaddin'in doğmatik espirileri,
alonun küfürleri, Mut'un sarhoşları, v.s.v.s.
E. Aydın, 7Haziran2000
SEVGİLİ DOĞAN
Kaos başlangıçtan beri genişliyor. Bilgi ve
bulgular
arttıkça tanrı da dahil herşey sorgulanıyor. Yeni yeni kavramlar
önümüze geliyor. Biz yadsısak bile içinde
oluyoruz.
Din kitaplarına bakarsanız, yaşamın,
ölümün de bir
anlamı geniş boyutta ortaya çıkar. Anlam bilim,
göstergebilim, evrensel insanı hedefler. Evrensel insan, doğayı
kullandığı ölçüde, ona katkıda bulunmasını
amaçlar. Zaten kuramın iç entegrasyonu da bunu buyurur.
Doğayı yokettiğimiz sürece, bilim de, sanatta
yoksun,
öksüz umarsızdır.
Kulağına geldi mi bilmiyorum; Mut'ta bir
ağaçlandırma
seferberliği başlatmak üzere, şubatta orman bakanlığından
başlayarak, orman idareleri de dahil, belediye başkanlığına,
kaymakamlığa yazışmağa giriştim.
önce;her öğrenciye bir ağaç (yeri belediye
gösterecek) bankalar, tüccarlar, sivil toplum kuruluşları
(yeri belediyeden, hazineden). Dikilen ağaçlar park olarak,
amirlerin denetiminde gelişerek korunacak yenilenecek, onların piknik
alanı olacak v.s. .
Sağolsunlar hepsi de sıcak baktilar. Ama başlatamadık.
Sivil toplumların yaptırım gücü yoktur.
Kamunun ilgisini
çekebilmek için; Sinektepesi, Palantepe arasına bin fidan
dikilmesi için harcını yatırdım, bir "dikildi paftası"
yollamışlar.
Şimdi de, Deveci'nin arkasındaki tepeyi
yeşillendirmeği hedefledim.
Sonbaharda başlatmağı düşünüyorum.
Olasıki, sizler yardımıyla, Mut'lu duyar "ya bu, Ethem Aydın'ın eti ne
budu ne? haydi biz de, bir yerinden yeşertmeğe başlayalım" deyen
olursa, ben de mutlu olacağım.!
Bu tümce, yazımın evrensel içeriğiyle
bağlamlıdır.
Sanaldır, utopiktir, çocuksudur ama gerçeklık payı
yüksektir. Bir ağaç diken faydasız yaşamamıştır.
Size saygı duyuyor öpüyorum.
E. Aydın
SEVGİLİ DOĞAN AKçA
(Editörün Notu: Bu
mektup Mersin Liseliler Derneği 'nin
yayın organında "Atatürk'ün öğretmenlerinden: Ethem
Aydın." başlığı altında yayınlanmıştır.)
Mersin Liselileri Derneği'nden, 28/Ekim/2000 de,
geleneksel buluşma
gününde, retrospektif bir resim sergisi açmam
düşünülmüş. çok kıvanç ve mutluluk
duydum.
Ben otuz yıl, görev bilinci gereği<iş
bilgisi, resim, yazı
öğretmeni> olarak çalıştım. Bu bana emek veren veren
devletimin Milli Eğitim Politikası gereği idi, çok da
yerindeydi. Orta öğretim programı bir bütündü,
işbilgisi, resim, yazı bu bütünün birleştiricisi, kan
dolaşımıydı. Böyle inanmıştık.
Her dersin oluşumunda şöyle veya böyle bir
vazgeçilmez
yerimiz vardı. Ama anonimdi. <Doğru görmeyi,
gördüğünü doğru çizmeyi, ulusal yazıyı,
dizaynı, estetiği,
Yani çağdaşlığın vazgeçilmezlerini>
öğretmeyi
üstlenmiştik. İbadet gibi bir şeydi bu, kutsaldı.
öğretim programı içinde görevimiz
ağırdı,
bilincindeydik. Resim de yapıyorduk, sergiler açtık ama biz
<işresimyazı> öğretmeniydik. öğretilebilenin
öğretmeniydik.
Sanat ise, ebruli ebemkuşağı, dolaşık yumaktır.
Kural ve kuramları
kendisi, kendi içinden üretir. Ne kadar sanatçı
varsa o kadar da sanat hep vardır, var olacaktır. Sanat, sanal,
göreceli bir terimdir. O da Einstein konusudur. Ata nal
çakıldığını görmüş, kurbağa ayağını uzatmış gibi olmaz
mı? Hala bunu böyle düşünmeyi
sürdürüyorum.
Doğan'ın sesini duyar gibi oluyorum: Hoca be, ne kıvırıp duruyorsun, bu
sergi açılacak. Bu senin laf kalabalığının anlamı ne! diyesi.
Herkes bir yol tutturmuş, işine bakıp gidiyor. Bu
marazi
düşünceleri nerden üretiyorsun, düzene uy gitsin
diyesi..
İşte, benim düşünce biçemim hep böyle. Bundan
neden ilk göreve atandığımdan buyana başıma gelenler; doğru
bildiğim yanlışlar yüzünden dertli, zaman zaman da umarsız
kala kala yol aldım
Sövgüleri kolay hazmediyorum, ama o,
övgüler yok
mu? Beni yerden yere vurdu. Uykularımı, günlük yaşamımı allak
bullak etti. Sıradan bir taşra çocuğu olarak, 1944'de Kars
lisesine atandım,
yemyeşildim. Bir beyaz Rus kızına aşık oldum, baktım post pahalı,
askerliğimi istedim. Görkemli bir devlet göreviyle uğurlandım
(ödül1). Bu kadar tantanayı sindiremedim. İki ay sarılıktan
yattım. Bornova Topçu Tümenine verdiler. Bir kaç ay
sonra Missuri zırhlısı İzmir'e gelecek dendi, kem küm Fransızca
biliyorum diye, komutanlık beni kordiplomatların zırhlıya
götürülüşü için görevlendirdi.
İtirazım kabul edilmedi. Bereket geminin tercümanı
Türkçe biliyormuş. O bana söylüyor, ben
merdivenden aşağıya bağırıyorum. üstün başarı
ödülü2. Yine günlerce dengem bozuk.
Bir askeri tatbikatta, iletişim düzeni ve hedefe isabetten
ödül3. Terhis oldum Ankara'ya geldim. Bakanlıkta (erken
terhis olduğum için sivil elbisem olamamıştı) asker elbisesiyle
koridorlarda dolaşırken beni, otoriter düşüncelerine yatkın
buldular.Ter cihli, anlaşmalı Düziçi köy
enstitüsüne gönderildim.
Sene sonuna doğru, okulda meşhur bayrak olayları
başladı.
öğrenciler linolyum baskıyı ben öğretmiştim. Olaylar benim
üzerime kayma eğilimi gösterdi, acele İvriz'e verilmemi
istedim, gittim.
Tercihliliğime dayanarak, tekrar Mersin lisesini
istedim, sizlere
kavuştum. Sessiz, sakin yaşayıp giderken, parasızlık, geçim
sıkıntısı canıma tak etti. Dersane açtım, bir kaç kuruş
kazanınca, ticarete soyundum. Baktım ki para saymayı beceremiyorum.
Ticaret kusurluluğumu böylece anlamış oldum. 1960 Askeri
darbesinde, öğretmenliğe dönüş için başvurdum,
Osmaniye'den başlayarak, Adana 'ya gelebildim.
Orada sağır ve dilsizlerle ilgilendim, yetiştirdim,
sergilerini
açtım (ödül4).
Altınkoza nereden çıktıysa yılın
sanatçısı seçti.
ödül5.
Mut kayısı bayramı şenlikleri nedeniyle, Rafet
Van'la yaptığımız
Röliyef ödül getirdi. 6. Hemşerilik beratı verdiler,
ödül7.
1955 'te Türk Hava Kurumu'nca Mersin'de açtğım model
uçak kursları, Türk kuşu planör kampına, yüksek
ehliyet için yolladığım öğrencilerin sayısal çokluğu
nedeniyle verilen ödül8.
İçel Sanat Kulübünce verilen onur
belgeleri, 9.
Birileri tarafından bana yönlendirilmiş övgülerdir. Bana
göre tabanı kaygandır. (hele hele zaman içinde erezyona
uğramışsa)
Mersin Liselileri Derneği'nin, lütfettiği sergi çağrısına
nedense çok sevindim. Sanki işbilgisiresimyazı
öğretmenliğinden kayhalanan bir övgü gibi duyumsadım
yorumladım. Böylece duygularımı seninle paylaşmak istedim. Ayrıca
organizasyonun da size bırakılmış olması, geçen öğretmenlik
süremin tanığı olmanızla yüreklendim.
Sizi öper, sağlıklar diler, kolay gelsin derim.
Programın oluşumunda,
düşündüğünüz, sormak
istediğiniz bir şey olursa, alo derseniz yeterli.
Not: Bugün Rafet geldi. çok geniş sevgi yüklü
düşünceleri var. Ama gerek iç gerek dış huzuru endişe
verici. Sizin örgünüze, gücünüze
güveniyorum. Kolay gelsin.
E. Aydın, 5Ağustos2000
SEVGİLİ DOĞAN
çoktandır mektuplaşma huyunu bir kenara koyduk. Elbette bizce
anlaşılır ve anlatılabilir gerekcelerimiz vardır.
Dün bilgisayarın belleğine baktım. 800 satır, Doğan'cığım
için,özene bezene yazılmış, övgüden öte,
öngörülerle dolu. Doğrusu ya, Doğan'ı severim, yitirmek
de istemediğim için belleği iyice tekrar inceleme gereği duydum.
Biz Mut'lular biraz nane molla yapılı oluruz. Dikkat edilmezse
soluveririz.
Mart içinde Hüseyin bey Adana'da sergi
açıyor,
gelmeği düşünürseniz haberleşelim. Belki de ayrıca bir
ilgi yaratırız.
Adana piyasasında çok tutan bir kitap yolluyorum
beğeneceğinizi sanırım. öperım
E. Aydın , 27Şubat2001
DOĞAN HEMŞEHRİM.
Bu sabah kıymetli mesajınızı aldım.
Anladığıma göre; babam ve ben, sizin
çalışmalarınızı,
farkına geç varmış olsam da, aksattığımı anladım.
özür diliyorum.
Babamın şeceresini incelemeğe zamanım olmadı. Gerek de duymadım. Ne
kadar okumuş, Mısır'da yıllarca neden kalmış, bilmiyorum. Biraz
mürekkep yalamışa benziyor. Elindeki ciltler dolusu acemce arapca
kitapları vardı. Nadir efendi amcayla oturup uzun uzun okurlardı,
hutbeler hazırlarlardı. Sanırım kitapları müftüzade
Hüseyin efendiye geçmişti. Son zamanında ben
dışarlardaydım, ilgilenemedim.
Medresede çalıştığı için olacak,
"müderris hoca"
derlerdi, severler sayarlardı, Atatürk'cüydü, bu
kadar bilgi yeter bir fani için. Yanlış,abartılı bilgiden de
kaçınmak gerek. Yerli yersiz abartmış olabiliriz.
Bana gelince; zamanın şartları içinde
tökezleye
tökezleye okudum, resim öğretmeni olabildim. 30 seneye yakın,
devlet bana maaş verdi, ben de elimden geldiğince çalıştım.
Size zaman zaman yolladığım buroşür ve
dergilerde abartlı yazıları
okudunuz, siz de benim gibi, çok abartılı övgüleri
gördünüz, okudunuz, belki de içinizden alaylı
alaylı gülümsediniz. Kez ve kez benden kaynakca istediğiniz
için elime geçen üçüncü kişi
anılarını size yollamıştım.
Size sır gibi sunduğum bazı düşüncelerim
oldu. Onu da
kullanmazsınız olur biter. Bunları, yani bu övgüleri ben
yazmadığıma göre,sizin de bağışlayıcı olmanızı beklerim.
Sizden, isteğim; babama ve bana ait bilgi ve
belgelerle, zaman
yitirmeyiniz, kitap hazırlığınız aksamadan sürsün. Sizi
zorlamasın.
Araştırmacı dostuma kolaylıklar diler,teşekkürler ederim, sizleri
seviyorum, edimlerinizle övünüyorum
(Babamın bir fotoğrafını bulmağa çalışacağım.)
E. Aydın, 4Haziran2001
1937 DOĞUMLU GüNDOĞAN (*)'YA
1920 DOĞUMLU ETHEM AYDIN'DAN İLETİ
Sevginin hası konuşmaya açık bir kapıdır. Ondan neden yazıyorum.
Sokakta birisi, Hey salak çorabının teki siyah, teki beyaz dese
döner bakar güler teşekkür ederim. Adımı bilmiyor der
geçerim. Yetmişli birisi Babalık nasılsın dese, iyiyim dedeciğim
der geçerim. Güzel bir kız, markette buyur dedeciğim dese,
hanım nine, bana şu maldan ver derim. Arasıra, ben o kadar yaşlı mıyım
diyen olur. Tekrar ederim, ben o kadar yaşlı mıyım.!
<Evlenmeyin bekarlar naylon kızlar
çıkacak>, yazısını
boşuna yazmadım. İronik ve elejik diyebilirsiniz, ama özde has ve
geçmişi olan veya olması gereken has sevgi'yi vurgulamak
için uzun uzun örnekler eşliğinde size ulaştırılmıştır.
Siz ise bu iletiye tepki olarak, akıla hayale gelmez
küçük yanılgı urbalı hatalara fırsat veriyorsunuz.
Aslında bu da sevginin bir türüdür, 'negatif sevgi'.
Hani çocuklarımız, öğrenciler ilgiyi üzerlerinde
tutmak için negatif sevgiye sık sık baş vururlar. Siz de, ben de
bunu iyi biliriz...
Bana gelince; öğretmenlik sevgi ve sabır mesleğidir.
Sizlere de bir sözcük fazla
öğretebilmek için;
velilerinize, okul idarelerine, devlete rağmen; kulak çekip,
tokat vuracak kadar aptal ve <has sevgiyle> doluyuz.
Geçmişimde, sizler gibi yalın,
övünecek kaynaklarım
vardır. Yine sizlerin nezdinde olduğu gibi, toplum içinde
seçkin yerimiz olmuştur. Yaşam dediğin nedir ki, Gündoğan
bile 61 yaşına gelmiş.
önce seninle, sonra da sanatta ulaştığın ve
ulaşacağın
çizgilerle övünüyorum. öperim.
E. Aydın
SEVGİLİ DOĞAN ATLAY
İyi insanlar, hatta iyi nesneler, hiç bir
zaman "ben iyiyim"
demez. Bazıları vardır ki, "örneğin benim gibi" hep kendini iyi
sanır, hele hele bir iki kişi de "sen iyisin" dediyse, kuyruğu daldan
inmeyiverir. İşte dünyanın düzensizliği, endazelerin
tutarsızlığı hep bu kendini bir (*)ok yerine koyup öyle
inananların yüzündendir.
öğrenciliği hatırlamadığım, bir kaç
yıldan beri keşfettiğim
kuytuların menekşesi bir dostum var, arkadaşım sırdaşım oldu,
tanıyacaksın "Doğan Atlay". Bana arasıra lütfeder mektup yazar,
bazen bir sayfa bazende yarım sayfa ama hep bir angarye
içindeymiş gibi, çekiniyormuş gibi, sayıyormuş gibi
izlenimler yaratmaya bayılır. Bende o zaman daha çok şakır daha
çok "büyüklere değilde küçüklere
masal" yazmaya başlarım.
Şişirilen balon üzerindeki şakiller gibi
birbirimizden hep
uzaklaştığımızı duyumsarım. Bilirsin sevgi nötür bir şeydir,
alınıp satılamaz, hep verilir, insanlık sevgiyle ayakta durur, onun
için vardır, ondan hep güzel ve görkemli yarınları
bekler. Bizler geçiciyiz, yarınlar vardır, milyarlarca yıllık
insanlık tarihi böyle oluşmuş ve böyle oluşacaktır.
Acele edip yarınlar için, yarınki insanlar
için,
çocuklarımız için, kullanımlı ve kalıcı birşeyler yapmaya
çalışmalıyız, biz küçük insanlar. Yoksa adımız,
şayet anılacaksa ki bu bir umudur, hiç olmazsa "doğdu ve
öldü" diye anılmasın!.
Seni çok sevdiğimi bileceksin, yazdıklarımın
seni
şartlandırdığından bilincindeyim, hatta sıktığını da
düşünürüm, ama bunu da bir yerlerde etkileyici,
kışkırtıcı olduğunun da bilincindeyim. Gerekli buluyorum. Dostlar eğer
yaşamı, yaşamaya değer kılmak isterlerse ki bu endiklemekle olur. Seni
öperim.
Dostlara selam, saygılar.
E. Aydın, 20Ocak1996
Adı Muzaffer
Utkusu zafer.
Böğründe kılıç
Neler neler neler
Beni sucukturamadığın için serbes yazacağım. Sizden
üç şey isteyeceğim:
1. Mektuplarınızın kenarında dosya deliği için yer bırakmanız
2. Gıçında ağarmadık kıl kalmamış bana ağabey diyorsun
3. Düşümde kalan yitik beldeleri gezeceğin zaman bir daha
bana alo dersen kıyamet kopmazdı. Kahve döğücüye hıng
deyici gerek.
Doğan'la sen aslında Allah'ın bir domuzluğu sonucu berabersiniz.
Alçak gönüllü, şov yapmayan, övünmeyen,
ama yaşadıklarını vesika eden, geleceğe sonsuz hizmetler sunan isimsiz
gönüllüler .! Dahası hiç ayaklarını yerden
ayırmayan asil bir karekterinde örneği kılmış. Ne mutlu size, ne
mutlu Mut'luya, ne mutlu o beldelerde yaşamışlara (*)
Bizim kitap ciltleri eline geçecek biraz bekle. Doğanı ve sizi
öperim, kutlarım.
E. Aydın
ALIŞIM DOSTUM
Bugün Nisan'ın 22'si, dün galiba 21'i idi,
yarın ise
23'ü olacakmış. Olunca göreceğiz. Arkasından eli
bıçaklı tanrı geliyor. Koyunlar düşünsün!.
Yüz binlerce yıldan beri gök
gürlüyormuş, ilkler bu
karmaşık gümbürtüyü korkuyla, saygıyla
karşılamışlar ve birilerinin tehdit ve korkutma çığlıkları
sanmışlar, her şimşek çakışta çil yavrusu gibi
kaçışmışlar, inlerinin en derin köşelerine gizlenmişler.
Ertesi günler güneş, güzel barışkan havalar, daha sonra
bir tabak gibi ayrıntılara sokulan fırtınalar. Tekrarlarında bunların
yıkıcı değil uyandırıcı, uyarıcı oldukları olduklarını duyumsamışlar.
Akan zaman içinde, nedenler nedenleri getirmiş. Korkunun yerini
önce saygı, sonra da sevgi almış.
İnsandaki ilk tanışmalar gibi.
Sevgi çoğalınca ayrıntılar da
çoğalmış, umutlar,
beklentiler yoğun sis bulutları gibi objeyi sarmalamış.
Dış doğa artık iç doğanın duyumsal, binlerce
çeşitli
iyiye dönük ürpertisinde deniz hareketleri gibi
yıpratarak ve okşayarak çalkanmış durmuş, durmamış
sürmüş gitmiş.
Doğayı artık tanıyoruz. Yağmurdan, fırtınadan sonra
güneş
olacağını hesaplayabiliyoruz.
İnsan doğası ise henüz hesaplanamıyor. Papatya
falı
güvencemiz oluyor. Güzeller güzeli papatyayı yaprak
yaprak yoluyoruz, seviyor, sevmiyor
Geride bir yığın taç yaprak, gizemi yok olmuş
çöp
yığını!.
Sanat tarihine bakılınca tunç devri
çok önemli ve
kalıcı eserlerle donanmış vede gelişim yüklüdür.
öyleyse tunç neden bu kadar tutulmuş hala da tutuluyor.
Heykel deyince, hatıra o gelir, sağlamlık da cabası! Bakırı tanıyoruz,
mukavemeti az havayla teması iyi sonuç vermez, ama kalayla
karışınca işler değişiyor, asaletine ulaşıyor. Onun için ve daha
bir çok sebepten dolayı ben tunca tutkuluyum, asil bir
birleşimdir. İtibar bakımından da altından daha çok hayata ve
güzelliğe yatkındır. Altın ise hep varlığı, ticareti destekler.
Bir de gülen, sevinçli, güleryüzlü,
güleç olunca, alışıma bu niteliklerde girince, değer
yargısı azıcık da olsa gelişmiş birisi, nasıl aşık, hem de sırılsıklam
aşık olmasın ki?
Güncel işlerinizde, özde sorunlarınızda başarılar dilerim.
E. Aydın, 22Nisan1996
SAYIN ERTUĞRUL KARAGöZ
Bir gün, bir dostumuz, "seni bana methettiler,
aslı var mıydı"
dedi. Düşündüm, haklı olarak verecek yanıt bulamadım.
Nasılsınız, iyimisiniz, sizin seçildiğinize sevindim, gibi, ara
nameleriyle geçiştirdim, yeni tanışıklıklar, hal hatır
sormalarla, konu ve odak noktası değişti, söz değişti ve sergiden
ayrıldım.
Yedi ay geçiyor; bu sorunun bana niçin
yöneltildiğini arıyorum.
üniversitede, eğitim fakültesi, felsefe
gurubu
üyelerinden bir gönül erini akşam çayına davet
ettim. Sohbet koyulaştı. Durumu ayrıntılara inmeden açtım,
iletişim eksikliği tanısı koydu. Kaynak kitap rica ettim, ertesi
gün iki kaynak kitap göndermişler. Anlambilim, Pierr Guirand,
Anabilimi ve Türk Ana bilimi, Prof. Dr. Doğan Aksan. Birincisi
Fransızcaydı, gücüm yettiğince okudum; anlamadığım gibi,
haklı olarak lisan bilgimden kuşku duydum. Sevgili Bedri Rahmi
Eyüpoğlu boşuna dememiş: "Bir dili öğrendim demek
için, ana avrat küfredebilmelidir". İkinci kitap ise,
Türkiye'de Türkçeyi doğru konuşan, anlayanın az olduğu
savı, kafamı iyice karıştırdı.
Türkçemiz, tarihin katmanlarından
süzülerek,
arınarak gelen, çok çok güçlü, zengin
bir dildir.
Otuz sene Türkiye Cumhuriyet'i liselerinde
öğretmen olarak
çalışacak; şöyle veya böyle, 30.000, öğrenciyle
iç içe; iletişimsiz eğitim yapacaksınız.!!! Hem de,
adınız başarılıya çıkacak, ödüller alacaksınız.!!!
Mersin Devlet Güzel Sanatlar galerisinde, bire bir, ilk
karşılaşmamızda, İçel Sanat Kulübü seçimlerinin
sonrasında, bana yönelttiğiniz tümcenin, anlam bilim olarak
içeriği neydi?
Bana yazmak lütfunda bulunursanız sevinirim.Saygılar.
E. Aydın, 10Ağustos1999
HİLMİ'CİĞİM
Uzun süredir haberleşemiyoruz. Bizim
insanlarımız renkli simaları
sever. Asri hoca bunlardan birisiydi. Fikirlerine kızan severdi,
beğenen severdi. Rahmetli iyi fikir üretirdi, olumluolumsuz.
Sıtkı bey'in babası Yaver efendi de böyleydi. Ama Yaver efendi
Asri hoca'dan farklıydı. Bir defa sindire sindire bir okumuştu.
Fikirleri geniş kapsamlı, kendi yaratısı o şartlar
altında
uygulanabilirliği olmaya özdeş şeylerdi. Senin seviliş nedenin ise
pek farklı değil. Türkiye 'de senin görevinde
sürüyle insan var. Ama içlerinde bir de giydiği urbayı
doldurup dışına taşan Hilmi var.! İşe başladığı günden beri hep
çapından büyük işlere soyunmuş, halk bilgisine
gönül vermiş, derinlemesine konusunun labirentlerine dalmış,
özveriyi sergilemiş biri.
Elbette seven de sevmeyen de türlü
nedenlerle olacak. Yaşamın
anlamı da bu değil mi?
Dergi benim elime çoktandır
geçmiyordu. Bu gün
postacı ile eski ve aşina bir dost gibi masama geldi okudum.
Sıtkı Soylu'nun yazısında bir şey ilgimi çekti. Kulağı kesik
davar besleyenler köpeğin kulağını keserler. Nedeni, köpek
kulağının üstüne yatar, çevreyi duymaz diye.
İkincisi Doğan'ın yazısında; daha derinlere
inilecek, bilimsellik
çizgisine de uyan çok nüans var,
sürdürsün.
Gündüz bey, Tarsus'u vermeğe çalışmış ama
çağdaş mimarlarımızdan Nuri Abaç'ın da Tarsus'ta
güzel bir eseri var. Ondan bahsetmemiş.
üçüncüsü, Köroğlu olayına, Memişoğlu
bir balka türlü yaklaşmış.
İçel Halk kütüphanesi için
bağışları hep
açık tutunuz. Kasım ayı ile bugün arasında iki ay oluyor.
Ben de bir iki resim vermek istiyorum. Ayrıca biraz da kitap
seçeceğim. Zaman veriyor musunuz? Veriliyorsa nasıl
ulaştıracağım.?
Sana Sağlık afiyet başarılar dilerim
E. Aydın, 11Ocak1993
HİLMİ BEY DOSTUM
İnanıyorum, büyük bir sorumluluk
altındasınız, dahası
Türkiye genelinde bir emsali bulunmayacak kadar çalışkan ve
de başarılısınız. Başrınızın sürdürülmesi için
size sağlık dilerim, Tanrı yardımcınız olsun. Amin.
Mektubunuzda öğrencisine vereceği notu kararlaştıramamış bir
öğretmen havası var.
Sizinle azınsınamayacak bir geçmişimiz oluştu
sanıyordum, her
karşılaştığımızda da, iltifatlar yağdırmanıza karşın, ikircimliliğinizi
sezinlerim. Bundan neden olsa gerek, hala ismimi bile yanlış
yazıyorsun. E T H E M..
Kendimi biraz olsun anlatmak gereğini duydum, hızlı
vasıtaya binmeyi
sevmem, mümkünse yürürüm veya eşekle seyahat
ederim.
Yavaş yavaş yürür, doğayı herkesin
gördüğünden
ayrıcalıklı, detaylı özümlerim, olayları da öyle.
Programları bağlayıcı, kısıtlayıcı bulurum. İstediğim zaman, istediğim
olay veya obje üzerinde zaman yitirmekten korkmam. Bilimlerin
hepsini ayrıcalıksız severim ve ilgi duyarım. Seçtiğim dal
gereği bütün ilimlerle iletişim kurarım, belli ve kendime
görece bir felsefem olmuştur. Felsefeme saygılıyım, bohem
yapılıyım, ayağımı topraktan kesmemeye çaba veririm, bundan
sebep çevrem bana zor insan der. Seranomiler benim için
bir işkence olur. Size garip gelecek ama, ilgi alanım içinde
başkalarının söz sahibi olmasını istemem. Onun için
herhangi bir yarışmada beni bulamazsınız. Bildiğimi çok iyi
bildiğime inanır ve öyle sanırım.
İradem izin verdiği oranda sıradan vatandaş gibi
olmaya, davranmaya,
aşağılık duygusu denecek kadar uyum sağlarım. Bana layık görlen
irtifaları daima kuşkuyla karşılarım, ben bu muyum diye sorarım.?
Krallarla gezer, halka ait hasretimi yitirmemeye çalışırım.
Bundan neden, anlayışlı sevgi gösterilerini redederim ve az
sevgilim olur. Rahatsız da değilim.
Kendi iç yargım önünde verdiğim
hesaplar hep yüz
ağartıcı, gerçekte olması gereken gibidir.
Yazılarımı beğendiğinizi söylediniz,
teşekkürler ederim, eğer
buda bir iltifat değilse. Böylece yazım aileniz arasına girmiş.
Büyük mutluluk. öyküleri resimleme istencenize
gelince, elinizdeki dergiyi biraz israf etmiş olmaz mıyız? Size
yolladığım her yazı yayıma uygun olsun diye kuşa dönmüşlerdi.
Altıparmak nenenin masalları, neredeyse bir kitap olur, basit bir
örnek. Belki Mersin'in kurtuluşu nedeniyle, yayına girer umuduyla
size bir yazı daha yolluyorum, bir bakınız. Hazırlamak bizden, fırsat
vermek sizlerden. öperim.
E. Aydın, , 9Ağustos1994
HİLMİ BEY DOSTUM
Zaman sevişme vaktidir. Akıllı ol Ethem dedim.
Sözümde
durarak size bir özür dileme betisi yazıyorum.
Eğer ilginizi çekmişse, size hep yazmak
isterim ve yazarım da,
siz hiç yanıt vermeseniz bile... Emek verdiğiniz, ömür
koyduğunuz işin özünü ve nedenli önemli ve netameli
olduğunu biliyorum, siz aslında bir Don Kişotsunuz. ülkeyi,
geçmişini, geleceğini seven kişiler, ya azaldı, ya bitti,
yahutta gözlerine perde indi, basiretleri bağlandı. Biz sanatla
uğraşanlar, konumları gereği geçmişte, günde ve yarında
gezinen canlılardır. Toplum bunları hep dışlar, zira oturuşkun bilim
düzenine, kerat cetveline uyumları olmaz. Bütün bunları
bilerek, inanarak sizi seviyorum, hiç de karşılık beklemem.
Bu yukardan beri anlattığım gerçekler gereği,
karınca kararınca
yardımcı olmak görevimizdir. Dergiye bir kapak hazırladım. Eğer
beğenirsen ki, ben beğeniyorum, derginin içeriğine uyan bir
sayısında basılırsa sevinirim. Yine eğer onaylarsanız, kapakta
basılmasını, bu size yolladığım renkli fotokopi gibi yapabilirsiniz,
Adana'da var.
Gerçek nedenlerle olamaz derseniz, sepiye
yani kırmızıya
kaçar kahverengi üzerine basılsın.
Gelelim sizdeki mektuplara. Onların bazılarından,
sizinle olan hoş beş
sohbet bölümleri çıkarsa, sanırım kültür
ağırlıklı vasat ve beğenilen bir yazı olur. Böyle birkaç
tane olacak. Dahası, istenirse yenilerini de üretebilirim.
Diyeceğim yanındayım. Size sağlıklar diler öperim. Fikirleriniz
için bir alo derseniz iyi olur.
E. Aydın, 20Ağustos1994
SAYIN HİLMİ DULKADİR
Bir dinazor, bir kelaynak, nedense saygın medyanın
dilinde uzun
süre dalgalandı durdu.
Benim anlayabildiğim kadarıyla, çağlar
içinde, iriliği
ile ünlenmiş sanal bir yaratıktır dinazor. Nitelikten yoksun.
Yine yaşanan yakın zamanlar içinde soyu
azalmaya yüztutmuş
bir garip kuştur kelaynak. Yine nitelikten yoksun.
Bu çıkarmam doğruysa, bu denli kavi, direngen
oluşlarında
nitelik olgusu tümcemizin neresine sığacak? Yani Ethem sana
dinazor deyesi...!!!
Kızmadan, incinmeden beni dinle, yanlışım olursa
bağışlamanı umarım.:
1985-86 da, Mut'un çınar altında, pıprıl
pırıl, gencecik, uzunca
boylu, gösterişten uzak, yepyeni projeleri olan bir beyle
tanışmıştım.
Onu, 1987'de Halk Eğitim Merkezi
Müdürlüğünde
"İçel Kültürü" dergisinin ilk sayısının coşkusu;
onu bekleyen gerçek, bana göre dağlarca sorunları, Donkişot
örneği, değirmenlerle savaşa aşarak, işte milenyum'a gelindi..!
Buna evet mi, hayır mı?
Kahramanı, övgülerden, bencil sevgilerden
soyutlayarak,
gerçekçi yargıya varabilmek için, bir
cilttenonikiye, onüç cilttenyirmidörde, yirmibeş
cilttenotuzaltıya kadar satır satır okumam gerekmiş. Seve seve, soluk
soluğa okuyorum.
Aynı parkurda koşan, aynı sorumluluklarla yükümlüler
arasında, Hilmi Dulkadir bana çok çarpıcı geldi.!
çok farklı bir benzetide bulunabilmek için; çağlar
ötesi, ulaşılmaz bir isim buldum <Dinazor>.
Sonra düşündüm ki, dinazor yaşamıyor.
Yaşayan bir ucube
ararken aklıma kelaynak geldi. Deyesi değil dedi.
Genelde övgüler, yaratılışı eksikli kişileri yere vurmak
için kullanılır. Ama Hilmi, edimlerin beşiğinde volta vururken,
sessiz ve derinden, güvenli adımlarla yürümeyi nice nice
deyimlerle yürürken, bu övgülerin besleyici
olacağını düşünüyorum.
Mut doğumlu birisi olarak, bu övgüyü yazmayı,
ödenmesi gerekli bir borç biliyorum.
Yazıma değin iki de, halk yaratısı sunuyorum:
Peygamberler, ırmak kenarında balık avlıyorlarmış,
bol bol koca koca
balık tutuyorlarken; ırmağın yukarısında, çavlak bir yerde,
Tanrıyı da balık avlarken görüyorlar, ama hiç balık
vurmuyor oltasına. Peygamberler mahçup mahçup
düşünürlerken, birimiz gidip kendine haber verelim,
orası akıntılı biraz aşağı veya yukarıda oltasını ırmağa atsın diye
konuşurlar. Biri gidip haber verir, tanrı yerini değiştirir. Oltasını
ırmağa atar atmaz koca bir balık oltaya vurur ve ALLLAHALLAH diye
bağırır.!
Eskiden herkes at beslerdi. Atın iyisi, kullanışlısı rahvan olanı idi.
üzerine binildiğinde hızlı gider ve terlemez, yorulmaz,
üzerinde kahve içilir, deye övülürdü.
Buna anadan doğma Rahvan denirdi.
Tay biraz büyüyünce, iki yan ayağına
köstek
vurulur, uzun süre böyle kullanılırdı, o da rahvan
gözükürdü. Ama üstündekini yorar, kendi
terler perişan olurdu. Onada sonradan olma rahvan denirdi.
Alıp satılırken sorulurdu, anadan doğma mı?,
sonradan olma mı???
Saygılarsevgiler
E. Aydın, 27Haziran2000
Sn. ŞENOL ENGİN
İçel'de Taşeli'nin sıcak yürek vuruşunda
güncel,
düncel ve ardılı yakalayan Atatürk kuşağının temsilcisi,
güvencesi, gönül adamı, sayın valimiz...
Bu ses; 1944'lerden başlayarak, Kars,
Düziçi Köy
Enstitüsü, İvriz Köy Enstitüsü, Mersin Lisesi,
Osmaniye Lisesi, Adana Erkek Lisesi 1977'lere kadar 30 sene, karınca
kararınca, ulusuma olan borcumu bir İşbilgisiResimYazı öğretmeni
olarak ödemeye çalışan, binlerce eğitim ordusundan birinin
sesidir.
Mersin Liselileri Derneğinin, İçel Sanat
Kulübü 'yle
birlikte hazırladıkları, geleneksel buluşma günü kapsamında
açtığım sergiye onur vermenizle, öğrencilerimi ve beni
mutlu ettiniz.
Mersin'in özellikle kültürüne
yerinde katkınız,
zamanlar boyu süreceğine inandığım, tatlı bir söylencedir.
Genç Türkiye Cumhuriyet'inin sarsıntılı
evreler yaşadığı
günümüzde, sizler gibi dinamik güçlere,
şimdi daha çok gereksinimi olduğunun bilinciyle bu yazıyı size
ulaştırmayı bir görev saydım.
Atatürk'ün kağnısı, sizler olduğu
sürece yolda kalmaz.
Saygı ve sevgiler.
E. Aydın, 8Kasım2000
SEVGİLİ TURGAY OKTAR
Ben Mut'ta doğmuşum. Yaşamayan kardeşlerimden
birinin nüfus
teskeresini taşırım. Bir diğer anlamda, sayısız yoklardan birisinin
kimliğini taşırım. Yoklardan birisi sayarım kendimi.
Yörük değiliz amma, çok çok
yörüdük, yörüyoruz da..
Ermenke'te bağımız, bahçemiz vardı. Her yaz
hayvanlarla oraya
gider, geç güz bağın basat ürünleriyle Mut'a
dönerdik.
Babam, hem müderris hem de hoca olduğu için, askere
çağrılan, belki de dönmeyen hısımların çocukları,
bizim daracık evde toplanırdı.
Doğaldır ki, bütün gereksinimleri
(yiyecek, içecek,
giyecek, hastalık, sağlık, evlenme, okuma, okutma) hep bizce
karşılanırdı. Böylece aile nüfusumuz on,
onbeş kişi olurdu.
Değişik yaşta, okuyan okumayan her birey, günlük yaşama
katkıda bulunmak durumundaydık. İşte bu nedenle Ermenek'te kıyıda
köşede, bizlere bol bol yetecek ürün olurdu.
Akrabalardan emanet kalan hayvanlarla taşınmamız,
hem kolay, hem de
zevkli olurdu. Ermenek 'le Mut arasını üç günde
alabilirdik, o da hava yağışlı olmazsa.. (yağışlıysa köylerde,
babamın mollalarında konuk kalırdık.)
Bir yaz cümbür cemaat Ermenekte'yiz: (hısım, akraba,
çocuklarla beraber). Benden yaşça büyük bir
öksüzün bağında ürün topluyoruz. Nuri ağabey
uzun süre ortalıkta görünmedi. Sine sine, aramaya
çıktım.Nar ağaçları arasında oturmuş ağlar buldum
Ağbey ne ağlıyorsun deyince, yanıt beni de ağlattı. : Anam, babam
buralarda abdest bozarlardı, acaba kuru boklarına raslarmıyım.?!!
Sevgili dostum; insan anılarda yerleşebilmişse
yaşamış oluyor.
Anılarda, her zaman devasa olaylar kalmaz.
Sıradanlıkların da şansı vardır. Aslında bir
ağaç diken faydasız
yaşamamıştır.
Eğitimin ve öğretimin olduğu yerde, öğretmen vardır.
Şöyle veya böyle; maaşını almış, derslere girmiştir. Uzam ve
zamanda, bir hoş seda gelir geçer. 1950'lerde, bir edim
1999'larda; kadirşinas dostlar tarafından, 49 sene sonra görkemli
bir şölenle gündeme getirilmişse; Bu olay önce, ideo
'daki <İnsan>'ın onurudur.! Evrenseldir.
Sonra da edimi beraber ortaya koyduğumuz, siz kadirbilir
gençlerin asaleti, yüksek onurunun yalın kanıtıdır.
Kültüreldir, tabusaldır, arsıulusaldır, evrensele
açıktır.
İnsan, akan zamanın yükü altında bazen soluk alma zorluğu
çeker. Böyle bir zamanda <Hayat
öpücüğü> ne kadar da yerinde oldu...
Sizleri candan öper, ekibinize saygılar sunarım
E. Aydın, 29Mayıs1999
SEVGİLİ GEZER
(Bu yazı, bir eleştiri olacak özeleştiri)
Maymun kardeşlerimizden buyana, biz ve
benzerlerimize (insan) deniyor.
Huylusu, huysuzu, hıllısı, hırsızı, namuslusu, namussuzu, tembeli,
çalışkanı, kötüsü, dinlisi, dinsizi, say
sayabildiğin kadar....
Sözcükleri, dilbilimsel, anlambilimsel olarak
irdelediğimizde; hepsinin de soyut, sanal, göreceli tanımlarıyla
karşılaşırız.
"Her insanın bir doğrusu vardır" dersek; sosyal
yapıyı, demokrasiyi,
ulusalı, evrenseli nasıl bulacağız.!
Akla uygun bir saplama yapabilmek için yaşanmışlığın, en eski
zamanlarına uzanıyorum, labirentlerin loşluğunda, dehlizlerinde,
yitiyor bitiyorum. Makrodan ayrılıp, mikroya dönüyorum:
Muhammed'ler, İsa'lar, Musa'ları okuyorum, liderlerin hayat
öykülerini, buluş sahiplerini, teknolojinin enlerini dikkatle
tarıyorum. Salt iyi, salt büyük yok.!
Türkiye'de ise, büyük çok:
Atatürk,
İnönü, Bayar, Menderes, Demirel, Yılmaz, Tansu, Erbakan,
v.s... Bu çelişkili değer sıkalasında, yargıya destek olan
ölçüt ne?.. İlkokuldan başlayarak, hep pekiyi notları
mı almışlar, taktir belgeleri mi var? Doğru veya yanlışlık nerede?
çoçukluğundan buyana, örnek
insan, Hüseyin
Gezer'i; cumhurbaşkanlığına aday gösterebilirler mi? Hayır hayır.
öyleyse neden????
Bir yerlerde yanlış bir şey var; süre gelen,
süre giden!
Biz toplumla ilişkilerde kategorize olalım derken,
dışlanmışız, nitelik
dediğimiz şeyler, nicelik bile değilmiş.! Doğrudur da.
Doğup büyüdüğümüz kasabayabelediye başkanı
bile seçilmemiz olanaksız. çünkü, biz onları
unuttuğumuz kadar, onlar da bizi unuttu.
İlkokul sıralarındaki arkadaşların fotoğraflarını
bulsan, onlarla
konuşabiliyor musun, tanıyabiliyor musun.?!!
Yaşdaşın, hemşehrinEthem Aydın, senin için hep övgüler
yağdıran Ethem Aydın, sana gelmez, seni aramazsa, sen aramayı
düşünür ve hatta yazısına ve telefonuna yanıt
düşünebiliyor musun? çünkü bizim için
gün önemli, dünü ve yarını bellekten silmişiz.
Dostluğumuz, arkadaşlığımız bile yara almış. Bir dost olarak istenceyle
mektup yazıyorum, birşeyler paylaşalım istiyorum.
Yine biliyoruz ki, yaşamdünlerden, günlerden oluşmuş.
E. Aydın
öĞRETMEN DOST
öğretmenlik, çok ince ve kutsal bir
sanattır.
Eğer bu sanat dalı, raslantı olarak, zorunlu
nedenlerle
seçilmişse <bir çoğunda olduğu gibi> sıradanlık,
yapaylık, banallık, hep sırıtır durur. Vay böylelerinin eline
düşen çocuklara.!
Şimdileri var mıdır bilmem; eskiden, at alırken,
rahvan olan sevilirdi.
Rahvanlık, anadan doğmamı, sonradan olmamı? diye sorulurdu.
Tayın iki yan ayağına köstek vurulur, uzun
süre koşturulursa,
adım atışları rahvanlaşırdı. Ama üzerine binilince sarsar ve
biniciyi yorardı. Hakiki rahvan at ise, hiç sallamaz, deyimime
göre, üzerinde giderken, kahve içilecek kadar denirdi.
Köy Enstitüleri, öğrenci seçerken,
köyünde öksüz, fakir, kimi kimsesi olmayanları
özellikle seçerdi. Onlardaki ezilmişlik; okulunda bir
nükleer güç olurdu. Anadan doğma çalışkan
olanlar, yani rahvan olanlar, çalışmaya çalışma katarlar,
yaratıcı ve güvenilir olurlar, sürükleyici olur,
nükleer sözcüğünü bu anlamda kullandım.
İkincilere de, okul disiplini, çalışmanın
erdemini eğitsel ve
pedagojik olarak öğretirdi. Böylece kimi, anadan doğma, kimi
de sonradan olma;Ama hepsi de rahvan olurlardı.
Güncel medyanın, aylardır yaza yaza, öve
öve
bitiremediği Tansığ Eğitim Köy enstitüleri bu ülkenin
birincil gereksinimiydi, hala da öyledir.
ülkelerinin etiği, göreneği,
kültürüyle de
beslenen durmuşlar hep lider karekterini taşırlar, onlar yaşlanmaz,
emekli olmaz, ölümsüzdürler. Zira, gelecek
zamanların gereksinimi olan kişiler sayıca çok değillerdir.
Sizinle övünüyorum. Sizleri seviyorum. öperim
Sizinle ilk karşılaştığımızda
gözünüzde farklı bir
pırıltı , davranışlarınızda örtülü, özgün,
çoğalan bir gücü sezinlemiştim. Adana'ya yolunuz
düşerse, konuğum olmanızdan onur duyarım.
Not: Sergiden beğendiğim eserleri Düşünce
Derneğinde,
lütfen saklayınız, ben aldırtırım.
E. Aydın, 6Haziran2000
SAYIN İHSAN YüCEL
Söylem dergisinde sormaksorgucu olmak başlıklı
yazınızı ilgiyle
okudum. Uzun zamandır, böylesine yalın, açık, seçik,
anlaşılır, hem de bilimsel bir yazı okuyamamıştım.
Eleştirmenler, felsefeciler, köşe yazarları;
konuyu ellerinden
geldiğince, okuru ikircimli tutmak eğilimde oluşlarından mıdır,
nedendir bilinemez; labirentleri seçerler.!
Söylemlerini, la la lara, bulurlar.!
Yerde ve gökte var olanların dışında,
düşünce
üretmek için olsa gerek, tümcelerini gösterişli
ama içi boş çok anlamlı sözüklerle bezerler.!
Bu yazının şaşılası, bir doğuş nedeni var. Okul
yıllarından başlayarak,
son sevgililer günü buluşması dahil, bana filozof adını uygun
bulurlar, genelde hoşnut da olurdum.
On günden beri, bu sözüğün ne
anlamda bana
yakıştırıldığını araştırıyorum, haklıyım, ben bir resim
öğretmeniyim.
George Thomson'nun, "İlk Flozoflar" yapıtından başlayarak, tekrar
tekrar okuyarak, Aslan Kaynardağ'ın felsefecilerle söyleşiler
butiğini bir kere okudum, ikinci okuyuşlarda yarılardayım.
İçerik hep aynı. Filan şunu dedi, falan bunu
dedi. Sorasım
geliyor kardeş sen ne dedin??. Nötür konuşmalar.!
Söylemde, İhsan Yücel karşıma çıktı. Acaba aradığım
filozof bu muydu diye düşündüm!.
Akşamda, sabahta bir uygun zamanda, Aydın Sanatevine uğrar bir kahvemi
içerseniz, beni sevindirirsiniz. öperim.
E. Aydın, 18Şubat2000
SAYIN BAYAN RAHŞAN ECEVİT
Keser döndü, sap döndü, gün
geldi devran
döndü ve büyük çoğunluğun umudu, iktidara
geldi.
Kamu; bugününü, yarınını sizin us
görünüze emanet etmiştir.
Bunalımdan çıkışın reçetesi acıdır.
Ama ulusca acıyı
paylaşmaya tamı tamına hazırız.
Tıpkı milli müadelede olduğu gibi; ulusal
olmayı tek koşul olarak
getiriniz. Bize Onuncu Yıl marşını tekrar armağan ediniz.
Kaybolan ulusal onurumuzu, koşulsuz geri getiriniz. Sizden bunu ulusca
bekliyoruz.
Pilotlukla <virile giren uçağın kutulması
için,
bütün komutaları ortaya, ilk konumuna getiriniz>
bekleyiniz denir.
Dünya ulusları; çıkar nedenleri ve tarihteki konumları
gereği bize karşıdılar. Amaçlarını Lozan'da olduğu gibi kabul
ettirmeye çalışıyorlar. <İnönü ile Gurzon arasında,
ikinci görüşmede kapitülasyonlar için yapılan
konuşmada, siz neyinize güveniyorsunuz?, ülkeniz viran,
sanayiniz yok, yetişmiş elemanınız yok, paranız yok, yarın gelip yine
bize el açacaksınız der.>
Yanıt, sayın Lordum, siz şimdi şu uzlaşmayı
lütfen onaylayınız,
diğer önerilerinizi, biz bize, para için gelince konuşalım
der.
Aradan yıllar geçer, galiba Büyük Millet Meclisi
inşaatı için biraz paraya gereksinim olur. Paşa Osmanlı
Bankasına para istemek için bir eleman yollar. Müdür,
hay hay der, yalnız Paşa'nın kendileri lütfen gelsinler,
sözü Paşa'ya ulaştığında yanıt, yüksek sesle; tamam
anlaşıldı, biz onlardan hiç bir şey istemiyoruz olur.
Şimdilik, bir kaç cephede resmen, Nato
nedeniyle savaş
halindeyiz.
Ululararası bir sıcak savaş, 1999 yılı içinde
olası.
Ulusumuzu, bizi, çocuklarımızı, Cumhuriyet
'imizi savaştan
kurtaracak, gelişim ve girişimleri birinci plana alınız.!!
Artık ölmeyelim, öldürmeyelim.
Türk ulusu,
Osmanlı'dan buyana ölmekten hep korundu, koruyalım.
Dış ülkelere, öylesine bol kepçe
yardımlar
dağıtılırken, canımız, malımız pahasına oturduğumuz bu güzel
ülkede üvey evlat gibi yaşamak bize zor geliyor.
Sayın özal, benim vatandaşım işini bilir
dediğinden beri
hırsızlık, kanunsuzluk moda oldu. Memurun hakkını kararınca
ödemeyen hükümetler ayakta kalmakta zorlanırlar.
I.M.F karşıtı, U.S.İ.A.D başlıklı bir gazete
alıntısını da sunuyorum.
Bu yazımı, bir hanımefendi duyarlılığına sığınarak oluşturdum,
bağışlayacağınızı umarım. Saygılar...
Emekli öğretmen
E. Aydın, 4Temmuz1999
SAYIN NEJLA AKBULUT
<Bir insan, yukarlarda bir motor sesi duyar da
başını kaldırır
bakarsa, özgürlüğe tutkuludur.>
1950'lerde Mersin lisesine İşResim öğretmeni
olarak atandığımda,
Türkkuşu Yüksek Ehliyetim vardı. Belgemin başlığında,
<Arsıulusal Havacı> yazardı. Ayrıca model uçak
öğretmeni belgem de vardı.
Mersin lisesinde, beş yıl kurslar açtım.
öğrenci sayısı
yüz civarındaydı. Model uçak kursları da evrensel
çaplıdır.
Belli tarihlerde, türlü dallarda, türlü
niteliklerde özellikleri kapsayan yarışmalar yapılır. En
küçük birimlerden yani kurslardan başarılı olanlar,
büyük merkezlere, oradan da dünya çaplı
yarışmalara açık programları vardı.
Türk Yılmaz Sakınç, Ayhan Korucu,
Güngör
Gürpınar, daha birçokları, bölgeden Ankara'ya kadar
ulaşmış, ödüller almışlardı. Ayrıca Türk Yılmaz
Sakınç ve isimlerini anımsayamadığım birkaç kişi de,
Türkkuşu'nun İnönü Planör kampına katılarak,
yüksek ehliyet almışlardı.
Havacılık olayı benimle bitmiş miydi, yoksa
sürüyor da
haberim mi olmadı bilmiyorum. Bu sabah sizi zevkle dinledim ve yeni
başlıyormuş gibi gözüken; Mersin'de planör ve Havacılık
ilgisi ve uygulaması, hiç olamazsa 1950'lere uzatılamaz mı?
Türk Yılmaz ve arkadaşları, bir başka programda sizinle olsa, daha
eğitimsel ve onurlu olmazmıydı diye düşündüm. Beni
bağışlayacağınızı umar sizi öperim. Saygılar
E. Aydın
SAYIN AVUKAT AKBULUT
(Editörün
Notu: Bu mektup dönemin başbakanı Sn. Yıldırım
Akbulut'a yazılmıştır)
Yeni yıl mesajınızı aldım, teşekkürler ederim.
Sizin de,
çok çok aydınlık yıllara gitmeni dilemek
için düşündüm, bu nameyi yazıyorum. Benim elimden
de gelen bu kadar. Evim, üç demir kapının içindeydi,
üçü de kilitliyken masama mesaj nasıl ulaştı
bilmiyorum. İzlediğime göre eksiksiz her eve ulaşmışsınız, bu tek
ve büyük başarı. Gönüllü ekibe
teşekkürler.
İnsanlar doğuştan ayrıcalıklı ve kişiye
özgü yetilerle
süslemişler, farklı kılınmışlardır. Yani hepsi kıymetli hepsi
muhteremdir. Ancak kişi kendini tanıması ve yetileri önünde
hareket etmesi kaydıyla. Sayın Akbulut, ömür dediğin bir
karıştır, programe edilmezse, ne kadar uzun yaşanırsa yaşansın heder
edilmiş olur. Siz çevrenizin güvendiği bir avukatsınız,
size verilen konuyu ince ince ve uzun uzun düşünür,
kitapları günlerce karıştırır, doğruyu yakalamaya zaman
verirdiniz. Bu sizin belirgin karekteriniz idi. Ani çıkışlardan
çekinirdiniz, iyi bir avukat olmanın çizgisindeydiniz.
Sonra, iç benliğinizin itisiyle, hepimizde var olan aşağılık
duygusu sizi de esintisine aldı, sürükledi, siyasi oldunuz.
Bu da bizleri sevindirdi ama, artık mantık çizginizi bir kenara
koydunuz, kendi özbeninizden uzaklaştınız, rüzgarların
sürüklediği buluta döndünüz.
O, kıymetli kişiliğiniz, yapı karekteriniz yitti.
Sadık bir piyon, bir
emir kulu, kendi, çevresi ve halkı için
düşünemez ama konuşur hale geldiniz, grafik hep
düşüş kaydetti.
Merak ediyorum ve sormak istiyorum,
çevrenizde, eşiniz de dahil
bu durumu görüp size hatırlatan hiç mi kimse yok?
Sanki baypas ameliyatını özal değil, siz geçirmiş
gibisiniz. Artık sizi tanımak imkansız oldu. Ne dediğinizde, ne de
yaptığınızda tutarlılık kaldı!
Bazı kişilerin bu ülkeyi savaşa
götürmekte, bir ideoları
olabilir. Ama siz, bu çizginin insanı değilsiniz ki.!
Sizi bu tutumunuzla tarih yazacak, ama Efes
tapınağını yakan arestirot
gibi yazacak. Eğer Akbulut'u karabulut olmaktan kurtarmak istiyorsan,
önce başbakanlıktan sonra da siyasetten çekil, bu yangından
ne kurtarabilirseniz o sizin karınız olur.
Konuyu avukat Akbulut'un masasına koy ve irdele, o size doğruyu
söyleyecektir. Sizi seven bir dost. öperim.
E. Aydın, 21Ocak1991
SEVGİLİ KADİR
Belki biliyorsun, ben sizi öğrenciliğinizden
severim. Belki o
günler belleğinden kaymış olabilir, ancak durum budur.
Mektubum bu yüklem içinde tekrarlanıyor. Yeni
yürümeye başlamış bebekler gibi sendeleyerek koşar ve
yürürsün. İnsan sizi, düştü düşecek diye
heyecanla izler. Her defasında sizin sağ duyunuz, düz
görünüz, size doğru çizgiyi buldurur.
Böylece canlı, yaşam dolu,hareketli, renkli bir kişiliği ortaya
kor.
Söze Monaigne, Baudelaire ikilemiyle başlıyorum
Baudelaire, belki de ailevi nedenleriyle, ilmi
kariyer yapamamış
birisi, biliyorsun annesinin ölümünden sonra, babası
tekrar evlendi, analık bunu sevemedi, doğaldır ki bu da analığı
sevemedi. Aile meclisi kendisini Hindistan'a postaladı. Okyanusların
durgun, dingin, doğrucu havası, ona doğruyu yani kendi doğrusunu burada
bulduruyor, jeton düşüyor, gemiden bir ücra limanda
inip, uzun sayılacak bir süre sonra Fransa'ya dönüyor,
ailesine karşı savaş veriyor, kanuni haklarını kazanıyor. Yazım
hayatına başlıyor. Bohem yapılı yazarımız düz yazı ve şiir olarak
yazıp çizmeye başlıyor. Les Fleur Du Mal, Les Paradis
Artificiels onun ölmezleri arasındadır.
Montaigne ondan üçyüz yıl önce
yaşamış, hukuk
okumuş, saygın bir aileden geliyor, belediye başkanlığıda yapıyor,
felsefeyi seviyor, metafizikle uğraşıyor, milattan önce yaşamış
olan Epikür'ü iyi biliyor, yaşadığımız dünyadan başka
bir dünya olmadığını, kainatın moleküllerden olduğunu,
onların kendi iç dönüşümleri nedeniyle doğulup
ölündüğü, tanrının olmadığını ortaya
sürüyor.
Fizik ötesi gerçeklere ulaşmakta, insan beyninin
düştüğü çelişkiler üzerine eser vermiş, bir
Epikürcü ve Teo'cudur.
Beni bu kişilere benzetmekte, büyük
iltifat etmiş oluyorsun,
abartmış oluyorsun, zira onlar da birer insandılar, Kadir Kaçar
gibi, Ethem Aydın gibi. Her kişinin bir doğrusu vardır. Doğruların
birleşkesi ise kişileri bayraklaştırır. Bu ise zamana gereksinim duyar,
hem de uzun uzun zaman dilimlerine. Yakından bakılınca, insan
hiç bir şeydir, sıradandır, aleladedir.
Ama zaman faktörü devreye girince,
Atatürk 'ler,
İnönü'ler, Karacaoğlan'lar, Dadaloğul'ları, Yunus'lar,
Hacıbektaş'lar, Veysel'ler, Sokrat'lar, Aristo 'lar, Anştayın'lar,
Monteigne'ler, Baudelair'ler oluşuyor. öyleyse yol böyle
beliriyorsa bundan sonra neden olmasın?!
Ata nal çakıldığını görmüş kurbağa,
ayağını uzatmış
demeyelim bu aşağılık duygusu olur. Bayrak yarışına devam edelim.
Bugün altun ararken kömür yarın da kömür
ararken altun bulunur.
Kadir'ciğim, insanlar ölümlüdür.
Sen de ben de
öleceğiz, annenizin öldüğü gibi. ölenlerle
ölmeyi düşünmek bir görevden kaçıştır.
Yarınlarda Kadir 'lere gereksinim var. O mantığınızın rotasını
düzeltiniz.
Bütün bunları yazarken, hem seninle
başbaşa olmak istedim,
böylece iç benimi de korumuş oldum. Yani hep size yazmadım,
ben de vardım.
Yazmak böyle olunca, bir angarya olmaktan, bir
yasak savma
çizgisinde olmaktan kurtuluyor. Yani denize birşeyler at, bir
bilen olur gibi.
Kadir'ciğim, ilk mektubumu şiirinize bir tepki
olarak yayınlarsanız, o
güzel şiiri topluma daha çok açmış olursunuz. Seni
öper, fırsat bulursan Mersin 'e beklerim.
E. Aydın, 6Ağustos1991
SEVGİLİ KADİR
Geçen mektubumda beni kırıcı buldun. Ama şunu
da hemen
demeyilim, seni çok severim. Böylece senden herşeyin
iyisini beklemek doğal oluyor. Biyolojide Holizm diye bir kuram vardır.
Doğanın, kendi parçalarının toplamından daha fazla olan
bütünler oluşturma eğilimidir. Holizm veya holon kuramı
psikoloji içinde geçerlidir. Canlı veya insanın
özben'inde sonsuz yönsemelerin doğurgan ana maddesi hep
vardır. Kristal yapımında kullanılan metot gibi, yüksek ısıda
soğurulmuş ana madde istediğiniz kadar kaynatınız hiç bir şekle
ulaşmaz. Ama eriyiğin içine bir küçük kristal
parçası atarsanız, hemen bütün eriyik kristal
formlarına uygun olarak şekillenmeye başlar.
Gazeteci, toplumun metabolizmasını, ham doğurgan
maddesini iyi tanır,
ona uygun bir kristal parçasını atarsa işte zinzirleme oluşum
başlar. Onun için gazetecilik zor zanaattır. Sen hemen hemen her
konuda yazıp duruyorsun, ama mayalanma olmuyor. Yazmak için
yazıyorsun. Ele aldığın konuları kovuşturmuyorsun, böylece
mesleğini eksikli icra ediyorsun. Seçtiğin konuya hazırlanmadan
girişiyorsun, böylece belki birilerini sevindiriyorsun ama
görev vesikasız ve eskizsiz kalıyor. Ekspres gazetesini genelde
okurum. Hemen hemen tüm dizayn da sen varsın, sanki denilebilir ki
gazeteyi sen çıkartıyorsun. Evvela bu bir insan
gücünü aşar. Bir yerde de kullanılmış olursun. Yapılacak
yanlışların muhatabı olursun. İdareciler çok çalışan, her
işe koşan, her eksiği kapatmaya çalışan elemanı genelde
sevmezler, ayak altında dolaşma deyiverirler. Onun için
çalışmanı kesinkez sınırla. Gazetede belli bir
bölümün meşru sorumluluğunu üstlen, konunda
uzmanlaş ve de derinleş. O zaman sen aranan gazeteci olursun, kapanın
elinde kalırsın.
Gazeteyi çıkaran ekibin içinde ismini
bile koymayı unutan
veya bilerek yazmayan idarelere çok çalışarak, insan
üstü gayretler sarf ederek yaranamazsın. önce onurunu
korumak, sonra da iyi aranan bir gazeteci olmak için çaba
vermelisin. Aslında bu yazım bir methiyedir, ama seninkisi gibi havada
kalmayan bir methiye...!
Sevgimin yoğunluğuna dayalı bu yazıyı anlayışla
karşılayacağını umar,
öperim. Bayramını kutlarım.
E. Aydın, 16Haziran1992
SEVGİLİ KADİR KAçAR
Bu çoğunlukda böyle olmuştur. Yetke
sahipleri kendilerini
bilerek veya bilmeyerek layusel olarak duyumlarlar ve bu nedenle
kamunun nabzını yitirirler, farkına varmadan sıradanlaşırlar.
Hele hele konu gazetecilikse ekip çalışmasına
alışmak gerekir.
Bir gazete evrensel görevi gereği yaygın eğitim kurumudur da.
Bu bağlamda parlementonun da üzerinde yeri vardır.
Kamunun gören gözü, işiten kulağı
duygularının
temsilcisidir. Sizin gazetenin sayfaları az değil ama doyurucu değil.
Orda bir sen okunabiliyorsun. Yazar çizer kadrosunu
üniversiteye kadar kaydırınız. Edebiyat, Tarih, folklor, tıp,
ziraat, güncel çizgilerde veya tefrika halinde
sürsün. Okurları yazar haline getiriniz. Geçmişten
çok, geleceğe dönük imajlar gazetede yer alsın. Hayal
ürünü de olsa, yarınki Adana'yı konuşunuz, tabi zaman
zaman. Liman kenti bir Adana'dan söz edin, yeşile
bürünmüş, yasemin, portakal kokan bir Adana'dan dem
vurun. İlkokuldan başlayarak üniversite seviyesinde sorumlu
ağaç dikme kampanyalarından, sınırları belirlenmiş, okul
çamlıklarından söz ediniz. Kışkırtıcı olunuz. Yarıştırınız
okulları. Temiz sokaklardan, sıfırdan bir yerlere gelen tablacı,
öğretmen, kolejleri gündeme getiriniz. Evinin, sokağının, iş
yerinin önüne bir ağaç diken kimseleri atlamayınız.
Eğitim biraz da budur.
İnsanlarımız iyi şeylere layıktır, iyi şeyleri
duymaktan hoşlanırlar.
Anımsarsanız, çocuk da böyle eğitilir. Gazetecilik zor
zenaattır, sorumluluğu çoktur ama zangin meslektir. "Oğlumuz
çok iyi çocuktur, ah şu huyu da olmasa..." demekte bin
fayda vardır. Amacımız hep bekçi döğmek olmamalı, özde
üzüm yemek vardır.
Seni öperim.
E. Aydın, 3Mayıs1993
YAPI KREDİ BANKASI
SAYIN BöLGE MüDüRü
Türkiye'de köklü bir bankacılık örneğini
sergiliyorsunuz. Adana'da Kemal Satır galerisinin açılışıyla
sanata olan saygınızı ve ilginizi vurgguladınız. Kuruluşa ne kadar
saygı duyulsa azdır.
Kanaatimce böyle bir sanat kuruluşunun başına getirilen kişilerin
bir sanat nosyonu olmalıdır. Sanat çevresine yakın
olmalıdır. Sergi dizaynından anlamalıdır. Açılışların
banka personeline ekstradan ikram görüntüsünü
önlemelidir. Gerekirse ve sorulursa yapıtlar üzerine
çağdaş bir görüş verilmelidir. Bu kişinin maaşlı
olması gerekmez, fahriyen de hizmet verilebileceği var sayılmalıdır.
Adana'da sanata soyunmuş üçbeş kişiden biriyim, defalarca
rica etmeme karşın adresime açılış bilgisi ulaşmıyor. Durumu arz
eder, saygılar sunarım.
E. Aydın, 13Mayıs1993
YAPI KREDİ BANKASI
SAYIN BöLGE MüDüRü
13Mayıs1993 tarihli bir öz eleştirimi size
sunmuştum, bir resim
öğretmeni olarak, bir sanatçı olarak, güzele, iyiye
dönük fikirlerimi art niyet olmadan ortaya koymaktan zevk
alırım. Bu öz eleştirilerim, hiç bir zaman şikayet ve
buyuruculuk özelliği taşımaz, haddime de düşmez.
Yanıtınızdan, yani telefon konuşmanızdan edindiğim izlenime göre
siz savunmaya giriyor, olayı suç ve suçluluk
çizgisinde ortaya koyuyor, soruşturma mekanizmasını
çalıştıracağınızı vurguluoyrsunuz, hatta benden bir
türlü vesika istiyorsunuz.
Sayın müdür, siz henüz doğmadan
önce yollarda
olduğuma göre, beni şikayet çizgisinde aramanıza
üzüldüm.
Beni sergiye davet etseniz ne olur, etmeseniz neyi
değiştirir? Siz beni
yanınıza alacağınız yerde, karşınıza almaya çalıyorsunuz. Benim
size aktarmaya çalıştığım, gerçek bir
görüntüdür, isterseniz bir işaretinizle hepsi
düzelebilir veya mantıki çizgiye yaklaşabilirsiniz.
Göz kendini göremez bağlamında yazmıştım, huzursuzluk
yaratmak benim karekterim değil. Telefon yanıtıyla duyarlılığınıza
teşekkürler ederim.
Sevgiler, saygılar sunarım.
Boş bir zamanınınız olur, bir dostla kahve
içmek isterseniz
Aydın Sanatevine onur vermiş olusunuz.
E. Aydın, 21Mayıs1993
SAYIN MOZAİK AİLESİ
İstiyorum ki bu dergi yaşamalı, bu dergi yarın nasıl
çıkarım
diye düşünmemeli, yarın nasıl yanilikler getirerek daha
çağdaş olurum yüceltisine ulaşmalı! çünkü
biliyorum ki, Türk basını hep darboğazda olmuş, nice idealistlerin
umudu karınlarında kalmıştır. Bu bağlamda, 1920'lerden, 1970'lere kadar
yörenin çok iyi hatırlayacağını umduğum, kişilerin
belleklerde kalan yönlerini isim zikretmeden vereceğim. Siz de
mozaiğe ulaşan doğru yanıtlar arasından üç kişiye şimdilik
mütevazi ödüller vereceksiniz.
Böylece dergi daha çok okur kazanacak ve
halkın sevgilisi
olacağını umuyorum. Ayrıca bu türden anıları olanların size
ulaştırmalarını isteyeceğiz.Böylece toplanan bir yıllık anılar
değerli ve özenilmiş albüm olarak mozaik yayınları arasına
girecek.
Şartım, seçici kurulu ben oluşturacağım, bilgiler mozaikte
arşivlenecek. Sorumlularla görüşünüz, önerim
kabul görürse lütfen bana yazınız. Selamlar,
saygılar.
E. Aydın, 12Mayıs1993
SAYIN PULUR
Bugünkü Milliyet'te, iki yazıyı dikkatlice
okudum.
Birisine katıla katıla övünçle
güldüm,
espiriyi bulanı kıskandım. İkincisinde ise şartlanmışlığın parabolunda
gördüm, üzüldüm.
Kurulacak kabinenin adı: İsmet İnönü kabinesiMelih Aşık.
İkincisi öğretmenin feryadı, sizindi.
öğrencilik yıllarımda, iyi öğretmen, dolu
dolu veren,
çocuğa inebilen, onu coşturabilen, not defterini silah olarak
kullanmaya tenezzül etmeyen öğretmendi.
öğretmen oldum, otuz yıl liselerde, Köy
Enstitülerinde
çalıştım. En verimli öğretmenler not defterini sadece
yoklama yapmak için taşırlardı. Not öğrencinin amacı
değildi. öğretmenin de silahı değildi. Karşılıksız veriyorlardı,
ince yağan yağmur gibi bereketin desteğiydiler. Kars lisesi'nden; Ekrem
üçyiğit'ler, Şevket Bohça'lar, Tevfik Aras'lar
Düziçi öğretmen Okulu'nda; Lütfi Dağlar, Bedri
Konuşur, İsak Tokar, Nurettin Kars, Müjgan Akalın İvriz Köy
Enstitüsü'nde; Ferruh San, İhsan Beyhan Mersin Lisesinde;
Cahit öztelli, Aytekin Yakar, Nushed KIrcıoğlu, Ali Kutun, Ahmet
özen, Hikmet Hazar, Faruk Emek sıradan olmalarına karşın,
yüzde yüz başarıyı, kalıcı başarıyı, not korkusuz başarıyı
yeni yetmelere tattırmışlardır.
ürünleri Türkiye genelinde ortadadır.
Mersin Lisesinde; Haşmet Akal, ben Ethem Aydın,
Hikmet Hazar,
Hüseyin Sevim programda not ağırlığı olmayan derslerin
öğretmenleri idik, gelin görün ki, bugünkü
İçel'de, yoğun sanat çalkantısının endikleyicileri idik.
öğrencilerden beş numara isteyenler hemen alır, daha çok
not isteyenler, en az bizler kadar çaba vermek durumunda
kalırlardı, dahası beş numara isteyenlerin sayısı, sınıfta
üç veya altıyı geçmezdi.
Devletin ortaöğretim programlarında
büyük bir değişiklik
olmadı, öğretmen yetiştiren kurumlarda hemen hemen aynı,
çocuklarımız dünden daha iyi olmalarına karşın,
başarısızlığın nedeni, öğretmenin kendini aşmaması, kendi
iç çelişkisini yenememesidir.
Bu yazı size ve bazı okurlara ters gelebilir,
sütununuza
almayabilirsiniz, çöp sepetini uygun bulabilirsiniz, ama bu
bir gerçektir. Saygılarımla.
E. Aydın, 6Mayıs1993
SAYIN DEKAN
Masanıza bu tür bir yazı, sanırım sık sık
gelmez.
İki gün önce sizin Balcalı reyonuna
uğramıştım, reçel
almak için. Yumurta kutusu üzerinde bir reklam yazısı
gördüm, "süper kalite" gibi bir laftı. Bana ters geldi,
düşünmeye başladım. İşte bu mektup düşüncenin
mahsulü.
Vaktiyle Adana'da bir Ziraat okulu vardı, arsam
olmadığı için
oraya girememiştim. Adana'da öğretmen okulunda okurken oraya sık
sık giderdim. öylesine bilimsel, incelemeler açık, (asırlar
ötesi düşünülerek başlatılmış) bir düzenleri
vardı. Sanki öğrenciler, iş içinde eğitim
görüyorlardı. Botanik müzesi vardı. Yerli bitkiler,
özellikleri, tür değiştirme çalışmaları, alınan yakın
sonuçlar, ideal yapı, yani ulaşılmak istenen sonuç,
azalmaya başlayan türler müzesi, narenciye çeşitleri,
yetiştiği yerler, yöresel ve kültürel özellikleri,
verimi...
Anonim olarak faydası kabul edilmiş, sayısız yabanıl
otlar saksılarda
üretilerek isimlendirilmiş. Var sayılan faydaları etiketlerle
belirtilmiş. Tavuklar, horozlar cinslerine göre ayrılmış, yumurta
verimleri, verimi artıran bulgular, bulguların yan etkileri, süs
cinsleri.
O zaman bile aklımın alamayacağı bir titizlikte,
şimdi ise sadece bir
hayal ürünü görünümünde
çalışmalar öğrenciler tarafından yapılırdı. Ziraat
okulundan alınmış bir malın ayrıca kalitesi sorulmaz, isim kalite demek
olurdu. Yirmibirinci yüzyıl orada simgelenmişti.
Şimdi bilemiyorum... fakülte olundu... neler
ileriye
dönük değişti, yumurtalarımız süper oldu. Yumurtaların
kabuğu sanki bir zar oldu, elde kırılıyor, yumurta sarısının yeri
değişti, bazen kabuğa yapıştı. Turunç reçeli kavanozda
küfleniyor, yoğurtlar kısa bir sürede ekşiyor, peynir
kıvamsız, ticari mallar gibi tuz acısı. Olaylar saymakla bitmez.
Bir Fakültenin amacı üretime
dönük olamaz. O zaman
akla bir soru gelir, ülkenin ziraatını kim ve nasıl
yönlendirecek? Süper kalite ne demek, Balcalı yumurtası
sözcüğü yeterlidir.
E. Aydın, 15Ağustos1992
MUHTEREM SüLEYMAN DEMİREL
Osmanlı'lık ideolojisi, yirmibirinci asrın bile
ulaşamayacağı evrensel
çizgide bir ideo idi.
İnsan beyni yüceltiye dayanamadı, kişisel
çıkarlar onu
soysuzlaştırdı. Sonuç malumunuz.
Siz kaderin bir cilvesi olarak ve tabii
üstün yetileriniz ve
dinamiğinizle, bugünümüze ve yarınımıza yön
verebilecek yere geldiniz.
Bu çizgi büyük Türk ulusu için ve
dünya ulusları için Tanrının bir lutfu olsa gerek. Eğer bu
libayı giyebilir, içinde gurupsal ve partisel, bencil, bodur
duygularla kaybolmayabilirseniz ki bu çok zor ama Demirel'e
yakışır bir nosyondur. Ancak ondan umulan evrensel bir boyuttur.
Değerlendirebilirseniz tarih içinde ulaşılmaz, her faniye nasip
olmayan yerinizi alırsınız.
Diplomat gibi düşünerek, meşveret ederek,
peygamberler gibi
karar vererek, sağ duyu ve evrenselliğin ışığında, günlük
güneşlik yarınlara gitmek önce beklentimiz, sonra da
umudumuzdur. Ah şu hayallerimiz bir gerçek olsa!. Bu benim
kanımca, Türk'ün ateşle ikinci imtihanıdır. Demirel'in de son
şansı. İşiniz zor ama umutsuz değil.
Hörmetlerimle.
E. Aydın, 16Kasım1991
SAYIN BAŞBAKAN
SüLEYMAN DEMİREL
En kötü şartlar içinde
iktidardasınız. Olabileceğin en
iyi kadrosuyla hükümet ediyorsunuz.
Popüler bir halk adamı ve ülkenin
sevgisini ve itimadını
kazanmış ender kişilerden, zatlardan birisiniz.
Atatürk'ün nutkundaki gibi karanlık günlerde yaşıyoruz.
Sizden beklentilerimiz, biliyorum sizi de aşıyor. Ancak siz de
büyüksünüz, zor günlerin adamısınız,
nükleer güçsünüz.
Günler sel gibi akıp yıkıp geçiyor. Siz
ise hep konuşuyoruz!
üzerinize bir ülkenin ölüm kalım
çizgisinde
sorumluluğunu üstlendiniz, çalışma temponuzu değiştirmeniz,
çok çok yoğunlaşmanız gerekiyor. Bu çalı
çırpı ısısıyla, ne tandır kızar, ne de tencere kaynar.
Halkı aydınlatmayı, kanuoyun oluşturmayı,
çizginizde ve
rotanızda bulunan hatiplere bırakınız. Siz de biliyorsunuz ki, olayınız
bir ekipman olayıdır. Anladığım kadarıyla demokrasi de budur. Herşeyi
ben bilirim, ben yaparım dediğinizde ameleliğe soyunmuş olursunuz. Ana
temayı veriniz hatiplere, Türkiye genelinde, heryerde gidip
konuşsunlar, böylece davalar daha güçlü ve
inandırıcı olur. Dahası zaman kazanırsınız.
Sizler aya giden astronotlar gibi, bir süre,
ayın öbür
yüzüne geçiniz, varlığınızı ve sağlığınızı bilelim,
ama teknikten sebep yayınınız kesilsin. İnanıyorum ki, siz çok
yoğun bir çalışmayla bu enflasyonu durdurur, kan kaybını
önlersiniz.
Bu vampir gibi dikilen olayları, ya Demirel,
İnönü ikilisi
önler, ya da bundan sonra tufandır.
Düşünüyorum da, bu tür bir mektubu, bir emekli
öğretmen başbakana yazabilir mi diye, ama içimdeki sevgi
beni, bu duygusal çizgiye getirdi, büyük kusurumu bu
nedenle bağışlayınız.
Mektubumu okumanız benim için büyük
şeref olacaktır.
Dayanınız başaracaksınız, bu güç
damarlarınızdaki asil
kanda mevcuttur. Saygılarımla.
E. Aydın, 19Şubat1992
SAYIN CUMHUR BAŞKANIM
İnsanlar var olduklarından buyana, üzgü ve ezgileri de
vardır.
Hele hele umutları; onların tek yaşam nedenleridir!
Yaşama direngenlik kazandıran umut değil midir?
Sosyal birimlerde bir otorite vardır.Otorite; toplumun ve toplumların
dününü, gününü, geleceğini görebilen
veya görebileceği umulan cesur, ileri görüşlü
kişilerden oluşur.
Şöyle veya böyle, sosyal yapıda,
seçilen kişi artık
birey değil; toplumun gözü, kulağı, düşüncesi,
düşü, kamusal vicdanıdır...
Eğer erkeyi idare edenler topluluğun galeni, dedektörü
olamazsa; toplumda önce içe dönüklük,
homurtu, içten içe konuşmalar başlar, (şimdileri olduğu
gibi)..Daha yüksek konuşanlar, sokağın delileri ve ülkenin
sanatçılarıdır. Onlar sezgi ve duygularıyla geleceği algılarlar;
şıvgadırlar. Delilerin konuştuğu ciddiye alınmaz. İkincisi için
ise; zor yaptırımlar, cezalar seçilir. çünkü
onlar doğruları açık ve yüksek sesle söylerler; dahası
erkeyi huzursuz ederler. Namık Kemal'ler, Aziz Nesin'ler, Yaşar
Kemal'ler, Nazım Hikmetler örneği.. Avrupa ve Amerika tarihinde de
örnekler çoktur. Halklar ise bu insanları dışlamazlar,
genelde severler, kollarlar, inanırlar. Size yazmak cesaretim bu
bağlamdadır.
Siz bu topluma çok emek vermiş bir kişi
olarak sayın
İnönü'nün dediği gibi, has kumaşsınız, öze
yakınsınız ve de otoritersiniz!...
Herkes sizin çizeceğiniz rotaya bel bağlamış bekliyor.
Edim umuyor. Siz Anayasamız'da belirlenen güçlü
yetkilerle donanımlısınız. Henüz karar yetkisi elinizdedir.
Milli Güvenlik Kurulu, dokuz saat boyunca diyeceklerini
açıklıkla söylemiş, beklemektedir.
Askerler bizim insanlarımızdır. İyi niyetlidirler.
Ama, gelmeye kendilerini mecbur hissederlerse; ki, durum onu
yansıtıyor. Demokrasiye verdiğiniz emekler; korkarım heba olur.
Ulusça sıkıntıya düşeriz.
Şu kısa süreçte; Ulusumuzu radikal çizgiden
kurtarabilirseniz, şerefli tarihimizde saygın yerinizi alırsınız..
Bu şeref henüz inisiyatifinizi ve dirayetinizi bekliyor.!
Halkımızında sabırla beklentisi budur.
Kanlı mı, kansız mı sözü, sıradan bir blöf gibi
yorumlanmamalı.
Uzun zamandan beri, ön hazırlığı yapılmış, olgunlaşan bir proje
aysberk gibi ortadadır. Asla umutsuz değiliz. Bu ulusun, Mustafa
Kemal'leri, Demirel'leri hep vardır. Ve var olacaktır.........
Sanatçı, E. Aydın,
4Mart1997
Siz Türk ulusunun gözü, kulağı vede diline hitaben bir
mevkidesiniz, bu her faniye veya her idealiste nasip olacak bir makam
ve görev değil. Bilirsiniz Mustafa Kemal, o mevkiye gelinceye
kadar, yani okul yıllarından itibaren, modern Türkiye'yi
düşlemeye, fikirlerinde işlemeye başlamış ve en müsait zamanı
buluncaya, yetkiye kavuşuncaya kadar çok çok kıymetli
zamanlarını inanmadığı fakat, Osmanlı'nın sanını
düşündüğü için savaşlara savaşlara girdi
çıktı. çok geç olsa bile yalın ve çok
tehlikeli yetkileri aldı ve Anadolu'da istiklal savaşını başlattı. Siz
ise bu dirayetinizle büyük bir şans (tabi memleket
bakımından) iş başındasınız veya iş başına davet edildiniz. çok
şükür ne tersanelerimiz işgal edilmiş, ne de istiklalimiz
tehlikededir. Diyeceğim, büyük Türkiye'nin sizin gibi
bir elemana ihtiyacı olmuştur. Ben bu kadar genellemeye girmek
istemezdim. Ancak birtakım kısır yayınlardan rencide oldum, doldum.
Konuya kendi yönümdem yaklaşıyorum:
İğneye diken, dikene batan, emekliye, olgun demeye
alışmamız gerekmez
mi? Emekli yılların hazırladığı bir büyük niğmettir, en
verimli herşeyi gerek deneyimleri ile, gerek okudukları ile
değerlendirmesini öğrenmiş insan potansiyelidir ki, bundan
çok çok faydalanmak kaçınılmazdır.
Hatırlarsanız, Orta Asya'lardan buyana liderlerin
yanında bir
ihtiyarlar heyeti vardır. Hulagu'ler, Kubilaylar, Attila'lar, kaanlar,
Bilge Han'lar, Timur 'lar, daha kimler kimler bu potansiyelden
faydalanmışlardır.
Halbuki biz hep radyolarımızda, televizyonlarımızda
emekliye bir
zavallı posası çıkmış, yardıma muhtaç, korumaya
muhtaç kişiler olarak bakıyoruz, öyle taktim ediyoruz. Bu
uzmanlar kadrosunu gerek devletçe, gerek çevrece
görmemezlikten geliyoruz. Yüksek müsadenizle, ben bu
konuya bakış açısına karşıyım. Karşıyım, çünkü
konunun özü bu açıya terstir. Fırsat verilirse bu
durumu kamu kesimine televizyonda, radyoda anlatmak isterdim. Ama
nedense bu olay davasına inancı kalmamış kişilere veriliyor ve ortaya
garip bir tablo çıkıyor, yanlışların doğrultusunda.
Sizi idealist bir vatansever gördüğüm
için bu
yazıyı yazmayı üstlendim, yoksa hepsine lafı güzaf
diyebiliriz.
Uygulanabilir bir kaç da örnek yazacağım
pratik kullanımlı.
Mesleğinde başarılı olmuş öğretmenler kendi
okullarında veya
bulundukları bölgenin okullarında saygın ve uzman olarak her zaman
kabul görmeliler, saygıyla karşılanmalılar, gerekirse fikir
danışılmalılar. (Uygulamayı etkilemeyen danışmalar veya bağlamayan)
Memurlar, amirler kendi çalışma alanlarına
rahatça
uğrayabilmeli, hüsnü kabul görmeli sırasında danışılmalı
ki, bir takım sakat çift görüşlü gereksiz
arayışlar önlenmiş, zaman kazanılmış olsun.
Biz şimdi garip bir tabloyla karşı karşıyayız.
Memur, amir, yetkili
kişi kim olursa olsun yalnız çalıştığı sürece
güvenilir sayılır oluyor. Yani hayatın bir kesimde namuslu itimata
layık, ama resmi görevi bitince de inanılmaz, güvenilmez,
uzmanlığı elinden alınmış oluyor. Acaba bu olay dünyanının hangi
ülkesi de (seçimle gelinen bölgeler hariç)
bizdeki gibidir.
Ben Adana'da otururum, 1977'e kadar da orda resim hocası idim.
Türkiye ve dünya genelinde yapılan her tür genç
kuşak yarışmasına bol bol eserler ulaştırırdım. Bir kaç gün
için İstanbul'a geldim ve Kültür Sitesi'nde
çocuk resimleri sergisini gezdim, birkaç idealist
öğretmen dışında bu sergiye eser yollanmamış, Adana'dan ise sadece
iki adet sıradan eser yollanmış. çünkü dersin bilhassa
ilkokul çocuğu için anlaşılmamış öğretmenlerce,
idarecilerce. (*)
E. Aydın
FüSüN HOCAM
İnsanlar doğası gereği kusur yüküdür.
Bunu bildiğimiz
veya kabul ettiğimiz zaman, çözüm kolaylaşır.
Dostluklar uzun deneyimlerden sonra oluşurlar, oluşmuşlardır.
Açık olunduğu zaman çabuk ve sürekli, ikircimli
olunduğu zaman geç ve kısa ömürlü olurlar. Eğer
uzun çabalar sonucu bir dostluk olmuşsa,korunmasında bin fayda
vardır.
Açık olmak,aslında doğaya paralel ve gerekenidir, ancak yanlış
anlaşılmak korkusu, bizi maske takmağa zorlar, o da, öz ben
için kanser kadar zararlıdır. İyi bir deneyimden geçen
dostlukla bireyler, Eğer dostların bir gözü körse, ben
ona profilden bakarım deyebilmek Alicenaplıktır. İnsan olduğumuzdan
sebep dostlara gereksinimimiz vardır, doğal ihtiyaçlarımız kadar.
çağdaş olmak için, bireyler yapmamız, dahası laz laşmamız
gerekiyor. Saygılar sevgiler.
E. Aydın, 13Mart1992
SAYIN İSMET (*)
Sizi (*) müdürlüğünüzde
tanıdım. Yıllardır
türlü nedenlerle ihmal edilmiş kurumu yeni bir anlayışla
düzenlerken gördüm, özverili çalışmalarınıza
saygım vardır.
Nasıl ve neden olduğunu özümseyemedim ama
Altınkoza bana bir
onur payesi düşünmüş. Tartışılabilir ama olay bu.
Altınkoza, el broşürleri basmış, ismim soy ismim eksikliydi. Ethem
çalışkan olarak yazılmış ve altına benim özgeçmişim
yazılmıştı. Yöneticilere başvurdum, yeniden bastılar. Ancak bu
sefer de Ethem yerine Etem yazılmıştı. Hatta tanıtma kitapçığına
da yine Ethem Aydın yerine, Ethem çalışkan yazılmıştı.
Tekrar başvurdum. Bu sefer de Etem Aydın olarak
düzeltilebildi.
Makamınıza geldiğimde bu savaşın etkisi altındaydım. çok
sevdiğim İsmet (*) de tanıtımda Etem çalışkan diye söze
başlayınca içimdeki birikim taştı. Size istemediğim ve de
kınadığım bir davranışta bulundum. özür dilerim.
Hoşgörünüze sığınırım. Sevgi ve saygılarımla
öperim. Kahve içmeğe beklerim
E. Aydın, 24Eylül1994
SAYIN ALTAN öYMEN
Sizi çok zamandır tanıyorum. Geleceğe bakış
açınız ve
perspektifiniz daima ayrıcalıklı ve evrensel insana dönük.
Muhterem babanızı da hörmetle yadederim. Hocamdı, kendisinden
çok şeyler öğrenmiştik. Sonuç olarak bu yazıyı
yukardaki bağlam içinde yazıyorum. Dahası yeniliğe, yenilenmeye
açık bir gazetede çalışıyorsunuz. Gönül
isterki, Milliyet gazetesi hep ulaşılamayacak kadar önde olsun.
İki veya üç sene önce, sayın Aydın Doğan'a "evrenin
harikaları" dizisini vermeye başlandığı zaman yazmış, kağıt ve
içindeki fotoğrafları kasdederek, İslamda kurban kusursuzdan
seçilir demiştim. Şimdi görüyorum ki, yavaş yavaş bu
düşünceye kayılıyor. Grand Maser en son ve
göründüğüne göre kusursuza yakın olacak.
Gazete reklamlarla ayakta duruyor, bunu anlıyorum.
Ama dizayn ideleri
pervazsızca zedeliyor. Bunu televizyonda da yapıyor, insan nedense
onları hoş görebiliyor. Aslında önemli eğiti hiç bir
suretle kesilmemeli. İyi bir dinleyici biz konuşanlar için ne
kadar önemli ise, iyi bir okuyucuda gazete için
önemlidir. Bu savdan hareketle, hemen bir düzenlemeye neden
gidilemiyor?. Okuma alışkanlığına alışmış olan orta yaş gurubudur,
onlar için puntalar daha belirgin seçilebilir. Bilimsel
ve öğretici yazılar önemli tutulabilir. Kuponlar sayfanın
ortasından kenarlara kaydırılabilir. Renk ve koku öncelikle
devreye sokulabilir. Hele şu çocuklar için verdiğimiz
maketler hiç düşünülmeden, pedagojik anlamda
anlatımlı değil, ben ben iken montajda çuvallıyorum.
Bütün bunlar yapılacaksa uzman kişilere gereksinim var
demektir. Salla parti olamaz.
Milliyetin sürekli bir okuyucusu olarak bunları
konuşmak
cesaretimi hoş göreceğinizi umarım. Beni okuduğunuz için
teşekkürler.
NOT: Türkiye haritası vermiştiniz, altıncı paftayı alamadım,
Adana'dan bayilerden de istedim ama tamamlayamadım ve hala
kullanamadım. On pafta için de yazmamışsınız. Elde etmek
isterim.
Emekli Resim öğretmeni
E. Aydın, 26Nisan1992
SEVGİLİ (*) HANIM
Bugün sizden bir zarf aldım, mazruf
konserveydi, ben sizi lise
bitirmiş biliyordum, meğer okuma yazman bile yokmuş.
Şu dünya ne biçim değişiyor, herşey tepe takla, insanlar
umuda kalkmış yürüyor, mobilyalar tavana çıkmış,
lambalar yerde, objeler, kullanım araçlarımız evin
bütün bölümlerini doldurmuş, asıl sahipler dışarda.
Buzdolabı tıka basa dolu, bulaşık aracı iş bekler eli
böğründe, çamaşır makinası her dem kıvırmaya hazır
suyu yok, hepsi de kıs kıs gülüyor mağrur ücretli
işçiler gibi. Televizyonda kırdı döktüsü
çok bir filim var, izleyenler çişe gitmeyi unutmuş. Ama
hayat devam ediyor, seneler, aylar, saatler artık dar geliyor,
günlük işler perişan.
Zaman artık eskidi gitti. Pazartesi deyince
arkasından Cumartesi
yetişiyor. Ama insanlar yine büyüyor, oğlan sünnet
oluyor, kızlara görücü kapıda, yeni nesiller sıra
bekliyor kapıda.
Yaşam bir karambol, bir siklon ki, sorma ?!
çiller ablamız dans ediyor tempo aleste
Alagar Allegrato, Ecevit
pencereden sokağa bas bas bağırıyor, yangın var. Erbakan Allllah Alllah
diyor. Biz ölümlüler şaşkın ördek misali kıvırıp
duruyoruz.
Güneş yine doğup batıyor, ama gören yok.
Yağmurlar yağıyor
fakat ekip diken yok. Aşk da, sevgi de, saygı da öksüz kaldı,
yakında Merkür'e gideceği söyleniyor. Ekmek aslanın
ağzında deniyordu şimdi kıçında.
çocuklar büyüdü. Analara
babalara ciddi dersler
verir, uzaklara giden gemi sürüklerde düşüncemi,
felek çellik ben bir çomak karanlık mal oldu bana,
gerçek hayal oldu bana, dostlar bir hal oldu bana deli olmak
içten değil.
Epeyce okuyup yazmış olduğumu, hala hayatı sevdiğimi
düşünecek, dostlara mektup yazacak zaman ayırabildiğimi, yani
evrensel insanı hala unutmadığımı kanıtlamak için bunları
yazdım. Okursanız sevinirim.
Biliyorsun televizyonda kovboy filmi başlamak
üzere...
Hepinizi öperim.
E. Aydın, 20Ekim1995
SEVGİLİ CEMAL TURAN
Geçte olsa sizleri tanımış olmaktan mutluyum.
Raslantılar işte
böyledir. Geçmişte başlatılmış bir yerindelik tohumu,
bizlere bu günleri getirdi. Dostluğun günde yoğunlaşmasına
maya oldu.
Ne siz, ne de ben, özde toplumsal sayılmayız,
toplum içinde
ama yalnız olmayı seven kişileriz. Belkide bu dürtü azda olsa
sanata yakınlığımızın getirdiği bir komplekstir.
Hiç bir şey olmadan, hiç bir şey
yapmadan, en olmak
bütün insanların tutkusudur. Bu tutku aynı bağlamda, onun
başının sakınılmaz ağrısının başlangıcıdır. Yakın bir zaman kesitinden
beri ağrısız bir baş için, bunlardan soyutlanmaya
çalışıyorum. özbenime bağırarak söylüyorum, "sen
hiç konuda en değilsin", zira sen doğuştan bir en'sin! İki
milyon küsür spermin içinden yaşama şansına ulaşansın.
Evden eve, köyden köye gitmenin imkansız olduğu
dönemlerde yola çıkmış, ortaöğretim öğretmeni
olmuşsun, hem de milyonların içinde devlet beni yedirmiş,
giydirmiş, okutmuş, öteden beri fasa fiso dersleri denen bir
dersin öğretmenliğine para sarfetmiş. Dahası fena olmayan bir
maaşla emekli etmiş. Bir ömür sakalasında bu mertebe
hiç de az olmasa gerek! Paranın fazlası gibi şan
şöhretlerin de bir eğretileme getiriyor toplumda. Eski
Türkler 'de veya Osmanlı'larda veya en eski medeniyetlerde,
anonimlik özendirilmişti. İsimsiz olmak, kişiselliği toplumsal
olmaya taşıyordu. Aslında insan, yaratılışından sebep kusur kumasıdır.
Kusurdan amacım eksik meziyetler, kanıma göre yaratan, evrensel
insan için çok büyük bir şablon çizmiş,
neredeyse kendine göre ölçütler vermiş. öyle
olunca eksiğimiz doğaldır. Böyle bir felsefenin ışığında, sık sık
yörüngesel düzeltmeye gerek vardır, yoksa boşluğa
düşmek kaçınılmaz. Size ilginç ve hala birincil
tuttuğumuz bir insan tipini, Sireno de Berjerak'tan veriyorum, bu
operada bir tirattır:
Felsefeyi severdi, fizikten de anlardı. Şairdi,
musikide bir hayli
behresi vardı. Yaman bir silahşördü, zavallının Sirano de
Berjerak'tı adı, herşey olayım derken hiç bir şey olamadı.......
Her resim öğretmeni ressam olmadığı gibi ben de
değilim,
hiç bir iddiam da yoktur. Ama elbette resim yapıyorum, iyi resmi
tanımaya çalışıyorum, yapmayı da isterim, sadece o kadar. Sanat
ırmağına soyunmuş değilim. Hele hele bu konuda EN olmayı hiç
düşünmedim.
Bu öz eleştiri doğrultusunda sergilere ve
yarışmalara katılmam
uzun yıllar sanat literatürlerinden edindiğim bilgilerle, kendime
özgü çağdaş bir şeyleri denerim. Atike don dike,
gene söke gene dike.
Eğer zaman zaman sergiler açıyorsam, bu
kendimi seyirci
karşısında yoklamak, yapıcı eleştiri almak, bir diğer etabın ön
malzemesini devşirmek içindir. Sanatın ne olup ne olmadığının
belirgin olmadığı bir ortamda yaşıyoruz. Hele Türkiye'mizde
güzel ve çirkin yazgısı bir avuç eleştirmenin elinde
oyuncak iken, birilerinin iyi demesi çabası içinde sanat
yapmak bana ters geliyor. Bana kendini beğenmiş, ukala diyebilirsin,
inancım böyledir. İnanır mısın, ben kendimi bağenirim,
çünkü çok kötü bir eleştirmenden daha
müşkülpesenttimdir. çünkü, inancıma
göre evrensel resim zor zanaattır. Yukardaki sperma olayı gibi
birşey!!!!
İnsan, insan olalı beri resim yapar, bunların
kaçı
müzelerdedir?? Sanat tarihine geçmiştir???? Benim
literatürüme göre bunların sayısı üçyüz
ile beşyüz arasındadır. Zaman sansasyonu bile silmektedir.
Belki bu yüzden olacak, methiyeler bana şamar
gibi geliyor.
Ah şu insanlar, "ben ben" demeden yaşamaya bir
alışabilseler,
dünya bir başka güzel olurdu. Cemal'cığım bunları sana niye
yazdığımı ben de bilemiyorum. Aman bir yanılgıya kapılarak, hoca gene
ben ben diyor demeyesin. Hoca hanıma hörmetler eder, seni
öperim.
E. Aydın,
1Mayıs1992
SEVGİLİ CEMAL
Bugün Mersin'deydim, sizi arandım. Şimdi daha
çok sevdiğimi
anlıyorum. Görüyorsunuz ki, insanları anlamaya
çalışınca denecek birşeyler bulunuyor. Objelerin böylesine
devreden çıkarıldığı bir dönemde, tek dayanağımız gizemli
duyumlarımız oluyor.
Sizin benim yapıtım karşısında konuştuklarınızla,
benim Fatma
Tülin öztürk'ün yapıtı üzerine konuşmam ne
kadar da örtüşüyor!. Sanatçı da öğrenciye
benzer, yüreklendirmek gerekiyor.
çok çok eski zamanlar içinde,
Mut'ta bir marangoz
Nuri usta yaşardı. Babası kaymakammış galiba. İşinin tartışmasız uzmanı
olmak bir yana, çok çok saygı duyulan birisiydide,
çocukla sapına kadar çocuk, büyükle
büyük, hovardayla hovarda, ayyaşla ayyaş, kumarcıyla kumarcı.
Mut'ta bir benzeri olmayan birisiydi.
O zaman Mut'ta bir veya birkaç radyo vardı,
birisi pınarbaşında
gazinoda idi. Haber zamanı gelince hemen hemen herkes onun başına
toplanır haberleri izlerdi. Pilli olduğu için de seyrek
açılırdı, belki de yalnız haberlerde açılırdı. çok
insan olur, bolca çay satılırdı. Haberlerin bitiminde yaşlı,
genç Nuri usatanın etrafını alır, yorum dinlerdi.
öyle şeyler konuşurdu ki, hala şaşarım bütün bu akılcı
yorumları nelere dayandırırdı?
Gözleri şehlaydı, düşünürken
çok etkili bir görünüşü vardı. Bizler
kendisini Atatürk'e benzetirdik. Sanki Atatürk onun şahsında
yoğunlaşırdı. Sarhoşluğu hiçte fena değildi, ama yalnız adam
olmasından mıdır nedendir bilinmez, esrar da içerdi. Esrarı
kendi üretirdi. Böyle bir zamanda, kadın meselesi miydi,
kumar mıydı kahvede bir dalaşmaya katılmış, ayağını baltayla
zedelemişlerdi. Bütün Mut öyle üzülmüş
öyle üzülmüştü, ziyeretine gidilmişti, manav
Ali bir radyo hediye etmişti, antenli, kulaklıklı, elektriksiz, o
haberleri dinlesin, yorumunu yapabilsin diye. Diğerlerini pek
tanıyamadım, ama Güngör hanım bana onu hatırlatır. İyi resim
de yapardı, beni de resme iten o olmuştur. Ayıkken veya sarhoşken
hiç bir nedenle kimsenin kalbini kırmazdı. Emeği sel gibi
akıtmaktan kaçınmazdı. Dünyanın en karışık makinasını, hele
hele dikiş makinaları üzerinde emsalsiz, eli şifalı birisiydi. Bu
paragrafı da onun görkemli anısına bir gönderme olarak
yazdım.
İçel Sanat Kulübü içinde bir
Nüvit Kodallı
salonu var, O ki, ünü dünyaya ulaşmış birisi, ismine bir
salon izafe edilmesi çok kadirbilirlilik oldu. Şimdi bir
de Cemal Turan atölyesi doğuyor, değerini bil ve orasına
çok önem ver, bütün sende olan güzellikleri
oraya kat, orası senin için
ölümsüzlüğün kapısı. Şimdileri ulusal
inanıyorum ki, ileride artı ulusal olacaktır. Kodallı gibi.
Ders ücretine öykünme, niceliğe değil niteliğe önem
ver. Gerekirese seçme sınavları koy. Eğer bütçenize
çok acil katkı gerekmiyorsa, ücreti kaldır. Onun yerine
öğrenciden yıl içinde ürettiği eserlerden bir veya iki
tane derneğe bağış iste.
Becereksiz ve başarısız öğrenciyi biraz denedikten sonra
çıkarabileceğin imajını yarat. Fotoğraftan kopye yapan ve
yaptıran atölyelere fark at. Farkı sabitle. üniversite
öğrencilerini yüreklendir. Bilirsin onlar okulda pek resim
yapmıyorlar, sana gelmelerini dolaylı yollarda kendilerine duyur. Şimdi
üniversiteden sıradan bir öğrenci gelse, bu kısa zamanda
hemen ona ulaşır ki, kalite için önemlidir.
Bunları yazış nedenim, sende olan bir eksiği
tamamlamak içindir.
Sen çok gerçekçisin, tuttuğun her işin açık
seçik olmasını istersin, halbuki ileriye dönük bir
çizginin de bedelini gerekirse ödemeyi göze almalısın.
öperim, iyi günler dilerim.
E. Aydın, 19Aralık1995
SAYIN MüDüR
MUT'LU EFEM RADYOSU
1920 Mut doğumlu, emekli resim öğretmeniyim.
22/Ekim'de, bir Ermenek ziyareti nedeniyle Mut'a
gelmiş,
öğretmenler bahçesinde bir çay içimi
oturmuştum.
Sizin radyoda, billur gibi bir ses, <renkler>
konusunu
anlatıyordu. Sanki kendimi lisede, sınıf kürsüsünde
konuşuyormuş gibi duyumsadım. öyle güzel, öyle belgesel,
sanatsal anlatıyordu sözcü.!! İşte o an size duygularımı
yazmayı not ettim. Şimdi de yazıyorum. <Rengin tarifi, ana renkler,
ara renkler, psikolojik renkler, tonlar, yarım tonlar, kompoze renkler,
nötr renkler, siyah beyazın fiziksel ve kimyasal oluşumları>.
Ayrı ayrı renkler ve sayılamaz etkilerini konuşuyordu; bayıldım.
Konuşanın kim olduğunu bilemiyorum ama, sunuş beni işte
kürsüme götürdü. öğretmenlerin
mutluluğunu, bir Mut'luya tattırdı. Bin teşekkür. Selamlar
sevgiler.
Size, 1928'lerden yaşanmış bir öykümü andaç
olarak yolluyorum. çam sakızı, çoban armağanı.
E. Aydın, 24Ekim1999
MEHMET HOCA, (HOCAM DA DENEBİLİR)
Mektubun bana büyük bir aşama gibi geldi.
Küfredeceğini
hakaret edeceğini sanıyordum. Ama sadece ders ve dersler vermeği
yeğlemişsin. Böyle olunca özür dilemek ki hiç
gerekli olmamakla beraber, bir kolaylık bir mantık kazanıyor.
Bütün mektubun diyeceklerin demek istediklerinle dolu
içtenlikle yazdığım mektuba doğrudan veya dolaylı bir yanıt
değil. 1920 lerde yola çıkmıştım, geldiğim ve bulunduğum yere
şöyle geriye doğru bakarak konuşursam, az buz yol almamışım. Vasat
çizgide sizin gibi 250.000 gençlerle beraber olmuşum.
Elit çizgide, bakan milletvekili, öğretmen, hakim, doktor,
sanatçılar, mühendisler görüyorum şimdi.
üstelik okuyorum da, hemen hemen her bilim dalıyla ilgilenirim,
felsefe bu günkü ilgim. Bundan neden bir genç kuşak
bana yanılıyorsun diyemez, olsa olsa kanıtlarıyla beraber ben
böyle düşünüyorum der. Bu kadar öğrenci demek
bu kadar deney de demektir, artı yaaşam felsefem var bana
özgü. Yoksa yaşam toptan anlamsız, işkence gibi gelirdi insan
oğluna!
ölüm değişmezini bile bile koşuluyorsa, tutarlı bir anlam ve
avuntu da bulmak gerek. Ama bu avuntu fantazi olmasına karşın iç
mantığını getirmeli. Bu gün, çağımızda, Vinci'leri,
Mikelanj'ları tekrar etmek çağ dışı kalmanın bir diğer adı olur.
Bu yazdıklarım benim fikrim olmasalardı bu güçte yazmazdım.
Mehmet seni sevdiğimden midir nedir, hep
eleştiriyorum, binbir
ağırlıklı meziyetlerini eldebir diye kabul ediyorum da belki ondan
oluyor. Zaten yazma nedenimde sende geleceği aramamın verdiği titizlik,
mektup yazdırıyor bana. İşte dün mektubunuzu aldım, Altınkoza
içinde yoğun çalışmalarım vardı üzücü
çizgilerde, mektubu açamadım, yine üzücü
bazı çıkışlar bulmak korkusuyla. Sabah açtım ve hemen
yazmaktayım.
Ben her şeyden önce bir öğretmenim, iyi de
derler, ama
kendime veya yüzüme karşı ressam dediklerinde dikilirim
tümcelerini düzeltirimben bir öğretmenim derim. Ama
resim de yaparım, şöyle veya böyle özgün sanat
yapmağa çaba veririm, saygılıyım bana özgeyim bu bana yaşam
gücü veriyor, bu güne değin yüzün
üzerinde ödül almışım hepside kültür kaynaklı,
resme ilişkin değil. çünkü ben otuz sene resim
yapmadım öyleyse amatörlük
ölçümdür. Bana göre sanatçı
amatör kaldığı sürece değişken ve yaratıcıdır. Birilerininin
acımasız beğenisi için resim yapmıyorum. Şunuda vurgulayacağım
benim sizin gibi genç dostlara her zaman verecek bir şeylerim
vardır ve olmalıdır. Geçen mektubumu bir defa daha oku, eğer
yazmağı düşünürsen bunun ve öncekinin ışığında yaz
öperim.
E. Aydın, 10Ekim1995
SEVGİ'YE İLETİ
Bu mektubun beş mart ihtilal öncesi
esintileryle ilgisi yoktur.
İnsanlığın milyonlarca yıl bir tarihi var. Bende
bunun yetmiş senesini
yaşamış biriyim ama yinede maymun ağbey ve ablalarımızdan belirgin bir
farkımız yok.
Sanane be kardeşim, obanın kızından,?
Ama şunu söylemeden edemeyeceğim, önce
çok iyi bir
insan sonra kafasını iyi kullanan bir hanımefendisin. Yazarken
zorlandığını duyumsuyorum. Ama en iyisini ve en idealini yaptın.
Anjin geçirmişsin, veya geçirmektesin,
zira mektubunuzu
başlığında (E.R) yi henüz telafuz edemiyorsun, (mahaba) diyorsun.
Aslında insanlar kıyasıya savaş içindeler.
Adını barış
koymuşlar. Ama birşeyin ayrımına varmak gerekir, Kimileri iyi,
güzel, sevgi için savaş verir, kimileri de, sadece ben
düşüncesiyle oynamadığı oyun, çevirmediği dalavere,
kullanmadığı değer için inanç kalmamaktadır.
Selamlar, sevgiler. İyi günler.
E. Aydın, 19Nisan1994
ALICI KUŞUN TELEFONUNA METALİK YANIT
Mektubunuzu aldım, (yani mektup haberinizi). Nasıl
olsa yazılanlar
üzeri şimdiye değin ne bir sorgulama ne de eleştiri, fikir ve
karşı fikir ortaya koymuyoruz.
Aslında bizlerin yazışması eleştiri ve fikir
karşıtlarıyla
zenginleşmeli, diyeceğim o ki, birlikte çoğalmalıyız.
Arif Nihat, yazılı öncesi sınıfta
küfrederdi. Ananızı,
avradınızı.... Haydi savunun kendinizi derdi. Her çocuk en
büyük notu alır, alamayanla sınıf alay ederdi. İlerleyen
derslerde çocuklar hep birden bağırırdı, hocammm yazılı yapalım
diye. O'nun öğrencileri hep avukat olurdu. Yazdım, yazdı
beklentisi aşkı öldürür, içeriğide kısır olur.
Aslında sayın Doğan Atla'ya ben ders verecek bir güçte
değilim. öyle düşünürsek dostluğun ısısı bozulur.
Bilirsin iyi yemek ateşte pişer. Ben Fransızcayı böyle
öğrendim idi. Laf ve konu çokluğuna da böyle ulaştım.
Dahası, hiçbir zaman kendimi yalnız bulmadım.
Bu bağlamda zamanı biraz, yani dört sene gibi
geriye alırsak, size
yazılmış bir mektubum var; diyordum ki, ben Mut'ta, baba yerinde bir
kitaplık kurmayı düşünüyorum, siz ne
düşünüyorsunuz? Yazar mısınız? Demiştim.
Aslında sizide coşturacak, çok sevindirecek
bir konuya
uğradığımı düşlemiştim. Aylar sonra gelen mektubunda, Yunus
Emre'den bir beyit ve yorum bulmuştum, yani konser teklifi idi.
Edime değinilmemişti. Hemen her mektup yeni ve hal
hatır sorma
çizgisinde küçülüp gidiyordu.
Deneyimlerimle kanıtlıdır ki Doğan bir ummandır
abislerle doludur.
Doğan'cığım, bilgi, düşünce ve para bekletmeğe gelmez. Hemen
bayatlar ve kokuşur.
Mut'a birinci gelişimde, ablamı Ermeneğ'e yolcu
edecektim, dolmuşa
biraz süre vardı, panele uğradım. İkincisinde bir hacamatlı kilimi
lazımdı aldım döndüm. İleride bolca bulacağımız günlerde
gelecek.
öğrenciler sökün etti yazışmayı
bırakıyorum.
öperim.
E. Aydın, 11Aralık1995
MUHTEREM YEKTA BEY
Size, 10Haz1995 tarihinde bir mektup yazmak cesaretini belkide
sorumluluğunu duymuştum. Aynen alıyorum bu mektubu:
Türkiye Cumhuriyeti anayasası yapıldığından itibaren Türkiye
devleti, cumhuriyetci, milliyetci, halkcı, devletci, laik, inkilapcı
dır. Bu bağlamda hiç anlayamadığım sorun Selamet partisi
şeriatcı bir düzeni nasıl gündeme getirebiliyor?
Bu davranış önce fikir suçu, taraftarlarıyla birleşince
isyan baş kaldırdı, (Kubilay olaylarını hatırlayınız), devlete kıyak
olmuyor mu? Hiç birileri çıkıp, yetke olarak Cumhur
Başkanı veya siz, sayın Erbakan, şu kuruluş amaçlarınızı
saptayan net anlaşılır parti tüzüğünü getirin hem
Cumhuriyetci olacaksınız, hem de şeriat düzenini nasıl
bağdaştıracaksınız diyemiyor mu?
İllegal yapısıyla bunca zamandır ortalığı bulandırmağa devam ediyor.
Anayasamızın değişmezleri olan yoksa çok mu fuluğ yazılmış da
kimsenin sesi çıkmıyor. Saygılar
E. Aydın, 10Haziran1995
Sayın YEKTA GüNGöR öZDEN
Sivil toplum düşüncesi, demokrasinin
vazgeçilmezidir.
Ama kendisi değildir.
Eğer organize edilip; belli ve yüce amaç için
kanalize edilemezse anarşi, kargaşa eşliğinde amaç dışı,
küçük çıkarların aracı haline
dönüşmesinden korkuyorum.
Şimdiye değin izlenimlerim çarpıklığı
kanıtlar durumdadır.
Yukardaki, Adana Atatürk'çü
Düşünce Derneği
Başkanlığına yazdığım mektupta, gençliğin kolayca üye
olabileceği etkinlikler düzenleyerek organlaşabileceği amaca
dönük sürekli çalışmalar yapabileceğim ortamın,
gerekli olduğunu vurguluyor. Ankara ise Atatürk'çü
Düşünce Derneğinin ideolojisini, geleceğe dönük
amaç ve pratik edimlerini netleştirerek, söz sahibi tek
güç olmayı, dış özgürlüğüyle olsun
şubelere sunmayı düşünmüyor. Yıllık ödentilerle
ilgileniyor.
Halbuki bağışlar büyük bir yekün
tutar, istenirse
çığ gibi büyüyebilir. örnek verilirse: Adana
üniversitesi yerleşim alanı içinde yurt yapma projesi,
devletin belirgin gereksinimine dönük programdır. Biz oraya
devlet projesini kapsayan veya aşan bir yurt yapamayız. Yapsak da
birincil olamaz. Binanın bitiminde yurtla derneğin....(*)
E. Aydın, 25Nisan1994
SN. çELİK GüLERSOY
Bugün 9Ara1995 Cumartesi, gazetelerde
küçük bir
ışık gördüm, dayanamadım sizleri yine rahatsız ediyorum.
(Vatanın bağrına düşman dayamış yine hançerini
dizesini Atatürk'ce bir çıkışla (bulunur kurtaracak bahtı
kara maderini) olarak haykırmak istiyorum. Yekta'lar ne güne
duruyor! ?.
Geçen günlerden birisinde, Mersin'de
uzunca burç
Zeüs sunağında felsefe günleri vardı. (Mersin, Silifke,
Erdemli yöresinde, kuş uçmaz kervan geçmez, ulaşım
yerlerine en az 150 km dir). Türkiye 'mizin önde gelen
felsefe Prof ları orada idi. Uzun konuşmalar arasında bir
köylü söz istedi ve dedi bu üz beş bin kişi dağın
başına çekilip geldiniz, (irtifa 1500), pek ağnayamıyom ama eyi
şeyler dediğinizi sanıyorum. Buralarda koyunculuk yaparız onların
önünde birde allı pullu bir de koç olur, o zararsız
yerleri bilir koyunlarda peşinden gelir. Böyük baş olduğunuz
belli, neye biriniz allı pullu koç olup önümüze
düşmüyonuz neye bizler böyle şaşkın nereye gittiğimizi
bilmez olduk??? dedi.
Korkmayınız siz yalnız değilsiniz, Volter'imiz
olunuz. Nerde kaldı ki o
karanlık günler çok geride kaldı, ölmeyecek, yaşayacak
ve yaşatacaksınız. Saygılar.
Emekli öğretmen E. Aydın,
9Aralık1995
MUHTEREM NURİ ABAç
Dün, yani çarşamba günü
Mersin'deydim, seni
izleyenlerin izlenimleri ile uzunca bir beraberlik
sürdürdük. İyi tohumluyorsun, eğer toprak da dalap ise
döllenme iyi olur. Gesam sergisi için davetiyede senin adın
var, eserin henüz yok idi, beni de ismim yok, resimlerim var.
Nerden, nasıl oldu ise, bir yerde bir sepetten Gesam üyesi
olduğumuzu konuşmuşuz. Şimdi davetiye alan uzak yakın tanıdıklar,
telefonu açıp durumu bana soruyorlar, tabii aslında
kışkırtıyorlar. Yok efendim asil üye yok yedek üye mi imiş?
gibi.
Aslında bu kuruluşun pestenkerani bir kuruluş
olduğunu anlatamazsın ki
elin adamına?.
Ben, bilirsin resim yapmaya 1977'lerden sonra
başladım. Otuz yıl gibi
uzun sayılmayan bir süreyi seve seve, güzel nedir, nasıl
olamalıdır, eskilerde nasıl olmuş, çağlar boyu güzel
çirkin sentezi ne imiş? resimle uğraşan içtenlikli
ustalar olaya nasıl bakmış, sanatı nasıl yorumlamışlar, bunu hem
öğrenmeye hem de öğretmeye iyi çaba verdim. Mimaride,
heykelde ,süsleme sanatlarında olayın ve olayların felsefesi
yorumunu özümlemeye çalıştım. Boyut ve derinlik
kuralları (perspektiv, rakursi, enteriyör, altun oran, rengin her
tür devinimi, gölge ışık kuramları)nı mümkün
olduğunca kaynaktan ve bilimsel verelerden yürüyerek
öğrenmeye çalıştım. Kariyer sahibi nice kişilerin
ulaşamadığı bir yerlere de vardığıma inanıyorum. çünkü
benim hem uygulamalarım, hem de düşüncem, üniversel ve
evrensel sanat tarifine tıpa tıp uyuyor.
Alınteriyetisabır = SANAT.
İnanıyorum ki başka türlü sanat yapılamaz,
yapılamaz.
Yapıyorum, yaptım diyenler sahtekarlık ediyorlar, bir takım
çıkarlarına yatkın vereleri kullanmaya çalışıyorlar. Ama
dinamik zamanın yerini durağan statik sanata terkettiği zaman herşeyin
tepe takla olduğunu göreceklerdir.
Bana gelince, sanat yaptığım bir gerçek.
Kendi özgün
seviyemde, bana görece, şimdilik rüştünü ispat
etmemiş bir yüceltide. Manifestom şudur:
Doğayı ışık, gölge ve yarım kıpırdaşan ışığın
renkle birlikte
yarattıkları cümbüşü, ulaşılmaz tadı yakalamaya
çalışıyorum. Vinsi'nin yansıyan ışıklar resmi aksatır, sakınınız
demesine rağmen. Doğada her nesne aslında diridir ve devini
içindedir. İşte bu diriliği birbirleri içinde eritmek
yerine ayrı ayrı anlamaya çalışıyor, yorumluyor, kendi duru
temizliği için de tuvalime alıyor, sonra aralarında aslında olan
göbek bağını görmeye gayret ediyorum. Böylece
başlangıç için bunu başarmışta sayılırım, ama doğaldır
ki, bu bir başlangıçtır, iddiasızdır. Ancak saygıdeğer bir yolda
olduğumu biliyorum. Seni kucaklar, sağlık esenlikler dilerim. Hanıma
selam.
E. Aydın, 28Mart1991
SAYIN RESSAM NURİ ABAç'A
AçIK MEKTUP
29 Mart 1993 tarihinde Adana Güzel Sanatlar
Galerisinde, bahar
kadar coşkulu, ifadeli, hareketli bir sergi izledi Adana'lılar.
Mersin'de, öteden beri sanat hayatını canlı tutmak için
soyca verdiğimiz çabalar unutulacak gibi değil. Yakın
örneklerden dolu dolu ikisi, Ahmet Yeşil ve Doğan Akça
oldu. Sanat elçiliğinizin yanında bu gençlerin hayat
çizgisini de etkilediniz.
Ressam Doğan Akça için yazdığınız öz geçmişi
çok beğendim.
Diyorsunuz ki: Eğer zamanı geri almak
mümkün olsaydı, Doğan'a
tavsiyelerde bulunmaz etkilemezdim. Ben öteden beri böyle
düşünüyorum. Zira şimdi Doğan Akça kendini Naif
sayıyor, Naif olmaya çaba veriyor.
Aslında Doğan naif değil. Işık, gölge,
valörler,
pentürün, kalsık kurallarıyla, renk bilgisi, hele hele
empresyon, hareket doğanın empresyonist olduğunu vurgular. Ama kendine
özgü bir ifadeci...
İşin daha enteresan tarafı, Doğan bu
sözcüğü
gökkuşağı gibi kullanıyor peyzajlarında, enteriörlerinde veya
valörlerde bir tenkitle karşılaşınca, ben Naif bir
sanatçıyım deyip kurtuluyor.
Benim kanıma ve inancıma göre amatör
sanatçı bol bol
ürün vermeli, yaratma gücünü ve cesaretini
ortaya koymalı, topluma vefa borcunu ödemeli, elbette zaman
sanatçıyı kendine yakışır bir ekole yerleştirir. Bunun
için, yani akole olmak için çaba boşuna olur.
Doğaldır ki, her sanatçının kendi maratonunda
etapları, evreleri
olacaktır. Yollardan barikatlar kaldırılmalı. Sizi öper, şimdiye
kadar güzel Mersin 'imize yaptıklarınız ve bundan sonra
yapacağınızı umduğumuz değerli hizmetleriniz için minnet ve
şükranlar dilerim.
E. Aydın, 30Mart1993
ABAç DOSTUM
Yaz aylarında insanlar biraz da göçmen
kuşlara
dönerler.
Sizin de böyle yapmaya hazırlandığınızı veya
başaladığınızı
sanıyorum. Sanata öykünen insan bağımsız ve
özgürlüğün de vebalini taşıyor. Geçen
mektubumda sizin kişisel ve bireysel yapınızdaki doku farkından dem
vurmuştum. Altını çizerek söylüyorum, sanatçı
hem bireysel, hem kişisel olmaz. Bilincime göre, "en"
çizgisi sırat köprüsü gibi tek kişilik bir
yoldur. Artık orda dünümüz, bugünümüz,
yarınımız, sonsuz gelecek ve siz söz konusu oluyorsunuz. Eleme ve
elenme çizgisindesiniz, yeni yarışmacılar istenmemelidir.
öğreti bir yere kadar ve daha geniş etaplar için
geçer değildir. Hele şovmenler, yol verildikçe karasinek
ve sivrisineğe dönerler. Bana kalırsa sineksiz bir mekan daha
çok verime uygun olur. Beğenmediğin yerleri Ethem'in safsataları
der geçersen sevinirim.
Bir kaç gün sonra Namrun yaylasında bir
Fransız arkadaşı
ağırlamaya gidiyorum, biraz da kalacağız, isterseniz sizde geliniz.
Yazışmalarımın hepsi bin civarında, çoğunluğunun yanıtları da
var, size yazılanların da çoğunluğu yanıtsız. Benim için
biraz zaman ayırabilirsen, seçmelerden sonra 400500 sayfa olarak
düşündüğüm mektuplar belki bir kitap oluşmak
fırsatını yakalar. Tatil, dinlence sonu türkçe bilen bir
sekreterle işe koyulacağım. Doğaldır ki bütün bunlar bir
düşünce oluşmasını istediğim bir düşünce.
Ahmet bey'in sergisine gelince, sizin eleştiriniz bence önemlidir.
Ahmet, dolma saçma tüfeğiyle ateş eder, bir saçma
hedefi çizerse sevincinden ölür, yedi güveli
ayağa kaldırmak ister, izlediği bir yol saptanmış bir ereği yoktur,
renk kimyasıyla hiç ilgilenmez, poşetler kalitesiz, zamana karşı
dayanıksız. çok iyi bir istif gücü var, oda atın tekme
vurması gibi oluşuyor. Kitapçıkta ilk resim,
gökyüzü ve dağlar çok iyi, öndeki
süsleme zararlı. İkinci resim iyi, üç zorlama,
dört zorlama, beş ve altı uyumsuz, yedisekiz iyi, dokuzon karekter
kayması yapıyor. Sekizinci resim çok çok güzel. Ben
bu kritikle Ahmet beyi eleştirmiyorum. İyiyi güzele, yani bana
görece güzel resmi pentürü ve dolayısıyla seni
konuşuyorum. Ahmet aşure yapıyor, siz ise evrensel tat iksirini, belli
bir perspektiv ve görüş alanı içinde adım adım ileri
ve daha ileriye çekmeye çaba veriyorsunuz. öperim.
Dönünce, bir kaç zamanda
Merkür'de kalacağım,
biliyorsun orada da insanlar yer altında, elleri üzerinde
yürüyorlar, doğal gazla evleniyorlar, kendi yakıtlarını
kendileri üretiyorlar, içerden şişirilmiş balonlarda
tavanda uyuyorlar.
E. Aydın, 5Temmuz1994
SEVGİLİ NURİ ABAç
Sanmayasınki oturup sağa sola mektuplar
yağdırarak zaman
öldüren biriyim. Her ne halse seni anlamağa, sana yaklaşmağa
çalıştıkça sen bir numara çekip uzaklaşıyorsun.
Aslında bu da bana dert değil. Bu Ethem Aydın nice nice değerlerden
vazgeçmesini bilmiştir, iç dengesi uğruna...! İşin diğer
yönü ise, ben Nuri'yi görmek, daha iyi anlamak tanımak
için, neredeyse kalkıp bir göbek atmadığım kaldı. Tam bu
sondur dediğim zaman bir yılbaşı tebriği alıyorum. Kıyısına
köşesinde bir gülücük bir davet: "mektuplarınızı
alıyorum, hepsi özenle saklanıyor, derin saygılar" diyorsun. Al
sana bir kaya, nerene dayarsan daya...
Ethem yazmasın da ne halt
etsin...
Ethem ölecek ondan sonra sosyal bir sükse
mi yapmağı
düşlüyorsun? Yanıt: Ethem ve Ethem'ler ölmez. Boşuna
hayal kurma.
Nuri ölecek, dosyasında biriken methiyeler gazetelerde boy boy
ölüm ilanları malzemesi olacak? Yanıt: Sen ölmezsin. Ona
hakkın yok. Nuri Abaç' lar ölmez. Bu yola da hiç
özenme.
Birgün kısmetse orijinal mektuplar diye bir
kitap ortaya koymak ki
bu da bir varsayımdan ibaret.
Bilirim sen benim içimdeki gizil
güçleri,
gönlün olursa öyle bir yansırsınki, ben benim diyen ayak
uyduramaz.
Basit bir alışveriş olsa yazmağı borç
biliyorsun, konu
gönül olunca boşvermişlik başlıyor. Yandan bodoslama, iskele
alabanda, herkesin elinde Nuri'nin adresi, telefon numarası var.
Allah'a şükür, biz onlardan öğreniyoruz adresi telefonu.
Şımarıklığı bırak mektup yaz. öperim.
Not: Yeni yıla girdik. öncü kuvvetler süngü taktı
mevzilerden forladı. Bakalım karşı güçler ne yapacak.
E. Aydın, 1Ocak1995
SEVGİLİ NURİ
Ben, öğrenciye küserim, çocuğuma
küserim, karıma
küserim, bazen ayakkabıma, yatağıma küserim, fırçaya
küserim, tuvale küserim, küserim efendim küserim.
Deyeceğim, boktan, geçimsiz biriyim.
İyi yönlerim, çok duygusalım, objeyle
özdeş
olabilirim, günlük öykümü onlarla yazarım.
Neden küstüğüme gelince; sevince galiba çok
seviyorum, karşımdakine taşıyamayacağı kadar yüklem bindiriyorum.
Onu o kadar yüceltiyorum ki, insan veya obje kimliğinden
kurtarıyorum. Sonra da aptalcasına yarattığım bu nesneye
içtenlikle inanıyorum. Nesne veya obje eğer ilk kimliğine
dönmek isterse işte orada ben yücelttiğim o şeye
küsüyorum. Aslında bu iyi birşey ama yaşama şansı zayıf,
kullanımlı değil, uygarca değil. Bir yerde yaptırımcı oluyorsun.
Yüceltisi şurada, sıradanlığı saf dışı
ediyorum, istiyorum ki, her
insan benden daha iyi, daha bilgili olsun, benim kadar en az,
çevreyle, insanlarla hayal ve duygu çizgisinde buluşsun.
Dünya cennetten ileri olsun. Sözcükleri de bu sentezden
geçirmeyi severim. örneğin, abaç ne demektir? nerden
türemiştir? neden gelip o köşeye oturmuştur? sorgularım.
Sözcük sanırım aba'dan geliyor. Aba yünden yapılır,
dokunmaz, döve döve uzun bir işlemden
geçirilerek, kumaş haline gelir, yapımı çok emek ve sabır
ister. Bitince de, su geçirmez, soğuk geçirmez,
bütün iklim şartlarında koruyucu, yalnız soğuğu değil sıcağı
da geçirmez oluşu onun asaletidir. Galiba sonuna bir C harfi
gelince eden yapan mı oluyor? kararsızım.
Ben kendimi bu nedenlerledaha çok seviyorum,
yaşadığımı
duyumsuyorum. ölümü sorgularım, doğumu sorgularım,
iyiyi, kötüyü, doğruyu hep sorgularım. Bu ben
yüzeysel ilerleme yapamamak durumundayım, resimde de kararsız
Kasım'ım sorgulaya sorgulaya nihayet bitiremez duruma ulaşır, bir
iç bozukluğuyla başından ayrılırım. Belki uzun bir süre
sonra onunla karşılaşır, belki de bitiririm. Ben neye böyleyimdiye
sormuyorum ama, Ethem neye böyle diyenlerden ürküyorum.
Sen insanları hiç mi hiç
dışlamıyorsun, seviyorsun
seviyorsun, kötü olanlara da sevgiyle, saygıyla
yaklaşıyorsun, herkese yardım elini uzatmaktan,
yüreklendirmekten haz duyuyorsun, itilenlerin yanında oluyor,
onunla itilmişliğini bir çizgide olsa önlüyorsun,
yıkıcı dedikodu etmiyorsun, çevrendekilere verecek bir değer
nedeni buluyorsun, ve de zaman içinde çok isabetli ve
olabileceğin en iyisini yaptığın kanıtlanıyor.
Gönderdiğin sergi afişleri ve katalogları
çok çok
kıymetli şeyler, belki de yakında onlarla bir sergi açarım.
öperim.
E. Aydın, 11Haziran1995
NURİ'CİĞİM
Otobüs yolculuklarında, uzun kısa gezilerde,
lokantada yemek
beklerken, masa boşluklarında; elimde kalem, sıradan bir kağıt
üzerinde çiziktirim. Yazarken sol, çiziktirirken sağ
elimi kullanırım, nedenini bilmem. Ancak zamanlar sonunda bu
yazdıklarımı okuyamam, çizdiklerimi de resme
dönüştüremem.
Doğuştan, bir şeyleri bir yerlere
sürtüştürmekten zevk
alırmışım. Eğer bir dostu özlemiş isem, hemen oturur yazmaya
koyulurum. Gerçi dostlar bunu pek sevmezler ama ben seviyorum,
bir mektup boyu da olsa beraberlik! Sevmediklerini, yanıt
vermediklerinden anlarım.
Geçen günler, bir kaç
öğrenci bana geldi,
senden özgün baskın, resim ve özgeçmiş istediler.
Bir gün sonra gelmelerini söyledim. Elimde sana değin neler
varsa ortaya döktüm, masaya ayırdım. Raslantı olacak; Yapı
Kredi'nin yeni çıkardığı bir Darwin kitabını okuyordum. Aman
yarabbim, ikiniz birbirinizle nasıl örtüşüyorsunuz,
anlatamam! Sen yaratılışı betimliyorsun; o da ahkam kesiyor. Bak ne
diyor: Dünya bir haftada yaratılmamış ve i.ö. 4004 yılında da
yaratılmadığı kesindi; bundan aklın alamayacağı kadar daha
yaşlıydı.Yaratıldıktan sonra tanınmayacak kadar ölçüde
değişmişti ve değişim süregelmekteydi. Yaşayan bütün
canlılar da değişime uğramıştı. İnsan da Tanrının imajında yaratılmak
bir yana, çok daha ilkel bir şey olarak ortaya çıkmıştı.
Kısacası, Adem'le Havva efsanesi bir hikayeydi.
İnançsızlık bana
çok yavaş yaklaştı, ancak sonunda gerçekleşti.
Kanıma göre eğer sen Türkiye dışında bir
ülkede olsaydın
Darwin çapında belki de daha fazla bir yankı yapar, dahası
bilim, bir karanlık noktasını seninle aydınlatmış olurdu.
Şekerbank kataloğu bence çoğalıp İnternete
sunulmalıdır.
Dünya nasıl olur da bir Nuri Abaç'tan habersiz olur!
Nuri, şimdi seni daha çok anlıyor ve seviyorum,
övünüyorum.
E. Aydın, 21Mart1997
SEVGİLİ ANGI
Herhalde sende at, eşek, köpek beslemişsindir,
yahutta bunların
biriyle burun buruna gelmişsindir. Bilirsin korku ve sevgi canlılar
arasında hemen sirayet yoluyla anlaşılır. Eğer attan korkuyorsanız,
size karşı hemen gerekli tavrı alır, çünkü sizi
yadsımıştır, dostluk mesajı almamıştır. Davranışı endişeli ve
ikircimlidir, ne yapacağını bilemez, ısırır, teper, içinden
öyle gelir. Köpekte böyledir, sizden bir inandırıcı
mesaj almazsa huysuzlanır, saldırgan olur. ölümde tıpkı
böyledir. Korkuyorsanız, hem fikir, hem eylem olarak daha yakın
durur. Halbuki bütün canlılar bir gün er geç
ölecekler diyebilirseniz, yaşamak daha güçlü
olur.
Bundan neden gerek kendiniz, gerek dostlarınız ve dahası
bütün canlılar adına, hep sağlık çizgisinden
yürüyünüz, düşünürken de hep sağlığa
göre düşününüz, işi vardır, sizden mesaj
alamamıştır, seyahattedir, umarım ki ortaya çıkacaktırlar.
Felsefe bunun için önemlidir ve vardır.
Sonra yazışmalarda sıra beklemek bencillik olmaz mı?
Mademki seviyoruz,
(yine bileceksin, sevgi hep verilir), özelliği ve güzelliği
oradadır. örneğin, ben sizden bir seneyi aşkın hiç mesaj
almadım, ama sizi seviyorum ve koşulsuz yazıyorum.
Bir başka toplumsal görüşe göre,
kültüre,
etiğe göre belli görgü, bilgi, deneyim sınavını
bitirenler, yaşgurubuna bakılmaksızın aynı guruba girerler,arkadaş
olurlar, birbirlerine öyle davranırlar, o daha birleştirici,
kaynaştırıcı, gerçekçi olur. öyle
olagelmiştir.öyle olagitmesi daha hoştur.Herşey daha rahat
konuşulur,daima konuşulacak birşeyler bulunur
Bu katagoriye girenler, artık el öpmezler, kucaklaşıp
öpüşürler. Gerilim böylece azalır, samimiyet doğar.
Osman'dan bana biraz bahsedersen sevinirim, ne yapıyor, nerede
oturuyor, kaç çocuğu var, yaşam biçimi nasıl?
Seni kucaklar, işlerinde başarılar dilerim.
E. Aydın, 26Haziran1993
SEVGİLİ ANGI
Anladığıma ve deneyimlerime göre, şu insan
olmak işi epeyce zor
birşey. üçüncü aydaki mektubunuza şimdi yanıt
verebiliyorum. Lütfen kabul et. Peşin söylemek gerekirse
şimdiki çocuklar bizden zekiler, işlerini iyi biliyorlar. Şu
kurumuş çiçeklere ve çok güzel bir yazıyla
dizayn edilmiş kompozisyon bilinçli, duygulu ve bilgili olamaz
denecek kadar güzel. Keşke biraz da inatları olsa, bizler gibi
sabırla sürdürebilseler. Herşeyleri biliyorlar ama maymun
iştahlı oluyorlar. Para kazanmak sevdasına sanatı satışa
çıkarıyorlar.
Gelecek günlerin onların, saatlerin tiktakları
onlar için
vuruyor, yolları açık, şansları gür olsun. öperim.
E. Aydın, 30Mayıs1994
SEVGİLİ SESSİZ VE SüRPRİZLERLE
DOLU
ANGI...
Günümüzde bütün
dünyada, sen ben
kavgasının güncel uğraş olduğu, silah seslerinin müzik
temposu, metalik tırmalayıcı melodilerin dinlence müzik teması
seçildiği günümüzde; sağduyunun, öz verinin
en ufak fısıltısı, sanki gökler gürlemiş, şimşekler
çakmış, yaratılışın o dingin çorbası ideodaki insanı
yaratmağa hazırlanıyormuş gibi duyumlar iletir bana.
Bir gurup sakin, özverili, Türk insanı
Ankara'da biraraya
geldiniz, güç tazelediniz, ama güvendirici sesiniz
iç oparlörümüzde gümbürgümbür
biz geliyoruz diyordu. Bana göre, karanlık ufkumuzda, edimli ve
olumlu ilk pembe tınlamaydı bu.
Geçen Cuma günü Mersin'in Mut kazasına bir onur
belgesi nedeniyle çağırılmıştım. Kırk yıl önce doğduğum yer
olan Mut'ta turfanda kayısıcılığı ve sebzeciliği getiren zıraat
öğretmeni Nail Türe'ye onur belgesi verildi. Her ülkeyi
seven gibi ben de ağladım, sizlerden söz ettim.
Onlara "Zodyak'tan mı geldiniz" dedim.
Eyy Mut'lular, zamanların her kesiminde olduğu gibi
ne kadar
yücesiniz, bizler o Mut anaya hizmette ne kadar eksik ve
yoksunuz... İnsana , insanlığa koşan Zodyak'lılara şükran...
Geç de olsa dergileri aldım, bedelini
hesaplayamadım öylece
ödeme yapamadım. öperim, sağlık afiyetler dilerim
E. Aydın, 14Mart1995
HACI (Angı)
12 Kasım'da size karşıt olürük bir mektup
yazmıştım. 4
Aralık'ta çok çok güzel bir el yazması eserinizi
aldım.
öyle güzel öyle içtenlikli ve sakin yazılmışki,
resim denebilir. Sözcüklerin ustaca seçilişi,
kaleminizin rengi, dizayn, kaligrafik düzen, zarfa varıncaya kadar
blok fikri, sözcüklerin müziği, sevginiz, bana olan
saygınız, saygınızdan doğan sabrınız, beklentili serzenişlerle,
kişilikli alçak gönüllü savunuşunuz.. harika..!
Beni hakkım olmadığı halde sevgi rampasından
uzayların en efsunlu
katmanlarına çıkarışınız, sizi yetiştirip büyüten
diğer kişilere daha yukarda yer verişiniz...
İşte tam bu çizgide, o bana bahşettiğin
yükseklikten
konuşacağım. Sizden genişce bir yorum bekleyeceğim.
Beşbin yıl önce Mısır'da Hermes diye briisi
yaşamış. Bu Hermez
papirus üzerine kalemle yazı yazan birisi imiş kayıtlara
göre. Hermes kendinden yüzbin yıl öncesinin de bilincini
taşıyormuş. Bu sunuyu siz nasıl değerlendireceksiniz?
Sarte'ın hangi eserini satın aldın, özetini verirsen sevinirim.
Yazdığın için teşekkürler, öperim
E. Aydın, 13Aralık1995
SEVGİLİ DOKTOR, TüRKYILMAZ
SAKINç
Yalnız başına Türkyılmaz, Tarsus hastahanesi
için
büyük şanstır. O, gören, düşünen, seven,
sevilen, aktivitesi olan bir kişidir.
Şöyle veya böyle, devlet, bu nükleer gücü
yakalamış durumda. Sıra sizin birincil çalışmalarınızda.
Kuruluşunuzun binlerce ve binlerce eksiği olabilir. Yatak, bakım,
hastalar için iç donanım, fenni
araçgereçler, çağdaş olan herşey... Tarsus halkına
bunları ileten etkin bir dernek geliştir ve yüksek sesle
bağırttır. Ama bağıran hiçbir zaman sen olma, geri planda kal.
Bağışlar toplansın, eksiklerin birinciliğini bir heyetle seç,
satın almağa geç. O şekilde büyü...
büyü...ve düşlediğim yüceltini bul. Hiçbir
zaman kişisel gücünü devreye sokma. Hemen herkes
"benben" sözcüğünden doğrudan veya dolaylı tiksinir.
Tutturdun bir resim toplama işini. Kanımca bu yanlış
ve kolay bir yol
ama Türkyılmaz'ın itibarı, sevgisi, varlığıyla kaimdir. Seni
sevenler, sayanlar başka şey, Tarsus hastahanesi başka şey.
öyleyse prestijini bu yolda bitirme. Dostluk süregenliği olan
bir şeydir. Dostu korur kollarsan dost vardır. Onlardan ençok
verdiğin kadarını almağı sakın unutma. Hele hele olay sevgi
bağlamındaysa, hep vermek kutsal pirensiptir. Veren dostda verdiğini
size Türkyılmaz'a verir, bunu da unutma.
Seni canım gibi severim. Başarınla övünmek
isterim. Yine
kanıma göre hastahanenizin resim müzesinden önce
yapılacak çok şeyi ve gereksinimleri vardır.
Gücünü oraya odakla. Kişilerden kişiye özgü
bağış isteme. öperim
E: Aydın, 13Nisan1995
SEVGİLİ TüRKER
Anılar anılar, anılarda gezinmek var ya..!
Herşeyi dün gibi anımsarım, ama anılar
geçmiştir. Tekrar
yaşanmazki. öyle olunca pi sayısı yerine yeni ve daha
dirençli bir destek bulmamız gerek. İşte ben onu yapmağı
deneyeceğim.
Türker benim çocukluk arkadaşım,
şimdileri meslektaşım
savıyla yola çıkıyorum.
Gerekçem de bu aydınlık geçmişte,
bugün, gelecekte
öğrenci öğretmen ilişkileri daima iyi olamaz. Zaten iki
sözcük de zaten biribirinin zıddı hem de kontrasıdır. Bundan
neden sağlam bir denklemi kurarken paydaları önce eşitledim.
Böylece ayrıntılardan objeyi arındırmış oldum. Bilineki sizleri
başlangıçta olduğu gibi çok seviyorum.
çocukluğum, öğrenciliğim ve sizler gibi
kadirşinas
öğrencilerde ulaştığım orun, onun veresidir.
Bende insana açık bir yürek hep vardır.
Sizinle
geçen öğrencilik ve öğretmenlik yıllarımı çok
iyi anımsıyorum.
Dağarcığıma ne koyabilmişsem hepsini sizinle
paylaştım. Bunu
bilinçaltı bir güçle yaptım. Kendimi hep
kalemtıraşın ağzında tutmağı becerdim. Böylece 100, 200 sene
sonrasının bilincine varacağı formal, eğitimsel, pedagojik, kanımca
eğitim öğretimin özde ve sözde değişmez
(uygulamanın herşey) olduğunu, onsuz kitabi bilgilerle biryere
varılamayacağını yani bilgi ve herhangi bir şey üretiminin
uygulamadan geçtiğini, karınca kararınca getirdim. Derslerimin
program sınırlarının elverdiği oranda alçı, çamur,
mukavva, cilt, albüm, kutu işlerini size tattırdım. Bir basit
radyoyu, bir kendi sardığınız motoru çalıştırdınız,
bazılarınızdan işe uygulamalarını da istedim. Model uçak
kursları da sanırım Türkiye genelinde tek olaydı. Bütün
bunlar bugün programlarda ya sulandırılmış ya da
kaldırılmıştır.Sizin gibi kadirbilir öğrencilerim bu güzel
şeyleri hep anımsarlar. Hele hele sizin gibi eğitim ve öğretime
soyunanlar ne demek istediğimi iyi anlarlar.
Cumhuriyetin kuruluşunda çok
güçlü bir beyin
takımı işin başında olmuş. Hala ortaöğretim programları onların
ortaya koyduğu pirensiplerle yaşıyor. Ama uygulayıcılar işi hafife
alıyorlar. Eğitim fakülteleri resim bölümleri resimiş
öğretmeni yetiştirmek yerine ressam, heykeltıraş, grafiker yaratma
kavgasındalar. Böylece artık resim öğretmeni ideolojilerini
yitirdiler. Sıradanlaştı. Artık düzen için sizlere
güveniyoruz.
Söz uzadıkça uzdı, insanlar bir kere
"ben" demeye
başladılarmı arkasını getirmek zor oluyor. Sizleri seviyorum,
öpüyorum.
E. Aydın, 8Kasım1994
SEVGİLİ AHMET YEŞİL
Dün çağırı üzere saat 2 de
Mersin'de idim. Galeriye
uğradım birleşik bir sergi vardı. İçlerinde bir tek de yeni
soluk vardı. O beni düşündürdü.! Demekki bizden
sanatçılar kendilerini yenilemekten korkuyorlar. Belli bir
üne ulaşanlar, artık oturup kendilerini tekrar etmekle
yetiniyorlar. Sanat tarihine bakarsanız bu iş hiçde böyle
değil. Sanatçılar hep kendilerini aşmağa çaba vermişler.
Böylece büyümüşler. Bazıları başlangıçtan
itibaren özgün ve sağlam yapıtlar vermişler, evrelerinde hep
ayrıcalıklı olmuşlar. Bazıları ise bozma cesaretinin en ileri
çizgisini denemekten korkmamışlar. Engebelere vurmuşlar ve
zirveyi öyle yakalamışlar. Sanatlarında özgür ve
özgün olmuşlar, böylece yerlerini almışlar.
Belki rastlamışsındır gazete sayın Zeki Faik İzer
sergisi nedeniyle
bunları yazmıştım. Devlet tarafından Avrupa'ya giden
sanatçıların yurda dönüşlerinde portföylerinde
neler getirebildiklerinden dem vurmuştumda olumlu birkaç kişiyi
görebilmiştim. üst tarafı iyi zaman geçirmişler,
avantür olarak renkli bir özgeçmişle yurda
dönmüşler demiştim.Şimdi kendi kendime soruyorum ben neyim?,
bu konuşma cesaretim nereden geliyor? Ahmet, ben gören
göz gerçekleri duyumsayan biriyim. Sanata sevgim ve saygım,
kadına saygımla özdeştir. Cennetin anahtarı kadınların ayağının
altında ise milyonlarca yıl sonrasının geleceğin, mutlu geleceğin
anahtarı da sanatçıların ellerindedir. Bu inanış, sağlam bir
inanıştır.
Onikiye doğru orada bir mavnada balık yedim. Park
içinde
çok güzel ılık bir güneş ve peyzaj vardı. Dolaştım,
oturdum, saat ikiyi, yani sizlerle buluşma zamanını bekledim. Siz
toplantıyı yarılamıştınız üzüldüm. Bitişte lokale
düştüm, birkaç dolu dolu dostla sekize kadar bardak
tokuşturdum. Konuştuk, konuştuk, doyumsuz sohbet bitmemişti. Dostların
ılıklığını, sevecenliğini gönlüme koydum istasyona geldim.
Tirenin önümden kalktığını farkedemedim, bir sonrakine
kaldım, bozuldum ama renk vermedim. Masam ve dostlarım, boş bardaklar,
sohbet koyu.... Adana'dayım.
İndim buz gibi bir havayı soludum. Hızlı adımlarla
Aydın sanatevine
geldim. Ama iyi üşümüşüm, dostlar da dağılmıştı.
Ama doyumsuz ben, hemen Ahmet Yeşil'i yakaladım. İşte zaman
böylece balon yaptı.
Annesi Zeyneb'e "melek yavrum"diyordu. Zeynep sordu:
"anne, melek
kanatlı olur, nerde benim kanadım?". Anne çok
düşünmüştür herhalde... "uçup gitmenden
korktum, kırdım kanadını..!" demiş. Dokundurmalı bir benzetinin
yorumunu sana bırakıyorum.
Ahmet iyi yoldayız. Olan, sanırım olacakların en
iyisi... öperim
E. Aydın, 5Şubat1994
SAYIN BAŞKAN
önce anlam bilimde "demokrasi"
sözcüğünün
kapsamına, çağlar boyu ne anlamda kullanıldığına, doğuşuna,
uygulamadaki ideoya, mantığa bakıyorum. çoğunluğun katılımını
sağlayan erke.
CHP nin çağdışı anlayış ve uygulama
programına bakıyor,
ağlamaklı oluyorum.
Uzaklara giden gemi,
Sürükler düşüncemi
Vehim sarar her gecemi
Deli olmak içten değil
Karanlık maal oldu bana
gerçek hayal oldu bana
Dostlar bir hal oldu bana
Deli olmak işten değil
Gazete sayfalarında heyecanla aradığım,
çağdaş, güncel
için olumlu, edime yatkın, dinamik <conditionel>, şartlı
olmayan bir tek ömerinizi okuyamadım.
Hani bizim politika okullarımız çalışıyordu,
Karayalçın
öve öve bitiremiyordu?
CHP doğuştan büyük partidir. Geleceğin
yapılanmasında yine
partinin kendisi öğretmenimiz olmalıdır.
1920 doğumluyum, Ankara hapşırsa bizler nezle oluyorduk. Böylesine
bütünlüğe inanmıştık. Latin ABCsinin kabulünde
bütün insanlarımızın okuma seferberliğinde anlatılamaz
çabalarını uzun uzun yazmak isterim.Ama okumaya zamanınız yok
Okul müsamerelerinde kaymakam, belediye reisi, komutan, hakim,
imam, müftü, berber, sucu, nalbant, köşker, kolkola
sahnede halka karşı oynuyorlardı. O zaman, biz imtiyazsız sınıf,
kaynaşmış bir kütleydik. Arı kovanındaki, karınca yuvasındaki
gizem gibi.
Sevgi, dostluk, sosyal yakınlık, çıkardan arınmış görev
duygusu, fakirliği yenmişti. Fakirler ev bile yapabiliyor,
düğünleri imece içinde eksiksiz yapılıyordu. Daha
anlatamadığım nice iç kabartıcı olayların tanığıyım.
özelliğimiz hepimizin birbirimizi saymamız
sevmemiz.
Bürokratların ve seçilmişlerin, halkla
birlikte ağlayıp
onunla birlikte gülmeleriydi.
E. Aydın, 4Eylül1999
SEVGİLİ AHMET YEŞİL
Ne arar da bulamaz, yeşilde insan oğlu....
Cumhuriyet gazetesİ pazar ekinde "kuantum kuramı ve Einstein,
rölativite" konusunu okurken: sicimlerden, sicim sarmallarından
oluşan gerçekliğin, anlaşılmasında yeni bir buluşun belirgin
imleri saklı deniliyordu.
Yıllar önce, sicimi, sanat bağlamında ortaya koyan, Ahmet Yeşil,
meğer Eintein'ın, çıkmazını biliyormuş.
Varlığınla övünüyor, kutluyorum seni
E. Aydın, 16Ocak2000
SU GİBİ AZİZ OLASIN
Diye bir anektod vardır. Niye kullanıldığını ve nerede kullanıldığını
bilemem ama galiba iyi yerlerde geçerli.
Sergi davetiyeniz beni çoşturdu. Ben kendimi kelaynak kuşları
gibi nesli tükenmiş bulurdum ki ben okuduğumuz dönemin en
parlak öğrencisi değildim. Hatta hiç değildim. Buna karşın
o kadar özlü, eğitsel, pedagojik manada eğitim öğretim
sistemleri almışız, yitirmeden yaşatmış, uygulatmağa çalışmış
olmama karşın, başaramadığım konuda ne kadarda güzel ve anudane
direniyor, ve estetik ve gerçek iş prensiplerinin eğiticiliğini
yeni nesillere aktarıyorsun. Ama emin ol, ibadet eden, haca giden sizin
kadar büyük dua toplamamıştır. Seçtiğiniz kaba kağıt,
üzerindeki renk, çalışmanızdaki, serginizdeki felsefi
temayı yakalamanız, kaba kağıda uygun renkte seçilmiş keten ip,
tarihin kullana kullana bitiremediği, açılıp kapanmaktan
yıpranmış rule, öğrenci isimlerindeki dizgi, herşey, ama her şeye
o kadar düşünce sinmişki, hangi birinden söz edeyim...
Kritik: 1. Rulodaki yazı okunmak için mi
yoksa süs
için mi karar vermek ona göre alfabe seçmek
gerekirdi. 2. Davetiyenin daha erken elime eçmesini isterdim. 3.
Yıllar sevgi hocayı o kadar biledi akıllandırdıki, çok
çok güzel, beklemediğim kadar güzel, bir sergi
davetiyesiyle, eski mektup borçlarını ödediği gibi, kurban
bayramı tebrikini de kapsayan, yerine geçen ve beni
borçlu kılan duruma geçtin. Tebrikler. Verdiğin
özdeyiş güzeldi ama ben onu şöyle değiştirdim: "Doğa,
doğa olurken Sevgi vardı". İlk çorba sayılamayacak asırlar boyu
kendi içinde çalkalanırken, ilk elementler arasındaki
yaratıcı sevgiyi korudu kolladı. Bütün yaratılarda fonetik ve
plastik, örgensel sanatların değişmez öğeleri ilk oluşun
vazgeçilmez prensipleriydi.
Simetri, geometri, oran ilgileri, yapraktan yaprağa
vurarak zenginleşen
binbir ses tınılarını duydu, yaratılışın , güzelliğin evingen ve
devingenliğini gözledi. Onu gördüğü, artı
duyumsadığını düşüncesini de kattı. Böylece insan
sanıldığı kadar doğaya çok birşeyler katmış değil.
Bayramınızı kutlar öperim.
E. Aydın
SEVGİLİ MERİç
Ne güzel bir diliniz var. Güvercinler
kadar masum, yılanlar
kadar akıcı, pınarlar kadar katışıksız, içten, dokunaklı, dumdum
kurşunu gibi patlama içinde patlama gücünde.
Göz nuru, gönül süzgecinden
imbiğinden
geçmiş sözcüklerle bezenmiş çiçeklenmiş
mektubunu okurken, sizin de çıkaracağınız gibi ağladım. Doyasıya
mutluluk gözyaşları döktüm. Siz, kesin kez bir yazı
üstadısınız. Yeni denemeler yaparsanız beni anlayacaksınız.
Betimleme yok, gönderme yok, yalın deyintilerle
bulutlardasın.
İçtenlik, bir hanım dilinde, meğer ne daha ne çarpıcı
oluyor!
Benim anımsadığım kadarıyla, canlı cansız nesnelerle konuşmağı severim.
Sanki bana yanıt verirler.
Dostlarla da yazışırım, yanıt almam önemli
değil. Yani sizin
anlayacağınız yazmak için her zaman bir nedenim olur.
Ukalayım, eksiklerimi gidermek, bilgisizliği yenmek için
çok okurum. Hemen hemen her konuda okurum. Bundan olacak, bana
"iyi" derler, sizcileyin. Yüreğim iyidir. Barışıklık için
özverilerim sonsuzdur.
İnsanları sevmek için nedenlerim vardır.
çünki ben
bir öğretmenim. Tuncay'lar, Doğan'lar, Rafet 'ler, Necmi'ler,
Kip'ler, Fazlı'lar, Türke'ler, Türkyılmaz'lar, Zihni'ler,
daha onlarcası bu yönümü bilirler.
Sizi uzun süreden beri uzaktan izlerim. Toplum
deyince kendinizi
unutur özveride önde olmağı ödenmesi gerekli bir
borç bilirsiniz.
Bu mektubu sabahlara kadar uzatabilirim. de yine
bitiremem. Beni
öylesine onurlandırdınızki anlatılamaz. Sizlerle
övünüyor, içten kutluyorum. öperim.
E. Aydın, 2OKasım2OOO
MERİç DOST.
<Meriç, geçmişten geleceğe
ünüyle akan bir
sudur. Küçük engebelerin üzerinde
köpürür, büyüklerin yanından güvenle
çoşkun akan bir ırmaktır.>
İşte gene yazıyorum. Şair derki: "Ey fırtınaların
sürüklediği
bulutlar, nereye gidiyorsunuz? Amannn sen de.. nereye olursa..
(Parça, fransızcadır. Başlık "gezgin, her yerde yalnızdır")
Mektubumu aldınız okudunuz. Kendinizi bir
övgü yağmuruna
tutulmuş gibi duyumsadınız. Bilirim, siz de bencileyin
övgülere dayanıksızsınız. Ethem Aydın deyesi ki:
"gerçekleri nasıl anlatacağız?".
Ama yavaşyavaş yağan yağmurlardan ürün
bereketi umulur. Ethem
Aydın, sizlerden o kadar çok övgü aldıki,
özben'le, sözde ben'i ayıramıyor.!!! Beni öyle
uyandırdınızki, yeniden doğmanın yalnızlığını, çoşkusunu
yaşıyorum.
16/Aralık/2OOO de Adana'da bir sergi daha
açıyorum.
Bilgisayarın ağzında metreler metrolar var.
Birkaç kitaba
ne dersin?
Bir ön düş bile kurdum:
çocukluğum
Ortaokul
öğretmenokulu
havacılığım
Gümüşhane'de ilk öğretmenliğim
Gazi terbiye
Kars lisesi
Askerlik
Düziçi İvriz
Mersin ünüversitesi<benzeti>
Osmaniye, Adana emeklilik ve sonrası
(Editörün
Notu: Elinizde tuttuğunuz bu eserin, Ethem Aydın
tarafından yukardaki sırada yayınlanması planlanıyormuş.
Mümkün olduğu kadar bu sıraya riayet edilmiştir.)
Ethem kendine gel. Gabak çekirdeği
yerken doğum yapılmaz. Ukala
çocuk ne olacak. Birkaç övgü alınca, kendini
ebrulu ibrişim sandı. Zaten ata nal çakıldığını gören
kurbağa ayağını uzatırmış. Bana da dercesine...
Hızlandım bir kere... durmak olmaz. Yağma Hasan 'ın
böreği, ye
Hamit ye.... tutabilrisen tut.
Meriç deyesi: hoca dellenmiş. Ama
bileceksinki, deliler
çok yaşar. Şimdilik bu kadar.... öperim.
E. Aydın, 26Kasım2OOO
SEVGİLİ MERİç
Ben galiba mektup yazarken
düşünebiliyorum.
Düşünmek için de yazıyorum. Böylece sizinle uzun
uzun başbaşa kalıyorum.
Nedenini çıkaramıyorum. Seçtiğiniz sözcükler
akıllıca, nükleer çoğalmağa açık. Bazen benimle,
bazen yıldızlarda oluyorsunuz.
Bitek diliniz var deyeceğim.
Aslında sizden aldıklarımı paradoksal olarak
size ulaştırmağı da
seviyorum galiba..! Sizi iyi okudum. Güncele fazla yer
vermişsiniz. Mikroda yürümüşsünüz. Bende
biçemim gereği makroyu seçeceğim.
Uzam ve zaman, henüz algılamadan yoksun
olduğumuz soyut
kavramlardır. Göreceli olsa bile, ikisi de ışık hızıyla
özdeştir. Zaman ileriye doğru, uzam geriye doğru akar. Doğaldırki
bunu algılamak için, geçmişin bizde oluşmuş yanlışlı
doğrulu vereleri, artı, geçmişin belleği, artı, etik, artı,
kültür birikimlerinden yola çıkmamız gerekir.
Felsefe ve mitoloji, uzgörü, din,
direngenliği olmayan onsuz
da olunamayan verelerdir. ölçülemeyen zamanlar boyu
sezgilerimizin yordamıyla mutluyuz, umutluyuz.
ölüme karşı tek silahımız "sanat" tır.
Kadim sanat tarihi
bize hep bunu söyler. Mikroyu sıradan, evreevre yaşadıklarımızın
gelecek için vere olacağı kaderciliğini bırakarak, makroya
görecel düşünmemiz gerekir sanıyorum.
Dahası: toprak gibi silahımız, tohum gibi mermimiz,
düşünce
gibi yolaçıcımız, ışığımız varken insan hep var olacaktır.
Bugünki teknoloji sanal, insandan uzak, gidişi insana karşıysa,
sonu yakındır. Demedir, arayıştır.!
Tohum ve toprak bağlamı değişmez, iç anlamını
koruyan, evrensel
güvencedir.
Havamı, suyumu, toprağımı zehirleyerek, biyolojik
dengemi yok sayarak,
verilmeğe çalışılanlar, gerldikleri gibi gidecekler. "Buğday
ekimi" öykümde bunların yalın ve duyumsal anotomisini
görmüş okumuşsunuzdur.
Kestirebildiğimiz güzel günler, kendi
teknolojisini, insanı
merkez alarak kuracaktır. Onu da makro düşünce getirecektir.
Makro, niteliktir. Kaos değişmez örnektir. Mikro niceliktir.
Yanılgılar, denemeler harmanıdır. Evrim sürüyor, binlerce
düzeni bozuyor, birkaç tane, güya yenilik yapıyorsak,
ayrımına vardığımız, yitirdiklerimiz ideodaki insan belleğinden
silinmeyecektir.
Yazımı burada kesiyorum. İlgi duyar beni sorgularsanız, bilgisayarın
belleğinde saklanan kısımlarını da yollarım. Sizi seviyorum. Empati..
ah o empati beni durduruyor. öper, işlerinizde başarılar dilerim.
E. Aydın,
17Ocak2OOI
SAYIN BAŞKAN
MERİç ALKAN
Mektubunuzu aldım. Senelerce önce tanıdığım, öğretmeni
olduğum, Gazanfer'i bana anlatıyor gibisiniz.
Aramızdan ayrılış günü anısına bir kitap yapmağı
düşündüğünüzü söylüyorsunuz.
Bu yazınızı çok çok güzel, ama ironik ve duygusal
buldum.
Baş sağlığı telgrafında, anlatmağa çalıştığım son fakslar da
dahil, bir türlü size ulaşamayan yazımda "Gazanfer'ler
ölmez" tümcesi ilginizden kaçmış olacak. O
yazımı yineliyorum.
E. Aydın, 22Ocak2OO2
MERSİN LİSELİLERİ DERNEĞİ DAYANIŞMA
KURULU BAŞKANLIĞINA
Sonlu yaşamda, insanlığın geleceğine dönük devasa
görevler üstlenen, yürüten, Gazanfer'lerin tinlerde
yarattığu nükleer yansıma, gönül dostlarının
özverisiyle, sonsuza değin sürecektir....
Gazanfer öldü., yaşasın Gazanfer'ler.
Saygılar Sevgiler
E. Aydın, I7Nisan2OO1
özellikle sevgi konusunda abartıyı sevmem.
Bilgisayarım Gazanfer'e
yazdığım övgü mektuplarıyla doludur, sağlığında kendisine
ulaşan.
İnsanlar ölümlüdür. Siz de ben
de bir gün
öleceğiz. Bunu abartmak, yas günlerine
dönüştürmek yerine, şenliklere
dönüştürmeği düşünmek, evrensele saygıdır.
Atatürk artık bir portre değildir. Genç Türkiye'yi
yaratan her türlü atılımların tümüdür.!
öğretmenlik yaptığım heryerde, karanlık
odalarda suskun
öğrencilerle anma yerine, kitaplıkları, labaratuarları, her dersin
özelliğine göre salonlarda temsilini Adana'da dahil,
uygulamakta öncü olduğumu gururla anımsarım.
Gazanfer'i evrenselde anımsatmak için buıyurulmuş
övgüler yerine neler yapabiliriz?
Ulusal çaplı, ödüllü,roman, öykü
yarışmaları.
Adına okullar
Resim,yarışmaları,heykel yarışmaları
Şiir yarışmaları
İçel'de ünlü olmuş kişilerin,hayat
öyküleri kitabı
Yine özel günlerde ilkokuldan başlarılı, öğrencilere
nakti ve ayni yardımlar.v.s
Sizlere saygılar sevgiler sunar, başarılar dilerim.
E. Aydın
SAYIN MERİç ALKAN
Büyük bir sorumluluk, sizi beklemediğimiz bir zamanda buldu.
Bundan sonrasının yoğunluğu ile çok dolusunuz.
Gazenfer'in evrensel insana dönük,devasa atılımı için
ardıllarının düşünceleri bizim için bilinmiyor.
Yine buna karşın, olumlu düşünceler üretmemiz bir
görev.
Gazanfer ailesi ve çocuklarının, <düşünce
çizgilerine paralel olabilmemiz için; onlarla yaptığınız
ve yapacağınız toplantı sonuçlarını bizlere de
ulaştırabilirseniz, yanınızda olmak bizler için yüksek
görev olur.
E. Aydın, 8Mart2002
SAYIN MERİç ALKAN
Bugün direkten dönmek üzere olan bir bülteninizi
aldım. Adres yine yetersizdi.
Gazanfer bey'in ölümünden sonra; geleceğe
dönük ne gibi yeni projeler ürettiğinizi, kalıcı
süregen düşüncenin yapısında kurucu ve koruyucumuz
söz sahipleriyle, bir yuvarlak masa toplantısı yapılıp
yapılmadığını, rotamızın neleri içereceğini öğrenmek
istemiştim.
E. Aydın, 8Temmuz2002
SEVGİLİ HANIMEFENDİ
Yazmak için değişik karekterler
seçerim. Sizin de
vurguladığınız gibi, kişiyi karşıma alır, duruma göre, ceketimi
ilikler, ayak ayak üstüysem ayağımı indiririm.. Tanıdığım
biriyle isem, sigaramı yeniler, rahat bir duruma geçerim. Eğer
düşünce yorgunluğuna uğramışsam,tuşları
görmez,doğaçlama düşlerimin buyruğuna girerim. İşte o
zaman, yazıda kurgu bozuklukları, harf ve nokta eksiklikleri
çoğalır.
Yine eğer size yazdığım gibi, yaşanmışları anılara
dönüştürmeğe, bir de mektuplarımı yayımlamağa kalkarsam,
sekreter şart olacak.
Bilgisayarın belleğini karıştırırken, mektupta
konuştuğum hayali
öğüntülere ben de güldüm.
Yelken'deki yazınızı tekrar okumak fırsatı buldum.
Mektup
üzerindeki düşüncelerinize katılıyorum.Dahası kusursuz
yazma kompozisyon gücünüzü ağan üstü
buldum. "Ethem kendine gel" dedim.
Teknoloji bana göre bir modadır. Ama insan daha
yüce
amaçlar için vardır. İşin başındayız, evrim
sürüyor, sürecektir, iki ileribir geri adımlarla
yürünüyor... insana doğru...
Yarım, hatta çoğunlukla yanılgı olduğunu
tekrar tekrar
gözden geçirilmesi sonucu, yeni ve yine de değişebilir
araştırmalar bunu kanıtlayacaktır. İlk ayağa kalkan insan, korktuğu
herşeye tanrı demişti. Sonra neler olduğunu gördük. O bile
değiştikten sonra, konserve bilgiler de değişecek. Canlıların
fizyolojisiyle, yani duyum, algılama sistemiyle henüz oynamak
olası değil. Siz dünyayı ne kadar hızlı
döndürürseniz döndürün, duyumsama
süreci değiştiremeyeceğimiz bir sabite'dir. Düşünmek
insana özgüdür. Düşünmeden yaşamın anlamı da
olmayacaktır.
İnsanlık bugün bir karabasanın anında, evinin
içinde
buluyor. Kazalar, ölümler, afetler, vs... Teknolojideki
hızlanma insanı es geçiyor. "Amaç insansa, olanlar
tümüyle yanlış" demeğe getiriyor. Ben de öyle
düşünüyorum
İnsan dünyayı duyumsamadan, algılamadan, iç
değerlendirmesini yapmadan mutlu olabilir mi?
Konservelerle beyinin beslenemeyeceğine inanıyorum. Bundan neden
tutucuyum. Yanılgılar doğruları getirecektir.
Saygılar,sevgiler. öperim, mutlu günler dilerim
E. Aydın, 22Aralık2OOO
SAYIN VAHAP KOKULU
Yaşlılar nedense gençlerin her işine
burunlarını sokmaktan geri
kalmazlar. Bağışlayacağınızı umarım.
Almanya sergisi için
düşündüklerim:
Mersin, Türkiye'mizde ulusal hatta evrensel bir
sanat merkezidir.
Sanata soyunmuş ve başarılı olmuş kişilerin varlığı potansiyel
gücümüzdür. Almanya'daki sanatsever dostlarıız
ancak işten artırdıkları zamanlarda sanatla uğraşabilirler. Bu
böyle olunca biz oraya ulusal çağdaş sanatımızın Almanya'da
tanıtımı amaçlı programlar yapmalıyız.
Sergiyle birlikte Gazanfer bey'in çağdaş Türk sanatı,
Prof. Hüseyin Gezer'in Türk heykeli,
Nuri Abaç'ın sergi katalogları,
Suudi Abaç'ın evrensel olmuş çizgileri,
Mersin üniversitesi dekanlarından Berika İpek Bayrak'ın Tarsus'ta
bulunan Şahmeran anıtı fotoğrafları,
Ertan Aykın'ın hazırladığı, kültür bakanlığı tarafından
bastırılan, Mersin, Tarsus, Anamur, Silifke, Mut yöresinden
derlediği, ören yerlerinin aslına uyularak restore ettiği,
arkeoloji zenginliğimize katkıda bulunduğu kataloğu,
Ethem çalışkan'ın el yazma örnekleri ve orijinal
Atatürk resimleri.
Anımsayamadığım daha birçıok kitap ve katalogları da sergiye
katmalıyız diye düşünüyorum.
Büyük Türk ulusu adına verdiğiniz çabalar
unutulmayacaktır. Sizlerle övünüyor, öpüyor,
kutluyorum.
E. Aydın 17Ocak2002
UYGAR, öZGüR, çAĞDAŞ
DOSTLAR:
ASLI, HATİCE.
Yirminci yüzyılın batı sahnesinde Sokrates,
kendisinin şiddete
karşı bir etkinlik, bir diyalog olduğunu iddia ederek çıkmıştır.
O kendisini söz, şiddetin ise sözün olmadığı yerde var
olan bir davranış biçimi olduğunu ve bunun felsefye konu
olamayacağını söyler.
Politik alanı insan doğasının gerçekleştiği
alan olarak
tanımlayan ve çağdaş politika felsefesindeki birkaç
temsilciden birisi olan Hannah Arendi, temel insansal eylem,
politik
eylemdir ve politik eylem de konuşma ve diyalogtur der.
Yaşadığımız çağda demokrasinin
vazgeçilmezliği de
bundandır. İdeodaki insan konuştuğu sürece savaşlara gerek
kalmayacağına, artık bütün insanlık inanmıştır.
Başlatabildiğimiz her türlü insansal
ilişkileri koruyarak,
kolluyarak, sonsuz sevgiyle bezeyerek devam ettirmek gerekir.
Bilirsiniz sevgi sosyal yapıda çekim gücüdür.
Hava su kadar birincildir. çağdaş insanın mutsuzluğu sevgisiz
yaşamayı seçişindendir.
Bu mektubu yazış nedenim, sizi seviyorum, genç oluşunuza karşın
çağdaş, uygar, özgür, düşünceye açık
bir beyniniz var.
Antenleriniz geleceğin sinyallerine duyarlı. çevrenizde bu denli
kapalı devre yaşanırken, elbette sizler, hele hele hamım olarak sizler
birer değersiniz. Her davranışı sorgulamaya yatkın oluşunuz ayrıca
övülesi.
Kültür ve tabuların tortulaşmış,
köktenci
inançları, genç dimağlarda ışık ve ısı
çoğaldıkça eriyecek yok olacaktır. çağın sanal
gerçekleri, evrime uygun olarak birey merkezli
dürüstçe paylaşımı gündeme getirecektir.
Getirmiştir bile.!
Sizleri özledim. öperim.
E. Aydın
GİZİLGüç'E DEYİNTİLER
(Yarın, doğduğum kentte kaysı bayramı var)
Otuz sene kalemtıraşın ağzında kaldım. Bir hayli
yontuldum sanıyordum.
Heyyy.. heyyyy.. meğer yanılmışım. Asıl yontulma yeni başlıyormuş.!
Yılmak yok Ethem'ciğim. Sen de çoğu zaman
yoklukda katık oldun.
Sana yazarken taslak hazırladım bir süre.
çok zaman
alıyordu, caydım, doğaçlama yazmaya başladım. Bu sefer de
yaptığım gaflardan dolayı ödün vermek zorunda kaldım.. ki
hiç sevmem. Ama işte gerçek ortada. Nene lazım sana
elalemin üç oğlakla beş keçisi? (*) Ayıkla pirincin
taşını.
Uzun yıllar laftan ekmek yemiş birisi olarak hep
konuşuruz,
karşımızdakini esnetinceye kadar.
Ne yaparsın.... bu bir gerçek. Ama pes
ettiğimi sanmayasın.
Yazdıklarımdaki gerçeklik payı tutkusundan ödün
vermem. (*)
Bir papatyayı görürüz, hayran oluruz, koparırız. Bizim
olmuştur artık. İlgimiz ve şaşırmamız sürer. Bu kadar
güzellik acaba nasıl yanyana gelmiş merakıyla beyaz
çenetleri bir bir koparır, yine deneyi sürdürür,
yeşilleri yoklarken elimizde bir avuç çöp birikir.
Görkemi o şaşırtan güzelliği yitirmiş olarak.! (*)
Fotokopideki yapıtınız çok çok
güzeldi.
E. Aydın, 5Haziran1997
SEVGİLİ NEJAT.
Ben zaman Mut'a gelir giderim. çok da
isteyerek gelirim. Ama şu
Sıdıka ablamın kafasızlığı, belki de mecbur olduğu durum beni
köstekliyor.
Ben Adana'da bir akrabamı bir yakınımı barındırmadan
mahrumken,
veremediğim bir şeyi almağa da kendimi haklı görmüyorum.
İçinde bulunduğumuz zaman yani yaşadığımız
zaman hiç
dünlere benzemiyor. Hesapsız yürüyenleri altına
alıveriyor.
Mut'a gelip gidişlerimde bana sizin yaptığınız gibi misafir olmak
teklifi yapılır öteden beri, ben de bazen icabet ederim ama sizin
son buluşmanızdaki teklifinizde çok büyük bir mana,
anlam ve nezaket vardı. İşte diğer tekliflerden farkı da bu olsa gerek.
Aslında ileri toplumlara layık olan galiba sensin, ama ne olmuş olmuş
okumamışsın. Hakkını başkalarına vermişsin böylece de fırtınalara
zorluklarla direnen bir çınar ağacı gibi yalın ve görkemli
kalmışsın. Bence özde insanlık dantele örgüsüne
benzer ilmek ilmek ince duygular düşüncelerden yapılan bir
sanattır, herkes bu işi beceremez.
Sen doğmadan çok önce Fevzi
çakmak Mut'a gelecek
denildiğinde köylü kentli günler öncesinden Karaman
yoluna birikmiş geceli gündüzlü beklemişlerdi.
Bizlerdeki heyecan başka türlü idi. Nedeni ise onların insan
üstü emeklerle Cumhuriyet'i kurmuş olmalarıdır.
Onlar sıradan insanlardan farksızdılar ama insan
üstü idiler.
Sevgi saygı milletin yüreğine işlemişti. Bir Hüseyin Gezer
ünü ve sanatı Türkiye genelini çoktan aşmış
yurdun içinde yüzün üzerinde heykel dikmiş
meclisin önündeki bronz heykel grubu da onundur, bir benzeri
yakın zamanda gelmez. İşte millet olarak mutlu olarak ona her
türlü saygıyı göstermek insanlıktır. İşte insanlık
budur. ölümünü beklemeğe ne gerek var anılmaya
şimdiden başlanmalı. Ben geçen yaz bir pınarbaşında zamanlar
ötesine ulaşacak reliyefler yaptım, bundan sebep Mut'lu beni
sever, akrabalarımda haklı olarak benimle övünmeli ve beni
daha fazla saymalı. İnsanlık bunu böyle emreder. Eğer kendimizi
insan kabul ediyorsak saygı borcumuzdur. Tersini düşünelim,
bu olaylar bizim istediğimiz gibi gelişmedi diye kimseye gücenme
hakkımız da yok. Mut'a geliriz, rastlaşırsak mutlu oluruz, rastlaşmasak
bir iki gün otelde yatar döneriz. Herkes yerinde sağ olsun.
İnce teklifine binlerce binlerce teşekkür eder sağlıklı ve mutlu
günler dilerim. öperim.
E. Aydın, 24mayıs1994
SAYIN NEVİT KODALLI
Yukarıdaki yazıyı, İçel Sanat Kulübü Başkanlığına
yazmıştım.
Uygun ve gerekli görülmüş; yanıt geldi. Sizin onayınıza
da sunmayı düşündüm.
Yılı veya daha öncesini de kapsayan, geleceğe de ışık tutacak bir
raporu, birlikte hazırlayarak veya sonradan birleştirerek başkanlığa
sunalım diye düşünüyorum. Eğer düşünceme
katılırsanız, haberleşelim.
Yönetime bir katkımız olursa sevindiricidir. Olmazsa da
üzülmeyiz.
Sevgilerimi ve saygılarımı sunarım.
E. Aydın, 12Haziran2002
SEVGİLİ GENçLER
(Editörün Notu: Bu mektup
torunlarına yazılmıştır)
Uzam içinde zaman seller gibi akıyor aslında.!
Bizler sel önünde ve içinde çakıl taşları veya
kayalar.!
Birbirimize sürtüne sürtüne, yıpranarak gidiyoruz.
Bu bir sünnet düğününe benzer, insanlığın şamatası.
Bir yaş daha kocadıklarını duymamak veya karambola getirmektir. Kazanır
gibi kaybetmek.!
Yaşamın bir de ağırlığı vardır ve de olmalıdır.
üzüntüler, sıkıntılar, zorluklar, sorumluluklar, sınıf
kalmaklar, iş bozup iş yapmalar, hastalanmalar,
iyileşmeler, doymak, acıkmak, sayabildiğin kadar...
Bu ağırlıkları kaldırırsan geride hafiflik kalır.!
üzüntüsüz eylemsiz, sevgisiz, hiç ağırlığı
olmayan hava gibi bir şey.! Biz bunun hangisini seçelim?
Tabi seçtiğimizi! öyleyse yaşam ivmedir,
kıpırtıdır.
Kıpırdayalım arkadaşlar.!
Yeni yıl çuvalını aldım. çok anlamlı buldum. Bundan
güzelini kimseler yapamaz. İlk insanın ayağa kalktığı bir yerlere
bir şeyler taşımak için seçtiği ot elyafından yapılmış
seyrek örgü.
İnsanlık dokusu kadar basit ve seyrek, kavi, yani dayanıklı, sıradan
ama otantik, yani ilk yaratılışa dayalı.
üzerinde düşünce var. Ağız büzgüsü
kırmızı. Batık çıkan bizlere benzer. Ağzında geleceğe
açılan bir fiyonk, umut rengi.
Noel baba kırmızı geymiş. Oldukça şişmanlamış. Zamanları
zamanlara taşıyan evrensel yolda trafik polisi. Kolunda,
önünde benekli yeşil. Gözler ileri, bakışlar yukarı,
dikkatli ve sinirli. Soğukla bezenmiş, ama esir olmamış, devingen bir
yüz.
Torbanın içinde ağzının tadını artıran, hastalıkları otayan
ruhları kamaştıran öteberi.! çağdaşlığı simgeleyen ve
zorlayan kravat.
Kahve çikolata cabası...
Eh artık hepimiz birer yaş daha büyüdük.Akıllı olalım.!
Hepinizi kucaklarım. İyi yolculuklar Selamiiiii derim
E. Aydın, Otuzbir aradan bir
ocağa sıvışırken
SEVGİLİ KOYUTüRK
17 Nisan için kıymetli Abidin Atlay bana bir
görev verdi.
Seve seve üstlendim. Döner dönmez kaynak kitaplara el
attım. Kaynakları araştırdıkça işler karıştı. Cumhuriyetin
kuruluşuyla bütün bu tamamı tamamına kuruluş
için gerekli olan plan program bir tarafa düşman bir
tarafa. Saray, kapütülasyonlar, anlaşmalar, latin abc'si,
Türkçe ezan, demir yolları, karayolları, tarım, her şey
sınır noktasındaydı start verildiğinde. Bütün bu güzel,
yerindelikli hazırlık nasıl uygulama alanına ulaştı..! Bu uygulayıcılar
nerelerde nasıl bu ideallerle bezenmişlerdi?
Yoksa hazırlık Osmanlıdan beri yapılıyordu da
kayıtlara mı
geçmemişti?
Yeryüzünde kayıtlı olan hiçbir
ülke, böyle
bir durumla yani vatan kurtarma, iç ve dış düşmanlar,
asırların birikmiş borçları, gözler alabildiğine ekilmemiş
bakılmamış topraklar... Zaten zavallı millet hiç savaşsız
kalmadıki... Güçlülük günlerinde para
bitince savaş, üretim olmadığı için her zaman savaş ve
ganimetler hesaplanırdı.
Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eskiyeni. Kuzular
bize söyler
yılların geçtiğini dediği gibi. Böylesi herhalde bizden
başka olmamıştır. Aslında biz pek plan yapmağı, programı sevmeyiz. Ama
öyle bir hazırlığa girilmiş. Jon Dewey ki zamanının en ulaşılmaz
eğitimcileri Dexrolie ve diğerleri gelip bize bilgi vermişler ve biz de
anlamışısz, kendimize göreceleştirmişiz ve uygulamış ve de
başarmışız. Ama nasıl ??? Bugün dünya bizimle olsa herkes
okey dese o düzeni yeniden kurmak olanaksız. öyleyse temelde
yatan felsefe ne idi?
Nasıl mevsimler döner,yağmurlar yağar,
ağaçlar uyur veya
uyanır, işte sanıyorum, bizim ekim zamanımızın bütün şartları
peşpeşe yan yana gelmişti.. O zaman siz köyde oturacağınıza imza
verdiniz. Köylü toprağının düşük bir kısmını size
terk etti. Daha neler neler.
Hazırlık için nasıl bocaladığımı anlatmıştım.
İşte sizin dosyaya
bakışım ve size hayran oluşum ondandı. öperim.
Not: Siz salonda bana iltifat ettiniz. Yüksek köy
enstitüsü mezunu olduğumu söylediniz. Gurur duydum. Ama
ben o kadar genç değildim. Aynı amaçlara uygun Gazi
terbiye, aynı zamanda eğitilmiş kuşağın hocalarıyla olduk.
E. Aydın, 18Nisan1996
SAYIN NACİ YATMAZ
İlk defadır, devlet organı bir kuruluştan, saydam ve
birey haklarını da
koruyan, kollayan bir mektup alıyorum. 1945'den başlayarak, 1977'ye
kadar kuruluşun içinde bulundum, hep dairelerin devlet
çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini yaşadım. İlki
Kars'ta oldu. Hem okul müdürlüğü, hem de valilik
bana takdirname veriyor, bir ders yılı öğretmenlik yapmadığım
gerekçesiyle stajerliğim tastik edilmiyor, askerliğim bitiyor,
köy enstitüsüne bakanlık görevlisi olarak
gidiyorum, yedi ay sonra İvriz'e atanıyorum, göreve stajer olarak
başlıyorum. Durumumu yazılı ve sözlü, kimselere de
anlatamadım, üç yılı yitirdim, daha neler neler de
beraberinde...
Bir süre donra Mersin lisesine geldim. Yine bir
süre sonra
Milli Eğitim Müdürlüğünce, özel İçel
Koleji içindeki karışıklık nedeniyle orada
görevlendirildim, kendimi önce baş muavin, sonra da
müdür atamadığım için, bir küsür yılımı
emekliliğe saydıramadım.
Benim kanaatıma göre bunlar hep kıraldan
çok kıralcı
yetkili dostların devlet korumacılığının hazin örnekleridir.
Emekli olduktan sonra yapabildiğim kadar, sorunlardan uzak durmak
istedim, artık hiç hak aramıyorum, verilenlerle yetiniyorum,
maaşımı da Ziraat bankası bankamatiğine bağladım, ne verirlerse alıyor,
uyumlu vatandaş rolüne devam ediyorum. İyi de oldu, kafam rahat.
Bütün bunlardan neden, hangi
çizgide olursa olsun, bu
yazınız bana mutluluk verdi. çünkü devleti ben
böyle düşlüyorum. Hele yazınızın son tümcesinde,
yetke çizgisini de aşarak, "bilgilerinize sunar, sağlıklı ve
mutlu bir yaşam dilerim" diyorsunuz. Bu incelikte beklentilerimin sınır
çizgisinde bir incelik oldu.
İlginizden neden size teşekkürler eder, öperim.
Ethem Aydın, Emekli Resim
öğretmeni,14Temmuz1995
SEVGİLİ MUZAFFER
Mut'tan o kadar dolu ayrıldımki,
küçücük,
bölükpörçük,
görünürgörünmez, iyikötü,
gerçekçi, gerçek üstücü, karmaşık
mı karmaşık, sarmal mı sarmal..... Hani deve ve koyun
yününden, döve döve bir keçe top yaparsın,
lif lif olduğunu bilirsin ama çözemezsin. İşte
öyle birşey.....!
İşte mutlulukta öyle birşeydir.
çünkü, o top
benim elimde milyonlarca lif, sonsuz duyum ve doyumlardan
büyümüştür. Acı, ekşi, kekre tıpatıp mutluluğun
tadı...
Bu yazıyı seni karşıma alarak, masamın
öteyüzündeki
sandalyeye oturarak, göz göze, diz dize, söz söze
yazıyorum. Açıkçası kendi benime yazıyorum, ben bana
karşı. Orada, sen bir billur pınarsın, anlayana tadana ki,
anlayan tadan da vardır. İnsan bir sırkıntıdan olmuştur, akar akar
durulur. Kıvamını, kalitesini bularak, üzerinde
yürüdüğü toprağa güç katarak, yılanlar
kadar sessiz, uyumlu akar akar. Yol ölüme doğru değil,
ölümsüzlüğe doğrudur, ezeli ve ebedidir!. Kısa
mesafelerde insanı değerlendirmek yanlış ve anlamsızdır, her birey
deryadadır, yüzüyor. Kimileri kulaç kulaç
üzerine atarak öylesine göze batar ki, yarışın ası
sanırsın, çok su çırpıyor, enerji yitiriyor,
büyük şov ve görüntü içindedir.
Toplumda genel çizgi ve davranış bu yoldadır. Kültür,
etik, ekin, memleket, millet unutulmuş veya öyle sanılmış, kısa
zamanda daha çok mal, mülk, konfor edinmek sevdası
gözleri büyümüş, amaca ulaşmak için
bütün özelliklerimiz, güzelliklerimiz,
kültür birikimimiz tarih bilincimiz, hatta dinimiz
araç haline getirilmiştir. Bu karanlık tablo, bu
ürkütücü görüntü süregen ve
ömürlü olamaz. Sağ duyuya sessiz ve emin adımlarla
ilerliyor.
Biliyorsun yerinde sayanlar, yürüyenlerden
daha çok
ayak patırtısı yaparlar. Biliyoruz ki, medeniyet bugünkü
çizgiye gelinceye kadar, ateşten çakmağa sayısız asırlar
geçirdi. Sabırlı olmak gerekiyor. Zira acun bir günde
oluşmadı. Siz ve sizler gibi tabandan, fakat bilinçli
yürüyenlerin sayısı hiç bir devirde az olmamıştır.
Eğitim öyle sanıldığı gibi ve bizim uygulamaya çaba
verdiğimiz gibi kolay, sabirsızca istif etmeye gayret ettiğimiz kadar
basit değildir. Ben, siz ve ötekiler şu anlatmaya
çalıştığım çizgide konuşuyor, belki anlaşıyor,
yazışabiliyorsak, bu kendi bayrak yarışı etabımızda büyük bir
başarıdır. Yaşamı duyumsadığımız günden şimdiye değin,
kalemtıraşın ağzında kalarak bu güzel çizgiye ulaştık.
Gerçek de budur. İyi yoldasınız ve yoldayız.
Muzaffer, bir başka konuya deyineceğim. Bir insan bir diğer insandan
bir şey almaz, kendinin bildiği ve doğru saydığı bilgiyi, onaylayan
yoluyla özümser. Sizden dinlerken, her iyi şeyi bir
başkasının size verdiği alçak
gönüllülüğünde bulunuyor, bunu yeniliyorsun,
ama ben derim ki, bu yanlış. Zira yine bazı kişiler sizi
yönlendirdiği kanısına varılabilir. Halbuki siz kendinizi
yarattınız.
Bir Hilmi Dulkadir, Sıtkı Soylu olmasa, bu
çizgiye varabilir
miydi? Ama Hilmi bitek toprak olmasa, Sıtkı onu yönlendirebilir
miydi? İşte incelik bu çizgide. Hepimiz özde
benzeşmeseydik, özdeş olabilr miydik? Beni şu saatler boyu size
belki de değerli birşeyler yazmaya iten güç sizin asil ve
özdek duyumlara sahip olmanız nedeniyledir. Mektubu kesiyorum,
benim zamanım senin adına çokça kaydı. öperim.
E. Aydın, 7Haziran1995
MEHMET ACEVİT, ALTINKOZA A.Ş.
GENEL
MüDüRü
Dinamik, genç, bilgili, karekter birikimli,
yaratma ve
uygulamada farklı karekter, tam anlamıyla Atatürk çocuğu,
sevimli dostum Mehmet'ciğim. Bu yazdıklarımı iyice oku,ama sakınola
hemen uygulamayı düşünme, zaten olayın kapsamı biraz da seni
aşar.
Şöyle düşünelim, bugünlere değin
ne yapılmışsa,
hepsi üzrinden kalın bir çizgi geçilecek. Adana'da
kültür ve sanat etkinlikleri sıloganından, tekrar konuyu
masaya getiriyoruz. Elbette zor!
Akılcı yaklaşım gereği, önce kültür
sözcüğünü inceleyelim. Türk dil kurumu
sözcüğünden alıntı: Tarihi, toplumsal gelişim
sürecinde veya içinde yaratılan, bütün maddi ve
manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede
kulanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin
ölçüsünü gösteren araçlar
bütünü, hars, ekin. Bir toplum veya halk topluluğuna
özgü düşünce sanat eserlerinin
bütünü...
İşte şimdi çukurovalı'ya sunacağımız
şölenin değişmez dış
çizgileri oluştu. Makro belli oldu, şimdi mikroya dönmemiz
gerek.
İnsanlık topluluğuna giden yol, birey ve millet çizgisinden
geçer. Eğer hakikaten incelikli ve özverili,
özgörü çizgisinde çukurova'yı seviyorsak,
daha çok sevdirmek istiyorsak, (bunun böyle olduğuna
inanmak isterim), önce bu bakir değerler harmanında
bocaladığımızı, düşünmek, seçmek, düzenesıraya
koymak gerilimine düşmemiz gerekir. Baştan beri anımsatmaya
çalıştığım gibi, örnek bir çukurova festivali
için İstanbul, Ankara, diğer şehirlerimizin katkısına gerek ve
gereksinim yoktur. Asırlar boyu kendi kendini tamamlamış, onurlu bir
şekilde, etiğini, kültürünü, sanatını yapmış,
korumuş ve korumakta olan bulunmaz bir beldedir çukurova..
Hırsları, acımasızlıkları, kişisel çıkar düşünceleri
ile devletler gelmiş devletler geçmiş! Seller geçmiş,
dolular erimiş, geride daha sağlam, daha yoğun kültür
birikimiyle çukurova sağlamlığını ve yoğunluğunu koruyor ve
koruyacaktır. Biz ölümlüler, belki de haklı olarak,
geçici, moda olan kolay edimlerin ağına takılıyor,
yüzeysel, öznenin özdek, özge, özdeşliklerini
aramak sanki sıradanlıkmış sanısına kapılıyoruz. Sizin kişiliğinizde,
çukurova'nın geleceğine etki edecek nuanslar
görüyorum. Bu inançla iki gündür daktilo
başında, karınca kararınca geleceğe bakıyorum, bir çoklarına
hayal yansıması gibi gelecek ama, çok çok inandığım
çıkışlar yazıyorum. Bürokrasinin her isteğini, olayların
akışı içinde istenilenden fazla olarak çevreye
yansıyacaktır. öyleyse çukurova Altınkoza A.Ş. olarak
büyük, çok büyük
düşününüz. Olayları sıradan yasak savma
çizgisinden kurtarınız. Yaptıklarınızı sağlam arşivlere alınız.
Gün gelecek sizinle yarışmak isteyenler olacak,
işte şimdiden
onları sollayınız. Dünya reklam üzerine duruyor. Ama reklam
vazgeçilmez bir soylu sanattır. Her dem taze önde olmak
durumundadır. Dikkat ederseniz hükümetler ve devletler hep
halklardan geride kalıyorlar, bu yüzden formaliteler özel
teşebbüsünüz elinize bu görkemli hizmet fırsatı
verilmişken değerlendirmeniz, gerçeği yakalamanız gerekir.
Bundan sonra dış çizgileriyle ana başlıklarla
neler
yapabileceğimizi yazmaya çalışacağım. Doğaldir ki, Ethem Aydın
düşünmeye çalışan sıradan bir Adana'lıdır. Kepenek
altında er yatar örneği kimbilir daha uygulanabilir
düşün ürünleri size ulaşacaktır. Yeterki
çukurovalı'ya güvenmeye devam ediniz. Dünkü
toplantıları, maratonun başına alıp uygulanabilirliğini arttırınız.
İşiniz zor ama sizde büyüksünüz, başaracaksınız.
Dünkü toplantı, sanatçılardan
gelecek eleştirel
görüşü bir nebze olsun önlemek içinmiş gibi
geldi bana. Aslında bu seranomi çalışmaları başlatılırken,
aşağıda hatırlayabildiğin ve yazabildiğin birimlerle ayrı ayrı ve
olabilidğince sık müşavere toplantıları değişme koşuldur.
Demokratik, katılımcı bir şölene oluşturmak ve çukuova'lıya
hizmet götürmek istiyorsak tabi. önce festival,
Seyhan'ın deltasından, yine Seyhan'ın nebağına kadar genişletilmelidir.
Daha sonra derinliğine çukurova'yı kapsamak projesi
düşünülmeli. öyle olmalı ki, festival boyunca
çukurova hep ayakta, işte, iştirakta, alış verişte, gezide,
iletişimde, dolayısıyla eylencede, kendini kendisi izlemek istesin.
Doğal yapısı ve çevresi içinde katıksız katışıksız Adana
kültürü sergilenmeli.
Düşünceme göre ilk yerleşim alanı ırmak boyudur. Adana
kebabı yarışması, şalgam, meyam tanıtımı birimleri, çiğ
köfte yarışması, lokanta ve reyonları. Köy yaşantısına sosyal
yapının çadırlarda güncel uğraşları başında temsili. Yerel
giysi defileleri, at yarışları, kayık evler, kayık gezintileri, yerel
zenat erbabı reyonları hepside günlük işleri ve satışları
içinde. Değişik etablı yürüyüş ve koşullar,
güreşler, yazarlar, çizerler, kitaplar, kitapçılar.
Yukardan beri anlatmaya çalıştığım dağınık
işler bir otomatiğe
bağlanabilir, bağlanmalıdır da. Yetke sahiplerinin bildirisi
üzere, kurum ve kuruluşlar bu katılımı seve seve yapacaklardır.
Festivalin bilimsel yönü sempozyum panellerle ciddi kalıcı
tutanaklarıyla organlı bir örgüye ulaştırılmalıdır. Bir
kaç ay önceden okullara, bir bildiriyle, Altınkoza
üzerine şiir, öykü, resim, müzik konularını
kapsayan onur ödüllü yarışmalar duyrulmalıdır. Festival
süresince, çukurova'nın her biriminde bir canlılık bir
katılım kıvancı yaşanmaktadır. Elimdeki verelere göre, bundan
önceki festivallerde çukurova hep evine kapanmayı
yeğlemiştir, katılım çok düşük olmuştur.
Bu çizgide, sanayicilerimiz belli alanlarda
ürünlerini
sergilemeli. Sicilli ticaret birimleri katılımı özendirilmeli. Her
yıl için sicilli zanaat, sanayi birimleri ve adreslerini,
telefon numaralarını kapsayan reklamlı rehber hazırlanıp satışa
sunulmalı. Ayrıca bütün festival alanlarının özellikleri
ve yerleri bir bülten halinde sunulmalı. Sergi birimlerinin hemen
hemen hepsi kaynak yaratılacak şekilde organize edilmeli. Diğer komşu
il ve ülkelerden temsil edilmek isteyenlere yardımcı olunmalı.
Böylece devirgen, dinamik, hararetli, neşeli katılımcı bir
festival gerçek olabilir. Değişmez kanaatim, çukurovalı
eğer bilgilendirilirse en güzel festivali hazırlayacak
güçtedir, kültür bazında. Ve çukurovalı
buna zaten layıktır. Size ulaştırdığım fikirler, ilk bakışta
külfet getiren uygulanamaz olaylar gibi gözükebilir,
ancak birim bölümler önceden organlaşmaya
çağırılır, çalışmaları bir ücretle değerlendirilirse
çukurova festival A.Ş. hem rahatlar hem de bunca sarflar
azaldığı gibi insanımız için kazandırıcı bir yatırım olur,
ekonomik olur.
Sizi, çukurova'yı, ülkesini seven bir ağabeyiniz olarak
bunları yazmaya cüret buldum. Okuduğunuz için teşekkür
eder, başarılar dilerim.
Saygılarımla.
Ethem Aydın, Emekli Resim
öğretmeni, 15Eylül1995
SAYIN DOST
Gönül okşayıcı iletinizi aldım,
dünyalar kadar sevindim.
Uzun süredir aradığım, özlediğim bir dostu
bulmanın binlerce
sıcacık anılarla buluşmasını, zaman zaman siz de tadmış, keyfine
varmışsınızdır.
Fransızların bir özdeyişi vardır: arkadaşlık
dostluğun
başlangıcıdır.
Aranışınız, özlenişiniz bundandır.
Sizin iletiniz de keza.
Alo diyerek, bir kahve içimi uğrarsanız
sevinirim.
Saygılar, sevgiler. öperim.
E. Aydın, 8Ocak2001
BERİN HOCAHANIM
öğrenciniz Hüseyin'le ilgilenirim.
Ayakkabı boyacılığı yapar.
Baba ölmüş, geçim durumlarının iyi olmadığını
sanıyorum. Kendi çocukluğuma dönüp baktığımda;
Hüseyin'den pek farkım yoktu. Fakirdim, devlet okuttu
öğretmen oldum, şimdi emekliyim. Bu yüzden olsa gerek;
çöpçü çocuklarla, ayakkabı boyacısı
çocuklara yakın dururum. Karınca kararınca yardım etmek isterim.
23000 öğrenciyle yakın ilişkim olmuş, şimdi en yakın dostlarım,
arayan, özleyenlerim onlardır. Okuldan yardım alamamış olmasına
üzülüyor. İlgilenirseniz sevinirim.
Bir kahve içimi de olsa, uğrarsanız onur
verirsiniz. Selamlar
saygılar.
E. Aydın, 8Kasım2001
SAYIN İSTEMİHAN TALAY
KüLTüR BAKANI
İçelMut doğumluyum. Mersin lisesinde on yıl
işresimyazı
öğretmenliği yaptım. 28Ekim Mersin liselileri buluşma
gününde bir sergim oldu, sizlere ulaştığını sanırım.
Eski halkevi girişinde, sizin önerinizle
yapılmış, alçıdan
bir Atatürk maskı vardı. Düşmüş kırılmış, raslantı
olarak gördüm. Adana Eğitim Fakültesi Heykel Biliminde
okumasına katkıda bulunduğum Mut'lu bir öğrenciye, yine benim
gözetimim altında, polyester bir Atatürk maskı yaptırmıştım.
180 X 75 ölçülerinde ve iyi bir kreasyondur. Bu resim
bölümü başkanı, heykel bilimi şefi, Doçent Suat
Karaaslan, bölümün öğretim üyesi Birnur
Erdemir'in de beğenisini kazanan bu yapıtı; sizin izninizle, (yalnız
gereç giderleri ödenerek) opera girişine astırabilirim.
Saygılarımla, işlerinizde başarılar dilerim.
E. Aydın, 18Aralık2000
çALIŞKAN DOST
Acaba raslantılarda da, bilmediğimiz bir
seçme ve seçilme
gücü mü var? Taşeli gibi, uygarlıkların dinlek yeri
olmuş, bölgeye; Mehmet çalışkan gibi bir
gizilgüç atanabilir miydi?.!
Gelmenize sevindim. Yazdıklarımı lütfen
övgü olarak
algılamayın, duygularımdır. Ben sergiyi açtıktan sonra Adana'ya
döndüm. Galiba ormancı arkadaşınız, Ermenek resmi sormuştu
daha önce, Ermenek'ten de çalışmalarım vardı, İstanbul
sergimde, Hollanda'ya gelin ettik.
Size ayak izleri bir dileğimi sunmuştum; Mut
girişinde, deveci
köyü sırtlarında bir tepe var, deveci tepesi, Mut
çöplüğü arkasında. Oraya bir yeşil
bürüncek yakışır diye düşündüm. Yolu yordamı
hakkında bir bilgiye ulaşabilirsem, tam mevsimi diye
düşünüyorum. Telefonla veya yazıyla güvenilir bir
bilgiye ulaşabilir ki, bu sizin yardımınızla olacak; hemen gerekli
gideri, gerekli yere yatırmaya öncü olmuş olacaksınız. Bunu
sizden bekliyorum.
öperim, başarılar dilerim.
E. Aydın, 1Kasım2000
SAYIN CUMHURBAŞKANI
AHMET NEJDET SEZER
Türk ulusu, soy kütüğünde hep
büyüktü. Onuncu yıl marşı, bizim
gerçeğimizdi.
Demokrasiye, din özgürlüğüne, asırlar boyu yaşadık,
dünya uluslarına yaşattık. Yüce Atatürk 'ün,
önsezisi, öngörüsü, Cumhuriyet'in kuruluş
mantığını, tarihimizin has gerçeklerinden yola çıkarak
yaşama getirmiştir. Korumak, kollamak görevini gençliğe
emanet etmiştir. Kuralları ve kuramları yasalarla belirtilmişti.
Bütün herşey iyiydi, dev adımlarla yürüyorduk.
ülkeyi sevenler çoğunluktaydı. Garip şeyler oluyor.
E. Aydın, 4Aralık2001
SAYIN ERHAN çELİKER
Mersin Liselileri Derneği'nin, İçel Sanat Kulübü
Teoman ünüsan salonunda adıma düzenlediği resim
sergisine onur verdiniz. Geç olsa bile, sizi tanımaktan mutlu
oldum.
Ayak üzeri, sanat ve sanatçı için
övgülü konuşmanız beni yüreklendirdi. Tekrar
buluşmak umusuyla teşekkürlerimi sunarım. Saygılarımla.
E. Aydın, 21Kasım2000
GöZDE BİLGE
İnanıyorum ki, insan; şartlar nasıl olursa olsun, gerçek doğayı
içsel doğanın ışığında, yeniden yaratabiliyor.
Yağmur, kar, geçim sorunları, sağlık, politika çıkmazları
kara bulutlar gibi, sarıp sarmaladığı, geleceği seçilmez ettiği
zamanlar da bile, birileri yüksek duygularla, beklenmedik anlarda
ortaya çıkıp, "dağ başını duman almış, gümüş dere
durmaz akar, güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim
arkadaşlar" tınısını, bir güçlü koro
özgürlüğünde, kapı aralığından, karanlığıma ışık,
renk fotonlarıyla ulaşıyor.
Bir düze bayram yaşamının melankolik atmosferini yaran dost
oluyor, dostlar oluyor.! İsimsiz kahraman, seni kutlarım.
E. Aydın, 8Ocak2000 ve ötesi
SAYIN GüLFİDAN TECE
Sizi uzun süreden beri yazılarınızdan izliyorum.
Güzel, çok güzel yazıyorsunuz. Ayrıcalığınız, yazın
alanında, ince ayrıntılardan, duygu ve duyumların sınırlarını imge ve
betimleme ustalığınızı kanıtlıyor.
öyle olunca sormak gerekiyor, neden İçel Sanat
Kulübü okurları sınırında kalıyorsunuz? Daha genç
toplumlara ulaşmayı düşünmüyor sunuz?
E. Aydın
MUT öĞRETMEN EVİ
MüDüRLüĞüNE
Efendim, ben Mut doğumlu, emekli resim öğretmeni Ethem Aydın'ım.
Mut'ta doğduğum ev harabe halinde olduğu için, bir kaç
gün anılarımla baş başa kalabilmek için, sizden bir kişilik
oda verilip verilmeyeceğini öğrenmek için rahatsız
ediyorum.
Yazmak lütfunda bulunursanız sevinirim. Saygılar, sevgilerimle.
E. Aydın, 15Ağustos2001
DEĞERLİ DOST
Gazetedeki yazınızı, içimde çoğalarak okudum.
Bilirsiniz; arkadaşlık, dostluğun başlangıcıdır
1980'lerden, 2000'e az zaman geçmedi. öyleyse bu yazılan
öz eleştiri, sanal olamaz.
Edimlerin değerlendirilmesinde sıcak, ılıman, besleyici bir dost
soluğunun güçlü esimi var.
Deneyimli bir öğretmen olarak, yaşanılmış gerçekleri
yaşanan olumsuzlukların da tanığı olarak eğitim, bilimsel bir tablo
çizmişsiniz.
Benim kişiliğimde, ideal öğretmeni de yaşatmış yaratmış olmanız,
ayrıca bir gözlem gücü ve gözlemin diregenliği,
sizin yoğun emek verdiğiniz meslek başarınızın da bir
göstergesidir.
Geçmişi özümseyerek, geleceğe iletide bulunan
yorulmaz, özverili kalemler bitmeyen umut ışığıdır.
İzninizle, ilk paragraftaki özdeyiş üzerinde de birkaç
tümce oluşturacağım:
Arkadaşlık ve dostluk nasıl oluşur, anatomisi nedir? Arkadaşlık
sıradan, gelip geçici birlikteliktir. sınıfta, lokantada,
trende, otobüste, kışlada, sinemada v.s.
Hepsi ayrı ayrı tellerden çalarlar,
antenlerimize gelen
seslerden naturamıza bilgi, kültür eğilimimize yakın
olanlardan bazılarını severiz. Her bireyin bir doğrusunun olduğunu
düşünerek, dereden tepeden konuşmaya başlar, doğru ve
yanlışlarımızı buluşturmaya, bilgi ve deneyimlerin,
hoşgörünün de ışığında örtüştürmeye
çalışırız. Bu zor iştir, emek ister, bazılarını seçeriz.
Her bireyin, bir doğrusunun olduğunu düşünerek, dereden
tepeden konuşmaya, başlar, doğru ve yanlışlarımızı, buluşturmağa, bilgi
ve deneyimlerin, hoşgörünün de
ışığında,örtüştürmeğe çalışırız. Bu zor iştir,
emek ister, sabır ister. Ebrulu dolaşık yumaktır, bıktırır, bezdirir.
Ama o, sevgi var ya, o, sevgi,!
Dostluk başlıyor demektir. Dostluk bir gerilim
hattıdır. öyle
olması da yararlı hatta gereklidir. Barikayi hakikat, müsademe'yi
efkardan çıkar
İnsan, insanda çoğalır. Bu yazıda olduğu gibi.
Yazdığın için, bana da yazdırdığın
için, binlerce
teşekkürler Mehmet'ciğim. öperim.
E. Aydın, 8Ocak2001
SEVGİLİ NİHAL
Cumartesi buluşmamız, ister istemez beni
geçmişin girinti
çıkıntılarına götürdü. Geçmişte gezinmek
insana, biraz hüzün verir ama çok mutlu eder.
1920 Ethem, şimdi bir yıkıntı olan han sokakta
Müderris hoca'nın
evinde doğmuş. Merkez ilk okulunda sınıf kala kala, dayak yiye yiye
1935'te okulu bitirmiş.
Babam, yavan okuduğum için beni Siifke'ye
ortaokula yollamak
istemiyor, saat tezgahına oturtmakta kararlıydı.
Naciye ablam güzel, endamlı, uysal, elinden iyi nakış gelen,
sayıl, saygın bir genç kızdı, albeniliydi.
İlkokulu, parmağındaki ogmaz yaraya karşın, birincilikle bitirdi.
Okulda yaptığı işler resimleri kopya etmemiz bile olanak dışıydı.
Anadan babadan her herhangi bir öneri, eleştiri almadan, biz
küçüklerin koruyucusu, hem de sevgilisiydi.
Dikiş diker, dikiş nakış öğretir, bildiğini paylaşır, 65 metrekare
alanda, 10 öksüz akraba çocuklarıyla dirliği
düzeni, sessizce, barışık olarak sürdürür, iş
bölümünü sağlar, babamın damga pulu bordurosunu
eksiksiz yapar, dükkanda oturan ilk Cumhuriyet çocuğuydu.
Onu anlatmak çok zordu. Anlamak da.!
İnsan değil, insan üstüydü. Bu deyim,
eniştenin
ağzından, tekrar evlendikten sonra, bir konuşmada gelmiştir.
Mut'lu onu tanırdı. Uyumsuzluğu, geçimsizliği
yoktu. Kin tutmaz,
ağır söz söylemez, kimseye sesini yükseltmez, cesur
becerili bir genç kızdı.
Anamur'dan, Ermenek'ten, İstanbul'dan, Konya'dan
isteyenleri oldu. Bu
arada, belirli bir işi olmayan, geçici köy tahsildarı Rıza
özcan seçimimiz oldu.
Aslında, ablam akrabalardan Sadulah tıp
fakültesi
üçüncü sınıfından sözlüydü.
Sağlıksız ve süresinin uzun olması nedeniyle, babam özcan'ı
seçti.
Evlendiler. Enişte, benim de ortaokula
gönderilmem için
direndi. çünkü ablamla tanışmalarında epey emeğim
geçmiş,mektuplar götürüp getirmiştim
1937'de dünyalar tatlısı ve güzeli bir
kızları oldu
Ablama o kadar çok benziyordu ki, ben de
hemence O'na aşık
oldum. İki aylıktan sonra o da sanki beni tanıyordu, benimle uzun
saatler kırlarda gezmeyi seviyor, hep gülücükler atıyor,
ağlamıyordu. Ortaokul, öğretmen okulu ara tatillerinde hep beraber
oluyor, sevgimizi güçlendiriyorduk. Dünyamız yeniden
zenginleşmişti.
Uzam geriye, zaman ileriye doğru aktı, aktı..
Görücüler sıraya geçmişlerdi.
Zaten ailede
yoksulluktan bıkmıştı.
Enişte işsiz, çocuklar okuyordu. Kız meslek
lisesinde başarıyla
okuyan Nihal'ciğin kafasına seçkinin yansıması da girince,
okumuşluğun gururu da yara aldı. Evlendi.
Ham meyveyi kopardılar dalından.
Yine uzam geriye, zaman ieriye aktı..
Ablam öldü.. Benim sanki dünyam
yıkıldı. Uzun süre
inanamadım, merasimlere katılmadım. Gerçekler yadsınabilir mi?
Ham meyvecik ne yapsın, ablam gibi doldurabilir miydi?
Artık hamlıklara alışmak gerek.
O sıcacık aile sovudu sovudu, kimse kendinden
başkasını
düşünmez oldu. Kardeşlik, akrabalık rafa kalktı. (*)
Bu yazıya iki yıl önce başlamıştım, şimdi
yollayabildim.
Senin annenin kardeşiyim, Rıza özcan'ı seven
birisiyim.
Dahası seni seviyorum. Bir yanılgıyı düzeltmene
yardımcı olmak
istiyorum. İşin zor, aynı kanı taşıdığımıza göre,
düşünürsen yapabileceğini biliyorum. öperim.
E. Aydın, 28Ocak2001
SAYIN MEHMET öZEL
GüZEL SANATLAR GENEL
MüDüRü
Anadolu'nun ulusal kimliği; kıraç topraklarında, doğanın her
türlü olumsuzluklarıyla beslenip bölünerek,
zamanlar içinde evrensel, "sanat kimliği" onuruna ulaşır.
"Mehmet özel onlardan birisidir".
Sizinle, ana babalar övünsün.
öğrenimine katkıda bulunanlar övünsün
Yüce Türk ulusu övünsün
İnsanlık övünsün.
Sizi kutlar, öperim.
Resim öğretmeni, Ethem Aydın
TüRK HAVA KURUMU GENEL BAŞKANI
TüMGENERAL İBRAHİM YUMUKOĞLU
ANKARA
1924 lerde,gelecek göklerdedİr deyen Atatük, ne kadar İlerİ
görüşlü bİr lİderdİr. Bugün daha iyi anlaşılıyor.
Bu özdeyişi söyledİiği zanamda, atom henüz silah
değİidi, aya gidilmemişti. Uluslar havacılığın
başlangıclarındaydılar. (*)
E. Aydın
SAYIN SOYCAN
Bugün İçel Sanat Kulübü
dergisi elime
geçti.
Sizin mesleğinizin ne olduğunu bilmiyorum ama ben
sanat içinde
biri olarak, Cemal Turan'ın sanatı ve kişiliği üzerine
yazdıklarınızı anlamakta zorluk çektim.
Başta soyut sanat olmak üzere bütün
(izm)lerin
figüratife sonsuz borcu vardır. Bildiğime göre sanat objeden
yola çıkar. Görsel olduğu için de bu böyledir.
Ayrıca figüratif olmak hiç bir zaman suç değildir,
kusur değildir. Benim bildiğim sanatçı bilerek kullandığı
figür anımsatmalarından utanmaz. Hele Turan, sanatta ikili
oynamaz, yaptığının bilincinde ve sorumluluğunu taşır. Onu ve
sanatını üstün yapan bu sanatsal kişiliğidir. İlk
tümcede dille yaşam bağlamı, sanat anlamına ters düşer. Sanat
başlı başına evrensel bir dildir.
Nereden, dil kendini oyan bir matkap oluyor, neden?
Sanatta sahicilik diyorsunuz, anlamı nedir?
Yazında seçtiğiniz sözcüklerin zor
anlaşılması veya
anlaşılmaması için çok çaba vermişsiniz.
Lacan, akışkan, töz, travmatik, narrativ,
amorf, spontane,
kontrast, dokusal efekt, sentaktik, melankolik, espas, perspektiv,
güzergah, valör, plastisite, paradoksal sözcükleri
ayakta duruyor, yerine oturmuş değil. üstelik bu terimler
çağdaş sanatta kullanılmıyor, demode oldular.
Dahası izleyiciyi tedirgin eder.
Sanatçıyla ilgilenişiniz övülesi;
ancak, ağırlıklı
olarak bu yazınızda Cemal bey'i öveceğim derken bilmeden
dövdünüz.
Bugün eleştirmenlik, bütün kadim sanat tarihini kapsayan
bir olay olduğu için, bilinçli olarak, sanatçıyı
sorumluluklarıyla başbaşa bırakmayı daha doğru buluyoruz.
Saygılarımla.
E. Aydın, 21Ocak1997
öZLü SöZLER
(Editörün
Notu: Aşağıdaki sözler Ethem Aydın'ın yazıları
arasından seçilmiştir.)

Yaşamın
müsvettesi yoktur.

Yaşamakda olduğumuz
zaman taslak değildir, hayatımızın kendidir.

Yaşam özde anlamsız, ama körü körüne
inanmışlığın , süregen gerçekliğinin karanlık
yüzüdür

İnsanı onu seven bir dostu yaratır.

Beni ben doğurdum

Mecburen yaşanacağına göre zaman zaman yıkıp yapacağız.

Dün ve gün sıradandır, koklanmış çiçek
gibidir.

ömür dediğin bir karıştır, programlanmazsa, ne kadar
uzun yaşanırsa yaşansın heder edilmiş olur

İnsan anılarda yerleşebilmişse yaşamış oluyor.

Geçmişin belleği bize yarınlarda nasıl olmamızı
söylemiyorsa veya anlamada zorlanıyorsak, yaşanmışlık adına
eksikli sayılırız.

Dünün deneyimleri yegane hazinelerimizdir. Ondan
vazgeçmek ölmek demektir.

Hatıralar bizi,yaşlandıkça durağan bölgelere iter,
durağan bölge ise yaşlılığın özlediği ortamdır. Geleceğin
mutluluklarını düşlemek, onlarla içiçe olmak bence
yaşamaktır.

Atalarımızın belleği, kitaplarda, kitaplıklarda saklanarak,
korunarak bizlere ulaştı. O yüzdendir ki, zaman zaman, hatta sık
sık, otobandan çıkarak, arkaik, hatta kılasik olmuş zamanlarda,
bellek tazelemek gereksinimi duyarız.

Bütün canlılar bir gün er geç
ölecekler diyebilirseniz, yaşamak daha güçlü
olur.

ölümlü yaşamın değeri, özle
ölçülür. Yoksa hep doğulup ölünmüş
olur ki; hayvanlar da böyledir.

Acele edip yarınlar için, yarınki insanlar için,
çocuklarımız için, kullanımlı ve kalıcı birşeyler yapmaya
çalışmalıyız, biz küçük insanlar. Yoksa adımız,
şayet anılacaksa ki bu bir umudur, "hiç olmazsa doğdu ve
öldü" diye anılmasın!.

Geçmişi özümseyerek, geleceğe iletide bulunan
yorulmaz.

Akan zaman içinde insanlar hızdan çılgına
dönmüş (mahşer)i yaşarken dingin, ışıklı, yüksek,
yörüngesinde ışıldayan, yansıyan, yansıtan yüzler de
vardır. Gönül adamıdırlar. Onlar ki, dünden
bugünlere solmayan incelikleri bağışlarlar ve insanlık ideosu bu
pırıltılarla var olur.

ölümü geciktirmek bencil bir mutluluk yaratır, ama
bu mutluluk daha acı sonlara neden olabilir.

Karın, izleri kapatmasında da bir keramet vardır.

Yaşamak, unuttukça bir anlam getiriyor. Bencil yorumlar,
karanlık kavramları, sevimli ve kabullenilir yapıyor.

Başarı cesareti severkollar.

Gösterdiğim gördüğün kadardır.

Kabul etmek, öyle olmanın ilk adımıdır.

Anne bir tarladır. Topraktır. Bu toprağa atılan tohum iriufak,
sağlıklısağlıksız belsenir. Büyür. Gen olarak, baba
özelliklerini taşır ve korur. Topraktan sebep değişimler gen
özelliği taşımazlar. Nesiller arasında kaybolurlar. Aşı gibi,
gübre gibi, bakım faktörleri gibi.

Topal eşekle kervana karışmak bana ters gelir.

üniversiteyi devreye sokmadan yapılan iş soysuz olur.

Kendimi sıfır noktada ararım. Kanımca orası çok sağlam bir
mekandır, kaybedeceğim yoktur.

çevremiz bir atım barutu olan sahte kahramanlarla dolu.
Hepsi de diplomalı.

Kabak çekirdeği yerken doğum yapılmaz.

İyi ayakkabı insana yol yürümesini öğretir.

çalışanlar isimsiz kalmazlar

İnsan bir sırkıntıdan olmuştur, akar akar durulur. Kıvamını,
kalitesini bularak, üzerinde yürüdüğü toprağa
güç katarak, yılanlar kadar sessiz, uyumlu akar akar. Yol
ölüme doğru değil, ölümsüzlüğe doğrudur.

Kısa mesafelerde insanı değerlendirmek yanlış ve anlamsızdır.

Uygarlığın yazgısı teknolojinin varsayımlarına, yanılgılarına
endeksli oldukça düşünce bir ütopya, bir
rüya olmaktan kurtulamaz.

Sıradan olmaktan, bir varlık olmaktan,
özünüzü büyüterek kurtulabilirsiniz.

Varlık sıradandır. Her doğan bir varlıktır. Varlık,
özün dışında bir saksıdır. öz, kol atıp, dallanıp
mavilere tırmandıkça kişilik, insana doğru yol aldıkça,
gazanferane savaştıkça, öz büyür, insanlık
büyür, biz büyürüz.

Eğer bir sıvıdan, bir gazdan daha hafif olan insanı ağırlıklarla
dontamazsak insanlık tarihi bir düze doğum, ölümlerle
sürer giderdi. İşte bu biteviyeliği yenmek insanlıktır.

Güzellik daima ayrıntıda kıvrımların arasındadır.
Görenlere,duyanlara, duyuranlara binlerce şükran.!

Sivri bir dil, çoğu toplumlarda hala ruhsatsız bir tabanca
gibidir.

Ekinci yağmur ister, yolcu kurak.

Dini ancak dinsizler, yobazlar, ticaret için kullanırlar.

Solucanın bile karnı doyarken boğaz tokluğuna yaşıyorsak, bence
biryerlede birşeylere yazık oluyordur.

Kalemle kağıt buluşunca, iş olur, aş olur,sevgi olur, aşk olur.

Bir yerde bir olay varsa, birilerinin bunu yapmasını
düşünüyorsanız, o birileri hep sizsinizdir.

Türk halkı severken döğme, döverken sevme
alışkanlığındadır. Etiğimiz böyle.!

Sınırınızı siz belirlersiniz, savunduğumuz sürece, o sınır
sizin sınırınız olur.

İyi yemek yakıcı ateşte pişer.

Karşımdakine taşıyamayacağı kadar yüklem bindiriyorum. Onu o
kadar yüceltiyorum ki, insan veya obje kimliğinden kurtarıyorum.
Yüceltisi şurada: sıradanlığı saf dışı ediyorum, istiyorum ki, her
insan benden daha iyi, daha bilgili olsun, benim kadar en az,
çevreyle, insanlarla hayal ve duygu çizgisinde buluşsun.
Dünya cennetten ileri olsun.

Ben neye böyleyimdiye sormuyorum ama, Ethem neye böyle
diyenlerden ürküyorum.

Karagün, kararıp kalmaz. Bir gün güneş doğar.

İyi fikir ve düşünceleri ertelerseniz bayat ekmek gibi
geğişikliğe uğruyor. Kötü ideler ise çökeltiye
bırakılmalı, onlarda aktivite vardır, zaman içinde kristal
değerlerine ulaşabilirler. Hiç olmazsa yönüne
göre sarkıt dikit gibi görüntü yalınlığına
ulaşırlar.

Ermişler, evliyalar, embiyalar, aşıklar yer çekiminden,
toplumun yargılı kural ve kuramlarından kurtulabilen, anonim
çizgisinin özgün yörüngesinde yer alabilen
saygın kişilerin adlarıdır.

Yükseklikler esintilidir, fırtınalıdır. Esintiye karşı
yürüyebilenler yüksek ve yüksekliklerde yaşarlar.

Şıvgarlar ölmez. Korkaklar erken ölür. Deliler
ölümsüzdür.

Ahırda doğmak, at olmayı gerektirmez.

Düşünmenin, itici gücü duygulardır.

özlem eylem değildir.

Genelde övgüler, yaratılışı eksikli kişileri yere
vurmak için kullanılır.

Kainat sadece müsbet ilimle algıladığımız gerçekler
çizgisinde kurulmuş değildir.

Bütün başarılar, belkide bir hiç uğruna emeğini,
zamanını verebilenler sayesinde oluşur

Bir şey mi icat etmek istiyorsunuz, öyleyse
çiçek yetiştiren bir bahçıvan kadar sabırlı
olcaksın, enaz.

"En" çizgisi sırat köprüsü gibi tek kişilik
bir yoldur

Şovmenler, yol verildikçe karasinek ve sivrisi neğe
dönerler.

Toprak gibi silahımız, tohum gibi mermimiz, düşünce
gibi yolaçıcımız, ışığımız varken insan hep var olacaktır.

Bugünki teknoloji sanal, insandan uzak, gidişi insana
karşıysa, sonu yakındır. Demedir, arayıştır..!!

Havamı, suyumu, toprağımı zehirleyerek, biyolojik dengemi yok
sayarak, verilmeğe çalışılanlar, geldikleri gibi gidecekler.

Şimdiye değin gördüğüm ve edindiğim izlenimlere
göre; ülkemiz profesörlerden çektiğini,
nasırından çekmemiştir.

Yanılgılar doğruları getirecektir.

Doğrular eğri olarak doğar. Bu hep böyledir;
çünkü doğrular, aklın ürünüdür.

Eğri, doğanın temel doğrusudur.

Dostu korur kollarsan dost vardır.

Hemen herkes "benben" sözcüğünden doğrudan veya
dolaylı tiksinir.

Raslantılarda ayrımına varamadığımız bir gizil güç
vardır.

Mutluluk adalarına,sıradanlık denizlerinden gidilir

Yumurtanın tırtıldan, tırtılın kelebekten hiç haberi
yoktur.

Kabak çekirdeği yerken doğum yapılmaz.

Particilik hiç bir iş yapamayanların son yükseliş
umarları değil midir?

Eğer attan korkuyorsanız, size karşı hemen gerekli tavrı alır,
çünkü sizi yadsımıştır, dostluk mesajı almamıştır.
Davranışı endişeli ve ikircimlidir, ne yapacağını bilemez, ısırır,
teper, içinden öyle gelir. Köpekte böyledir,
sizden bir inandırıcı mesaj almazsa huysuzlanır, saldırgan olur.
ölümde tıpkı böyledir. Korkuyorsanız, hem fikir, hem
eylem olarak daha yakın durur. Halbuki bütün canlılar bir
gün er geç ölecekler diyebilirseniz, yaşamak daha
güçlü olur.

çağdaş, katılımcı,üleşimci, planlı,programlı,
yüksek amaçlı, oturuşkun, tanısı, otaması, pratiğe
dönük, edimler, çağdaş bulgulardan geçer..

Saadet, dünyayı terkederken, son adımını kuytulardan attı.
Aradığınız yine oralarda bir yerdedir..

çağdaş düşünce, yoksula balık ikram etmez, balık
tutmağı öğretir.

Kültür ve tabuların tortulaşmış, köktenci
inançları, genç dimağlarda ışık ve ısı
çoğaldıkça eriyecek yok olacaktır.

Okullar ezelden beri hep diploma dağıtır, kaliteyi kişi kendi
yapar.

Bilgiyi acabaların labirentlerine sunmayın.

Bilgi, düşünce ve para bekletmeğe gelmez bayatlar

Teknolojide yeni buluşlar, zıtlıklarla savaşarak değil, onları
kullanarak olmuştur.

Kalemle kağıt hep var olacaktır. Uygarlık ne denli ilerse
ilerlesin, insanlığın geleceği, yazılanların sorumluluğuyla
bağıntılıdır.

İyi öğretmen, dolu dolu veren, çocuğa inebilen, onu
coşturabilen, not defterini silah olarak kullanmaya tenezzül
etmeyen öğretmendir.

öğretmenler isimsiz yaşarlar. Sizlerin gönlünde
yer etmekten büyük ne vardır?.!

En verimli öğretmenler not defterini sadece yoklama yapmak
için taşırlar. Not öğrencinin amacı öğretmenin de
silahı değildir.

Ben bir öğretmenim, her zaman yeşilim.

ölümsüzlük için tek silahımız sanattır.

Sanatın göbek kordonu, tabiattır, doğadır.

Şair gemsiz, hayalinin kanatlarında her yeri gezen herşeyi
gören, gördüren, zamanı, ışık hızı
ölçülerini aşan adamdır.

Sanatçı, belirsizliğin emzirdiği çocuklardır.

Alınteri + yeti + sabır = Sanat.

Birileri aferin diyecek diye sanat yapılmaz.

Artık sanat bugün, sanat için yapılıyor. Sanat eseri
yok artık, sanatçılar var.

öğrenmek ilgiyle sevgiyle başlar, ilgiyi yakalamadan bilgi
pek kuru, sevimsiz, çoğalma gücünden yoksundur.

Kadın insan değil, insan üstüdür.

Varsıl bir erkek; hep aranandır!!!!

Sevgi hangi bilim dalının konusu olduğunun belirsizliği
nedeniyle anlamında spekülasyona böylece de erozyona
uğramıştır.

Sevgi karşılıklı bir alış veriş değildir. O, karşılıksız
verilendir.

çağdaş insanın mutsuzluğu sevgisiz yaşamayı
seçişindendir.

Size yapmakta olduğunuz insanlık için değerli edimleri
yaptıran sevgidir.

İnsanlığın vazgeçilmezi, yapıştırıcısı, zayıf çekim
gücü sevvvgggi dir.

Meğer, yaşam ne kadar anlamlı, güzel, dayanılmaz
çekicilikte imiş!...özbenin hamuruna, yüce bir im,
sevgiyi fısıldamışsa........
ŞİİRLERİ
Şiir duyguların, duyumların olayıdır, bilimsel
değildir. Böylece
spiritüeldir.
Bilgiyse bir dizi sentez, kuram ve kuramların
yörüngesinde
yürür. Kuramlar buyurganılığıyla hayat kazanır ve iletişimde
değişmezliğiyle, ulusal ve evrensel olabilir.
Bilimler başlangıçta bulunup bilinen
kuramları
elealır,inceler,irdeler, böylece yeni doğrulara açıktır
Din ise, tek doğrudur. Değişkenliği zamanlar
içinde oluşur.
Tanrı idesini bozmadan yürür. Uzam ve zamanda
özgürdür. Şair ne güzel demiş: "Sevdiğim beni terk
etse yemyeşil yapraklı bir dal kırılmış gibi olur içimde."
Sanatçı da uzam ve zamanda özgür
dolaşır. Gün
olur, bulutlarla özdeşdir, onlarla konuşur, kaosu, kozmosu mekan
eder. Zamansız ve mekansız dolaşır durur. İmgelerle, simgelerle
konuşur. Dil insanların gönül dilidir. Soyut ama
çoğunlukla algılanır. İçimizdedir ama gerçek
değildir. Dili şiir dilidir.
Gözelerde sular soğuk, yalın, cam
göbeğinde aşk pırıltısıdır,
çağırgan.
Tadı çağla, adı Lale'dir.
Gecenin dinginliği ışıklarla buluştu
Yol yürüyor, bisiklet yürüyor
Yavaş yavaş
Gözler günde dünü arıyor
Dün yarına açık
Ağaçlar suda sazlarla içiçe oynaşıyorlar,
Güneş girdi araya
Sevgi çoğaldı,
Benek benek
Maviden yeşile,
Yeşilden turuncuya
çiçeklendi sular
E. Aydın, 5Haz1996
YUMAK YUMAK ELLERİ VAR ELİMDE
Bulutlardayım
Gülücükler süzülür, suya iner
Ebemkuşağı
Güneş doğar kışımda,
Vurur sulara bukle bukle,
Işıtır, ısıtır
Kışımda kardelen
Rüyada......
Akan zamanlar içinde
Dostları özlemek zor ya,
İnsan yarınlarda bir gün
özde, sözden öte var olur da
Yaşamın sonsuz boyutlarını
Kavrar kapsarsa
Bilki Handan bir iken
Sadeliğinde ışıltı, nurlu,
Gülümser gülücükleriyle
Sigarasını teller.
Yumak yumak elleri var elimde
Renkli bulutlardayım
Gülücükler, süzgün bakışlar
Gökkuşağı kardelen
Güneş doğar sularda
Bir tek yansıma ebemkuşağı
Karımda, kışımda kardelen
Rüyamda derinliğidir
E. Aydın
AĞAç ŞEYLER
Kuzeyden üşüten donduran esiyor.
Uğultulu güneş, bulutlar.
Bir diri düzey.
Doğa kendi oyununu oynuyor.
Kendine özge.
Bir yaprak ağaç şeyler duyuyor.
E. Aydın, not defterinden
DüŞüNCE
Düşünce, düşünce düşe,
İmgeler yeşerir filizde
Yaprağı sen, çiçeği sen
Toprağı ben.
Işık ışık
Benek benek
çoğalırız
Düşünce, düşünce düşe.
Aşk girer, yaşam girer işe.
Kaleminde çizgi, sazında söz,
Fırçanda boya devinir bulutlarda oylumlu.
Kelebeğin rüyası benek benektir kanatta.
Bir gün, bir zaman,
Dolu dolu, bomboş.
Tencere kaynar içinde sulandırılmış zaman...
özlem, umut, eylemler, ağılı
Gülücüklü...
Kokuda bulut, bahar kıvamında.!
Usumda yağmur var, buluta singin,
Bir türlü yağmayan...
Gün, zamanda kesit
Canlılık bağlamında ezelden ebede
Duyduk duyacağız, yaşadık yaşayacağız...
E. Aydın
NİRVANAYA İLETİ
Yarışmayı sevmem, üçten beşten geri kalmayı da.!
Onun için hep donanımım eksik olur.
Sözcükler dengesiz, imgeler yersizdir.
Doğaldırki; okuyan arif gerek. Güvencem o.
Yaz diyorsun,
Yazayım diyorum.
Sözcükler dolaşık yumak,
İnce iştir, iğne işidir yazmak
Atlaslar üstüne, benek benek.
Emek ister, dolu dolu yürek ister
Zamanlar içinde dolup boşalan
Görmek gerek, duymak gerek,
Ağlayanla ağlamak
Gülenle gülmek gerek
Sevgi yağmur olacak
İnceden inceden
Soğuğu sıcağa karıştıran.
E. Aydın, 14Aralık1996
SEN GELMEDİN
21 Geçti
22 geldi.
Sen gelmedin.
Mavide pembe benek
özlemde yeşil.
İmgelerde simgelerdeyim.
öksede bir kuş
Pır pır pır
Yürek vuruşu
E. Aydın
DüŞüNCE
Düşünce, düşünce düşe
İmgeler yeşerir filizde
Yaprağı sen, çiçeği sen,
Toprağı ben.
Işık ışık
Benek benek
çaoğalırız
Düşünce,
Düşünce düşe
E. Aydın
YAĞMUR
Yağmur yağıyor
çisem çisem
Toprağıma taşıma
Damlada sen
Bulutda nergiz kokusu
Mitlerdeyim.
E. Aydın
SEVGİ
Yumak yumak elleri var elimde
Yükseklerdeyim.
Savruluyor koyu ipeksi saçlar esimde,
Ebem kuşağı....
Güçlü iki yürek pompalıyor,seviyi sonsuzluğa,
Ak soluğun rüzgar,deniz dalgalı...
Zaman uzamda özgür,
Kayık yalpa
İçinde biz
İnsana doğru...
Damla damla büyüyorum pınarlardayım,
Kaynağım sen..
Ak köpüklü dalgalar kıyıda açılır
Soluğu sen...
çoğalıyorum seninle,azalıyorum sensiz...
Yaz diyorsun, yazayım diyorum;
Sözcükler dolaşık yumak.
İnce iştir,iğne işidir yaşamak
Atlaslar üstüne benek benek.....
Emek ister, dolu dolu yürek ister; zamanlardan,
Zamanlara boşalan...
Görmek gerek , ta derinden duymak gerek;
Ağlayanla ağlamak,
Gülenle gülmek gerek;
Sevgi yağmur olacak, inceden inceden;
Sovuğu sıcağa denkleştiren......
Uzamda dingin, zamandan arık, ılıman
Bir yer. Düş içinde düş gibi.
Güneş, ay ve ötesi
Sen ve ben ve ötesi...
E. Aydın, 10Eylül1998
ZAMANDA BOYUT
Kır çiçeği kokulu
Koyu ipeksi saçlarını
Yüzüme savururda yel
Anılardan artakalan
Ayrıntıları sorgular....
Gecedir, soluk ışıklar
Eşlik eder yalnızlığıma.
Aks oluklu yar
Umudumu soluğuna kat
O çocuksu yüreğim,
Kanat açabilsin
Uçsuz bucaksız güzelliğine....
Hüzün mü diyorsun
çoşku mu diyorsun
Hüzün de bir çoşkudur zamanda
E. Aydın
ASLOLANA MEKTUPLAR
Işıkta belli oldu silüetleri
Toz bulutu ve yağmurda
Oyunları dürüsttü ya da
Her seferinde yansımaydılar
E. Aydın, 26Ekim1997
çOĞUL SEVGİ
Sana ne yazayım
Soru işaretim
Mum ışığım
Yalnızlığmdaki çıtırtı
Ne söyliyeyim ki
Bak ateşten
Dansa durmuş gece
Mor kırmızı
Turuncu sarı
Sevgiye açıyıor menekşe
Sevgiye çağırıyor
Deniz rengini
Ceylan sesini
çocuklar sevgiye koşuyor
Ben de
Coşkuyla seyrediyorum onları
(İsmail Bilge)
öZGENİN
öZGüRLüĞüNDE,
GöRüLENİN öTESİ...!!!.
Kozmik bir vizyonla gelir, doğan güneşin ışınları.
Yağmurun yaprağa vurumu, pınarların pırıltısı,
Sabah esiminin okşayan ninnisi, kumların sevda çağrısı,
Menekşenin utangan ve giz dolu kokusu, toprağın gücü,
Kelebeğin rüyasıdır, O.!
Mavilerde özgür oylumlu..
Usumda yağmur bulutları, yağamayan..!.!.!.
İmgede, simgede Emel,
Hayalde düşte Emel;
Düşüncesi düşünce diye
Heyyy, heyyyy Deryalardayım, kayıkda biz,
Ak soluğu rüzgar yelkenleri dolduran.
Zaman uzamda özgür
Dalgalar dalgalarda, inçıkçık inçık.!!!!!..
Yaşamın özü
Sevenin
gücü
E. Aydın
ZAMANLAR İçİNDE DURDURULMUŞ
BİR ZAMANDA BİR AYRINTIDA GEZİNTİ...
Ekranda Mersin Lisesi, 1952.
Loş koridorlarda
Işık ışık yarınların
Umut dolu gül bahçesinde,
Şen Şakrak, kuş sesleleri.
Sade giyimli ince yapılı
Uzun saçları belik belik örgülü
Gözlerinin içi gülen,
çevresine saygılı, ölçülü,
gülücüklü
Günaydınlar sunan,
Kitapları göksüne bastırılmış
Bilgi ışığının öncüleri
Hazar bakışlı, armoni nakışlı
Tınıları hala belleklerde çınlar, çınlar... uzamda..
İki kızkardeş, Sunalar Tunalar
Kanat vurup ışık hızıyla zamana uçuyorlar.
Atatürk yolunda,
Cumhuriyet güneşinin ışık ışık bayrağını
Yılmadan yorulmadan insana doğru koşturan öncülerin
pişdarıdırlar.
Analar babalar övüne
Eğitime emek verenler övüne
Şemsiye olan ulus övüne
İnsanlık övüne
E. Aydın
GüNüM
Nar çiöeği ayva kokusunda
Sevgi çoğalıyor gözede, özlü söz gerek
Sevgiyi anlatan sevgiden öte.
Güneş, ışıklar nar tanesi düşlere
Düşünlere
Süzülen kelebeğin rüyası ben!
Umut kuşların kanadında özgür, ben ve benden öte.
Martılar günün saçlarını tarıyor bukle bukle
Kavak ağacı suya inmiş kökü mavide
Sular koşuyor sulara sulara...
Zaman hızlı, günü dürüklüyor, içimizde,
Gelen zaman geçen zaman yumak yumak
Alı al moru mor, sarısı caba
E. Aydın
PEYZAJIM
Karaçalıya bir sümbül yaslanmış
Eflatun eflatun, kendi çokluğu içinde
Mevsim kış, 15 Aralık, Kurttepe'de
Toprakta hayat var, toprağa yakın hayat.
Uzaylı gibi olunuyor kırlarda.
Böcek bir yana, arı bir yöne, kelebek sereserpe.
Süslenmiş sanattan öte uyumlu oylumlu
Sessizliğin içinde kımıldar...
Aşk, orada sonsuz şarkılardır, ilahi tınılı
Doğada giz var, gizliden içeri. Anlayana çözene.
15 Aralıkta Kurttepe'de, eğilen güne karşı,
Onlardan esinlendim, onlardan çizdim peyzajımı.
Onların alfabesini heceleyerek.
E. Aydın
KAYISI
Nar çiçeği, ayva kokusunda,
Sevgi çoğalıyor gözede
özlü söz gerek; Mut'luya sevgiden öte
Kaysı güneştir, nar tanesi düşlere,
Düşünler; solukta ılık, benekte sevi,
Mavide süzülen kelebeğin rüyasıdır.
Umut kuşların kanadında özgür, benlerden öte
Martılar güneşin saçlarını tarıyor,
Bukle bukle, çınar ağaçları suya inmiş
Başı mavide, sular koşuyor
Sulara, gönlünde kaysı
E. Aydın
SEN BİR ZAMANLAR SEVİYORUM DİYORDUN?
Bir aydınlatıştır, ışıtıştır sevgin
Sonsuz mu verdiklerin?
Nesnelerle karşılaştırılamaz
Değiştirilemez yerleri.
Derizki: hep beraberiz
Orada O'nu görüyoruz
Koşturma var içimizde
Sensiz olmaz demekki
Günlerin saatleri.
Bir güzel kahve içiştir
Anlarda birikir gülüşler
Tuvallerin üzerinde tuşlar
Uçuşan beneklerde
Bir oluruz hep beraber
Sessizliğimizde konuşan şekillerde
Yürürüz üretkenliğin sevincinde
Yüzünüzde bitmeyen gülüşünüz
Sizin gücünüz dalgalanır
Verdiğiniz emeklerde
Hadi bugün de sona erdi
Bitti mi derken sabırsız
Yorgun mutlu örteriz şekilleri
Ertesi denilen günlere
Selamlaşırız gecelerine
Karanlıktır artık
Hareketsiz herşey
Testi, nar, baykuş
Portreler güler ayrılışa
Bir mum ışığı kalır geriye
Cama dayanır başımız
Görmemişiz gibi onları
Ararız günün anlarını
Solgun bir ışıktır geriye kalan
Dolu, dopdolu usumuz
Merak ederiz yarını
Uyanır hep beraber şekiller
Fırçalar hareketlenir
Tüpler açılır
Bir bardak çayın demi
Buharında kokusu
Bitiverir yanımızda
İlk vuruşta tuşların sesi
Başlar biter anlar
Son yüreğin son deliğin
Uçucu rüzgarlarda yankılar
E. Aydın
çITIRTI
çıt
çıt !
çıtıpıtı
öyle işte...
İnce narin bir dal
Kuru yaprak
Ateşlenir, devinirse
çıt çıt
çıtı pıtı
çıtırtı
E. Aydın
BİNGöL çOBANLARINA
Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum.
Bu dağların en eski aşinasıdır soyum
Bekçileri gibiyiz ebencet buraların
Şu tenha derelerin, bu vahşi kayaların.
Görmediği gün yoktur, sürü peşinde bizi.
Hergün aynı pınardan doldurup testimizi
Kırlara açılırız çıngaraklarımızla.
Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski yeni.
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini
Arzu başımızdan yıldızlar kadar yüksek
önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek
Dolaştırıp dururuz aynı daüsılayı.
Her adım uyandırır acı bir hatırayı.
Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni şurda
Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam.
Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda
Suna'mın bir başka köye gelin gittiği akşam.
Gün biter, sürü yatar ve sararan bir ayla
çoban hicranını bağrına basar yayla.
Kuru bir yaprak gibi kalbimi eline al diye hıçkırır kaval.
Bir çoban parçasısın olmasan bile koyun
Daima eğeceksin başkalarına boyun
Hülyana karışmasın ne şehir ne de çarşı
Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı
Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an
Mademki kara bahtın adını yazdı çoban.
Nasıl yaşadığından ne için yediğinden anlattı uzun uzun
Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun
Nadir duyabildiği bir heyecanla.
Karıştı o gün bu gün bu zavallı çobanla
Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına
(*)
BAŞLIKSIZ
Gün doğar ama ne doğar
Alı al. Moru mor. Sarısı caba.
Kör ne yapsın.?
Renker eylemlere siner
Eylemler ebemkuşağı olur
Görmeyen ne yapsın ?
Seviler renklerin çizgisinde
Ses olur tınılanır gamze gamze
Duymayan ne yapsın?
Görüler doyumsuz kanıtsız diyorlar
Ethem ne yapsın?
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Seni bir kere öpsem ikinin gözü kalır
İki kere öpeyim desem seni
üçün boynu bükük.
E. Aydın
(Editörün Notu: kendi
sesinden, 12 numaralı kaynaktan
alınmıştır)
BAŞLIKSIZ
Rap rap
Tıkıtık ayak sesler
Geride kalp atışları
Sevgiye gelen giden
Setlenen kıpıltılar
E. Aydın, not defterinden
BAŞLIKSIZ
Tutundum yeşil, ince, kırılgan bir dala
ürperti duyguların burgacında
çoşku sonsuz
O gelecek
E. Aydın, not defterinden
BAŞLIKSIZ
Bir tutku,
Sevgiye aşka
Eğri içimizde
İkimiz güvercin
özgüre kanat çırparak
Havalanır umutlara, bulutlara
E. Aydın, not defterinden
BAŞLIKSIZ
Bahar geldi arkadaş
Uyan
Daldaki gözede
Renkler benek
çiçekli koku
Burcu burcu
Mavide bulut
Yeşile kırmızı
Selvi geldi
Aşk geldi
(*)
(*)
Aya bak güneşe
Bak, birşeyler söyle
Bahara (*)
Yaşamı solur
Bahar geldi arkadaş.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Rüzgar yine çapkın. Sana göz kırpmadan esmez.
At kalbini seni çember gibi sarmış kıza artık
Bak çimlerle bezenmiş kırlara vardık
Sev kırları, seni yalnız onlar sevecekler
Onlar sana sevmek ne demek söyleyecekler.
Rüzgar yine çapkın sana göz kırpmadan esmez
Herşey susar ama periler ninniyi kesmez
Daldıkça dalarsın sana cennet gibi dağ taş
Gel dağlara dert yan dağlarla kucaklaş.
Onlar gibi (*)gun onlar gibi durgun
Semaya aya vurgun onlar gibi yaşasam bu akşam
Gök kızıl ve mavi bir kor alevi
Ruhumun kendi ahengi hangi gizli elin temasıyla çoştu
çoştu gönül bu akşam ufuklar gönlüme doluştu.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
İnsan bir kuştur
Dalar sevgi bağına
Dalda gül, kovanda bal
Kırşehir Adana
Yol var yolak var
Kırşehir Aksaray Adana
Gönül üzere yaşam güzel
Gönül üzere gönül gezer.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Yaz diyrosun denize havaya suya,
Ota, çiçeğe, yaprağa.
Onları görüyorum, duyuyorum, seviyorum.
Gün doğar, dağılırlar, çoğalırlar sereserpe,
Batımında her günün derlenir, toplanır,
Karanlığın gizine bürünürler.
İmgeler biçimden kurtulur,
Hayal denizlerine yelken açarlar.
Deniz dalgalı, deniz sonsuz,
Deniz sonsuzluğun eşiği.
Kır atlar şahlanır, kanatlanır,
Bulutlar boşlukta gezinen dağlar,
Ay gümüşten boynuz düşlerin asıldığı.
Uzam ve zaman şirazeden kurtulmuş
Yapraklar gibi gelir okuyana yazana.
Yıldızlar daha yakın gel eder uzakta.
Güzel kızlar edalı, oylumlu, çıplak,
Pamuk hafifliğinde Venüs.
Bütün görkemiyle tansık ilahi
Düş ve düşünce çaresiz, seçkiden yoksun.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Akşam yürüyordu
Sonsuza doğru
Zamanı boyutta donduran
Bir kız vardı yanımızda
O eski yontucunun yüreğinden
Soframıza akıp gelen bir yıldız gibi
Sigaralar tütüyordu
Sarmal bir dostluktan içeri.
Biz, sobamız ve soframız
O eski zamanlardan bir gülüş gibi.
Yerleştik yeni zamana Ethem Aydın'ın
Aydınlık usu ve sevecen yüreğiyle
Güzel bir çoşkuydu yaşanan.
Bir ak kağıt
Bir güzel selam olur da kalır nice yarınlara
Bir güneysi sıcaklık sarsın sarmalasın sizi
Ey yeni anlar
Ve yeni zamanlar
FeyyazNerminEthem, 1Şubat1995
BAŞLIKSIZ
Ben neyim?
Nereden geliyorum?
Nereye gidiyorum?
Neye varım?
Varlık nedir?
Yaşam hep bir tekrar mıdır?
Nedeni ne?
Yaşama isteği nasıl korunuyor?
Umutsuzluk neden bastırmıyor?
Denge, varla yok arasındaki fark nasıl duyumsanıyor?
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
İnsanım ben
İnsan mıyım ben
Yazgımdır yaşamam
Yaşam?
Günler doğuyor, ısıtıp ışıtarak varlığı
Işıtan ne? Isıtan ne? Isınan ışıyan ne?
Yaşam yaşayan sonlu nesneler
Bir gelir bin giderler
Gelen ben giden ben
Gelirken ben giderken o, biz var
Biz üzere siz var
Köz üzere onlar göz üzere
Sevgi var sarar bebeyi yarınlara
Yazan yazar söz söz
Günleri günceleri okunur sonra.
Gelen ben giden onlar
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Sevgi eğri dalda yaprak yaprak, çiçekte sen
Karanfik kokulu, menekşe soylu, gül boylu
Göz göze diz dize
Sevgi çoğalır yaprak yaprak çiçek
çiçek
Karanfil kokulu, ful soylu, gül boylu
Yağmur çisem çisem
Toprağıma taşıma
Damlada sen.
Bulutta nergis kokusu
Mitlerdeyim
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Gün güne doğdu yıllar oldu
Ayşe bebe evlendi
üç kızı bir oğlu oldu
Az gidildi uz gidildi
Dere tepe düz gidildi
özlem yüklü türküler
Olmayanı oldurdu, dolmayanı doldurdu
öfff ülen öfff...
Yol biter yokuş bitmez
Uykular uyunur gece bitmez
öfff ülen öfff...
Dünler kamerada, günler pencerede, yarınlar düşte
Gün güne doğdu yıllar oldu.
Az gidildi uz gidildi
Dere tepe düz gidildi
Altary bir güz gidildi
Dönüp bakınca bir arpa boyu yol gidildi.
Ayşe bebe evlendi
üç kızı bir oğlu oldu
Oğul askerden döndü
özlem yüklü türküler
Olmayanı oldurdu, dolmayanı doldurdu
öfff ülen öfff...
Dünler hayalde
Günler pencerede
Yarınlar hayalde
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Vakit nakittir demiş deyenler
Nakit para demek, insan değil,
Sevgi değil, dostluk değil,
Aşk değil.
Laboratuarların loş ışığında
Geçen özlü süre değil.
Kitaplıklarda, dersliklerde
Sarfedilen göz nuru değil.
öyleyse para herşey değil.
E. Aydın, 27Eylül1995
BAŞLIKSIZ
Yolculuk maviydi
Dünya sevdalı
Bulutlar deviniyordu mavi mavi
Mavi bende
Soluk renkler
Renge benekten beneğe giden imgesel
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Ben dikizdeyim, pembe ortalıkta
Geziniyor, yeşilde, sarıda, morda özgür.
İşte suya düştü yeşil bademi sarı kanarya
Pembe ebrulu mor gökyüzü içinde
Güneşi kim götürdü uzaklara
Güneş, güneş, güneş...
Kuşun kanadında geminin yelkeninde
Balın tadında güneş müziğe bakar
Mutluluk denizinde güneş yağıyor pul pul
Pul benek benek bir kelebek
çınarlar altında eğlence var
Zurnada ses davulda tokmak
Mut'lunun nabzında ateş.
Türküler geçer Karacaoğlan esintili
Kızlar kervanında gözlerden gönüllere
Aşıklar var Konya'dan Karaman'dan, Adana'dan, Van'dan
Deniz avucumda içimdeki çocuk dalgaların
Sırtında. Güneş pupa yelken meltemde
Düşler düne gitti, günü atladı yarınlarda
Dallar suda gel gel...
Sevgi yeşerir renkli çiçek
çocuk büyür sevgide
İnsan insanlığı sevdikçe
Güneş, suyu ve ötesi
(*)
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Oldu olacak
Beklentideyiz
Güneş doğacak
Işıklar nar tanesi
Serpilir düşlere
Düşünenlere
Ben bir umut
Solukta aşk
Var, aş var
Sevgi benektir
Mutlulukta yüzen
kelebeğin kanadında
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Yolculuktur yaşam
Bilinmezlerde
Loşluk, karanlıklarda
Sırayla girip çıkan
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Olduya
Olacağa
Beklenti
Umut
Sora ışık ışık yaşar dokuruz
Günü... dünü...
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Solukta ışık
Sevgi benekte
Mavi, süsüdür
Kelebeğin
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Oldu olacak
Ustan öte
Usludan gerçek
Sularda dalga (*)leri
Gün ışığında sarmaş dolaş
Gün ışığı suya indi
Dalgalar oynuyor ürperikli
Göz kayıyor
O kıyı senin bu kıyı benim
Balıklar bürüncekli
Al al uzanır, mor hepsi de süslü
Martılar sabahın
Saçlarını tarıyor bukle bukle
Sevgi gibi bir şey sarıyor
İnsana günaydın
Güneşe , ağaca, balığa günaydın
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Ağustos, Eylül'e eğildi. Eğriler düzde, düz nerede?
Göz göze, diz dize, olur erotik bir dize.
Eller elleri bulur, dudaklar gamzede güler
Eylem zamanda doku, renkler atkı astarda
Nabız müziğin tınısı tik taka tik tak
Dokunur ebem kuşağı
Duyulur fulüğ eylemde tını
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Ağustos Eylül'e eğildi. Eğriler düzde, düz nerede?
Göz göze, diz dize, olur erotik bir dize.
Eller elleri bulur, dudaklar gamzede gülü
Eylem zamanda doku, renkler atkı ıstarda
Nabız müziğin tınısı, tik taka tik tak
Dokunur ebemkuşağı
Duyular fuluğ eylemde tını
I5480 yaşındayım
Yahut bugün doğdum.
Saat 12
12 yaşındayım.
Her gün yeniden doğuyorum,
Hergün başka bir insanım
Ben dünkü beni tanımıyorum.
Ben bugün doğdum
Dün birisi öldü
Yarın birisi doğacak
Siz hepsinin ben olduğumu söylüyorsunuz
öyleyse ben 15480 yaşındayım
Mecliste arifsen
Kelamı dinle
El iki söylerse sen birin söyle
Elinden geldikçe iyilik eyle
Hatıra dokunup, yıkıcı olma
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Yeni bir gün doğuyor
Fakire umut varsıla iş
Gün yürüyor geleceğe eğri
Geçmişten geleceğe
Bir benekli kelebek çıkışında
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Ot saz boydu, acı ot kendi çokluğu içinde
Karaçalıya bir sümbül sığınmış, eflatun mu eflatun,
narin mi narin
Mevsim kış, 15 Aralık kurttepede
Toprakta hayat var, toprağa yakın hayat
Sigara izmariti yerde, duman kıvrım kıvrım havada
Uzaylı gibi olunuyor, kırlarda böcek bir yöne,
Arı bir yana, kelebek sere serpe, süslenmiş mi süslenmiş,
Sanattan öte uyumlu, oylumlu
Sesliğin örtüsünde kımıldar kımıldar....
Aşk orada sonsuz türkülerdir ilehi tınılı
Şu eşine dil döken kuşa ne demeli?
Doğada giz var, gizliden içeri anlayana çözene
İnsan robottur doğada, kurulu düzene basar da
Basar, bozar da bozar!....Duygusuz
15 Aralık kurttepede eğilen güne karşı
Onlardan esinlendim, onlardan çizdim peyzajımı,
Onların alfabesini heceleyerek....
Ethem-Muzaffer
BAŞLIKSIZ
Ne zaman seni düşünsem
Yaşamak bir güzel sabah bahçesi
En karanlıklarda bile uzanır bir el
Kendiliğinden açar sabah perdelerini
ömrümüzde ırmaklar vardır, köpüklerinde
Hayallerimizi yüzdürdüğümüz
ömrümüzde dostlarımız vardır
Zaman zaman ayrı geçirince
üzüldüğümüz...
Bu gün dünyayı istediğiniz renge boyayıp
Bu rengi tüm sevgiyle dağıt
Kendini sevginin bir rengi diye tanıt
çünkü senin varlığın sevgiye en güzel kanıt
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Bir gün,bir zaman
Dolu dolu bomboş
Tencere kaynar,içinde sulandırılmış zaman.
özlem, umut, eylemler
Ağılı gülücüklü..
Kokuda bulut bahar kıvamında.
Usumda yağmur var bir türlü yağmayan......
Gün zamanda kesit
Canlılık bağlamında,
Ezelden ebede...
Duyumsadıkca süregen......
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Sevgilinin elleri beyaz
Dolaşsa bedenimde
Yine bana az.
Sanki kök saldı
Batırdı tırnaklarını yüreğime
Nede acımasız, sakin pervasız
Sesi derin bir okyanus
çekti duhunu girdabına
Boğuldum sanki kendi duygularımla
Sevgili yollarda
Gidersen git!
Bir daha sarıl korkma, hiç çözülmeden
Defalarca...
Unutmak gibi bir ihanet olmaz zaten
Ne benden bana,
Ne de O'ndan bana
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Yaylaya gitmişti yayla zamanı
Gülizar döndüde, döndü dönmedi
Demekki unutmuş ahdı amanı
Yaylacılar geri döndüde Döndü, dönmedi
Ben baktıkca O yılıştı, yüz verdi
Aşkımıza umut verdi hız verdi
Yemin etti, sapasağlam söz verdi
Demekki sözünden döndü, dönmedi
Aşıka inansa beni arardı
Sevda çeke çeke benzim sarardı
Tansiyonum düştü gözüm karardı
Sevdasından başım döndü, dönmedi
İsmini andıkça ah çekerim ah
Sevende mi sevilende mi kabahat
Yepyeni bir ümit başlar her sabah
Akşam oldu güneş döndü, dönmedi
E. Aydın, 19Eylül1996
BAŞLIKSIZ
Yine mevsimler döndü
Mut'ta, kaysı bayramı bugün
Güneş yağıyor pul pul benek benek
çınarlar altında şölenler sürecek üç
gün
Zurnada otantik ezgi,
Kızlar mengide bel kırıyor
Davulun tokmağı, Mut'lunun nabzında coşku,
Karacaoğlan parkında.
Otogardan konuklar akar, yurdun dört bucağından
Onur verirler Mut'a, Mut'luya.
üç pınar bir pınarın koyu yeşil gölgesinden,
ünlü saz ustaları ışıklı kıvrak
Türkülerle geçer, ebemkuşağı.
Yeli var Karacaoğlan dilinde;
Gönlü,yediden yetmişe sonsuz sevilerle yoğunlaşır
Mut'lunun...
Mut'lu Ethem Aydın
BAŞLIKSIZ
Sülüğü yaratan Allah
Balarısını, eşekarısını
Karşıki doktorun karısını
Bizim müdürü
İti, çakalı, kurdu
Dürdane kızı
Dürdane kızın memelerini
Sonra da beni yaratan Allah
Allahallah?
isimsiz
BAŞLIKSIZ
Yürüyüş, papatya falı
Yağmur nüde
Bize ulaşan ezotik ileti
Gönül çalkanlık deniz
Yeke yön kılmaz
Bir o dalga
Bir bu dalga
çalkan çalkalan
E. Aydın, 7Eylül2000
Eserlerim:
1 Pınarbaşı yağlıboyaMut
2 Bizim mahalle, yağlıboyaAdana
3 ürgüp, pastel boyaNevşehir
4 Karışık teknik
5 Baraj gölünde sabah, yağlıboyaAdana
6 Nine ve torun, sulu boya
7 Köy yolu, pastelKelceköyMut
8 çaltalı köyü, yağlı boyaMut
9 Hocantı köyü, yağlı boyaMut
10 Yağlı boyaTrabzon
11 Babam, yağlı boya
12 Annem, yağlı boya
13 Namrun, karakalemTarsus
14 Zeyve pazarı, sulu boyaErmenek
15 Fırtına patlarken, yağlı boyaKaradeniz
16 Modelden çalışma portre, yağlı boyaKars
17 Doğadan, yağlı boya
18 Şadırvan, guaş (gouache)Van
19 Kırkahvesi, sulu boya Kocamustafapaşaİstanbul
20 Cami avlusunda yıldırım kurusu ağaçK.Paşa
21 Kar ve deniz, sulu boyaBoğazİstanbul
22 Dalgalı deniz, sulu boya
23 Karadeniz, sulu boyaAmasra
24 Rölyef, taş üzerine oyma, guaşMut
25 Küçükçekmece, karışık teknikİstanbul
26 Mahdesığmaz, karışık teknikAdana
27 Aşıklar köprüsü, taramaSeyhan barajı
28 Sulu boya, guaşBolu
29 Namrun, sulu boyaTarsus
30 Doğduğum ev ??? taramaMut
31 Namrun, guaşTarsus
32 Pınarbaşı, karışık teknikMut
33 Karakalem, ürgüpNevşehir
34 Soyutİstanbul
35 Kaya gölü, yağlı boya
36 Yağlı boyaMersin
37 Ayrıntıda yiten tanrı, yağlı boya
38 Doğa betimleme, yağlı boya
39 Kayısı bayramı, yağ boya
40 çiçekler, yağlı boya
41 Müzikli resim, yağlı boya
42 Soyut, yağlı boya
43 Güreş lökü. Yağlı boyaMuğla
44 Hey hey saatı, yağlı boya
45 Yağlı boya, ürgüpNevşehir
46 Soyut, yağlı boya
47 Soyut, yağlı boya
48 Görülenin ötesi, Yağlı boya
49 Yağlı boyaMersin
50 Yumurtalık, yağlı boyaAdana
51 Takılarını arayan kadın
52 Fırtına, yağlı boya
53 Resimde raslantı
54 Köy yolu tatamaGülnar
55 Baskıdeneme
56 Urartu söylencesi
57 Raslantıda resim
58 Hindi fabrikası
59 Aynadan portrem
E. Aydın
(Editörün
Notu: Bu eserlerden bazıları bizlere intikal
etmiş, bazıları slayt veya fotoğraf halinde mevcuttur.
Bazıları ise
hediye edildiği için mevcut değildir.)