
Sordunuz anlattım.
Ben Ethem Aydın'ın oğluyum.
Bu kitabın editörüyüm.
Hatta bu bölümün yazarıyım da.
Bu kitap bir ölünün arkasından yazılan ağıt değildir.
Bu kitap bir methiye değildir.
Nostalji belgesi de değildir. Hele, günah çıkarma
hiç değildir.
Gelecek kuşakların eğitim materyalidir.
İstiyorumki, babamın öğretilerini, geçmişin bilincini ve
yaşam felsefesini, alt kuşaklarıma aktarayım.
Ethem Aydın, kendi ifadesi ile otuz sene
kalemtıraşın ağızında kalmış, insan sevgisi ile dolu, çıkmaz
durumlara ılımlı, olumlu çözümler üreten,
çevresince aranan, varlığından haz duyulan, çağdaş bir
düşünce ve sanat ustasıdır. Ethem Aydın'ın, hemen her
yazışması bireye hitap ediyor olsa bile, bireysel olmaktan öte,
genç kuşağı yönlendiren, eğiten,
Atatürkçü, layık, doğa ve insan sevgisiyle dolu,
karşısındakini doğruya yönlendiren eğitsel mektuplardı. Alt
kuşaklarına bu bilgi birikimini aktarmayı, bu yazışmaları bir kitap
halinde yayınlamayı çok istediğini yazdıklarından anlıyoruz. Bu
istek, vasiyet kuvvetinde bir hedefiydi. Bu durumda bu eser bir
vasiyetin uygulaması kimliği kazanmaktadır. Bu görevin oğlu olarak
bana düşmesinden onur duyuyorum.
Ethem Aydın, mektuplarını ve diğer bütün yazdıklarını
çift kopya yazar, birini saklardı. Aramızdan ayrılmasını takiben
geride 4 klasör dolusu mektup ve ağzına kadar mektuplarla dolu bir
bilgisayardan oluşan zengin bir eğitsel materyal arşivi kaldı. Bu
materyalin genelin istifadesine açılması doğru olurdu. Bunu
tehir edemezdim.
Durun size babamı anlatayım...
Bunu birisinin yapması lazım diye anlatıyorum. Yoksa
kendim ve kendimin bir parçası olan babamı sizlere anlatıp,
övmek gibi bir niyetim yok. Zaten babamın buna ihtiyacı da yok.
İlerleyen bölümlerde okuyacağınız olaylar, isimlerden neyin
kimlerin kastedildiğini merak edersiniz diye size Ethem Aydın'ın kısa
hayat hikayesini kronolojik olarak vermek istedim. Ancak izin
verirseniz önce 27Kasım'ı anlatayım sonra en başa dönelim,
olur mu?
27KASIM2002 Sabahı:
Sn. Mehmet Işık işyerime gelerek babamın bir trafik kazası
geçirdiğini, kazadan hemen sonra Adana Numune hastahanesine
kaldırıldığını ve durumunun ciddi olabileceğini söylediğinde saat
10'du. Halbuki trafik kazası saat 8 sularında meydana gelmişti ve ben
çok geç haberdar olmuştum. Sanki erken haberdar olsaydım
yazgıyı değiştirecek miydim? Hayır...
Hastahane acil kapısındaki polis ve hasta kabul memuresi Ethem Aydın
nerde yatıyor diye sorduğumda ressam amcayı mı soruyorsunuz dediler.
Daha sonra öğrendiğime göre babam hastahaneye getirildiğinde
bu görevliler ile yattığı yerden sohbet etmiş. Ben genel cerrahi
servisine vardığımda babamın şuuru kısmen açıktı. Beni tanıyıp
tanımadığını kestiremiyorum. Tıbbi detayları atlıyorum. Sürekli
olarak başucunda dua okudum. Saat 11:00 sularında yoğun bakıma alındı,
yarım saat sonra Dr. M.G. yoğun bakım ünitesinden dışarı
çıkarak acemi bir üslup ile babamın vefat haberini verdi.
Babamı son bir kez öpmeme izin verdi. Bu olayda doktor hatası
aramadım. Bulurum diye korktum.
Babama arabası ile çarpan şahıs 23 yaşında üniversite
sınavlarına hazırlanan bir delikanlıydı, tutuklanmıştı.
çünkü trafik polisi, babama çarpan bu
sürücüyü 8 de 7 suçlu bulmuştu. Ben davacı
olmasam da yasalarımıza göre zaten tutuklanacakmış. Tutuklanmasına
pratik bir katkım olduğu söylenemez.
Halbuki babam hayatta olsaydı, kendisine çarpan ve vefatına
sebep olan bu çocuğu karşısına alır, O'nunla dost olur, O'na
ikramda bulunur, tekrar görüşmek üzere davet eder, sonra
gülegüle diyerek yolcu ederdi. Babamın bunu yapacağından
öyle eminim ki...! Zaten kazadan hemen sonra babam yattığı yerden
kendisine çarpan sürücüye "siz işinize gidiniz
ben iyiyim, bir şeyim yok" demiş. Bu sebeple, ve daha başka sebeplerle,
bu çocuğun hapishaneden kurtulması için elimden geleni
yaptım. Ailesinden Türk Eğitim Vakfına bağış yapmalarını istedim.
Biraz suçluluk duygusu ve biraz da diyet anlamında olarak, maddi
olanakları kadar bir miktar bağış yaptılar. Şöyle
düşündüm: madem istemeden de olsa bir düşünce
ve sanat ustasının kaybına sebep oldu, o halde yenilerinin
yetiştirilmesine katkıda bulunsun istedim. Bilmem Türk Eğitim
Vakfına bağış yapmasını talep ederken yanlış mıydım?
Sonradan bu çocuğu kazanmak istedim. Dost olup tokalaşmak,
helalleşmek istedim. Böylece suçluluk duygusundan
kurtulmasına katkıda bulunmuş olacağımı düşünüyordum. Bu
kitabın "ardından" bölümüne birkaç satır bir
şeyler yazması için babası aracılığı ile ricada bulundum. Kabul
etti. Daha sonra ev ve iş yerlerine defalarca mektup yazıp telefon
açmama rağmen temas edemedim. Keşke bu kitaba katkıda bulunsaydı
diye düşünmeye devam ediyorum...
Daha sonra öğrendiğime göre, babam her sabahki bisiklet
gezisinden dönerken, Fuzuli caddesi Gazi ilköğretim okulu
köşe başında bisikleti elinde (yaya) olarak tretuvardan gecmekte
iken, Galeria istikametinden gelen Skoda marka özel araç
kazaya sebep olmuş. O sırada tesadüfen oradan geçmekte olan
Ahmet Duman isimli öğrencisi babamın hastahaneye kaldırılışına
refakat etmiş ve yine bir başka öğrencisi olan Mehmet Işık'a haber
vermiş. Her ikisine de okuyucu huzurunda teşekkür ederim.
Bakınız, bu tretuvar geçitlerinden o cadde üzerinde tam 6
tane var. Bütün geçitler yayayı tam kavşak ağzına
getirecek şekilde sanki bilhassa azraile sponsorluk yapacak şekilde
düzenlenmiş. Babama çarparak ölümüne sebep
olan çocuğu affediyorum. Hata yapmak, insan olmanın bir
parçasıdır. Muhtemelen geciken müdahalesi sebebiyle Dr.
M.G'yi de affediyorum. çünkü onlar en çok bir
kişiye istemeden zarar verdiler. Fakat tretuvarları ölüm
kapanı gibi düzenleyen Adana Belediyesini affedemiyorum. Adana'nın
büyük bir bölümünde tretuvar geçitleri
kavşağın ortasına isabet ediyor. Herhangi bir gün bu tretuvar
geçitlerinde yeni babalar ölebilir. Gazeteye bu konuda bir
yazı yazdım, "Ardından" bölümünde bulacaksınız.
Babamı ertesi gün Kabasakal 928 nolu ebedi ikametgahına defnettik.
Kendi ellerimle başını toprağa yaslarken kaslarında hala katılık
oluşmamış olması beni hala şaşırtıyor. Bunu tıbben sıra dışı buluyorum.
Aslında defin işlemi öncesinde Sn. Prof. Dr. Tuncay
özgüven kalabalıkta usulca benim yanıma yaklaşarak "izin
verirsen Ethem hocayı alıp kendi aile mezarlığıma defnetmek istiyorum?"
dedi. Kendim için babamın yanından rezervasyon yaptırabilmek
için bu teklifi kabul etmedim. Daha sonra mezarlık
bekçisinden öğrendiğime göre, Sn özgüven
defalarca 928 nolu mezarın başına gelip uzun süre konuşmuş ve dua
etmiş. Her gittiğimde mezarının üzerinde çiçekler
bulurum. Kimin getirdiğini bilmiyorum ama bu şahıslara şükran
doluyum. Sn özgüven'e de.
Geride bıraktıkları:
Düzinelerce dosya, zarf, 4 klasör dolusu yazılı materyal.!
Babam gördüğü yaşadığı neredeyse pek çok olayı ve
o olay hakkındaki duygulanımlarını kaleme almıştı, yaşadıklarını
anlatmıştı.İyi ki bu yazılı materyalleri bırakmış.Kitabın ilerleyen
bölümlerinde bu yazıları okuyacaksınız.
Bana intikal eden evraklar içerisinde, dedemin vaiz vermek
için hazırladığı Arapça notlar buldum. Bunların bir
kısmını tercüme ettirdiğimde KuranıKerimden ayet tefsirleri,
hadis yorumları esas alınarak yapılan tavsiye ve öğütler
olduğunu gördüm. Evrakların içerisinde bulduğum
mektuplardan, babamın kendi annesi ve babası ile olan yazışmaları
Türkçe idi. Bu mektuplarda sıklıkla şunlardan bahsettiğini
gördüm: evlenmekte acele etmemesi gerektiği, maymun iştahlı
olmamak gerektiği, kadınlar üzerine ve eş seçerken nelere
dikkat edileceği, vb. Babasının Ethem Aydın'a yazdığı mektupları
sıklıkla "Selam ederim burada sayımızda eksik yoktur" İfadesi ile
bitiyordu. Bu mektuplardan birkaç tanesini bu kitabın "Ardından"
bölümünün sonuna ilave ettim.
Babamdan bize kalan eşyalar içerisinde bir çok bozuk kol
ve masa saati, kesilip özenle yapıştırılmış gazete kupürleri
vardır (çoğu Atatürk resimleri ve Kemalizm hakkında
söyleşilerden ibarettir). Kendi yayınladığı köşe yazıları,
bir bilgisayar ve yazıcısı, 50 civarında muhtelif ebatlarda tablo, 100
den fazla eskiz (taslak çizim), çöp toplayan
çocuklara yardım olsun diye onlardan para ile satın aldığı 70
den fazla biblo ve cam parçaları, makas, cetvel, fırça, 2
tane şövalye, babasından kalan pense, mengene, kalem, 1 kol saati,
10 civarında onur belgesi, 1 el çantası, 1 seyahat
çantası, giysileri, pasaport, 612 tane kitap.
Fakat çok az sayıda, sadece 810 tane fotoğrafı kaldı bize.
çünkü, nostaljinin melankoliye dönüşme
çekincesi sebebiyle kendisinin fotoğrafının çekilmesini
pek istemezdi. Objektife ya emrivaki ile bakar veya objektiften uzak
dururdu.
Yazdıklarından anladığım kadarı ile Ethem Aydın, Mut'ta kendi doğduğu
evi, Kültür ve Sanat evi ismi ile bir kütüphane
yapmak istiyormuş. üst katının yoksul öğrencilerin
kalabileceği bir yurt olmasını istemiş. Ben bıraktığı yerden devam
ediyorum. Kendi gayretlerimle yurt haline getirmeye çalışıyorum.
Bu bitti. Gelelim Aydın Sanat evi'ne...
...
Şimdilik, Aydın Sanat evini devam ettirmesi için babamın Aydın
sanat evi olarak kullanmakta olduğu dükkanı ücretsiz olarak
resim öğretmeni Sn. Suavi Numanoğlu'na verdim.
Kimdir bu Suavi bey? Nerden buldum? Nasıl tanıştım neden ücretsiz
olarak Aydın sanat evini kendisine ikram ettim? İzin verirseniz onu
anlatayım:
Babam aramızdan ayrılmadan önce, Sn Numanoğlu'na öğretmenler
günü sebebiyle bir hediye satın almış, güzelce hediyelik
ambalaj yaptırmış, üzerine bir kart iliştirmiş, kartın
üzerine kendi el yazısı ile aynen şöyle yazmış: Duyarlı
öğretmen Suavi Numanoğlu'na öğretmenler günü
armağanı, çam sakızı çoban armağanı. öperim. Ethem
Aydın. Bu kartı yazıp hediyenin üzerine yapıştırmış ve bunu bir
naylon torba içerisine yerleştirmişti. Suavi beye vermek
üzere kendi sanat evinin kütüphanesindeki raflardan bir
tanesine koymuştu. Babamın vefatından sonra eşyalarını tanzim ederken
babamın özenle hazırladığı bu hediye paketini buldum ve
üzerinde ismi yazan Sn Numanoğlu'nu telefon ile arayarak durumu
aktardım ve babamın son hediyesini kendisine teslim ettim. Belli ki,
babam Suavi beyi epeyce seviyormuş. Zaten yakın zamanlarda Suavi beyi
Aydın sanat evinde görmüştüm, saz çalıyordu,
türküler söylüyorlardı, babamla birlikte sofra
kurmuşlar yemek yiyorlardı. Bu sebeple Aydın Sanat evinin işletilmesini
daha önce Mersin Liseliler derneğine ve İçel Sanat
Kulübüne ücretsiz ikram etmeme rağmen kararımı
değiştirerek Sn Numanoğlu'na vermeye karar verdim. Zaten dernek ve
kulüp bu teklifime net bir cevap vermemişti. Toplantı yapmaları
gerektiğini söylemişlerdi. Bürokrasi.. bürokrasi..
bürokrasi... bilirsiniz...
Aydın sanat evinin önünden her geçişimde babamın
kokusunu duyarım. Bir çok dostu, hala Aydın sanat evinin
sokağından geçemiyor. Aslında size bir şey söyleyeyim mi...
Bunları yazarken babamı abartıyor olduğum tedirginliği yaşıyor ve
yazdıklarıma sınır getiriyorum. Aslında el firenini indirebilsem
okuduğunuzdan fazlasını yazardım. Yazdıklarım boyunca
ölçülü kalmaya gayret gösterdim.
Yine babamın yazdıklarından anladığım kadarı ile Ermenek'teki halamın
yaşlı ve bakımsız olmasından sorumluluk duyuyordu, ablasına yeterince
maddi yardım yapamadığı için üzülüyordu. Bankada
babamdan kalan parayı halama bakan Hatice isimli kıza yolladım.
Yine Ethem Aydın'ın yazdıklarından anladığım kadarı ile duygu ve
düşüncelerini yazdığı bu klasörler dolusu yazıyı bir
kitap halinde derlemek istiyordu.... Zaten bir çok mektup,
derleme, yorum ve makalesinde bu arzusunu defalarca dile getirdiğini
ileriki bölümlerde okuyacaksınız. Aslında her yazdığı
mektubun yanına gelen cevabi mektubu da koymak istiyordu. Etik
sebeplerle ben bunu yapamazdım. Ethem Aydının yazmayı çok
istediği kitabı şu anda elinizde tutuyorsunuz.
Bu kitap, o kitaptır.
...
Şimdi taa en başa dönelim. Ethem Aydın kimdir, soy ağacımız
köklerini nerden alıyor, rüzgarın estiği yön nedir,
vıcıkvıcık yoksulluk ve rezillikten bir sanatçı nasıl doğdu?
Bunları takvim sırasıyla anlatayım size:
Uzun
yaşayan ağaçlar çok derine kök salan
ağaçlardır. Derinleşmek statik bir olaydır, dinamizmi sevmez.
Seçenek bizlere kalmıştır.
(Ethem
Aydın, 28-Nisan-1990)
BABASI MUSTAFA EFENDİ ( yani
dedem ):
Mustafa efendi, Abdurrezzakzade Hacı Mustafa Ağaoğlu Serçavuş
İbrahim efendi'nin oğludur. Bundan esinlenerek Ethem Aydın'a
üçüncü bir isim olarak İbrahim ismi verilmiştir.
Fakat İbrahim ismi bu eserde kullanılmamıştır.
Mustafa efendi, Ağustos 1858'te Ermenek kazasının Sandıklı mahallesinde
doğmuştur. Cum'a mahallesinde ilk bilgileri tahsil etmiş,
Ağustos1880'de Musalli medresesine kayıt olmuş. Nisan1884'de Ermenek'
ten ayrılarak, Aydın'da bulunan Bey camii medresesine kayıt olmuştur.
Nisan 1891'de (33 yaşındayken) Mısır'a gidip Camiu'lEzher'de tahsil
görmeye devam etmiş. 2 yıl Mısır'da kaldıktan sonra, 1893
Mart'ında İstanbul' da Şehit Mehmet Paşa Medresesi'ne kayıt olmuştur.
1899 yılının Eylül ayına kadar burada kalmış ve eğitim almıştır.
Hassa Birinci Alayı Müftüsü Ankara' lı Mehmet
Şükrü Efendi'den icazet alarak buradan ayrılmıştır. 9 nolu
kaynaktan öğrendiğimize göre, Mustafa efendi 16 yaşında
İstanbul'a gitmiş. 1015 sene orada ulema kütüphanesinde
kalmıştır.
Ağustos 1902'de Beyazıt dershanesi ruüs imtihanına girip Edirne
müderrisliğini kazanmış. Aynı yılın Eylül ayında Ermenek
kazası'nın Tekke medresesinin müderris Sipas Camii kürsü
şeyhliğine tayin olmuştur. Bu, o zamanların önemli bir
mevkisiymiş. Burada 7 yıl kalmış, birçok talebe yetiştirip
onlara icazet vermiş.
1909 yılında Akşehir kazası İplik camii müderrisliğine tayin
olmuştur. 1920'de Mut kazasına nakil edilmiştir. Akşehir'den Mut'a
gelişi konusunda muhtelif rivayetler vardır. 1 numaralı kaynakta bunun
1576 dosya numarası ile bir nakil veya tayin olduğu yazmaktadır.
Halbuki 9 numaralı kaynağa göre Mustafa efendi rahatsızlanarak
istifa etmiş ve Ermeneğe kendi isteği ile dönmek istemiştir. Aynı
kaynaktan öğrendiğimize göre, Mustafa efendi Ermeneğe
döndüğünde 3132 yaşlarındaymış.
13 numaralı kaynağa göre, 35 yaşındayken Hatice isimli bir kızı
amcasından istemiş ve evlenmişler. O sırada Mustafa efendi Ermenek'te
hocalık yapıyormuş. Mut ahalisinin daveti üzerine Mut'a yerleşmiş
ve Rüştiye hocası (müderris) olmuş. Bugünkü Mut
kalesinin önünde Şule olarak bilinen beldenin yakınında
öğretmenlik yapmış. Bu göreve ilk geldiğinde müderrise
ve eğitime hazır olmayan öğrenciler ve mahalle çocukları
Mustafa efendiye kötü davranırlarmış, bir öğretmene
alışık olmayan çocuklar Mustafa efendiye küfür ederler
ve taşlarlarmış. Bu tarihten birkaç sene sonra aynı
çocuklar Mustafa efendinin evinde kalmaya, O' nunla medrese
dışında sohbetler yapmaya, bir ihtiyacı varsa gidermek veya yardım
istemek üzere Mustafa efendinin evine sık sık uğramaya
başlamışlar. Mustafa efendinin evinde daima çok sayıda
çocuk olurmuş. Bu çocukların bir kısmı akraba, bir kısmı
komşu çocuklarıymış, bir kısmı ise öğrencileri imiş.
Mustafa efendinin geliri azmış. Sadece müderris maaşı varmış.
Oğullarını okutabilmek için saat tamiri işine başlamış. Saat
tamiri sanatını Ethem Aydın'a da aşılamış ve öğretmiş. Alet
ayakkabı tamiri, ağaçbahçe işleri, ve saat tamirinden
elde ettiği kazançlar ile yaşamının son yıllarında Mustafa
efendinin gayrimenkul sahibi olduğunu 13 numaralı kaynaktan
öğreniyoruz.
Mustafa efendi ilerleyen tarihlerde Mut imamlığına alınmış. Kendi
etrafında mollaları varmış. Yaver'in evinin yakınında otururlarmış. Mut
kaymakamı tayini çıkıp başka yere giderken kendi oturmakta
olduğu evini Mustafa efendi'ye ısrarla ve ucuza satmış. Mustafa efendi
benzer şekilde Ermenek'te bir bağ almış. Bugünkü
Bıçakçarığı mevkisinden başlayarak satın aldığı bağın
etrafını duvar ile ördürmüş.
12 numaralı kaynağa göre, Mustafa Efendi mevlanavari bir
ruha sahipmiş. Herkese saygı duyarmış, kendi aleyhine olanlara bile
iltifat eder gönüllerini hoş tutarmış. Aynı kaynakta
anlatılan bir olayda halkın dışladığı, kötü muamele yaptığı
ve adeta lanetlediği bir şahısa fikrini sorması ve O'na söz hakkı
vermesi dikkate değerdir.
Mustafa efendi, pek çok insanın sevmediği İzmirli Ahmet efendi
ve Şıh efendiyi kendisinden uzak tutardı. Belli ki onlardan pek
hoşlanmazdı ama eldeki kaynaklara göre, hiç kimse Mustafa
efendinin ağzından bu insanlar hakkında kötü bir şey
söylediğini duymamış. 12 numaralı kaynaktan öğrendiğimize
göre, yegane eleştirdiği insan Nail efendi imiş. Nail
efendi, Mustafa efendinin imamlık yaptığı caminin müezzini imiş ve
gayet yavaş hareket eden ve namaza devamlı geç kalan bir
insanmış. Bu sebeple ahali namaza geç başlıyor ezan daima
gecikiyormuş. Bir gün yine geç kaldığı bir namaz vaktinde
Mustafa efendinin Nail efendiyi azarladığına dair yazılar buldum. Diğer
kaynaklarda Mustafa efendinin bir başkasını eleştirdiğine dair bir
bilgiye erişilemedim. Dedem, yakın çevresinde Fevzi ismi ile
anılırmış.
Ezanın Türkçe okunması günümüzde bile
tartışılıp tepki toplayan bir konudur. Ama Mustafa efendi belki de
ülkemizde ilk defa Türkçe ezan okuyandır. Babam,
babasının bu lider davranışı ile yaşamı boyunca hep
övünmüştür.
Mustafa efendi, ilime fevkalade yüksek seviyede önem verirdi.
Adeta bir vasiyet niteliğinde Ethem Aydın'a yazdığı bir mektupta (13
nolu kaynak) aynen şöyle der: "Benim kazancım günde 20 kuruş
olduğu halde onlardan geri kaldım ise de evlatlarımın ellerine kalem
verdim." der.
10 numaralı kaynaktan öğrendiğimize göre, Mustafa efendi
ölmeden önce çevresindekiler ile vedalaşmıştır ve
helalliklerini istemiştir. Bu bilgiyi 11 numaralı kaynak
doğrulamaktadır. Sn. Naci Köprülü Mustafa efendinin
ölmeden bir gün önce çevredekiler ile nasıl
vedalaştığını detaylı olarak bana anlatmıştır. Bir insan ertesi
gün öleceğini nereden ve nasıl bilebilir? Hala şaşarım...
10 numaralı kaynağa göre, Mustafa efendi 24Nisan1949 Perşembe
günü vefat etmiştir. 7 nolu kaynak ölüm tarihini
29.Mart.1949 olarak gösterir. Mezarı Mut'tadır.
1951 yılında doğan ablam Deniz, bir
akciğer infeksiyonu nedeniyle 2 yaşında iken toprağa verildi. Abimin
doğumu Cumhuriyet bayramı civarına tesadüf ettiği için
Cumhur adı verilmiştir. Şu anda makine mühendisidir. Sırayla
Aygül, Tuğçe, Uğur ve Ece' nin babasıdır. İstanbul' dadır.
Ethem Aydın'ın küçük oğlu (ben) annemin babasının
adını almışım. Dişhekimiyim, Adana'da muayenehanem var. Oğuz ve Onur'un
babasıyım..
İlk hatırladığım Ethem Aydın:
Beni ensemden tutuyordu. Bisikletin üzerinde durmaya
çalışıyordum. O yanımda yürüyordu. Heybetli bir
gövdesi yoktu ama güçlüydü. Tek eli ile
ensemden beni sıkıca kavramıştı. Bisikletim sendelediği zaman
düşmeyeyim diye ensemden tutar yeniden dengemi sağlamama yardım
ederdi. ömrü boyunca ensemden tuttu.
Fuluğ anılarımda nedense hep toprak arazide ve tren raylarının
yakınlarında gezdiğimizi hatırlarım. Saatlerce bana vakit ayırırdı. Bu
gezileri hep de güneşin batışına denk getirirdi, acaba elinde
tuvali veya eskiz çizdiği defteri var mıydı bu arada geniş
çorak arazide güneşin batışını kağıda çizer miydi
iyice hatırlayamıyorum. Belkide beni ıssız bir tarlada bisikletimle
kendi başıma bırakıp, bir kenara oturup resim de çiziyordu.
Bazen beni ensemden öyle kuvvetli tutardı ki bisikletimin
tekerleği bir çukura girecek ve ensem ağrıyacak diye tedirgin
olurdum. Hatta akşam eve döndüğümüzde ensem ağrıyor
olurdu. Bu babamı ilk hatırladığım takvimdir. O sıralarda
Osmaniye'deydik. 6 yaşındaydım. Osmaniye'deki evimiz, köhne 2
katlı taştahta karışımı bir evdi. Bahçede kavak ağacı vardı.
Babam komşu bir amca ile bahçede tavla oynardı bazen. Komşu
amcanın alnında (şimdi teşhis edebiliyorum) lipom benzeri bir şişlik
vardı. O amca babamla koyu gölgeli avluda tavla oynarken ben O'nun
alnındaki şişliğin nasıl bir şey olduğunu uzun uzun izlerdim. Tavlada
babam yendiğinde sinirlenmeyen bir amcaydı. O sırada babam ve annem
Osmaniye'de bir okulda öğretmen idiler. Ondan önce 1950'lerde
Mersin'de oturmuşuz. Ben ve ağbim orada Mersin'de doğmuşuz. O episodu
kaçırdım, anımsamıyorum. Onun için anlatmaya Osmaniye'den
başladım.
Bir sene kadar sonra Osmaniye'den Adana'ya taşındık. Döşeme
mahallesinde Barış Manço'nun oturduğu çıkmaz sokak var
ya? işte orada oturduk. Zeminde bir evdi.. Evimizin kapısı doğrudan
sokağa açılırdı. Akşam eve dönüşlerinde babam abuk
sabuk oyunlarımı taktir edercesine yorum yapınca elimdeki oyuncak
tankın bisikletime monte edilebileceğine bile inandırırdı beni. Hayalim
genişletmek için böyle söylediğini 1990 lı yıllarda
bana söyledi.
Daha sonra aynı mevkide 2 katlı ahşap bir evde oturduğumuzu
anımsıyorum. Babamı, talaş sobası yakarken, pazara giderken ve
içinde okul bulunan fuluğ anılarımda baş rolde
görebiliyorum.
Oğul gözüyle hoca Ethem Aydın
sıra dışı bir öğretmen profiline sahipti. Adana'ya geldikten sonra
(1964) annem bir okulda babam başka bir okulda öğretmen olarak,
ağbim ve ben başka bir okulda öğrenci olarak durmaksızın okullara
gidip durduk. Rutin, sıradan yıllardı. Mithat paşa mahallesi 9 sokak no
5'te annem ve babamın birlikte yaptırdığı bir evde oturmaya başladık
(çok yazık ki, bu ev, babamın vefatından sonra annem tarafından
satılmış bulunuyor). Evimiz önceleri tek katlıydı. Karıkoca
öğretmen imkanları birleşince ne kadar ev yapılırsa işte o
kadardı. ön bahçede söğüt, portakal, akasya,
gül ve daha adını bilmediğim bir çok ağaç vardı.
Bahçedeki asma evimizin damına tırmanır ve bol üzüm
verirdi. Babam asmayı her meyve mevsiminde ilaçlardı. Her akşam
okul dönüşünde hemen köşenin başında bakkal İbrahim
amcanın dükkanında 510 dakika oturur laflardı. Ne konuşurlardı
bilmem, ama hep gülüşürlerdi. Evimizin çevresi
tarla veya açık araziydi top oynadığım alandı. Bazı akşam
üstleri ben top oynarken balkondan beni izler, akşam evde oyun
hakkında sorular sorardı.
Arka bahçemizde yeni dünya ve portakallimon ağaçları
vardı. Bu evin bahçesinde tavuk, ördek, köpek
beslerdik. Babamın kümes hayvanları, köpekler ve diğer
hayvanlar üzerine deneyimi vardı. Onlarla iyi anlaşırdı. Bu
sıralarda ve bundan sonra beslediğimiz köpekler hep sokak
köpekleriydi. Soy ağacı belli olan popüler kökenden
gelen köpekler değildi. Ya ben ya da ağbimin sokaktan bulup
getirdiği köpeklerdi. Babam, köpekler için tencereden
yemek aşırmamıza göz yumardı. Hatta bazen annem görmeden bunu
kendisi de yapardı. Bu köpeklerin isimleri ya lasi ya da hektor
olurdu.
Babam, öğretmenlik yaptığı okula yürüyerek giderdi.
çok hızlı yürürdü. Sabahları okula giderken,
evimizin yakınından geçen tren yolunun kenarından
yürümeyi tercih ederdi. Bahçemizde beslediğimiz
köpek çok uzun bir süre babamın peşinden ayrılmadan
babamla birlikte Adana Erkek Lisesi'ne kadar giderdi. Hatta
birkaç defa köpeğimiz babamdan ayrılmamış, babamla birlikte
yürüyerek okulun bahçesine bile girmişti. Daha sonra
nasıl yaptı bilmiyorum bu köpek taa oradan eve dönebilmişti.
O yıllar yazın her öğleden sonra babamı öğle uykusuna
yatarken hatırlıyorum. Genellikle maaş alınan haftanın son
günü babam sebze haline gidip çok bol erzak alır,
triptör adı verilen 3 tekerlekli motosiklete yükler, eve
getirirdi. Kendisi önde oturur, sebze halinden evimize kadar
şoföre yolu tarif ederdi. Evimizin önüne vardıklarında
ben ve ağbim motor sesini duyarak bahçeye çıkardık.
Hepsini ağbime ve bana taşıtırdı. Sayıca fazla karpuzlar, kasa ile
domatesler falan.. Bu, bir aylık erzak alış verişimiz olurdu.
Sigarayı çok
içerdi. Daima Samsun sigarası içti. Hiç
değiştirmedi. Sigara paketini daima makas ile keser, paketin ağız
kısmını eliyle yırtarak açmazdı. Defalarca sigarayı bırakmaya
teşebbüs etti. En çok birkaç ay bırakabildi.
Kül tablası daima dolu olurdu. Sigarayı bırakamıyor olmasına bir
savunma olarak belkide bu meret vücudumuzun bir gereksinimini
karşılıyor olabilir diye bir düşünce geliştirmişti. Bu
düşüncenin doğru olmadığını kendisi de biliyor olsa bile,
sigara tiryakiliğindeki suçluluk duygusunu bu şekilde
azaltıyordu belkide. Henüz söndürülmüş bir
sigarası kül tablasında son dumanlarını çıkarırken, elini
sigara paketine atıp bir yenisini yakardı. Durdurmak istendiğinde,
karşı koymaz, yenisini yakmaktan vazgeçerdi.
Bazen sigarasını dudaklarına kıstırıp, bu şekilde okur, yazar veya
çalışırdı. Bazen kucağında sigara külü
görürdüm. Bazen, bitmiş sigarasının izmaritini, masanın
üzerine itina ile diklemesine koyarak kendi kendine sönmeye
terk ederdi. Uzaktan bakıldığında sönmüş sigara
izmaritlerinin masanın üzerinde mermi kovanı gibi, diklemesine
durduğunu görürdünüz. Yıllar sonra sigara
içmeye başlayınca fark ettimki, bunu, kül tablası
bulamadığı için yapıyormuş. Kül tablası bulunmadığında
bazen ben de yapıyorum.
çocukluğumdan beri hatırlarım, babam, Mut'ta anne ve babasının
mezarını her ziyaret ettiğinde mezara bir tane sigara bırakırdı. Şimdi
ben de babama aynısını yapıyorum.
Müzik konusunda
seçiciydi. Barış Manço' nun her şarkısını ve "Nasıl
geçti habersiz o güzelim yıllarım" isimli şarkıyı bilhassa
severdi. Halk türküsü veya saz ile çalınan solo
müzikleri severdi. Ne tür müziği sevdiği konusunda kesin
bir tespitim yok. Bazen radyonun istasyon arayan düğmesi ile
oynarken hiç beklemediğim bir müzik cinsine fokus yaparak
radyonun sesini açardı.
Giyimine bilhassa özen
göstermeye üşenirdi. En güzel elbisesi diye bir kenara
ayırdığı bir elbisesi yoktu. Gösterişli giyinmeyi karşısındakini
etkilemek için bir cephane olarak hiç kullanmadı.
çünkü, kimsenin giyimine pirim vermezdi. Daima kravat
takardı. çocukluğumdan beri babamı kravatlı gördüm
diyebilirim. öğretmenlik yaptığı ve emekli olduğu günler
dahil olmak üzere, hafta sonu ve bütün tatillerde bile
babam daima kravat taktı.
Tavla oyunu ile
özdeşleşmiş gibiydi. Normal tavlanın yanında esir adı verilen
tavla oyununu da iyi oynardı. Oyun sırasında sinirlenmezdi.
"Allengirikli oynama,yiğit dediğin döne döne
dövüşür, sakın hile yapma" gibi laflar, O'nun tavla
terminolojisinden hatırlayabildiklerimdir. Tavlanın zarlarını da sol
eliyle atardı. Benim ve kendisinin tavla gibi şans oyunlarında
fevkalade şanssız olduğumuzu bu sebeple başka işlevlerde daha başarılı
olabileceğimizi söylerdi. Bana, "işte biz böyleyiz ona
göre" derdi. Yani, şans oyunlarındaki talihsizlik babamda ve bende
ortak özellikti. Anahtarlığında az sayıda anahtar bulunduğunda
bile kapının önüne geldiğinde kendisine lazım olan anahtarı
en sonuncu seçenek olarak bulabildiğinden, tavlada en atılmaması
gereken zamanlarda en olmadık talihsiz zarları attığından yakınırdı. Bu
talihsizliğin aslında başkalarında bulunmadığını, kendisinde ve bende
bariz olduğunu söylerdi babam. Bunun bir üstünlük
olabileceğini düşünürdü.
Yaz tatillerinde bizim
için deniz tatilini tercih ederdi. Halbuki kendisi daha
çok dağ, orman, yayla havasını severdi. Denizi sevmezdi. Ne
Karataş' ta, ne Yumurtalık'ta, ne de Erdemli' de babamı denize
girerken hatırlamıyorum. Durun bakayım... hımm... yanlış olmasın... bir
defa denizden çıkarken babamı hatırlar gibiyim...
O yıllarda (19731976), yaz tatillerinde, Erdemli çamlığı'nda
çadır kurardık. Orası halka açıktı. Her isteyen
çadırını alıp haftalarca veya aylarca bu ormanda kalabilirdi.
Sanırım hala da öyle. Beyaz bir Kızılay çadırımız vardı.
Daha sonra mavisarı renkli bir tane daha oldu. Babam bej renkli kısa
bir pantolon giyer çadırın kazıklarını çakarken ağbim ve
ben O'na yardım ederdik.
Bazı yazlar (1974'ten sonra) Anadol marka arabamızla Ankara' lı bir
başka aileye takılır, net olarak hatırlamadığım bir yol haritasında
civar illeri dolaşırdık. Babam bu gezilerde hep doğadan
görüntü yakalama arayışı içinde olurdu. Elinde
fotoğraf makinesi veya tuval olurdu. Bazı yazlar ise 1015
günlüğüne Yumurtalık'ta deniz kenarında çadır
kurardık. Babamın tuvalini eline alarak en az 20 kilometrelik yol
yürüyerek civardaki tepelere tırmandığını hatırlarım.
Ailemizde yaz aylarında çadır kurma alışkanlık halindeydi adeta.
Bir ara, Adana Koleji kampında da çadır hayatımız olduğunu
hatırlarım. Orada çadır kurulacak yerler kum ve beton idi. Bu
kampın müdürü Sn. Ahmet Küstü idi, babamın
Adana Koleji'ndeki öğretmen arkadaşları tarafından organize edilen
bir kamp idi. Babam yine denize girmezdi ama genellikle ya Nafiz
bey veya Ahmet Küstü bey ile tavla oynardı. Böyle
kamplarda babamın günlük yaşantısı hakkında tek hatırladığım:
babamın ya bir dost topluluğu içerisinde sohbet ediyor
olduğudur, ya da deniz kenarından boylu boyunca kilometrelerce
yürüyerek doğaya açık bir alan bulup, orada
şövalyesini kurup resim yaptığıdır. Ben resimden yeteri kadar iyi
anlamıyorum, ama doğadan bir parçanın resmini en iyi Ethem
Aydın'ın yaptığını söyleyebilirim. Bilhassa doğa resimleri sanki
O'nun fırçasından çıkmıyor, tuvalin üzerinde
kendiliğinden beliriyordu. Yaptığı resimlerin bir kısmını "Eserleri"
bölümünde bulacaksınız.
Kampta daima tavlada meydan okuyan birisini bulurdu kendisine...
O sıralar hep mutluydu... Veya ben öyle algılamış olmalıyım...
Kışlarımız ise daha kapalı bir senaryo ile geçerdi. Babamı
sürekli olarak okurken hatırlarım. Babam okulundan döner
dönmez, ya sobaya yakın bir koltuğa veya her zaman oturduğu
kütüphanesinin önündeki koltuğa oturur ve
çok kalın kitaplar okurdu. Hatta zamanzaman yanına sokulur,
okuduğu kitaba göz atar, sonra hayranlıkla sorardım :"baba,
bunların hepsini okudun mu?" derdim. Gözlüğünü
azıcık çıkarır gibi yapar, gülümserdi, hatta
gülerdi. Bana bir ansiklopedi çıkarır verir, "bak bakalım
beğenecek misin" derdi. Sonra yeniden kitabına döner, okurdu..
okurdu.. okurdu.. hep okurdu.. Ne okurdu hatırlamıyorum. Sanırım İsmet
İnönü, Mustafa Kemal veya buna benzer Türk
büyüklerinin hayatını okurdu.
Okurken masa lambası hep yanardı. çok parlak bir lambaydı. Bu
lamba, siyah kaba demirden yapılıp aralarına cam raflar yerleştirilmiş
basit bir kütüphanenin en üst rafında, yani baş
seviyesinden yukarda dururdu, dolayısıyla lamba sadece kitabı değil
babamın vücudunu da aydınlatırdı. Belki ısıtırdı da. Bu
kütüphane bugün Aydın sanat evindedir. Bazı geceler
sobanın üzerine bir portakal kabuğu atar ve odanın
içerisine meyve kabuğu kokusunun yayılmasını sağlardı.
Kış sabahları erken kalkıp sobanın üzerinde ekmek kızartırdı.
Evimizdeki kızarmış ekmek kokusu, bir gece önceden kalan portakal
kabuğu kokusuna karışırdı, bu koku soğuk kış sabahlarının kendine has
bir işareti olarak belleğimde yer etmiştir.
Bazı geceler çok sayıda satın alarak getirdiği Samsun
sigaralarının hepsini paketinden çıkartır, sobanın üzerine
koyup kuruturdu. Sonra özenle tekrar paketine yerleştirirdi. Daha
sonraki yıllarda geceleri sigara içmemeye başlamıştı.
Babam Adana Erkek Lisesinde öğretmendi. Kitaplara
gömülmediği hemen her kış gecesi öğrencilerine resim
dosyası hazırlardı. Bir metreden uzun karton plakaları üst
üste koyup katlar zamk ve bant ile tuttururdu. Ben ve ağbim bu işe
yardım ederdik. Ertesi sabah bu dosyaları okulda öğrencilerine
dağıtırdı.
Bu yıllardan babam hakkında hatırladığım bir başka husus,
saçları için yapısını ve adını bilmediğim bir doğal yağ
kullanıyor olduğudur. O yağı bazı geceler saçlarına
sürerdi. Yağın yastık üzerinde bıraktığı leke annemi hep
kızdırmıştır.
Ben ortaokulu bitirip liseye gidecek yaşa geldiğimde babam, kendisinin
öğretmenlik yaptığı Adana Erkek Lisesine kaydımı yaptırdı (1972).
Ağbim zaten aynı okulu bitirmişti. Beni de kendi okuluna aldı. Babamın
benimle aynı okulda öğretmen olması, alışık olmadığım bir
tedirginlik verdi bana. Okulda babamı koridorda görmek o zamanki
kafamda baba hoca imajını içiçe geçiriyordu.
Allahtan dersime babam gelmiyor diyordum. Ama bir gün bu da oldu.
Lise 2.inci sınıfta "senin resim dersine ben gireceğim" dedi.
Panikledim, itiraz ettim.
1973'te resim dersime babam girmeye başladı. Okulda hocam, evde baba
diye hitap ediyordum. İkisi birbirine karışacak diye nedendir bilinmez
tedirginlik yaşıyordum. Ayrıca arkadaşlarımın babam dersteyken
gürültü yapmaları veya dersten sonra kendi aralarında
babama "Ethem ağa" demeleri (okulda babamın lakabı buydu) beni
incitiyordu. Bazen böyle konuştukları için arkadaşlarıma
dikleniyor, horozlanıyor, bazen duymazlıktan geliyordum. Babam durumu
fark etti ve ikinci dönem benim bulunduğum sınıfın resim
derslerine girmemeye başladı. Rahatlamıştım.
Resim derslerinde öğrencilere model uçak yaptırırdı. 5060
bazen 130 cm uzunluğunda, bazen lastik motorlu pervaneli
uçaklar, bazen planörler yaptırırdı. Bu uçakların
malzemesi Türk Hava Kurumundan kolilerle okula gönderilirdi.
Hangi yıl olduğunu bilmiyorum, babam bir zamanlar Eskişehir
İnönü kampında planör kursu almıştı, uçucu
brövesi vardı. Havacılık sevgisini öğrencilere aşılamaya
gayret ediyordu. Sınıftaki öğrencilerin hepsi, ödevini
bitirdiğinde, sınıfta en az 40 tane model uçak uçmaya
hazır olurdu. Herkes bahçeye çıkar, kendi yaptığı
uçağını havaya fırlatır, süzülme, denge, estetik gibi
değerlendirmeler ile babamdan not alırdı.
Derslerinde üzerinde durduğu bir diğer konu ise "altın oran"
olarak bilinen matematik dizidir. Bu, öyle bir sayıdır ki, tavuk
yumurtasının kısa çapının uzun çapına oranıdır, bir
ağaç dalının yan dallar verdiği noktasının gövdeye
oranıdır, kolları açık bir insanın bir kulaç mesafesinin
vücudunun boyuna oranıdır, göbek yüksekliğinin başın
yerden yüksekliğini kestiği orandır, hayvan boynuzlarındaki spiral
mimaride de bu oran gizlidir. Babam işte bunları öğretirdi. Daha
sonra öğrendim ki, akciğer bronşiyollerindeki dallanmada ve insan
kemik dokusunun ultrastrüktürel mineral yapısında, kemiğin
nonsentrosimetrik yapısında da bu oran varmış. Yaratanın imzası gibi
bir şey. Bu sayı ve sayılar sistematiği matematikte Fibonacci dizisi
olarak bilinir ama babam bunun adının bu olduğunu belki de bilmeden
öğrencilerine öğretmişti o yıllarda.
Babam resim derslerinde fotoğraf çektirirdi. Ya herkesin kendi
fotoğraf makinesi, veya babamın bulacağı bir emanet fotoğraf makinesi
ile öğrencilere fotoğrafçılık sevgisi aşılamaya
çalışırdı. Okuldaki resim atölyesinin pencerelerine
kağıtlar yapıştırılarak oda karartılır, öğrencilerin
çektiği fotoğraflar orada banyo edilirdi. Bu odanın kendine has
bir kokusu olurdu. Fotoğraf banyo solüsyonları, sigara, resim
yapmakta kullanılan araç ve gereçler topluca bu kokuyu
oluştururdu. Bu koku babamın ceketinde hep vardı. öğrencilerin
çektiği fotoğraflar bu odada bulunan agrandizörde karta
basılır ve her öğrenci bu şekilde kendi çektiği
fotoğrafından not alırdı. Fotoğrafın ışık, teknik özellikleri,
sanatsal kompozisyonu babamın öğrencilere verdiği nota esas teşkil
ederdi. Bu yıllarımda kazandığım fotoğraf banyo edebilme bilgimi
bugün mesleğimde kullanıyorum. Bir çok meslektaşım diş
röntgen filmlerini en yakın fotoğrafçıya yollayarak banyo
ettirirken ben kendi muayenehanemde bu banyoyu kendim yapıyorum.
Diyeceğim o ki: babam farklı bir resim dersi veriyordu.
öğrencisine kullanılmayacak bilgi yüklemezdi. öğrettiği
her şey bugün vazgeçilmezimdir. Resim dersi değil, sanki
hayat dersiydi. Bir gün okulun bahçesinde küfür
eden bir öğrencisini yanına çağırıp,
"küfürüne konu olan organının resmini çizip yarın
bana getireceksin" demişti. O çocuğu bir daha küfür
ederken duymadık.
İstanbul'u sevmezdi.
üniversiteyi kazandığıma babam pek sevindi. Düşünceli ve
çekinceli bir sevinmeydi. çünkü o yıllarda
öğrenci olayları vardı. 1975 yazında bana kalacak güvenli bir
yer aramak ve bir ev kiralamak için İstanbul'a gittik. Babam ve
ben İstanbul 'da çapa'ya yakın mahallelerde kiralık ev arayarak
bütün gün kilometrelerce yürürdük,
"öf" dediğini hatırlamıyorum. Halbuki ben çok ama
çok yorulur, çemberlitaş'taki otelimize vardığımda derhal
uyuyacak kadar bitkin düşerdim. Sonunda Aksaray'da bir eve
yerleştirdi beni. Daha sonra annem de gelip eşyalarımı düzenledi.
İbrahim Karayaylalı ile hem okul hem ev arkadaşı olarak 2 sene
geçirdik. öğrenci olayları yüzünden iki sene
kelle koltukta okudum. Babam ve annem akılları bende kaldığı
için ben fakülteyi bitirinceye kadar İstanbul' a yerleşmeye
karar verdiler. 1977 yazında yeniden kiralık ev aramaya başladık.
Kocamustafapaşa' da Altınmermer apartmanı birinci katta Migros'un hemen
üzerine taşındık. Babam ve annem Adana'daki evimizi kiraya
verdiler. İstanbul'a yerleştik. Ağbim o sırada Makine mühendislik
fakültesini bitirmişti, İstanbul'a geldi ve IETT'de geçici
bir iş buldu.
O yıllarda babam Kocamustafapaşa'da kendisine bazı arkadaşlar buldu.
Bunlardan bir tanesinin oğlu (Uyak) ile arkadaş oldum. Hala
görüşürüz. Diğer arkadaşları ya emekli
öğretmen veya memur idi. Kahvehanede sohbet etmekten hoşlanmıyordu
ama arada sırada bunu yapıyordu.
19771980 arasında İstanbul'da kaldık. Sabah erkenden evden
çıkardı, İstanbul'daki sanatsal etkinlikleri gezerdi, Ressamlar
derneğinde yeni dostlar edinirdi, onlarla sanatsal içerikli
sohbetler eder, akşama eve dönerdi. Bu sıralarda hayatını,
görüş ve düşüncelerini yazdığı bir defter
tutuyordu. 2 numaralı kaynağın tamamı, 3 numaralı kaynağın bir kısmı bu
sırada yazılmıştır.
Kocamustafapaşa'da bir tiyatro sanatçısı olan Hikmet bey ile
tanıştı. Hikmet bey hem karikatür çiziyor hem tabela
yazarak geçiniyordu ve Kocamustafapaşa'da küçük
bir dükkanı vardı. Babam artan bir sıklıkla Hikmet bey'in yanına
uğramaya uzun ve lezzetli olduğunu gülüşmelerinden anladığım
sohbetler yapmaya başladı. Eğer felsefi bir konuya girmiş ise babam
karşısındakine daima "siz" diye hitap etmeye başlardı. Daha sonra
şövalye, tuval ve yağlı boya temin ederek Hikmet bey'in
dükkanına resim yapmaya başladı. Babam değer verdiği birçok
tablosunu bu yıllarda yaptı. Resim sanatı açısından
oldukça fazla sayıda eser verdiği yıllardı. Bu eserlerinden pek
azını sattı. çoğunu dostlarına hediye etti. Açtığı
sergilerde bile bir dostu tablolarından birisini beğendiyse veya
tablonun önünde biraz oyalandıysa o tabloyu o dostuna derhal
hediye ederdi. Babamı kaybettikten sonra İçel sanat
kulübü babama ait olduğunu söylediği 5 tabloyu bana iade
etti. Meğerse bu tablolar 6 taneymiş ve satılan altıncı tablonun
gelirini babam İçel sanat kulübüne bırakmış. Varın
gerisini siz düşünün... Anlayacağınız satmak
için değil vermek için resim yapardı.
İstanbul'da yaşadığımız yıllarda, ben fakülteye devam ediyordum,
ama her hafta sonu babamı Hikmet beyin dükkanında resim yaparken
buluyordum. Babamla sık sık konuşur, sıkı dirsek temasını kaybetmezdik.
Bu yıllarda babam ile, annem ve ağbim arasında bir uzaklaşma hissediyor
ama bunu pek değerlendirmiyordum, dikkate almıyordum. Kimbilir
derslerim ağırdı veya belkide önemsememiştim, düzelir
demiştim. Tartışmaların kavga boyutuna
dönüştüğünü de hatırlarım. Ağbim 13.Şubat.1980
tarihinde ilk evliliğini yaptı, yaklaşık dört ay kadar sonra
boşanarak askere gitti.
1980 ayrılıklarla ve radikal değişimlerle doluydu. Ağbim askere giderek
2 seneliğine ailemizden uzaklaştı, ben fakülteyi bitirerek
diplomamı aldım, evimizi yeniden Adana'ya taşıyarak İstanbul'dan
ayrıldık, bu vesile ile İstanbul'daki dostlardan da ayrılmış olduk, son
35 yıldır alışageldiğimiz standart günlük yaşamdan da...
Adana'ya
dönüş dağılmayı ve belkide sonu başlattı. Adana'ya
dönmüştük ama İstanbul'da bir muayenehanede iş
bulmuştum. Bu arada askerliğime karar aldırtmıştım ve askere gitmek
için Mayıs ayını bekliyordum. Biraz evdeki kavgalardan
uzaklaşmak, biraz macera aramak, belki biraz da kendi ayaklarımın
üzerinde durup duramadığımı denemek için İstanbul'da yine
aynı yerde yani Kocamustafapaşa'da köhne bir muayenehanede ikinci
adam sıfatı ile işe başladım. Fakülteyi ikincilikle bitirip
ortaçağ muayenehanesinde hekimlik deniyordum. Para ve hayat ile
tanışmıştım, Adana'yı düşünecek, düşünsem bile
algılayacak durumda değildim. Algılasam bile olaylara karıştırılmadığım
için yapacak pek az şeyim vardı. Babamla sürekli
yazışıyorduk. Dirsek temasını yine hiç kaybetmedik. Bu sırada
babamın bana yazdığı mektupları daima "kendini bizden koru" veya
"sırılsıklam mutlu ol" şeklinde bitiyordu. Babam, elektrikli, gergin ve
mutsuz yaşantısından bana mektuplarında hiç söz etmiyordu
ve ben fay hattındaki giderek tırmanan aşırı yüklenmeden, yaklaşan
depremden habersiz başka yöne sürükleniyordum. Babamın
bu döneme ait yaşantısını 3 numaralı kaynağa aktarmıştı, ilerleyen
bölümlerde kendi kaleminden bunları bulacaksınız. Ben bu
konuda daha fazla konuşmayacağım.
Askerliğime başlamadan önce Adana'ya döndüğümde
sessizlik hakimdi. ağbim de henüz askerliğini bitirmeden ben
Ankara Etimesgut zırhlı birliklerde askerlik görevime başladım. Bu
sırada babam ve annemle sadece telefonlaştık ama mektuplaştığımızı
hatırlamıyorum. İki ay sonra İzmir'de bir hastahanede
görevlendirildiğimde 15 günlük bir Adana ziyaretim
olmuştu. Babam biri benim biri ağbimin olan iki dükkandan bir
tanesine tablo tuvallerini koymuş, resim yapıyor, dost sohbetleri
yapıyor, yazışıyordu. O dükkanı, otantik bir dergah olarak
kullanıyordu. Kapısının üzerine "galeri pentür" diye bir
tabela koymuştu. Daha sonra burası Aydın Sanatevi olacaktı.
İzmir'de Askeri hastahanede görev yaptığım süre boyunca
babamla yazıştık. Mektuplarındaki üslup aynı idi. Ben 1982
Temmuzunda Adana'ya döndüğümde galeri Pentür daha
kalabalık, daha sıcak ve daha organize idi. Babamın resim galerisinde
bir yatak vardı. Bu, O'nun en azından arada bir bile olsa orada
gecelediğini gösteriyordu. Mutlu görünmüyordu.
Yapacak pek bir şeyim yoktu. Ağbim Gölcük'te askerliğini
bitirmiş, İstanbul Aksaray'da bir işyeri açmıştı. Ben
muayenehane açmak için babamın resim galerisine yakın bir
kiralık daire aradım. Hemen aynı apartmanın zemin katı boştu, bir
muayenehane için fevkalade elverişliydi. Babam, kendisine
çok yakın olan bu işyerini kiralayıp tutmamı tasvip ediyor hatta
çok istiyordu. Fakat mülk sahibi Halit bey Kayseri'nin bir
köyünde yaşıyordu. babam, otobüse atlayıp Kayseri'ye
gitti, Halit bey isimli şahısı buldu, Adana'daki dairesini bize kiraya
vermeye ikna etti, babam Halit bey ile pazarlık bile etti ve Adana'ya
geri döndü. Bu, müthiş bir dinamizmdir. Birkaç
gün sonra Halit bey Adana'ya geldi kontrat yaptık ve ben Ful
apartmanının zemin katına muayenehane açtım. Tarih 1982'nin
ikinci yarısıydı. Kapital olarak annemin bileziklerini kullandım. 1984
veya 1985 yılında bu bileziklerin yenisini satın alarak anneme
şükranla geri verdim.
Babam muayenehanemin tantanalı, şaşalı ve gösteriş ihtiva eden ne
dekoruna, ne de açılışına karıştı. Beni sevmediğinden değil,
gösterişi sevmediği için bu olaylardan uzak kaldı. Fakat
odaları nereden bölmem gerektiğine, aydınlanmaya göre
cihazları nereye monte etmem gerektiğine kadar birçok konuda
yardımcı oldu, plan çizdi, tavsiye ve telkinlerde bulundu, usta
buldu, işçi buldu, pazarlığını yaptı, ustanın başında durdu.
Yeni işyeri açmış olmama rağmen bir tek dostuna dahi bir
dişhekimi olarak yan tarafta oğlunun muayenehane açtığını
söylemedi. Reklam yapmadı. Bu durumu ilk zamanlar garipsemiştim.
Sonraki yıllarda bunu sentez edebildim: O övünmeyi sevmediği
için benden sağa sola bahsetmemişti. Dolayısıyla yaptığı şey :
yüzmeyi öğretmek ve kocaman bir denize doğru beni arkamdan
itmekti. Fakat biliyorum ki beni hep seyrediyor, başıma gelebilecek
herhangi bir boğulma tehdidine karşı uyanık bekliyordu. Kendi deyimiyle
bir Meksika çobanı gibiydi. Babamın anlattığına göre
Meksika çobanları koyunlarının etrafına çizgi
çizer, kendisi bir kayanın üzerine çıkıp yukardan
seyredermiş. çizgiyi geçmeyen koyunlar izlendiklerini
bilmezmiş. Bu hikayeyi babam anlatmıştı. Bir gün eski bit
pazarının hemen karşısındaki Silindir kebapçısına gitmiştik.
1017 yaş arasındaydım. Neden bilmem sadece babam ve Ben vardık,
yanımızda başkası yoktu. Orayı bilirsiniz... köhne ama lezzetli
yemek yapan bir lokantadır, hala da öyledir. Geceydi.
Masalar çok dolu değildi. Her halde soğuk bir gece olmalı ki,
içerde bir yerlerde oturduk. Yemek yerken yandaki masadaki bir
adam bizi seyrediyor ha bire kağıda bir şeyler çiziktiriyordu.
Hırpani giyinişli bir adamdı, güven telkin etmeyen ve saçı
başı dağınık bir siması vardı. Daha sonra bu adam bizim masaya babama
ve bana yaklaşarak "beyefendi, babaoğul yemek yediniz, afiyet olsun,
ben yandaki masada sizin hakkınızdaki izlenimlerimi yazdım okumak ister
misiniz" dedi. Ne gereksiz bir durum diye
düşündüğümü hatırlıyorum. Babam, adamı buyur
etti, uzunuzun konuştular, işte o sırada babam sizlere yukarda
anlattığım Meksika çobanı öyküsünü o adama
anlattı. Meksikalı çobanlar otlattıkları sürünün
koyunlarına görünmeden izlerlermiş. Koyunlar başı boş
kaldıklarını zannedelermiş. çoban, koyunların etrafına yere bir
daire çizip, yakında bir kayanın üzerine çıkıp
koyunlarını seyredermiş, çizdiği daireden dışarı çıkan
koyun olursa, çoban, kayanın üzerinden aşağı iner, koyunu
çizginin içine sokar sonra tekrar yerine çıkarmış.
O adamla, o gece yaptığı sohbette babamın bizlere Meksika çobanı
gibi davranmakta olduğunu öğrenmiştim. Babam bizlere Meksika
çobanı stratejisi uyguluyordu. Ben de oğullarıma öyle
yapıyorum.
19821989
arasındaki yıllarda babamla artık bütün gün boyu
kapı komşusuyduk. Zaman zaman pense, su bardağı, bir kaşık şeker veya
bunun gibi ihtiyaçlarımızı birbirimizden alırdık. Sabahları
babam resim galerisine benden önce geliyordu. Geceleri benden
sonra gidiyordu. Resim galerisinde tek başına oturduğu veya kitap
okumadığı bir anı hatırlamıyorum. Henüz kapısından içeri
girmeden önce içerdeki manzarayı ve kapıyı açınca
karşımda ne göreceğimi adeta önceden kestirebiliyordum: Babam
ya ağzında sigarası kitap okuyor, ya birisi ile tavla oynuyor, veya
derin bir sohbet yapıyor olurdu. Akşam evde pek konuşmazdık. Ama
gündüzleri her fırsatta laflardık. Eğer yanında bir dostu
varsa ve koyu bir sohbet yapıyorsa uzaktan el sallar hemen
çıkardım, sohbetlerini bölmezdim. Bu, sık olurdu.
Herkesi severdi, ama içlerinden bazıları ile nedense frekans
uyumu temin edemezdi. Gç, PA benim tanık olduklarımdır. Her iki
bayan da resim tutkusu olan, kültürlü dostlarımdır ve
babam ile tanışabilmek için benden bilhassa talepte
bulunmuşlardır. Tanıştırdım. Lakin gördümki, diğer tanışmak
isteyip de tanıştırdığım insanlardan farklı olarak bu iki dostumu babam
kendilerinin bile fark etmediği bir üslup ile Aydın sanat evinden
uzaklaştırmıştı. Onlar hala babamı özler, rahmetle anar,
sevgilerini ifade ederler.
Bu yaşam profili hemen hemen on yıl kadar devam etti. Zaman nasıl
geçti bilemiyorum veya hatırlamakta zorlanıyorum, belkide ana
atardamarda nabız değişimi olmadığı için dikkat çekici
bir olay yaşamadık. Zaman içinde sürüklendik belkide..
1984'te annemin ısrarlı tavsiyesi ile eczacı bir kız ile
sözlenmiş, sonra da ayrılmıştım. Babamla hala ve yine kapı
komşusuyduk. Bayram ve uzun tatillerde ağbim Adana'ya gelirdi.
Annemlerde birleşir gece geç saatlere kadar birlikte olur
laflardık. Babam eve hep geç gelir, gecenin karanlık saatlerinde
sokak kapısındaki anahtar sesinden babamın eve geldiğini anlardık. Evde
az konuşur, az yemek yer, hemen yatardı. Bunun sebebini hayatını
anlattığı bölümde kendi ağzından okuyacaksınız. Dedim ya, ben
bu konuda konuşmuyorum...
O sıralarda, ağbim İstanbul'daydı. Bu gün hala oradadır. Bir ara
Adana'ya döndü evlendi ve hemen derhal İstanbul'a geri
döndü. Yeniden Adana'ya dönmeyi hiç
düşünmüyor. Hele annem, babamın vefatından sonra evimizi
sattıktan sonra şimdi ağbimin Adana'ya dönmesi daha da
imkansızlaştı. Ağbimin bu defa ki evliliğini babam onayladı ve tasvip
etti. Babam, ağbimin şimdiki hanımını (Atike hanım'ı) çok taktir
eder, beğenir, sever, sayar, gözetir, korur ve kızı gibi yakınlık
benimser. 1985 de ben de evlendim. Babam ilk gelinine gösterdiği
yakın ve sıcak ilgiyi ikinci gelinine (Nilgün Hanım'a) karşı da
duydu. 1989'da işyerimi yine babamın işyerinin bulunduğu apartmanın
birinci katına taşıdım.
Babam, kendi babasından getirdiği bazı özelliklerin kromozomlar
yolu ile aktarıldığına inanırdı. Füsun hoca hanımın bana
aktardığına göre, benim için "Murat benim devamım" dermiş.
Ama bunu benim yüzüme hiç söylemezdi. Yaşam
sırasında kazanılan tecrübe, yaşam deneyimi, duygulanım gibi
unsurların, bireyin "nesil belleği"nde depolandığına inanırdı. Yani
kendi babası saat tamiri, bitki aşılama, veya el sanatları konusunda
beceri sahibi olduğu için kendisine bu yetilerin veya ilgi
odaklarının kromozomlar yoluyla geçtiğine inanırdı. Buna
ilerleyen bölümlerde "nesil belleği" terimini kullanarak
sıksık değindiğini kendi kaleminden okuyacaksınız. İlk oğluma Ethem
Oğuz adını verdim. Babam, kendisinin ve birazda kendi babasının,
bilhassa benden aktarılarak, Oğuz'da vücut bulduğuna inanırdı. Bu
doğru olabilir. Havanın elverişli olduğu bazı sabahlar Oğuz'u alarak
bisiklet gezilerine çıkardı. Veya Oğuz'u alarak tren ile
Mersin'e giderdi. Oğuz, dedesinin sorduğu bir soruya "ama dede, daha
ben çocuğum" diye cevap verdiği için bu cevaba aylarca
her aklına geldiğinde gülmüştü. Bu torununu başkalarına
belli etmeden diğerlerinden ayrı tuttuğuna tanık oldum. Bunu üzeri
kapalı olarak belirtirdi. Sanıyorum bu sebeple Füsun hoca hanıma
benim için "Murat benim devamımdır" demişti. Eğer bu
böyleyse bundan gurur duyarım.
O yıllarda, evindeki huzursuzluk hakkında konu açıldığında
süratle konuyu kapatır. "Kafanı böyle şeylerle eskitme" derdi
veya "kendini bizlerden koru" derdi. Evlendiğim için farklı
evlerde oturuyorduk, ama kendi evindeki huzursuzluğundan haberim
oluyordu, kronikleştiği için acıtmaz olmuş veya artık
kanıksanmıştı adeta...
Eşinden boşanmayı rezillik
olarak görüyor, hiç istemiyordu. çevresine
olumsuz intiba uyandıracağı için boşanmayı ertelemek, ve hatta
durdurmak istiyordu. 1990'lı yıllarda annemle aynı evde kalıyorlar, ama
konuşmuyorlardı. Neden böyle olduğunu sorduğumda hep sen karışma
anlamına gelen cevaplar alırdım. Bu sebeple çocukluğumdan beri
bu işe karışmadım, karıştırılmadım. Her sabah birbirlerine masa
üzerine bırakılmış küçük notlar ile
haberleşiyorlardı. Bazen bu notlar uzun mektuplar halinde olurdu. Babam
bu kağıt parçalarını biriktirmişti ve kendi yazdığı notları da
biriktirerek dosyalamıştı. Bu belgeler burada yayınlanmamıştır.
Simsiyah bir bulutun içinde babamın pembe soluklarını o
notlardan okuyabiliyorum. O, bu durumun devam etmesine razıydı.
Kendisini koruyabilmek için dışına bir koza
örmüştü. Bu koza O'nun resim galerisiydi. Sadece
dostlarını kabul ettiği dış kısmı nasırlaşmış, içinde ise habire
filizlendirmeye çalıştığı mutluluk fidanları vardı. Bu durum
yıllarca devam etti. Sonunda boşanmamak için Adana'dan evinden
uzaklaşmaya karar verdi. Bunu hep yapardı. Yani kendi deyimiyle bir
soluk almak amacıyla birkaç günlüğüne bize
söylemediği bir yerlere gider, sonra ortalık sakinleşince geri
dönerdi. Bu defa Adana'yı terk etmesi biraz uzun vadeli olacaktı.
Bir daha Adana'ya dönmek istemiyordu. 1991 yılında Mersin'deki
Kemal amcamın oturduğu binanın hemen alt katında bir daireye taşındı.
Bu sırada kaleme aldığı yazı ve mektuplarının radikal olduğu ve bir o
kadar da duygusal olduğu dikkatimi çekiyor. 1991 li yıllarda
babamın ekstrem duygulanımlar yaşadığını tespit edebiliyorum.
Mersin'e taşındıktan sonra, bazı öğünlerini Kemal amcamın
sofrasında yiyor, geziyor, resim yapıyor, yazışıyor, yeni dostlar
ediniyordu. Yalnızdı, muhtemelen daha mutluydu. Hayatının bundan
sonraki kısmını bu şekilde tamamlayacağı düşüncesi beni yiyip
bitiriyordu. O'nu özlüyordum, yapayalnız kaldığımı
düşünüyordum. Mersin'e Kemal amcamlara bir defa ziyarete
gidip boğazıma bir şey düğümlendiği için hiçbir
şey konuşamadan döndüğümü hatırlıyorum. Halbuki
konuşabilseydim Adana'ya dönmesini isteyecektim. Ama babamla
mektuplaşıyorduk.
O sırada babam yavaş yavaş boşanma işine ikna oluyordu galiba.... Annem
boşanma davası açmış, hakim 1 celsede boşamıştı. Uzun
süreden beri çatırdayan fay hattı bir deprem ile sallandı.
Adana, Asliye 4.üncü hukuk mahkemesi, 2691991 tarihli
1991/772 nolu karar ile annem ile babamın boşanmasını
gerçekleştirdi. Babam ne mahkemeye gitti ne de yaşamı boyunca
bir avukatı oldu. Bu duruşmaya da gitmediği için hakim gıyabında
karar vermişti.
Felaketler üst üste gelir derler ya....Aynı yıl Temmuz ayında
muayenehanemde ciddi bir yangın çıktı. İş hayatım resetlendi.
Babamın resim galerisi olarak kullandığı dükkana birkaç
alet koyup orada hasta muayene ve tedavi etmeye çalıştım. Bu
arada aynı dairede yeniden dekorasyon ve yeni cihazlar ile tamirat
işine girişmiştim. Babamla bu tarihlerde yaptığımız yazışmalarda, bu
dükkanı istediğim gibi kullanabileceğimi benim tasarrufumda
olduğunu, o dükkanı ne istersem yapabileceğimi yazıyordu. Son
güne kadar hep bu teklifi yaptı bana. Gerek telefon gerekse mektup
haberleşmelerimizde babamın Mersin'deki hayatının mutlu olmadığını
anlıyordum.
Bir yandan babamın uzakta olmasına, diğer yandan anne babamın
boşanmasına alışmaya çalışıyor, diğer yandan yangından arta
kalan elimdeki malzemeler ile yeni bir muayenehane kurmaya
uğraşıyordum. Aylarca sürdü... Ağbim telefon
köprüsü ile annemle babamın aralarını bulmaya,
boşansalar bile yeniden bir araya getirmeye gayret ediyordu. Ağbimin bu
gayretine babamın yazdığı cevabi mektubu babamın dosyaları
içerisinde buldum. Babam annemle yeniden birleşme teklifine
kibar ama, iddialı bir hayır diyordu. Bu mektuplarında hayran olunacak
bir üslup kullanmış, keşke yayınlayabilseydim. Baya eğitsel
mektuplar...
1991 Aralık ayında tamirat işi bitti, ben yangından sonra tekrar
düzelttiğim muayenehaneme döndüm. Babamın resim
galerisini boşalttım. Yazdığım bir mektupta, resim galerisini
boşalttığımı ve hala kendisini beklediğimi babama bildirdim. Cevabi
olarak "o dükkan senindir, bir iş kurabilirsin" dedi. Bunu
yapmadım. çünkü o dükkanın benim veya başkası
tarafından meşgul edilmesi babamın Mersin'e yerleşmesini tescil edip
yeniden Adana'ya dönmesini imkansız hale getirecekti.
1992 yılında babamı Adana'ya dönmeye ikna etmeyi başardım veya O
kendi kendine buna karar aldı. Babam Adana'ya döndü ve
eskiden kullandığı resim galerisini yeniden sahiplendi.
İçerisini dekore etti. Bir bölme yaptırarak yatağı ile
oturulacak kısmı birbirinden ayırdı. Tuvalet, lavabo, ve ilerleyen
yıllarda kitaplık bile yaptırdı. Artık resim galerisi O'nun eviydi.
Eskisi gibi orada yemek yapıyor, yiyor, uyuyor, dost sohbetleri
yapıyor, resim yapıyor, yazıyor, çiziyordu. Yıllar böylece
su gibi aktı, geçti. Evimden sık sık yemek getiriyordum. Boş
tabakları almaya gittiğimde hepsi yıkanmış ve içine
baklava, çukulata falan doldurulmuş olarak buluyordum.
Hiçbir şey yapamazsa boş tabağın içine
çiçek koyardı. Benim evime yemeğe gelirken de aynısını
yapardı. Daima, elinde baklava, çukulata, çerez veya
çiçek olurdu.
Geçmişine
kuvvetle özlem duyardı. Nostaljik bir yapısı vardı ama bunu
gizlerdi. Babasının özelliklerini taşıdığına, inanıyor, babaya
duyduğu hasret ve özlem sebebiyle çocukluk yıllarını
yeniden yaşamaya, o yılları bu güne kopyalamaya gayret ediyordu.
Yaşamı, felsefesi ve günlük kullanım alet ve cihazlarının hem
çağdaş olmasına hem de baba evindeki cihazlara benzemesine
gizliden gizliye özen gösteriyordu.
örneğin dedem, yukarıda bahsedildiği üzere; çeşit
çeşit ağaçları en uygun şekilde budayabilir ve her
türlü aşıyı başarı ile tuttururmuş. Bu sebeple babam,
ağaç budama ve aşı yapmaya titizlenir, özen gösterir,
bu konuda okur, sık sık denemeler yapardı. Kurumasına sebep olduğu
ağaç bilmiyorum.
Yine dedemin yabancı dil hakimiyetini çağrıştıran sebeplerle
babamın Fransızca'ya önem verdiği yıllar vardı. Babamın saat
tamiri konusunda ehil olduğundan daha önce bahsetmiştim.
Bahsetmediysem daha ileriki bölümlerde bahsetmişimdir.
Eskiden halka inebilen halkevlerinin yapısal özelliklerini
taşıdığı için İçel Sanat Kulübünü
çok sevmiş bu kulübe çok bağlanmış ve
gönül vermişti. Bu kulübe duyduğu sevginin temelinde
gizli veya açık bir şekilde eski halk evlerine özlem
yatıyor olmalı.
Babasına ve baba sevgisine özlem, O'nda babasının meziyetlerine ve
özelliklerine bir arayış ve yöneliş başlatmıştı. Hatta
babasının kullandığı mengene, sivridelici bir kösele dikiş iğnesi,
biley taşı, penseyi saklıyor, tamir edilmesi gereken bir elektrikli
soba veya cihaz olduğunda bu aletleri kullanırken nostaljik bir haz
alıyordu. Aynı amaçla kullanabileceği daha elverişli pense veya
tornavida bulunsa bile babasından kalan penseyi kullanmayı tercih
ediyordu. Babamın bana bıraktığı bu aletleri özenle topladım.
Saklıyorum.
Baba ocağına özlem, o yıllara özlem şeklinde yazılarında da
belirginlik kazanmaktadır. Bu, haklı bir özlem, makul şiddette bir
etkilenimdir, patolojik değildir.
Babasından gurur duyduğu bir anısını 24-4-1986 tarihli mektubunda
amcama anlatmış. Babam mektubunda diyor ki:
"Kars'ta öğretmendim Bu yörede sayılırlardan biri
ölmüştü. Bu kişinin evinde Kur' an dinlemeye
çağrılmıştım. Kur' an ve mevlit okunduktan sonra sohbet
başlamıştı. Bu sohbet sırasında Kur' an'ı okuyan hoca herkese kim ve
nereli olduğunu sormuştu. Sıra bana geldiğinde Ermenek' li mi yoksa
Mut'lu mu diyeceğimi bilememiştim. İkisini de söyledim. Kur' an
okuyan hoca, Mut'tan kimlerdensiniz, Ermenek'ten kimlerdensiniz diye
sordu. Söyledim. Hoca, bu kere, Molla Memed' in nesisin, Mustafa
Efendi'nin oğlu musun diye sordu. Molla Memed' in yeğeniyim, Mustafa
Efendi'nin oğluyum dediğimde tekrar sordu: Ethem misin, Kemal misin?
Ethem olduğumu söyledikten sonra hoca heyecanla ayağa kalkarak
elimi sıktı, kemiklerimi kırarcasına kucaklayarak sarıldı ve hatta
yüzümü yalarcasına defalarca öptü
öptü öptü. Bu arada gözlerimden yaşlar
damladı. Sonra hoca kendisini tanıttı. Babamın mollasıymış, Kur' an'ı
babamdan tedris etmiş, Kur' an okuma yarışmasını kıl payı
kaçırmış, Nuri ağbimle birlikte çok dayak yemiş,
kaçtığı yerlerden babam bulup, getirip, okutmuş. Zorla icazet
vermiş. Bugün bulunduğu konumda babamın hakkı olduğunu, kendisini
rahmetle andığını gözleri dolu dolu anlattı."
Bir yandan geçmişinin nostaljik etkilenimler
yaşarken diğer yandan çağdaş olmayı asrımızın medeniyet ve
teknolojik alet ve cihazlarını kullanmayı asla terk etmedi, ret etmedi,
yadırgamadı. Bir bilgisayarı vardı. Teknolojiyi hayranlıkla izliyordu.
Uyum gösteriyordu.
Son on yıldaki
yaşamı belkide en mutlu olduğu en verimli olduğu ve kendini en fazla
bulduğu yıllardı. Mutluydu. Hem de çok. Yazdığı ve bana
bıraktığı yazılarından anladığım kadarı ile aşık bile olmuştu.
Babamın hiç değilse geceleri bir ev ortamında kalmasını
istiyordum. Rahat ettirmek istiyordum. Yeni kurduğum muayenehanemde
kıymetli tıbbi aletlerim var, yeniden yangın çıkabilir veya gece
çalınabilir geceleri bu muayenehanede birisinin bulunması
çok faydalı olur diye bir bahane buldum. İkna etmeyi başardım ve
babama muayenehanede özel bir oda tahsis ettim. O da bu yalanımı
yutmadı ama yutmuş görünerek kabul etti. İşyerim, babamın
resim galerisine 1015 adım uzaklıkta, kaloriferli 125 metrekare
lüks bir dairedir, resim galerisinin bulunduğu apartmanın hemen
çapraz üzerindedir. Akşamları güneş battıktan ve
benim mesaim bittikten sonra muayenehaneye gelir, kapıyı
açmadan önce zile basar, biraz bekler, sonra kendi
anahtarını kullanarak içeri girerdi. Genellikle beni yalnız
başıma bilgisayar başında bulurdu. Elinde bana vermek için ya
bir elma veya okumam için bir dergi olurdu. Selamlaşırız,
yavaşça ve sessizce doğrudan kendi odasına gider, kitaplarına
dalardı ve sürekli kitap okurdu. Hep okurdu, daima okurdu. Kendi
odasına küçük bir televizyon kurmak istedim kabul
etmemişti. Son 56 yıldır hiç televizyon seyretmiyordu. Halbuki
önceden haberleri kaçırmaz, geceleri muayenehaneye gelir
gelmez hasta bekleme salonundaki küçük televizyonu
açar muhtelif kanallardaki programları izlerdi. Aslında yanlış
hatırlamıyorsam akü ile çalışan küçük bir
televizyonu Aydın sanat evine de kurmuştu ama sanırım ihtiyacı olan
birisine hediye ederek yeniden televizyonsuz kalmıştı.
O'nu bir defasında yatağında uzanıp kitap okurken ağlıyor olarak
buldum. Derhal yerimden fırladım babamın odasına girdim. Ne olduğunu
sordum. Yastığı duvara yaslamış, sırtını yastığa dayamış, mendilini sol
eline almış, sağ dizini yukarı çekip kitabı dizine koymuş, bir
yandan okuyor diğer yandan ağlıyordu. Burada anlatılanlar benim
geçmişime öyle benziyor ki, adeta beni anlatmış, bu sebeple
ağlıyorum dedi. Bu kitabın Halil İbrahim Göktürk'ün
Şevket Süreyya Aydemir isimli eseri olduğunu anımsıyorum.
Muayenehanede kaldığı yıllarda bir gün banyodaki karıncalar
problem olmaya başlamıştı. Karıncaların incitilmeden uzaklaştırılması
konusunda bol kahkahalı sohbetler ederdik. Bir defasında yüzlerce
parçadan oluşan bir yap boz bilmecesinin 2 tek parçası
kayıp olmuştu bu kayıp parçalar için babamla bol
kahkahalı çözümler üretmiştik. Gülmek
için bahane arar gibiydik. Babam ve ben, eskimiş olan
hiçbir elektrikli cihazı çöpe atamazdık,
sürekli olarak birbirimize verirdik. Diğerimizin de atamayacağını
bilirdik. Birde bakardım ki çöpe atamadığım için
babama verdiğim vantilatör pervanesi ertesi gün benim masama
gelmiş olurdu. Bu durum başlı başına aramızdaki gülmece unsuru
olurdu.
Kendi odasına yatağının baş ucuna okumak için kuvvetli bir lamba
istemişti. Kurdum. Okurken uzanır, bazen erkenden uyur, bazen de başucu
lambasını yakarak uzun uzun okumaya devam ederdi. Ben işimi bitirip
evime gitmeden önce uzun sohbetlerimiz olurdu. Bu sohbetler
genellikle ağbimin dükkanından çıkmayan kiracı ile ilgili
olurdu. Veya bana "evdeki Müslümanlar nasıl" diye başlayarak
sorular sorardı. Babam karşısındaki insanı o kadar sever ve o kadar
güvenirdi ki, bir defasında kiracıya gelen haciz belgesini kendisi
imzalayarak almıştı ve başkasının icra borcunu ödemiştik.
1992'den itibaren istediği zaman kendi anahtarını kullanarak
muayenehanemin özel odasına girip dinleniyor, uyuyor,
okuyordu. Bir odasının bulunması ve geceleri muayenehanemde
kalması sebebiyle bana faydalı olduğu düşüncesi O'na huzur
veriyordu veya ben öyle zannederek kendimi avutuyordum. Güneş
doğmadan kalkar ve muayenehaneden çıkarak yürüyüş
yapmaya giderdi. Gece olduğunda, benim işlerimin bittiğinden iyice emin
olmadan tekrar muayenehaneye dönmemeye özen gösterirdi.
Halbuki ben kendisine burada işim olsa bile istediği zaman gelmesi
konusunda ciddi boyutlarda ısrar ediyordum. Muhtemelen beni rahatsız
etmemek için iyice geç saate odasına gelirdi.
Anahtarlığını belinde taşırdı, yaylıydı, çekince uzayıp
bırakınca yerine giren bir zincire takılıydı. Seyahate gideceği zaman
kapıyı çok iyi kilitlerdi. Aslında her sabah erkenden
muayenehaneden çıkarken de kapıyı çok iyi kilitlerdi.
Bisikleti ile sabah gezisi yapar, dönerken genellikle Cumhuriyet
gazetesi ve çubuk kraker alarak dönerdi. Yürürken
sol ayağında zorlukla fark edilen bir aksama olurdu.
Yan taraftaki sokakta babama geniş bir daire satın aldım. Anahtarını
münasip bir üslupla kendisine teklif ettim. Kabul etmedi.
Hiç değilse bir odasını dayayıp döşeyelim kullansın
istedim. Ama kabul ettiremedim. Bu konuda ısrar edemedim.
çünkü eğer yeni daireye kendisinin taşınması konusunda
ısrar edersem, sanki benim muayenehanemi terk etmesini istiyormuşum
gibi bir anlam çıkarabileceğinden çekiniyordum. Mecburen
bu daireyi başkasına kiraya vermek zorunda kaldım. Zaten kendisi
için ben dahil bir başkasının bir şey yapması O'nun için
kabul edilemez bir şeydi. Bizim eve, balık lokantasına, Karfur'a,
denize ailecek gidelim gibi teklifleri daima gülümseyerek red
ederdi. Red edeceğini bilerek hep teklif ederdim. Bir defasında balık
lokantası teklifini kabul ettirmiştim.
Fevkalade alıngan bir mizacı vardı. Yanından ayrılırken kapıyı
yanlışlıkla biraz sert çeksem ertesi gün babam
muayenehanedeki odasına geç gelir veya hiç gelmeyip Aydın
Sanat evindeki yatağında geceyi geçirirdi. Bu beni çok
üzerdi. Ertesi gün kapıyı yanlışlıkla sert çektiğimi
ısrarla söylerdim. Zorlukla ikna ederdim.
Babama bir cep telefonu tedarik etmiştim. Kullanmasını
göstermiştim. Ama en çok 2 ay kadar sonra bana iade etti ve
kullanmak istemediğini söyledi. Manyetik alan yayan cihazlardan
sürekli olarak uzak durmuştur. Bu sebeple duvardaki pirize takılan
radyo yerine pilli radyo kullanırdı. Bizim eve geldiğinde televizyon
seyrederken daima uzakta ve ekranı yandan görecek bir koltuğa
otururdu. Hem resim galerisinde hem de muayenehanemdeki odasında aynı
marka pilli radyo vardı. Pillerini sürekli tazeler veya Amerikan
pazarından tedarik ettiğim şarjlı pilleri kullanırdı. Odasında bir de
çalar saat bulunurdu. Saat tik takları babama hep ninni gibi
gelmiştir.
Yemeklerini kendisi yapardı. Bundan zevk alırdı, angarya olarak
görmezdi. öğünleri doğal yiyeceklerden oluşurdu.
Güzel ve bol bir yemek yediği zaman "çok şükür,
karnımız zengin karnına döndü" derdi. Daha çok sebze
ve meyve ağırlıklı beslenirdi. Bu yaşında babamın resim galerisinde
kendi yemeğini pişirmesi gücüme gidiyordu. Kendi evimden
muhtelif yemekleri bir kaba koyup zaman zaman resim galerisine
getirmeye başladım. Her defasında abartılı teşekkür ederdi ve
rahatsız olduğunu bunu bir daha yapmamam gerektiğini söylerdi.
Yeğeni Nuray hanım kendisine yemek getirdiğinde de aynısını
söylermiş. Bunun üzerine evde pişen sulu yemeği evin kapıcısı
ile yollattırıyordum. Kapıcı yeni yemeği babama teslim ederken bir
gün önceki yemekten artan boş kapkaçağı alırdı. Eşim
buna alışmıştı ve isteyerek ben söylemeden yapar olmuştu. Bazen
yemek getirme işini yeğeni Nuray hanım üstlenirdi. Nuray ablam bu
işi, elinden geldiği kadar sık yapar, isteyerek yapardı. Babam yine
direnir, kendisi için fedakarlıkta bulunulmasına karşı
çıkardı. Bu, hep böyle oldu.
İçtiği çayı bile metalik olmayan doğal malzemeden
yapılmış genellikle cam çaydanlıkta demlerdi. Ahududu, kuşburnu
çayını severdi. Cam bardakta içerdi. önce bardağın
üzerine süzgeci koyar, sonra süzgecin delikleri
üzerine 2 tane küp şeker bırakır, sonra çayı bu
şekerin üzerine gelecek şekilde süzgecin içine
dökerdi. Sıcak su ile temas eden şeker,
çözünerek, süzgecin deliklerinden geçer,
bardağın içine karışırdı. Böylece çay kaşığı
kullanmaya ihtiyaç hissetmezdi. Bunu özenle yapardı,
bu sırada çekilmiş bir fotoğrafı eserin son sayfalarındadır. Her
gün, sıklıkla kahve içer ve ikram ederdi.
çamaşırlarını eve götürüp makinede yıkattırmam
için bana asla vermezdi. Birisinin kendisi için bir
şeyler yapıyor olması O'na zulüm gibi geliyordu. Ben gizlice
odasına girer çamaşırlarını toplar bir naylon torbaya doldurur
eve götürür, yıkandıktan sonra geri getirirdim. Bunu
fark ettiğinde, yani çamaşırlarının bazılarının yıkansın diye
benim tarafımdan evime götürüldüğünü fark
ettiğinde bana bozulurdu. Son yıllarda sekreterimi alıştırmıştım,
gizlice odasına girip çamaşırları toplaması görevini
sekreterime vermiştim ve bu iş otomatiğe bağlanmıştı.
Vedalaşırken, hatta kısa mesafeli ve kısa süreli vedalaşmalarda
bile yanaktan öpüşerek vedalaşmayı tercih ederdi. Neden bunu
hep yapıyorsun diye sorduğumda nedendir bilmem şöyle cevap
verirdi: "unutmak iyi ki mümkün" derdi. Bazı geceler benim
evime yemeğe gelir, ayrılırken, yarın yeniden görüşecek
olmamıza rağmen yine de bizleri yanaklarımızdan öperdi. Dersleri
başında değiller ise torunlarının onlarla sohbet ederdi. Veya
ensesinden saçlarını okşardı. Bu davranış tipiktir. Meşgulseniz,
sizi seviyor ve rahatsız etmek istemiyor ise, "bravo devam et, seninle
birlikteyim" mesajı verecek şekilde geldiğini belli ederek yanınıza
yaklaşır, ensenizi yukardan aşağı okşar ve hiç konuşmadan
uzaklaşır. Bunu evlatlarına ve torunlarına hep yaptı.
Ancak uzun süreli olarak ayrılan kendisi olduğunda genellikle
gideceğini haber verirdi, o kadar. Bazen haber de vermezdi.
Bir gün Suavi bey babama sormuş: "neden uzaklara gideceğinizde
oğlunuza veya buraya haber vermiyorsunuz, ya oralarda başınıza bir iş
gelirse ne olacak?" demiş. Babam şöyle cevap vermiş: "orada da bir
çınar altı bulunur, ne fark ederki" demiş.
Aslında bu yanaktan öpüşmeyi ani duygulanımlarda hep
uygulardı. örneğin karşısındakinde zafer etkisi uyandırmasa bile
bir dostunun zaferi anlamına gelebilecek müjdeli bir haber
aldığında, o haberi veren kişiyi veya o dostunu mutlaka sarılarak
öperdi.
Yeniden evlenmeye sıcak
baktığı bir dönem oldu. Hatta, evlenmeyi düşündü.
Bu bayan ile ayaküstü tanışmıştım. Makul karşılamıştım. Daha
sonra sanıyorum ki bu olaydan karşı tarafın istekleri doğrultusunda
vazgeçildi.
1993'te ben mikrobiyoloji doktorama başladığımda benden çok
sevinmişti. Destekliyor, şımartıyor, cesaretlendiriyordu beni. Her
fırsatta doktor unvanımı kullanırdı bana Murat dediği günler
sayılıydı. Hatta şöyle söylesem yanlış olmaz: en az son on
yıldır bana hiç "Murat" demedi. Hep "doktor" dedi. Ben de bundan
utanırdım. Diyebilirim ki, beni, doktor olduğuma babam inandırmıştır,
diplomam değil.!
Yazımına katkıda bulunduğum kitap basıldığında eline alıp özenle
incelemiş, ayağa kalkarak beni yanaklarımdan öpmüştü,
gurur duymuş ve bu duygusunu benden esirgememişti. üyesi olduğum
uluslar arası bir kurumun üyelik belgesini Aydın sanat evine
astığından anlıyorum ki benimle gurur duyuyordu. Muhtemelen doktor
olmamdan da sessiz bir gurur duyardı. Bir defasında Ethem Oğuz
henüz bebek iken uzaktan torununu seyrediyordu. Oğuz, divanın
üzerine sendeleyerek tırmanıyordu, gözlüğünü
çıkartmış, sapını dişleri arasında hafifçe ısırarak
tutuyordu, ayakayak üstüne atmış, gözlerini kısarak
torununun acemi hareketlerini dikkatle incelerken düşüncelere
dalmıştı. Babam bu arada içinden bir şeyler mırıldandı ama ne
söylediği tam olarak anlaşılmıyordu. Kulak kabarttım, bu sırada
çok sessiz bir şekilde "doktor Murat" dediğini duydum. Ne? diye
yüksek sesle sorduğumda "bir şey yok" dedi.
çalışırken çok ses çıkaran saatler satın alırdı.
çünkü dedem Mustafa efendi aynı zamanda bir saat
tamircisiydi ve babamın büyüdüğü evde saat
tiktakları eksik olmazdı. Muhtemelen babam her saati söküp
takarken gizlice çocukluğunu yaşıyor olmalıydı. "Geçmişi
özümseyerek, geleceğe iletide bulunan yorulmaz" derdi.
Sevdiği yemeklerde de bunu gözledim. örneğin kapuska,
zeytinyağı emdirilmiş çökelek, adını bilemediğim kendi
hazırladığı bazı yiyecekler O'na çocukluğunu hatırlatan
unsurlardı. Baklava, şekerli kuru pasta, çukulata ve limonlu
yeşillikleri sık sık yerdi.
Babama bir protez diş yapmıştım. Yemek yerken zorlanmıyordu ama
yapışkan yiyecekler veya sert yiyecekler her protez kullanan gibi O'nu
rahatsız ediyordu. Aslında son yaptığım protezde s ve z harfleri ıslık
gibi çıkıyordu. Ben bunu fark ettiğimde düzeltmek istedim.
Babam, konuşurken bu harflerin bu şekilde çıkmasını benimsemişti
bana sakın bu konuşma şeklimi bozma bu sesler hoşuma gidiyor demişti.
Protezi konuşmasını hafifçe değiştirmiş olmasına rağmen severek
kullandı. Trafik kazası geçirdiği gün alt
çenesindeki protez kaza sırasında düşmüş kaybolmuştu,
kendisini hastahaneye getiren şahısa benim protezim nerede diye sormuş.
üst çenesindeki protezi ise ben kendi ellerimle ağzından
çıkardım.
Sağlık durumu çok
iyiydi. Bildiğim ve yakındığı belirli bir ciddi sağlık sorunu yoktu. 82
yaşında kalp damar hastalıkları beklenir. Halbuki babam, her sabah
bisiklete biniyor veya en az 25 kilometre yol gidiyordu. Bazen sabah
sporu dönüşünde bana yürüdüğü
güzergahı uzun uzun tarif eder, mesafenin uzunluğu ile
övünürdü. övünmekte haklıydı. çok
uzun yürüyordu. Benim hatırladığım veya müdahale etmemi
gerektiren Helicobacter pylori gastriti vardı. Tedavi ve makul bir
perhiz ile sorun büsbütün ortadan kalkmıştı. Yıllar
önce bel ve sırt ağrısı çekti. Belini sıcak tutardı, sert
yatakta yatardı, terli kalmamaya özen gösterirdi.
Ayakkabısının su geçirmemesi, doğal ve güzel beslenmek ve
terli kalmaması, sağlığı için dikkat ettiği anahtar unsurlardı.
Uzun yıllar bir daha sorun yaşamadı. Bakarken baktığı her yerde bir
beneğin kendisini takip edecek şekilde görüntüye
geldiğini söylediğini hatırlıyorum. Göz doktoru Sn Erkişi
muayene ederek katarakt başlangıcından bahsetmişti. Ama ben babamın
görmesinde bir sorun yaşadığına şahit olmadım.
Bilgisayar kullanıyordu.
Yanılmıyorsam 1993 yılında, babama bir bilgisayar kurdum ve yazmakta
olduğu yazıları burada yazmasını önerdim. Uzun zaman dos işletim
sistemi altında yazdı. Bu yazıları kitabın ilerleyen
bölümlerinde okuyacaksınız. En içten, uzun
otoanalizleri bu dönemde kaleme almıştır.
Daha sonra bilgisayarına windows kurup word isimli programı
kullanmasını teklif ettim. Benimsedi. Yeniliklere açıktı. Derhal
Word programında yazmaya alıştı ve yazdı. Arada bir benim kendisini
ziyaret etmemi bekler, bu program neden yazdıklarımı kağıda basmıyor
diye sorardı. Rahatsız edebileceği çekincesi ile beni bilhassa
bu problem sebebiyle yanına çağırmazdı. Yanına günlük
ziyaretlerimden birini yaptığımda sigarası dudaklarının arasında,
elleri iki yana açık "yahu doktor gel hele" diyerek beni
karşılıyorsa belli ki windows ile başı belada olmalıydı.
Bilgisayara başlamadan önce daktilo kullandığı için,
alışkanlığını bazen yenemez ve klavyedeki tuşlara sert basardı. İlk
zamanlar daktilo tuşlarına vurur gibiydi. Kullanmakta olduğu
bilgisayarın huyunun bazı müdahalelerle değişebildiğinden
bahsederdi. Bilgisayarını bir şahıs gibi canlı veya canlıya yakın bir
dost sayardı. Klavye başına bir arkadaşı veya dostu veya ben oturup
bilgisayarın bir özelliğini anlatsak kalem kağıt alır,hangi
düğme veya tuşlara basarak bilgisayara o marifeti yaptırdığımızı
not ederdi.
Bilgisayarında yazdığı bir çok makale, eleştiri, duygu ve
düşüncelerini derhal kağıda yazdırır ve dosyalardı.
Yazdıklarının büyük bir kısmını hem dosyalarda hem de
bilgisayarın harddiskinde buldum. Kağıt üzerine basarken tarih
yazmayı devamlı ihmal eder, gerek görmez veya unuturdu.
Bilgisayar, bir yazının hangi tarihte yazıldığını kendi
içerisine kayıt ettiği için bu kayıtlara bakarak
dosyadaki evrakların büyük bir bölümünü
sizlere sunmadan önce tarihlendirdim.
Yazışırken Türk dilini fevkalade güzel kullanırdı. Akıcı,
zorlamasız, kendiliğinden yön değiştiren, düşünceler
arası uçuşmalara müsaade eden, konuşur gibi bir üslup
ile yazardı. Hem yazarken hem konuşurken Türkçe kelime
seçmeye özen gösterirdi. Düşünsenize...
1920'lerden geliyorsunuz ve muallim değil eğitmen kelimesini
kullanıyorsunuz. Bunun gibi, beti, imge, tümce gibi
Türkçe kelimeleri bilinçli olarak kullanıyorsunuz.
İşte bunun adı çağdaşlıktır.!
Tabela ve markalardaki yabancı kökenli kelimeleri
gördüğünde veya duyduğunda hoş karşılamazdı. Türk
dilinin ve öz benliğimizin hiçe sayıldığı
düşüncesiyle bu tür yabancı isimlerin kullanılmasına
örtülü bir savaş verirdi. örneğin selamlaşırken
esselamunaleyküm terimine kızarak yazdığı bir günceyi
ilerleyen sayfalarda okuyacaksınız.
Yazılarındaki üslup genellikle övgü dolu bir hitap
cümlesinin hemen arkasından, duygulu ama mantıklı
düşünce uçuşmaları şeklindedir. Rahat,
sıkıştırılmamış, akıcı, konuşur gibi, birebir aktarıma dayalı, etkin
bir yazım üslubu vardır. Bu üslupla yazılan paragraflar,
yazının sonuna yakın yerlerde söyleyeceği asıl vurgulu
cümleyi, daha kolay anlaşılır, ikna edici, haklı ve renkli yapar.
Daha sonra yazı yine övgü yüklü veda ile biter.
Aydın sanat evi bir dergah gibiydi. Oraya gelenlerin büyük
bir kısmı huzurlu, iç dünyalarındaki sıkıntılardan
kurtulmuş ve kendilerine güven duyar şekilde ayrılırlardı. Babamın
ziyaretçilerine ve dostlarına kuvvetli bir moral verme
özelliği vardı. Sıkıntılar ve iç çelişkiler
içerisinde gelen bir çok dostu oradan ayrılırken, kendine
güvenen, kararlı bir şekilde ve huzurlu olurlardı. örneğin
yıllardan beri keman çalmayı istemiş ama elinize hiç
keman almamış bile olsanız, Aydın Sanat evinden ayrılırken keman satın
almak üzere yolunuzu değiştirebilirdiniz. Bir kitabı okumayı
çok istemiş ama fırsat bulamamış iseniz, o kitabı ertesi
gün size hediye ederdi. Veya, yıllardır anılarınızı yazmayı
planlayıp henüz kalemi kağıdı elinize almadığınızı öğrenirse,
daktiloyu önünüze koyuverebilirdi. Babam dostları
için bir cesaret, bir ilham kaynağı olarak yaşadı.
Babamı internete başlatmak istiyordum. Gazete köşe yazarları ile
mektup ile yazışıyordu. Eğer internete başlatabilsem posta yolu ile
mektuplaşmasına gerek kalmadan gazete yazarları ile yazışabilecekti.
Keşke ertelemeyip bir an önce modem kartı kursaydım diye hala
hayıflanırım.
Ayrıca solak olması sebebiyle mausu tutarken sıkıntı çekerdi.
Ama sağ elini çok iyi kullanırdı. Bu sebeple hem yazarken hem
boyarken sıkıntı çekmezdi. Kol saatini sağ koluna takardı.
çayı veya herhangi bir şeyi sol eli ile dıştan içe
karıştırırdı.
Son on yılı içerisinde beni bakkala yollayıp şunu al dediğini
hatırlamıyorum. Her işini kendi yapardı. Babam için bir iş
yapabilmeye fırsat kollardım. Bir eksiği var mı diye alıcı gözle
her yeri incelemek varsa gidermek üzere çözüm
üretmek bende artık alışkanlığa dönüşmüştü.
Resim galerisinin duvar kağıtlarını yaptırmak, yeni bir printer
alınması, emekli maaşının Zıraat bankasının yakın şubesine nakil
edilmesi, resim galerisinin babam seyahatteyken gizlice temizletilmesi
gibi buna benzer işler hep benim inatla kabul ettirebildiklerimdir.
Aslında O bunları yapmamı bana yük olmamak için
istemiyordu. Bu işlerin bazılarını yapmayı ısrar ederek zorlukla
başarmıştım. Resim galerisi yazın çok sıcak oluyordu ve
vantilatör yetmiyordu. Klima kurdurmak istedim. Kabul etmedi. Ama
Nuray ablamın artık kullanmadığı bir klimasını taktırmayı nihayetinde
kabul etmişti.
Siyasi görüşü sosyal demokratlara yakın bir
çizgideydi. Yıllarca Bülent Ecevit'in partisine oy
verdiğini biliyor, tahmin ediyorum. Ama 25Mart1984 tarihinde oy
kullanmadığı için Maliye'den 2500 lira para cezası gelmişti.
Babamı toprağa verirken oy kullanmaktan arta kalan boya hala parmağında
duruyordu.
Bence babam gerçek bir Kemalist idi. 100. üncü yıl
marşını her duyduğunda ağlardı.Yanlış okumadınız ağlardı.
Atatürkçü dernekleri entel sosyete pasifleri olarak
değerlendirdiğini sanıyorum. Bu konuda ilerleyen bölümlerde
yazılarını bulacaksınız.
Son bir şey daha vurgulayıp bitireceğim:
Kitabı okumayı bitirdikten sonra dikkatinizi çekeceğini umduğum
ve bu kitabın yazılmasına sebep olan Ethem
Aydın öğretilerinden birkaç tanesini okuyucuya hemen
burada özetlemek isterim:
Her şeyi, her zaman,
karşılıksız sev.! Sevgi zamk gibidir. İnsanı insana yapıştırır.
Objeyi detaydan arındır.
Gürültü, ses, güzel veya çirkin koku, unvan,
giyim, kuşam, süs, şatafatlı görkemli dış unsurları
görme, etkilenme.
Bütün muhataplarını
coştur. Bu coşku sana mutluluk olarak geri dönecektir.
Uzak durmak istiyorsan uzak dur,
ama kalp kırma.
Herkes müspet ilimlerle
henüz tespit edilemeyen, belkide kendisinin bile farkında
olmayabileceği bir bellek taşır. Bu bellek o kişinin
geçmişinin belleğidir. Asırlar boyu üst kuşaklarının
deneyimlerle kazandığı meziyetlerin kendisine aktarılan mirasıdır. Bu
bir "bayrak yarışı" gibidir. Herkes görevini tamamlayıp
ölmeden önce bu mirası bir sonraki genetik kuşağına devreder.
Büyümek, kendisine devredilen bu mirasın üzerine daha
fazla meziyet koymakla ve alt kuşaklarına daha fazla olumlu meziyetler
bırakmak ile mümkündür.
Geçmişini kaybetme. Ona
yaslan.
Hedefini tayin etmek için
mesai ayır. Hedefine kilitlen. Gerekirse bir hiç uğruna alın
teri akıt. O zaman, başkalarının önceden hiç saydığı şey
giderek yücelecektir, paha biçilmez bir kıymet haline
dönüşerek, sana ait olacaktır.
Büyüklenme. Kendini hep
sıfır noktasında say.
Kalem ve kağıt kullan. Yaz.
Başkalarının yazdıklarınıda oku.
Beslenir, giyinir, yaşarken doğa ve
doğal olandan uzaklaşma.
Yapabiliyorsan, particilik ve
siyasetten uzak kal.
.....
Okuyucu, bu kitapta çok sayıda Ethem Aydın öğretisi
bulacaktır. Ben aklımda kalanları özetledim.
......
Benden bu kadar.
Ben sadece bu okuyup bitirdiğiniz bölümü yazdım. Benden
başkasının bilmediklerini veya benden başkasının anlatamayacaklarını
anlattım. Gerisini babamın kendi kaleminden okuyun....
Haa.. söylemeyi unutuyordum, Ethem Aydın'ın ruhuna bir fatiha
okursanız sanırım doğru olur.
Selam Saygı Sevgi
Murat Aydın, Editör