Bu dosya, Ethem Aydın isimli eserin web üzerinden izinli yayınlanan resimsiz hazırlanmış bölümüdür. Değiştirilemez. Serbestçe kopyalanıp dağıtılabilir. Bu dosyanın orjinali: http://geocities.com/ethemaydin ve http://www.ethemaydin.com adreslerinde sergilenmektedir. Eserin orjinalinin ücretsiz temini: Aydın Sanat evi: Kurtuluş mh 19 sk. Ful apt 50/c Adana 322-4584683 ethemaydin@yahoo.com -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Bölüm-3 HAYATI EDİTÖRÜN NOTU: Bu bölüm Ethem Aydın'ın kendi kaleminden olup, 2,3,4,5 ve 8 numaralı kaynakların belirli bir takvime göre tarafımdan sıralanması ile oluşmuştur. Hayatının aynı bölümünü farklı iki kaynakta anlattıysa, bunlardan birisini silmek yerine, birbirleri ile harmanlayıp, her iki yazıyı da birleştirerek vermeyi uygun gördüm. Varsa ifade çiftlemeleri bu sebeple oluşmuştur. Okuyucunun dikkatine sunarım. Yine önceki bölümde olduğu gibi, kendine özgü üslubu nedeniyle farklı yazılan kelimelere değil, diğer cümleler üzerinde sadece imla kurallarına uygunluk denetimi yaptım ve Ethem Aydın'ın kendi taslak çizimlerini kendi yazıları arasına serpiştirdim. Editör 1920'lerde, bir başka deyişle Cumhuriyet ile beraber, eğer bu bir marifetse dünyaya gelmişim. Sıradanmı sıradan, fulüğ bir yaşam öyküm var. Ancak ben o öykünün kahramanı değilim. Beş yaşıma kadar anımsamıyorum. Kendimi selamladığım zaman, uygulamalı hayatın içinde buldum. İlk işim ayakta durmanın yan yollarını öğrenmekle geçti. Altı veya yedi yaşımda hayvanları tanımağa başladım. Kısrağın, kafama isabet eden tekmesi ilk belleğim. Sonra hep atlarla geçen sisli günler. Sevmeyi, sevilmeyi, atlar, ağaçlar, loş karanlıklarda uzayıp giden yalnızlığımın, çoğalan imgelerinde öğrendim. Yalın doğa, mevsimler, kar, yağmur, birinde ilk defa yaktığım ateş, dereler, tepeler, bitmeyen gidiş gelişler.! Nedendir bilinmez, üç atımız oldu (biri kısrak, tayı var), onu bir kardeşten çok sevdim, yemini verdim, derslerde tımarını düşündüm, üzerine korkusuzca bindim, kıvançta ve kaderde birlikte olduk, onunla kısa ve uzun yolculuklar yaptık, birbirimizi yüreklendirdik, tamamladık. Böylece doğaya bir geniş pencerem açıldı. Kırlar, dağlar, bitmez gözüken yollar boyu, başlangıçta ailemin beraberliğinde, kısa bir süre sonra da yalnız ikimiz, gece ve gündüz, ağaçlıklar, dağlar, tepeler, yaylalar, subaşları dinlencelerinde azığımızı yedik. Gecenin yoğun karanlığını, renkli ve ışıklı umut hayalleriyle Aydın ettik. Günün sıcağını bir su başında, ağaç gölgesinde duyumsadık. Belli bir kullanım alanınız yok. Su taşımak, değirmene gitmek, eşe dosta hatır için vermek dışında, onları ayrı ayrı sulamaya ve gezdirmeye götürüyorum. Onlar bana emanet, tımarını yapıyorum, yemini veriyorum; yaşımsa yedi olabilir. Silahı tanıdım, keklik besledim, ağaçlara tırmandım, meyve topladım, bahçeler suladım, fidan diktim, aşı yaptım, ürünleri gözledim. Ürünlerin kullanıma ulaşıncaya kadar geçirdikleri evreleri bir bir yaşadım. Bahçenin böğürtlen otlarını tahrayla gün boyu temizledim. Ağaç kestim, budadım. Yağmurda, karda, doluda, yıldırım ve şimşekleri başlangıcından bitişine kadar izleme duyumsama imkanı buldum. Doğanın ve doğa olaylarının her dem içinde kalarak, ayrıcalıksız yaşadım, tanıdım. Denebilirki, doğayı kendi kitabından, kendi anlatım amaçları içinde dilinden okudum. Yalın doğayı kendi yatağında izledim. Anlatılmaz bir aşkla, tutkuyla, içtiğim suları, okullarda edinebildiğim bilgi kırıntılarıyla karıştırarak, kendime özgü bir algılama, yorumlama kazandım. Ulaşamadığım zaman hayalimin hızlı atına binerek mesafeler aldım. Felsefemi oluşturdum. Şimdileri bilimsel kitapların sayfalarını açarken her köşe başında tanış, daha önceden yaşanmış duyumlar bana eşlik ediyor, anlamakta zorluk çekmiyorum. Artık ilkokul bitiyor. En yakın ortaokul, Silifke 'de var. Posta arabaları veya deve katarları eşliğinde üç sene gel gitler, bir büyüğün gözetiminde üç, beş öğrencinin yerleşimi, pansiyon hayatı çekilmez gibi gözüken gurbetlik günleri.!.. Heyecanla tekrarını beklediğim, yolculuklar. Başlangıçta bir amcanın görkemli dilini öğrenmiş, çok sevmiştim. Bu da sanata giden ilk yol olsa gerek. Uzun uzun öğretmenlik yıllarım başladı. Adana İlk Öğretmen Okulu'na, gündüzlü giriş. Gazi Terbiye Resim Bölümü, 1944'te bitiş. Ver elini Kars Lisesi. Mut nere Kars nere!. Bir yıl sonra askerlik; Bornova, Koşulu Topçu Alayı. Artık sırasıyla görev yaptığım yerler: Düziçi Köy Enstitüsü, İvriz Köy Enstitüsü, Mersin Lisesi, Osmaniye Ortaokulu ve Lisesi, sonra Adana Erkek Lisesi. Otuz sene kalem tıraşın ağzında kaldım. Öğrencilerim beni, ben onları eğitmeye çaba verdik. Sanırımki bu alışverişte ben daha kazançlı çıktım. İvriz'de evlilik, Mersin'de öğretmenlikten ayrılış. Ticaret denemesi, dersane, evlilik sürtüşmeleri, öğretmenliğe tekar dönüş, 1960. Çocuklar büyüyor, okuyacaklar, okudular. Yüksek öğrenimini tamamlamış, işini kurmuş iki oğlum var. Makine mühendisi Cumhur, şimdi İstanbul'da bilgisayar şirketi sahibi. Diş doktoru Murat Aydın. İş düzeni iyi.. Kendi işlerinde çalışıyorlar. Oğlum Cumhur ve Murat işlerini kurduktan sonra karım tarafından evden kovuldum. 1977 emeklilik, 1991 evliliğin bitimi. Yaşam sürüyor sürecek de; olumsuzlardan çok olumluluklar var. Sığınacak bir yerim; (Aydın Sanatevi) kitaplarım, daktilom, şövalem, puşetlerim, arkadaşlarım, öğrencilerimden oluşan bir kozmos. Mut ve Mutluluk atmosferim. Aydın Sanat Evi'ni kurdum. Yediden yetmişe öğrencilerim var. Öğrencilerim ve dostlarımla mutlu ve çok renkli günler yaşıyorum. Felsefeyi ve Bilimsel sanat ağırlıklı yapıtları dikkatle okurum. Zaman zaman da becerebildiğim kadar yazarım. Daktilo, bilgisayar, at, bisiklet, otomobil, planör, uçak kullanırım. Balon şişirmenin, bazen içinde, bazen seyirlik düşler kurmanın tiryakisiyim. Her yıl Mayıs sonu, Mut kayısı bayramına bir Mut 'lu olarak giderim. Mevimler boyu zaman aralıklarında Türkiye'yi gezmeğe çalışırım. Van'a yolum düşmüştü. Urartu kazılarını merak ettim. Dış ülkelerden gelip orada çalışan Prof. Hanri, eksikli bir tableti çözmeğe çalışıyordu. Yine eksikli bir cümle dikkatimi çekti."Yerküre de közdürkülleniryavaşlar ama yaşar". Orada çizdiklerimi resimle anlatmağa çalıştım. Bölük pörçük yaşanmışlıklar; huzurlu huzursuz. Rüzgar gibi geçti. İç ve dış dinginliğim ve kendime özgü bir yaşam biçemim var; Mersin'de İçel Sanat Kulübü, dolgun sosyal çalışmalarıyla, saygın bir kuruluş; sık sık onlarla olur gezilere katılırım. Ayrıca yaz ayları yurt içi gezileri seçerim. Çok kalabalık olmayan yörelerde. İçel Sanat Kulübü'nün onur üyeliğim var. Adana Sağır ve körler okuluna, Türk Hava Kurumu 'na katkılarımdan dolayı ödüllendirildim. Sabahları çok erken kalkar Seyhan kıyısında yürürüm. İki saat kadar süren sabah yürüyüşlerine, bazen bisikletimle çıkarım. Sabahın ilk ışıklarında doğanın süzgün, dinlenmiş yüzünü görmek, günün, dünden ayırımını duyumsamak için sessizce ona sokulurum. Irmak boyu sabahları, gün doğumunda doyumsuz görüntüler sergiler. Renk henüz renk olmadan, dinginliğin büyüsü içinde birliğin güzelliğini, yalınlığını, ötücü kuşların korosunun büyüsünü paylaşırız. "İlkeler ve Edim" yürüyüşlerden bir anıdır. Adanalı bu yürüyüşleri sevdi, yollar dolu dolu oluyor. Yürünen yol biter. Aydın Sanat evinin kapısındayız. Günaydın, yerleşik ve birleşik objeler hepinize. Aydın Sanat evi, benim kapsamlı portremdir. Çantalar, el değmemiş tuvaller üzerinde belirmiş tuşlar! 1945'ten 1994'e merhaba... Şövalyeler, binicisini bekleyen huysuz atlar gibi gergin. 7 den 70 e merhaba.! Aydın Sanat evinde herkes beklenir. Karınca kararınca ağırlanır. Günün durağan bir anında, çıkmazlarımla uğraşırken, kapıda bir gölge belirir. O bir gölge değil, ışıktır. Çıtıpıtı, mavilere bürünmüş, yeşil bakan, renk cümbüşü giysiler içinde oylumlu gamzeler, gülücüklü. Konuşurum, konuşur. Sesler ilahi tınılı, galeri şenlenmiştir. Masamda güller, gönlümde bin bir çiçek... Saatler kısalır, zaman bir başka boyutta dop dolu... Ayrılışında dünyam boşalır Gerçek hayal olur bana Karanlık mal olur bana Dostlar bir hal olur bana Deli olmak işten değil Olabildiğince birçok ayrıntıdan kaçındım. Bıkmaz, isterseniz ben yazmaya hazırım. E. Aydın, 10Eylül1998 Anılar; siz ne kadar sıcak, ne kadar cana yakınsınız.! Ben'siniz. Sizinle büyüyor; acısıyla tatlısıyla geçmiş günlerin renginde kokusunda mutluluk buluyoruz.. Yedi yaşından yetmiş yedi yaşa selam!.. İnsan bugünde yaşar ama geçmişte gezinerek kimliğini merak eder. Eğer kişinin bir sanat yönü varsa, bu iki bilinenden hareketle gelecek üzerine düşler kurar. Zamanda gezinmek, bilinçli veya bilinçsiz insanda yücelti yaratır. Yaratılışın özünde, zamanlarda gezinmek tutkusu vardır. Günlük ezgi ve üzgülerden kaçmak istediğimizde,genelde geçmişin fuluğ derinliklerine sığınır, köşede, kıyıda yaşadığımızı sandığımız mutlulukları anımsamak isteriz Şimdi sizlerle benim geçmişimde, doğup büyüdüğüm kasabada, Mut'tayız. Eldeki kayıtlara göre, o yıllarda Osmanlı İstanbul'da çöküyor, dünya bastırıyor. Asırların yoksulluğu üzerine yenilerinin yenisi eklenerek bir çığ gibi ülkemin üzerine hızla geliyor. Durumun vahametini gören, içinde duyan bir kişi var ortada, Sarı Paşa. Neredeyse memleketin tek sahibi, tek ağlayanı, tek düşüneni o sanki. Bir senedir Anadolu'dadır, kurtuluşa çare aramaktadır. Çareler bitmez, yeterki düşünen kafa, duyan yürek bulunsun. Paşa, doğrudan müdaheleyi düşünmez, ister ki kuracağı düzen ilerde halka mal edilebilsin, inanır ki halkın içinden gelmeyen bir müdafaa, eninde sonunda sahipsiz kalır, çöker. Bin mihnet, bin zahmet, binlerce açmazlardan geçerek, Cumhuriyeti kurar. İnsan üstü uğraşlarla kuruluşu ayakta tutmaya, varlığı korumaya, can siperane gayretler sarf eder. İnananların, olaya saygı duyanların yakın desteğiyle Cumhuriyeti kurar. İşte tarih ana, o büyük kuruluşun doğum sancılarını çekerken, büyük fırtınaların estiği, kara bulutların elektrikli boşalmalarının şimşekler, yıldırımlar oluşturduğu günlerde ilginç bir raslantı, ben de yollardayım. Böyle bir zamanda dünyaya gelmenin bedeli de büyüktür. Asırlar boyu sam yellerinin estiği yurdumun her yerinde gıda, giyim, korunma bir önemli sorundur. İmam Müderris Mustafa Efendi, ailenin kaptanıdır. Bizleri, akraba çocuklarını başına toplayarak vefakar, fedakar, iyilik sever, Hatice hanımın da yardımıyla kuluçka civcivi gibi kanat açmış, ısıtmış, ısıtmıştır bizleri. Dayı oğlu Hasan, Nuri, emmi oğlu Osman, İbrahim, Emine, Ayşe, Fadime, daha sonra bunların çocukları aynı korunmadan paylarını aldılar. Hala oğlu Hasan'ın kızı Şadiye üç yaşında yuvaya sığınan son göçmen kuştur. Şimdi evli, Mehmet (Muhasebeci), Hasan (Muhasebeci), Durmuş (Subay), kızları da evlidir. Bize sığınanların hepsi de aynı ölçüde mutlu günlerine ulaşmışlardır. Daha sonraları benim belleğimde yer ettiğine göre, kuluçka alışkanlığı bitmemiş, köyden, kentten okumak için sığınan baba dostu çocukları ki (doktor Mehmet) Oyladınlı Derviş ilkokullarını bizim daracık, fakat çok geniş gönül zenginliğimizde tamamlamışlardır. Bence bugün çok zor, dahası imkansız gibi gözüken bu yapının asıl uzmanlarını hatırlayabildiğimce yazmaya çalışacağım. Yıl Bindokuzyüzyirmiyedi, ben yedi yaşındayım. İlkokuldayım. Zayıf, sıtmalı, boy sürmeye başlamış, içe dönük, derslere ilgisiz, hayal gücü olan bir çocuk görürsünüz. Sınıflarda genelde öğrenci yoklaması yapıldıktan sonra, arka sıralardaki yerimde özel ekranımı açar, gemsiz hayal gücümün erim çizgilerini aşardım. Ders bitim zilinin çalması veya ara sıra da olsa öğretmen tarafından adımın söylenmesi, beni baygınlık derecesinde heyecana iterdi. İki atımız vardı, onların bakımı, sulanıp tımar edilmesi, ben üstlenmiştim. En sevdiğim zamanlar onların sırtında rüzgara, yağmura karşı gittiğim anlar olurdu. Onlar benim arkadaşım, kardeşim, atam ve öğretmenim olurlardı. Evimiz bize sığınan akraba çocuklarıyla, uzak köylerden gelen yatılı sığınmacı öğrencilerle, dört kardeşimin hatırda kalır hiç bir sürtüşmesi olmadan yaşadığı, yetmiş metrekare bir alandı. Paylaşmanın bu denli içtenlikli oluştuğu bir aile topluluğu artık hayal bile edilemez şimdileri. Yaşama şansına ulaşan biz dört kardeştik. Sırasıyla Naciye, Sıdıka, ben Ethem, Kemal. Bunların tanımlaması için ilerde yine konuya döneceğim. (Ethem Aydın'ın kendi fırçasından annesi) Annem okumamış bir kadın olmasına karşın ayrıcalıksız, her zaman saygın ve sevgisini yitirmeyen ideal kişiliğe sahipti. Öyle de ölmüştü. Olaylara sinirlenmeden yaklaşırken, doğruyu, en uyumluyu bulmakta üstün bir yetiye sahipti. Böylece aile içinde olduğu kadar komşu akrabalarda gelişen en son, en akla yatkın çözümü ondan beklenirdi. Annem güzel bir kadındı. Ama uzlaştırıcılığı nedeniyle erkeklerden saygı duyar, herkes tarafından sevilirdi. Karşılıksız vermek, onun değişmez karekteriydi. Büyük ablam, annemin bir benzeriydi. Okulunun en iyisi, en çok alternatif üreteniydi. Derste verilen konuların usanmadan evde uygulamalarını yapar, gerekenleri maket ve harita haline getirirdi. Ev işlerinde annemin yardımcısı, ödev hazırlığında hepimizin öğretmeniydi. Güzel resim yapardı. Bir defasında ablamın çizdiği bir çaydanlığı, ince kağıtla kopya etmiş, okula götürmüştüm. Öğretmenim Hilal hanım sinirlenmiş, resim defterimi ortadan ikiye parçalamıştı. Ablam 1968'de Mersin'de öldü. Zeki, hayatı seven 5 çocuk dünyaya getirdi. Çocukların hepsi evli. En mutluları Nuray olsa gerek. Küçük ablam özgürlüğüne düşkün, okumayı sevmez, çevresiyle hep ters düşer, hareketli, güçlü bir yaratılıştaydı. Çok geç evlendi. Çocuğu yok. Benim küçüğüm erkek kardeşim, girişken, sevecen, meraklı, konuşkan, okumayı sever, el emeklerine yatkın, ancak dokuzyüzkırkbir'lerin kötü geçim şartları nedeniyle ortaöğretimini yarıda keserek, evin geçimine koşmak durumunda kalmıştır. Fedakar, özveriyi seven, tuttuğu işi koparan, zor şartlar içinde başarıyı yakalamayı bilen, hayat dolu, kitleleri etkileme yeteneği olan, seçkin bir hatip özelliği taşır. Yaşayıp yaşatabilmek için çok ağır şartlarla karşılaştı, başardı da. Yaldızoğulları'ndan Naciye ile evli. Mustafa, Muammer, Muzaffer, İpek, Murat, Muazzez, altı çocukları var. Mustafa, Muammer, Muzaffer evliler. Bu gün aç ve açık değiller. sofraları sevdiklerine açık lokmasını üleşmeyi sever. Kemal soyadını değiştirerek Müderrisoğlu aldı. Ben 1949 senesinde Naciye ile evlendim. İki oğlum var. Biri 1954 doğumlu makina mühendisi. Diğeri 1958 doğumlu Çapa Diş fakültesini bitirmek üzere. E. Aydın, 18Temmuz1980 Cuma (Ethem Aydın'ın kendi fırçasından babası) Babam Müderris Mustafa Efendi; Ermenek'te doğmuş, edik dikme, saat tamiri, çift çıbık işleri, bağbahçe, hayvanhaşat bakımı, yetiştirilmesi, ağaç budama ve aşılama, dahası her işin ilk prensiplerini bilen birisi. Okuma yazmayı öğrenmiş, Kuranı iyice hatmetmiş, tefsirine, yorumlarına özenmiş özgür birisi. Siz ona başı boş, hayalci, serazat da diyebilirsiniz. Baba ocağından küçük yaşta kopmuş, başını alıp yapabildiğince uzaklaşmış yuvadan, dar çevre bağlarından, bağımlılıklardan. Belki askerlikte gözünde büyümüş olacak ki, onu Mısır'da buluyoruz. Evet şu Camüülezher'in bulunduğu Mısır'da. O günleri hayal ediyorum, genç, orta boylu, sevimli, konuşkan, girişken, hayal kuran, kurduğu hayallerin peşine düşen birisi. Yemeğini kendisi yapıyor, belki de bir arkadaş gurubu içinde eli en yatkın olan olduğu için. Nil nehrinde yıkanıyor, çamaşırlarını yıkayıp, bol güneşte kurutuyor. Dünyaca ünlü Camüülezhere devam ediyor, belkide medreselerinde birde yatacak hücresi var. Her işe eli yattığı, daha ziyade saat tamiri bildiği için çevrece aranır idi belki de. Tıpkı bugün olduğu gibi. Namaz kıldırabiliyor, Kuran okuyor, belki mevlütler içinde aranıyordu. Şikayetsiz yaşayıp gidiyordu. Ama ondan acele bir ayrılış görüyoruz, sebebi pek belli değil, üniversiteyi bitiremiyor, ayrılıyor. Daha sonraları Şam da, Halep'te de izlerine rastlanıyor. Babam, uzun bir süre Mısır'dan, Camiülesher' den din hocası olarak dönüşünde, Medreselerde hocalık yapmış, yerleşik çevre insanları arasında saygın olmuş birisiydi. Kendisi bizlerle uzun uzun oturup konuşmadığı için bilemiyorum, işittiklerime göre yazıyorum. Türkiye'ye dönüyor, Tabur İmamlığı, Akşehir müftülüğü, Selinti müftülüğü gibi kısa başlıklı ünvanlar da edinmiş. Babam Müderris makamına sahipti ve de layıktı. Bu ünvanı Mısır'da Camiül Ezher'de uzun bir süre kalarak kazanmış ama elinde canlı şahitler ve dopdolu kitaplar dışında bir onaylı belgesi yoktu. Hayal meyal şöyle bir belgenin kendisine verildiğini hatırlıyorum: "Müderris Mustafa Efendi, 1867 Ermenek , İbrahim Oğlu, Millet Mektebi Vesikası.!" Derslere devam etmeden yeni harflerle Türkçe okuma yazmayı iyice öğrendiğinden kendisine bu vesika verilmiştir. Kay. Müsbet ilimleri dini ilimlerle bağdaştıran, mütevazi işyerinde eşi, kız erkek çocukları dahil iş bölümü yapan, kadın haklarına saygılı, hurafeye inanmayan, ezanı ilk türkçe olarak okuyan, gününün ibadet dışında kalan kısmını okuyarak, arkadaşları ile tartışarak, saat tamir ederek geçiren, komşu ve çevre bahçelerini kendi bahçesi imiş gibi gezen, aşı yapan, fidan diken, Müderris Mustafa efendi kötülüklerden arınmış, sevilen sayılan bir insandı. Dikiş diker, yemeni, kundura, çizme onarır, duvar örer, köşe yontar, ağaç yetiştirir, budar, çeşit çeşit aşı bilir; kendinin bahçesi yoktu ama, bütün kasaba bahçelerine teklifsiz girer çıkardı, fidanları gözler, aşıladıklarıyla ilgilenir, meyvelerini tadardı.. Geniş bir kitaplığı vardı. Okumayı severdi. Okuduklarını özümser, kaynak kitaplardan zenginleştirir, gerekirse okul kitaplarını da inceler, zamanın müftüsü, kadısı, ülamasıyla uzun uzun tartışır, cuma hutbelerinde halka sunardı. Ölümüne kadar insanları aydınlatma görevine içtenlikle devam etmiştir. Açık fikirliydi, bağnaz değildi. Türkçe ezanı ezgiyle ilk okuyanlardandır. Yeni yazıyı da yörede ilk öğrenen ve öğretmeye çalışanlardandı. Asabi mizaçlı, ama kindar değildi. Bizler ve çevre, onu böyle tanır ve severlerdi. Uzun süre Mısır'da kaldığı için Arapça ve Farsça'ya hakim; hemen her zenaatta uzmanlaşmış olarak dönmüş. Saatçiliği de bu arada Mısır'da öğrenmiş olsa gerek!, bütün el sanatlarına da el yatkınlığı vardı. Ben O'nu 1930 larda tanımağa başladım. Kin garaz bilmez, karşılık gözetmeden veren, kanunlara saygılı, inkilaplara inançlı, insanları çok seven bir kimse idi. Unutmayınız 19301950 elli sene önce bu gün bile elit tabakalar arasında az bulunan biri yaşamış Ermeneğe orta yaşın üzerinde dönüyor, galiba evlenmeyi düşünerek. Ermenek'te camilerde aranan, sevilen birisi olsa gerek ki, zamanın zengin esnafından, Hacı Reşit Efendi onu ev, bağ sahibi etmek için, şimdiki adıyla Ermenek'teki Değirmenlik semtinde, güneş gören, ufku açık bitek bir bağı, çok cüzi bir bedelle vede kazandıkça ödenmek kaydıyla kendisine zorla satıyor. Yukarda arz ettiğim gibi, hem hocayı Ermeneğe bağlamak, hem de hoca ile bağ komşusu olmak için olsa gerek. Tek varlığı, iç çarşıda yetmiş metre kare civarında. Daha sonra bizlerin yuvadan uçuncaya kadar oturacağımız yer orası olmuştur. Müderris Mustafa Efendi yakın bir akrabasının güzel kızı Hatice hanımla evlenir. Sanıyor ve tahmin ediyorum Mustafa Efendi 3035 yaşlarındadır. Uzun süre gurbette yalnız oluşu, sıcak ve ılıman ülkelerde, düzensiz bir beslenmeyle sağlığı vahim, midesi zayıf, Ermenek'teki sert kış şartlarına dayanamadığı için, bütün ısrarlara rağmen Ermenek'ten Mut'a göç eder. Lal Başa camiinde imamlık, Mut'ta bulunan medresede dersler vermek suretiyle geçimini sağlar. Yazları ekseriya annem ve çocuklar yazı Ermenk'teki bağda, kışları Mut'ta geçirirken bende aileye karıştım. Benden önce kardeşler yarım düzineye yakın kardeş dünyaya gelmiş ve fakat yaşamak şansına eremeden gitmişler, belki de bu nedenle olacak akraba çocuklarına kapımız açık tutulmuş. Çok az bir maaş alırdı. O'na "Hidamet" derlerdi, pekte anlamadım, ama çokaz olduğunu duyumsardık. Babam tek insan değildi. Osmanlı'nın Feyzinden fazlasıyla faydalanmış bir müftümüz, müftü Nadir Efendi, bir Hakim, Hakim Akli Rıza Efendi, Müftü zade Hüseyin efendi, Cumhuriyetle beraber mebus olan Pepe Ali Efendi, (tabii önceleri mebus değildi) benim hemen hatırlayabildiklerim. Bu gratta olmasa bile, yine de mürekkep yalamış daha on kadar kişiyi hatırlarım. Hepsi saygı değerdiler. Cuma günleri, bayram ve onun dışındaki önemli dini günler haricinde hutbeleri hep babam hazırlar, hiç bir sefer uzun bir ön hazırlık yapmadan halkın karşısına çıkmazdı. Hazırlıklarını Müftü Nadir Efendi veya bulabildiği, bir veya birkaç arkadaşına okur, fikirlerini alır, sonra tekrar düzenler, yazısına da çok önem vererek hazırlardı. Benim hatırladığım günlerde, okul kitaplarından da hutbeye aktarmalar yapmayı ihmal etmezdi. Kuru bir dini bilgi yerine, yaşayan bilimsellikle de konuşmalarını bağdaştırmaya emek verirdi. Böyle çalışmaktan çok mutluluk duyardı. Muhteris değildi, kendisine Rumlardan kalan bir çok şey teklif edilmiş, zengin olanlarca toprak bağışlanmak istenmiş, kabul etmemiş, ancak Mut'tan ayrılmak üzere olan bir kaymakamın, uzun kaymakam denilen birinin evini satın almış, onunla yetinmişti. O yıllarda, müderris Mustafa Efendi, evde bir hayli hırçın, asabi, çocuklara karşı acımasızdı. Doğaldı ki, bizlerde dar bir mekan içinde, kalabalık bir aile yapımızdan sebep, kişisel sınırlarımızı yetersiz bulur, başarabildiğimizce diğerlerinin sınırlarını zorlar böylece uyumsuz olurduk. Fakat, babam Mustafa Efendi, genelde çevre ile çok uyumlu ve saygındı. Komşulara, komşu aile bireylerine hep yakın ve koruyucu, niza kabul etmez, hizmet etmeyi severdi. Kendi evinde otoritesi yüksek; kasaba halkına anlayışlı, sevegen, daima iş bitiriciydi... O zamanlarda (KADI' HAKİM', Müftü. Müderris); köylerin ve kasabanın, hukukla ilgili sorunlarını, yerleşik geleneğe, etiğe uygun olarak, uzlaştırma yolunu seçerler, kişileri, kanunların acımasız sürüncemeli, katı buyruğundan, böylece korurlardı. İnsanlar kendi aralarında anlaşmazlığa düştüklerinde, babam aracı olur, bu ev içi geçimsizliklerinde de böyle olurdu. Hukukla ilgili sorunlarını çoğunlukla tatlıya bağlama becerileri dillerde unutulmaz anılar bırakırdı... Evimiz dayalı döşeli değildi çok ama çok kitaplarımız vardı. İri, ağır, temiz ciltli idiler. Sanırım kitapların hemen hepsini de O okumuştu. Hem de tekrar tekrar ki, mezarında "İlmiyle Mümeyyiz" diye yazar. Bu ölümlü dünya için bu kadar içten bağlılıkla gece gündüz kendini ilme, insanlığın mutluluğuna adamış insanları yılların ötesinden daha iyi anlıyor kıskanarak seyrediyorum. Tehir sözcüğü için bir yeni sözcük ararsanızİşte o benim. İstedik ki (tabii neden ne sebeple istediğim de bilinmez) sizlere bu güne kadar gizlediğim veya gizlemeğe çalıştığım öz yapıdan bahsetmek, böylece her kişide olduğu gibi, asıl ben ile, yapma maskeli ben arasındaki çelişkiyi vurgulamak. Beş ölü doğan kardeşten uzun bir süre sonra sıra bana gelmiş, ama yedi ayın sonunda doğmağa kalkmışım, başta anam olmak üzere herkesleri bir telaştır almış. Ebe Hasibe nine, akzencefil, darifilfil, sinamaki, rezene, ebegömeci ile bir mahluta hazırlayıp anama yedirmiş, sonrada buharına oturtmuş, ben de doğmaktan vazgeçmişim. Dokuzay, on gün sonunda, yine bir aksilik başlamış, dünyaya gelmek istemiyorum. Tam bir ay geçmiş, doğum yok, sancılar devam ediyor. Yatağımın başında bilmem kaçıncı gününü uyuklayarak geçiren Hasibe nine, bir rüya görür, uyanınca kafasını sallar ve erken doğum için hazırladığı mahlutayı tekrar hazırlatır, uygulanır. O gece doğmuşum. Üç yaşında konuşmuş, beş yaşında yürümüşüm. Zaman israfından, eştendosttan utandığım için olacak, sekiz yaşımda ata binmeğe, on yaşımda yalnız uzun seyahatlara çıkmağa başlamışım. Onbeş yaşında evden çıktım, bir daha da dönmedim. Doğaldır ki, bu geçen sürede bazı münasebetsizlikler yaptım. Öğretmen oldum, pilot oldum, dahası ressam oldum. Doğaldır ki olabildiği kadar. Ben televizyon ekranını yedi yaşımda iken bulmuştum. Derslerde arkadaşlarım karatahtayı veya pepeme Murtaza beyi dinlerler veya dinlemeğe çalışırlarken, ben televizyonumu açar, dersleri ıska geçerdim, bana derste geçenleri soranlar hep hava alırlardı.Tabii ben de hep zayıf alırdım.Televizyonum o kadar renkli, o kadar bol kanallı idi ki hiçbir mutluluk, benim ekranımda ki kadar gerçek oamazdı. Hala o ekranı yanımda taşırım, hem de çok memnunum. Dostlar başına...... İlkokulu zar zor bitirdim. Sanırım her seneyi iki kere okudum. Birinci sınıfa çok acele konuşan, fevri mizaçlı Mümtaz bey isimli bir öğretmende eski Türkçe olarak başladım. Hatırladığım sınıf arkadaşlarım¸ uzun Ali efendi'nin Ömer, marangoz topal Mehmet usta'nın rahmetli Duran, Rodos'lu kızı Müzeyyen vs.. Kaymakamın evi denilen binanın güney doğusu alt katında bir sınıfımız vardı. Öğretmen çok döver, çabuk konuşur, iyi anlatamaz, asabiydi, çok dayak atar, sonrada şeker dağıtırdı. Böylece değnekten oluşan gözyaşları şeker tadı ile karışır, değişik duygulara dönüşürdü. Çocukluğum ezik geçti. evinde ekmeği ve müsafiri eksik olmayan bir aile, 192930 larda fakir sayılırsa fakir, deyilse orta halli idik. Hemen demek gerekirse bilgi, ilim, hoşgörü, sağduyu yönünden Türkiye genellerinin üstünde sayılırız. Zira bugün camilerde konuşulamayan ilmi ve fenni yorumlar Kur'anı Kerim'in gelecekler için yol gösterici daima akla mantığa yatkın tefsirleri cuma namazlarında halka ulaştırılmak üzere bizim evde hazırlanırdı. (Editörün Notu: Bu belgeler tarafımdan muhafaza edilmektedir) E. Aydın, 21Temmuz1980 P.tesi Yeni yazıya geçişimizi iyi hatırlayamıyorum. Galiba aynı binada üst katlardan loş bir sınıfta başladık. albümümde bulunan bir fotoğraf o günleri simgelese gerek. Ermenek'li çok kibar, beyefendi, bilgili, güler yüzlü, saygın Rıza bey (rahmetli). Lacivert elbise, beyaz gömlek, papyon kravat, ütülü giyimiyle şimdi bile kendisini çok net hatırlıyorum. Konuşmaları, el yüz hareketleri, bazen şehlalaşan gözleri, dalgalı saçları, kelimelerin sonunu uzatışı, herkesi beyefendi diye çağırışı..... O'nu rahat rahat sayfalarca anlatabilirim. O zatla ilgili olan herşeyi rahat öğreniyor, iyi belliyordum. Anlıyorumki hocalık çok ama pek çok ince bir sanat. Ben zayıf, sıtmalı, içe dönük, güçsüz, heyecanlı, dolayısı ile başarısız, günaşırı sıtma nöbetleri geçiren bir çocuğum. Evimiz tıkabasa insan dolu. Babamın odası, köşede şeker sandığından bir saat tezgahı, arkasında gömme dolap, tıkabasa ciltli kitaplar. Ocak üzerinde çalışan zil çalan boy boy ayara bırakılmış masa saatları günün her anını ayrı ayrı simgeler. Peryodik aralıklara böler dururlar. Bazen alarm, bazen de bir müzikal melodi ile daha da bir farklı geniş uzaklıkları işaretlerler. Böylece saat sesleri bizim evin nabzıdır denebilir. Babam orada çalışır, orada cuma hutbelerini hazırlar, orada ailece yemek yenir, çocuklar ders çalışır, misafirler kabul edilir. Karşı oda loş, çoğu zaman soğuk ve annem kız kardeşlerim ve onlarla bağıntılı şeylere ayrılmış. Bir de mutfak ve taş salonumuz var. Genellikle kavun, karpuz ve buğday yığılır. Banyomuzu kışın babamın odasında musandere dediğimiz dolap kapılı bir yerde yapardık. Odanın altında 1metre kadar yüksekliği olan toprak bodrum vardı. Sular oraya akar, toprağın emmesine terk edilir idi. Odanın ortasından bir tahta kapakla inilebilirdi ama çoğu zaman birkaç pirenin barınağı olan bu yere çok seyrek inilirdi. Taş salonun ortasından bahçe suyu geçerdi. Ama bütün şeyler bize çok orjinal ve sevimli gelirdi. Bu yaklaşık 100 metrekare olan üzerinde annem, babam, ablalarım, iki erkek kardeş, Oyladın'lı Derviş hocanın oğlu sonradan doktor olan Mehmet ağabey pansiyoner olarak yaşar giderdik. Kışın çoğu zaman amca, dayı, amca oğulları, hala oğulları, Ermenek'ten yatılı olarak gelirler bizimle kalırlardı.Durumdan anlaşılacağı üzere bizim evde ders yapmak, ödev hazırlamak bir meseledir. Bayramlarda namaza , hacı Nuh'lu, gereğinde çömelek, Hacı Ahmet'lerden Çortak(*)'tan yatılı müsafirlerimiz olur, beraberce bayram namazına gidilir, bayram yemeği yenir, ne aç ne de açık kalan olurdu. Bugünü düşünüyorum da evimize bir karıkoca misafir gelse bütün ev huzursuz oluyor, tedirgin oluyor hem de o günden en az 100 kat imkan içinde olunmasına rağmen. E. Aydın, 22Temmuz1980 Salı Akşamlar iş bölümü yapılır. Ahmet ağa en kuvvetlimiz en beceriklimiz, ceviz çırpacak. Naciye, Sıdıka, Havva, Ethem ceviz toplayacak, çuvallayacak. Seyde üzüm bozacak, Fadime sepetleri ipten alacak, öğleden sonra Hüseyin emmi eşeklerle köfe getirecek, kesik kulakla beraber çuvallar köfeler eve taşınacak. Herkes yemeğini yanında götürecek. Akşama böyük sofra evde olacak. E. Aydın, 21Ağustos1980 Üzümler sıkılır, cevizler kırılır ayıklanır, kazanların altı ateşlenir bahçelerde. Bandırma cevizleri dizilir ip ip, kişilerin adına, kazanlarda şıralar köpüklenir kaynaya kaynaya. Közler üzerinde firik mısır körükleri(*) , otantik sesler çıkararak çatırdar durur sabahlara dek. Uyku unutulmuştur artık yaşam sevinci içinde. Nişastalar ezilir, unlar karıştırılır, bandırma palizası(*) hazırlanır kıvamınca. Ceviz dizileri boy boy, batırılıp çıkarılır, iplere dizilir. Hıralar (*) tekrar doldurulur, iplere dizilirler altlarına birer kap konarak. Kurutulur gölgelerde, ayvalar pekmez kazanında kıvamını bulurlar. İş arası(*) kolay gelsin diyen her komşu baş tacı edilir, yedirilir içirilir. Evimizde, babam gözüyle okurköşesi düzenlenmiştir. O tamam. Ablam sessiz geç saatlere kadar rahat çalışır, küçük bir de yer masası vardır. Okulda dersleri çok iyidir. Günlük dersleri kolayca yapar, sonra gergef, iplik oyası, resim, bazen de ders araçları üretmekle zaman geçirir. Aman yarabbim.. ne araçlar ne araçlar. Hem görüntüsü güzel hem de bugün bile fizikte kimyada ne işe yaradığını hala bilmediğim ilkokul ödevleri. Hem de başparmağında dokununca ağrıyan bir yara var. Oyladın'lı Mehmet ağabey sesli okumazsa yapamayan anlayamayan bir tip. O da iyi resim yapar, başarmağa inatçı. Mutfak odada elinde kitap sabaha kadar çalıştığını çoğu günlerde uyuyakaldığını hatırlarım. İkinci ablam Sıdıka hanım dersleri pek sevmez. Kendibaşına buyruk, atik. Erkek oyunlarını bile bizden iyi oynar ve kurallara karşı. Dolayısı ile dersleri başarısız. Bol uyku uyuyan sağlıklı bir yapıda. Ben Ethem, hastalıklı, zayıf, mukavemetsiz. En iyiyi başarmak isteyen ama gücü en iyisine yetmeyen, heyecanlı, ötlek, hayal gücü sonsuz, başarısızlıktan aşağılık kompleksine düşmüş, sevilmeğe okşanmağa yatkın, onurlu ve en küçük bir zor karşısında düşünme, savunma, direnme ölçülerini yitiren birisi. Bazen bir taş, bazen bir sopa bazen de 4 teker üzerine çakılmış tahtalarla iniş yokuş yürüyen arabalar hayal eden, bu hayalle saatlerce avunan bir yapıya sahip. Galiba bu özellik bütün ömür boyu biraz az biraz fazla sürüp gitti. Realite ile ulaşamadığım yerlere her türlü yalanla, hakikatları çarpıtarak ulaşmağı huy edinmiştim. Oyun ve derslerde arkadaşlarımdan daima geri olmam sebebiyle aranır olmak için evden okula bol çerez taşır onların ilgisini geçici de olsa üzerime çeker, dükkandan fırsat düştükçe para aşırarak daha değişik sarflarla istekli guruplar arasında yerimi korumağa çalışırdım. Ablamın ödevlerinden genellikle resimlerini bir koz olarak derslere getirir, dahası, ben yaptım diye böbürlenirdim. Anlamadığım şey; bu gün ben ressamım. E. Aydın, 23Temmuz1980 Çarşamba Bir defasında çaydanlık, bardak, evet, çaydanlık bardak resmini sınıfa getirmiş benim diye arkadaşlara pozumu attıktan sonra, öğretmen Nihal hanıma ödev olarak göstermiştim. Öğretmen, çok kibar öğretmenlik özelliğine sahip olmasına rağmen defterimi ortadan yırtarak başıma çalmıştı. Bir defasında yine belki bir çok kereler derse kalkma sırası bana yaklaşınca öğretmenim çişim var diye helaya gider, bazen de heladan aranacak kadar gecikirdim. Nihal hanım, çok iyi, bilgili, güzel bir terbiyeci idi. O muhterem kadın belki beni çocukken ölüp gitmekten kurtardı. Denilebilirki o benim ikinci anam oldu. (*) zaten sıtma ile çok zayıflamış olan bünyem böylece daha da yıpranır, beyin gücü çok zayıflar esrarkeşler gibi yaşar giderdim. İşte Nihal hanım böyle bir zamanda öğretmenimiz oldu. Önce duruma teşhis koydu. Sonra beyi hükümet tabibi Mustafa beye havale ederek, durumun tıbbi yönü ele alındı. Sonra anne ve ablamla konuşarak okul ev arasında işbirliği yapılarak konuya el konuldu. Daha sonra kişiliğim üzerinde ince ve bıkmayan araştırmalar yaparak beni çok iyi tanıdı ve başarı için yolumu açtı. Bazı özel fakat çok yerinde fırsatlar vererek kişiliğimin gelişmesine öncü oldu. Küçük başarılarla hayatı sevmeme yardım etti. Ben işte bu muhterem kadınla dünyaya geldim. Bu saygın kişi hakkında her arkadaşım unutulmaz anılarla doludur. Bundan sonraki günlerimde başarı savaşları da vermeğe başladığımı hatırlarım. Galiba sınıf dördü okuyordum. Hocamızı hatırlamıyorum. Sınıfa müfettiş gelmiş, işlenmiş olan derslerin tekrarı için bütün sınıfa hitab ederek kim tahtaya gelmek ister demişti. Sınıftan o seçkin zeki, Kadir, Mazhar, Emetullah, İlhan mazhar öğrencileri tam siper yapmış gözden kaçmağa çalışıyordular. O sırada ben parmak kaldırarak derse kalkmak istemiş, sınıf öğretmenimizin pek de istememesine rağmen haritalar başına giderek gayet rahat göç yollarını anlatmağa başlamıştım. Arkadaşlarımın gıpta ile öğretmenlerimin hayretle bakışları karşısında müfettiş ve başöğretmenin aferinlerini almış ve böylece içimdeki yenilmez şeytanı yenmiştim. Okul biterken yine tarih ve coğrafya imtihanında çok iyi bildiğim sorular çıkmış ama heyecandan cevap verememiş, uzun uzun ağlamıştım.Ama o sınıfta beni tanıyan seven öğretmenler sabırlı kişiler vardı. Beklediler. Onore ettiler ve bildiğime dair inancımı desteklediler. Başardığımı gördüler. Bakınız yeni hatırlıyorum ben kalenin surları üzerinde bulunan sınıflarda da okudum ama şu anda açık seçik hatırlayamıyorum. Şunu diyeceğimki çok ama çok kıymetli öğretmenlerimiz vardı. Tevfik hoca birkaç arkadaşı ile bisiklet tekerleği, zincir, şu bu yardımıyla Kale Pınarı altında bir elektrik türübünü kurmuşlar,okulu Pınarbaşını aydınlatmışlardı. Cemil hoca matematik ve yıldız bilimleri, belkide meslek okulu bile görmemiş bir köy öğretmeni (hacı ruhlu). Bir gece ben ve kardeşlerine gökyüzünde burçları, yıldızları tasnif ve tarif etmiş araştırma nirenglerini uzun uzun anlatmıştı. Acaba bu insanlar nasıl yetişmişlerdi. Bugünün öğretmenleri hiç gökyüzüne veya çevrelerine alıcı gözle bakarlar mı? Mamhut hocalar, Nebil beyler, Nihal hanımlar... Din adamları da bir başkaydı o günlerin. Müftü Nadir efendi tipik bir Osmanlı, soyu zengin bir bir Atatürk yanlısı idi. Dini görüşü çok olgun ve deneyimleri müsbet ilimlere dayalı, yorum tefsirleri ile daima büyük kalmıştı. Oğlu öğretmen Nasri bey, Mahmut Mutlay, Kazım Yaprak, pırıl pırıl zeka kaynağı idiler. Müftü bizlere zeka bilmeceleri sorardı.... Bir köprüden 3 kişi geçer, biri bakar basar geçer, biri bakar basmaz geçer, biri de bakmaz basmaz geçer gibi. E. Aydın, 25Temmuz1980 Mahmut hoca, Çortak'lı Cemil hoca, Tevfik hoca, Pepe Ali efendi, Müftü Nadir efendi, Müderris Mustafa efendi, Sadi bey, Nebil bey, Emin bey, Vehbi bey, başöğretmen Rıza bey, Yusuf bey, sopa tokat atmada çok marifetli Nihal hanım ve daha hatırlayamadığım büyükler.. E. Aydın, 26Temmuz1980 Her insanda olduğu gibi, benim de hayal ettiğim veya gerçekte var olan, anımsamaktan zevk alacağım bir özgeçmişim var veya olmalıdır. Girintisi çıkıntısı, eğimi, suyu, yeşili, karı çok bir yerdir Ermenek. Yazları serin, verimli, bağlık bahçelik, çalışkan insanların diyarı ve yeridir. Anam, babam akrabadırlar ve oralıdırlar. Dar ve sınırlı topraklar üzerinde daha çok üretmek zor olduğundan, bir kısım yeni yetmeler, ulaşabildikleri çizgilere kadar dağılmış, oralarda yerleşmişlerdir. Babam Mustafa böylece, Mısır'a kadar uzanmış, gençliğini, Camiilesher çevresinde yapabildiği kadar okuyarak, çoğunlukla boğaz tokluğuna çalışarak geçirmiş, yurda döndüğünde, Osmanlı idaresi içinde, medreselerde ders vermiş, ismi Müderris Mustafa Efendi olmuş. Annem, o zamanın her kadını gibi, evinde kısmetini beklerken evlenmişler ve Mut'a yerleşmişler. Gerçi, uzun süre Ermenek'te oturulmuş. Kardeşler doğmuş, kardeşler ölmüş ama benim için hayat Mut'ta başlar. Cumhuriyetle yaşıtım hatta, mayıs doğumlu da olabilirim. Belleğim, ilk anıları ilk okulda buluyor. Sonradan, Kaymakamın Evi diye adlandırılan bir binanın alt katında, bir köşe sınıfta, eski yazı öğrenmeye çalışıyoruz. Mümtaz Bey, bir elinde sopa, bir cebinde şeker dolu olarak sınıfa girer, bilene, uslu oturana şeker, bilmeyene sopa, tokat atar. Konuşması hızlı ve pepeme idi. Zayıf, esmer ve belki kahve, yeşil tonlu gözlü, gözlüklü birisiydi. Allah rahmet eylesin. Yeni yazıya bütün Mut'luyla birlikte, bahçelerde, salonlarda ve her yerde başladık. Annem bile yazıyı öğrendi. Hele babam, bizlere öğretmen bile oldu. Nerden geldiklerini, nerede okuduklarını bilmediğim, milliyetçi kültürlü öğretmenler, birden bire var oldular, derslikler doldu. Üniversite çaplı dersler alındı, verildi. Solgun çizgileriyle anımsadığıma göre, gece dersleri verilirdi. Bir takım uzaylı kişiler, öğrencilere, gökyüzü hakkında bilgiler verirlerdi. Daha sonraki yıllarda, sık sık, soylu temsilleri, Mutlu'ya izletirlerdi. Oyuncular ise, ayakkabı boyacısı, sucu, duvarcı ustası, berber, kasap, öğretmen, kaymakam, hakim, imam kol kola, iç içe olurlardı. Şaşılası durum, bugün bu insanlar, birbirlerini görmezler veya görmezlikten gelirler. Mut'ta, eskiden, kış ayları çok çetin geçerdi. Pınarbaşı'nda bir değirmen vardı. Oluklarından ve saçaklardan, uzun buz saçakları olurdu. Fırtına güçlü eser ama merkezi eserdi. Sarı yapraklar, çınarların dibinde büyük yığınlar oluştururlardı. Biz küçükler, öncelikle ben, o yığınların altında ilerlemekten haz duyardım. Oyunumuzun bitmemesini isterdim. Okulda geçen günlerim ne kadar sıkıcı ise, sokaktaki zamanım o oranda zevkli ve doyurucu geçerdi. Sanıyorum, sağlıklı bir öğrenci değildim. Evimiz kalabalıktı. Topu topu yetmiş metre kare bir alanda, akrabaların çocukları, köyden okumaya gelen yatılı birkaç öğrenci ve dört kişi biz ve ana baba. Bunların normal gereksinimleri, çocuk olunsa da, bir takım şeylerin paylaşılması gerçeğini, bize öğretmişti. O yılların moda hastalığı, sıtma ve arkasından veremdi. İkisinden de ölenlerin sayısı, hep yarışırlardı. Günaşırı, ateşim çıkardı. Yatar, nöbet sonrası yorgun, ayağa kalkardım. Çocuk ama takatsiz, güçsüz boy atıyor, beyni henüz beslenemiyor ve bütün bu nedenlerle, başarının tadını alamıyordum. Okulu sevmiyordum. Resim ve elişlerine karşı ilgim vardı. Öğretmenimiz bize, doğal alçı taşını tanıtmış, hazırlanmasını öğretmişti. Çok güzel kalıplar alıyor ve boyuyorduk. Uygun zamanlarda, dere kenarında kil heykelcikler yapmaya giderdik, sınıfça. Benim bol imkanım, babamın saatçi olması nedeniyle, evdeki onarıma gelmiş veya bozuk, eski saatlerin, sökülüp, dağıtılması idi. Onları karıştırırken de, mekanik yapıya bir ilgim oldu ve kısmen de olsa, saat tamirini öğrendim. Hemen hemen her aile birimde, okul ve dersler yan hizmet kabul edilirdi. Asıl görev, evin iç hizmetlerindeki iş bölümünün aksamaması idi. Pınardan su taşımak, çamaşıra gitmek, ipek böceği için yaprak toplamak, değirmene, un veya bulgur öğütmeye gitmek, bahçe hizmetleri, özür götürmeyen, asal işlerdi. Hepimiz de, bu sorumluluklarımızı, çok ciddiye alır, başarmakla koşullandırıldık. Bilinirdi ki, üslenilen görev, koşulsuz edime ulaşacaktır. İkinci bir şekli olmaz. İlkokul yıllarımı hayal meyal hatırlarım. İlkokula başladığım yıl, yeni yazı çıkmıştı, Murtaza bey öğretmenimizdi. (1Kasım1928.) Birinci sınıftaki çevremi net hatırlamıyorum. Öğretmen iki kız arkadaş, Rodosluların kızı Müzeyyen ve şimdi ismini anımsamadığım birisi. İkinci sınıfta daha çok hatırımda kalanlar var. İkinci sınıfı loş bir salonda okudum, sınıf ayrıntılarınıda çok az hatırlarım. İşte o seçik olmayan günlerden, en eski fotoğraf. Solda, elinde bir çift yedi veren gülü, pınar başında, dut ağacı dibinde, Mırza beyin Mehmet'le kol kola objektifin karşısındayız. Ne o ne de ben, bir gün öğretmen olacağımızdan habersiz, objektife bakıyoruz. Kim bilir, ilkokulun, ilk sınıflarından hangisindeyiz, hangi güzel anımızı yaşatmak için yan yanayız? İkinci bir fotoğraf, yıpranmış, zamana direnci kalmamış ama çok çok iyi çekilmiş bir fotoğraf. Bin dokuz yüz yirmi dokuzlardan bir ilkokul sınıfı. Bu bizim sınıfımız. O zaman çekilmiş bu fotoğrafta hemen hemen bütün sınıf arkadaşlarımı, isim ve hususiyetleri ile tanırım. İşte arkadaşlarım. İsim isim saymaya çalışacağım. Sağda, dünya tatlısı ve bilgilisi öğretmenimiz Rıza Bey, Ermenek'ten Hacı Hulisilerden. Yanında Delil'in oğlu Hüseyin, Aslan Yalçın sonraları belediye başkanlığı yaptı, iki kişiyi atlıyorum, Halit Efendi'nin kızı Şefika, Müzeyyen, Emetullah, Fatma, Doktorun oğlu Sadun, ikinci sırada Alibaba, Doktor Rahmi, Kemal, Gülonpara, Fatma, Neriman, Türkan, Şadan, Sabri, geriye doğru, ben, Ziya Özmutlu, Tahsin, Mustafa, Hüseyin, Cemil. Üçüncü sınıfta Ermenekli küçük Rıza bey diye adlandırılan bir beyefendi, kibar, ılımlı, uyumlu, bilgili, çocuğu çok iyi tanıyan bir öğretmenimiz vardı. Deli efendinin oğlu Hüseyin, yanında Aslan Yalçın, derslerden çok oyunu seven, yıllar sonra Demokrat Parti Belediye Başkanlığı yaptı, başarılı idi. Bir trafik kazasında öldü. Yanı da Halit Efendinin kızı Şefika, Rodoslu kızı Müzeyyen, İnhisar memurunun büyük kızı Fatma, Göde doktor, Zihni beyin oğlu Sadun, (sonra oda doktor oldu). Arkasında, ikinci sıranın başında Ali baba, Rahmi, (Dahiliye doktoru oldu), Kemal Baykal, içli bir kız olan Ali Kemal'in kızı, Şebboy, (Gül on para) denirdi, bir temsildeki başarılı rolü sebebiyle, Hacı İbrahim oğlu İbrahim efendinin kızı Fatma, Müftünün, Nadir efendinin kızı Türkan, Gülnarlı Sabri, Şadan Gürpınar, Müftüzade Süleyman Efendinin oğlu Ziya, (Orman yüksek mühendisi oldu), Tahsin, Cemil, Abdurrahman, Palantepe'den Ali Osman, Ethem Aydın (Resim öğretmeni oldu) ben, bakkalın oğlu Ali, Madenci Mustafa, Süleyman (Fen öğretmeni oldu), Demir ağanın oğlu Nehir (bunlar birkaç öğretmen idi). Atımızı, bir yerlerde durmamanın güzelliğine bağladık, yürüyoruz. Şimdi, o bölüme yakın, bir başka fotoğrafın izlenimlerine bakalım. Bin dokuz yüz otuz. Dördüncü sınıf.Vekil öğretmen Nebil Bey, yanında Hasan Ali, Mehmet Gürtürk, Muzaffer Zülfikar'ın oğlu, Aslan Yalçın, öğretmenin öbür tarafında, Uzun Ali'nin Ömer başkatibin oğlu Ömer, Sulhi, hemen Önünde ben, Tahsin'le baş başa Emetullah, Fatma, Zarife, Delil'in Hüseyin, Alibaba, Ali Korkmaz, Kemal, Şadan, Kemal'ın kardeşi Sulhi. Dördüncü sınıfta, herşey biraz daha açık seçik oluyor. Başka bir fotoğraf: Sınıf öğretmeni Nebil bey (vekil öğretmendi), yanında uzun Ali'nin oğlu Ömer, Reji memurun oğlu Ömer, (Hotompelci deridi), Kemal, Ermenekli Hasan Ali, Mırza bey'in oğlu, Mehmet Gürtürk, Zülfükar'ın oğlu Muzaffer, Aslan Yalçın, Ali baba, Hüseyin, (delinin oğlu), Müftüzade Hüseyin efendi kızı, Zarife, Reji kızı Fatma, Emrullah, Ülker, Tahsin, Ethem, Ali Korkmaz, Süleyman Baykal, Şadan Gürpınar, Sulhi, Abdurrahman. O zaman Mut'ta bol miktarda pirinç ekilirdi. Dolayısıyla sıtma bir salgındı, bende sıtmaya yakalandım, ilaç yokluğundan başarısız oldum, sınıfta kaldım. Mut insanı birbirlerini iyi tanır, çok okumuş büyük sayılan kişiler, duruma her zaman hakim olurlar, yoksulu doyurur, yolsuzun kulağını çekerlerdi. Tüccarlarımız da çok Osmanlı ve centilmendiler. Yoksulları gözetir, aç, çıplak bırakmazlardı. Gençler çevreye saygılı, sokağa sahip, sarhoşlarımız çelebi idi. Öğretmen Neşri bey beyefendi, görgülü, çok gezmiş, zeki birisi, Hacı İbrahim oğlu İbrahim, Saraç Hüsamettin, abisi Şevket, berber Fuat, berber Alaattin, berber Hüseyin, kasap Nuri, Akkulak hatırımda kalan beyefendiler arasında. Düğünlerde baş çeken arap Reşidi çalımlı atının üzerinde vakur, organize edici, gözümün önünde duruyor. Halkımız fakir olduğu için, evlenmeler, çoğunlukla, kız kaçırma yolunu seçerlerdi. Hakim, medresenin Hocası, Kasabanın Müftüsü'nün manevi saygınlığını, dinlenirliğini, devreye sokar, anlaşmayı sağlardı. Bu iş, kızın, kasabada güvenilir bir eve konuk getirtilmesiyle başlar, sonra uzlaşma yolları suçlunun tutuk evinde konuk edilmesiyle taraflar, ilgililerle akılcı konuşmalar yaparak, gerçeği, daha akılcı bir çizgide ortaya koymayı başarırlardı. Tutuklu, çıkarılır, nikahları kıyılır, herkes köyüne huzur içinde dönerdi. Anıları dillere destan olurdu. Kasabamızda, düğünler, hep renkli olurdu. Zengin fakir ayrımı sezinlenemezdi. Size dilimin döndüğü, belleğimin izin verdiği ölçüde bir düğün anlatacağım. Tipler yaşayan anılan gerçek tiplerle. Reşit Emmi, uzun boylu esmer olduğu için (Arap Reşit) denirdi, beyaz, oylumlu, hareketli bir atı vardı. Hemen hemen anımsadığım her şenlikte, Emmi atının üzerinde, çakır keyf, biraz da yalpalanarak düğün alayını denetler, düzenler; zaman zaman da önde olurdu. Gür ve buyurgan, anlaşılır diliyle, sevilen, sayılan görkemli bir simgeydi. Koca davulun mor vuruşlarıyla danseden beyaz atın üzerinde bir ilah görünümüyle önde olurdu. Sonra gelin ve korumaları, akrabaları, yine at arabalara bindirilmiş olarak şenliğe karışırlardı. Daha sonra kazamızın ünlü ve fakat beyefendi sarhoşları atlarının üzerinde sağa sola sarkarak, naralar atar, şölene canlılık kazandırırlardı. Berber Fuat, berber Alaaddin, berber Hüseyin, kasap Ahmet, kasap Nuri, Osman EfendiZade Şükrü, İbrahim kardeşler, öğretmen Neşri ağbey, tapu memuru, Muhittin, Urumlu'nun oğulları dolma İbrahim, marangoz Musa, marangoz Nuri, aşçı Ahmet, terzi Fevzi ağbey (Müftüzade Süleyman Efendi Oğlu) civan kör Ömer, tüccar Halit Efendi, helvacının Oğlu Kadir, İbrahim Selami, Apdurahman Efendizade Habip ağbey, İnce İmam, Koca Külahın Oğlu, tahsildar Göde Nuri Akkulak Mehmet, kunduracı Şevki Ağbey, İsmail Susan Emmi. O günler bir hayal olup uçup gittiler, hatırası kaldı bizlere. Bizler ise doktor Rahmi Baykal, Heykeltraş Hüseyin Gezer, savcı Mazhar Arıkan, ağabeyi İlhan Arıkan, doktor Mehmet Ünal, Orman Yüksek Mühendisi Ziya Özmutlu, Matematikçi Hayrettin Özmutlu, Fen öğretmeni Süleyman, resim öğretmeni ben Ethem Aydın hemen hatırlayabildiğim isimler, gücümüzce okuduk ama Mut'luya, Mut'un eski büyüklerine layık olmadık, dağıldık, her birimiz bir yerdeyiz. Yine yirmiyedili yıllara dönerek fuluğ anıları izleyelim. Dedemin ve de dedelerimin, babamın 90 yılını saniye saniye soluduğu günler, çocuklarını büyüttüğü annelerin ninniler söyleyerek uyuttuğu evler, gezindiğimiz kırlar, iyi kötü anılarımızın bu bıraktığı sevilmez olduğu günler, büyüdüğümüz okuyup ödev sunduğumuz evlenip aileler kurduğumuz köyler kasabalar, uğrunda savaşlar verdiğimiz topraklar, türküler, şarkılar söylediğimiz, ağıtlar yaktığımız yıllar belleklerde yer eden duygular düne uzayıp giden öykü (*). Tatlı bir masal gibi kaldı, geçmişte esrik günler.! İnsanlar bir zamanlar kendileri için eker, biçer, dokurdu. İneğini,koyununu sağar,sütünü mayalar,yoğurdunu yannıkta bişşekle döve döve yağ, ayranından çökelek, lor, ekşimik yapar, koyunun, keçinin tüyünü gırklıkla kırkar, kirmanında, örekesinde eğirir. Yöresine özgü bitki yaprakları kök, meyve kabuklarıyla, kendi etiğinden anımsadığı yöntemlerle boyar. Isdarında, çulhasında benek benek bezeklerle iç dünyasından algıladığı özlemini, sevgisini, aşkını, rüyalarını ilmik ilmik dokurdu. Herşey ne güzeldi; olması gerektiği gibi.... Tohumu tarlaya atar, üstünü tapışlaya tapışlaya, çocuğunu uyutur gibi ninniler söyleyerek yeşil günlerin düşüne bırakırdı...Tohumun düşü, insanın düşüyle örtüşürdü. Beklenen yağmurlar sonrasında, yeşiller mavilere uyanır, ürünün yalbırtısı, denizler kadar dalgalı, tatlı esinle aşk olurdu. Mevsimler ilerledikçe sararan ekinler, gönüllerde dinginlik yaratırdı. Oraklar çakmak taşıyla bilenir, düğen gayıtları tung yağıyla yağlanır. Aile bireyleri, çoluk çocuk, yaşlı, genç elliklerini tıkırtadarak, tarlanın bir ucundan sevgiliye koşardı. Bu sevişme sürecinin bir aralığında, bereket ananın muştusu duyurulurdu.. Yemek hazır.. Ütme pilavı ve ayran, üzerine kana kana içilen su ilk ürünün kutsama şöleni olurdu. Günler kısacık, ürün dağlar gibi oldukça, gönüllerde mutluluk mayalanırdı. Sonra sıra harman yerinin hazırlanmasına gelirdi. Tarlanın bitek olmayan bir yerine su bırakılır, iyice emdirilir. Ayaklar çıplanır, etekler çemlenir, balçığın içinde tepinilir, oynar, türkü söylenirdi. Çamur yoğunlaştıkça hareketler zorlaşır, oyun daha bir coşkulu olurdu. Bu iş de bitince, iki gün harman yerinin kurumasına yeter. Güçlü eller yuvak taşını iki ekseninden kavrayan uzun bir "U" harfine benzeyen demire takarak getirir. İzlerin yarımı üzerinden gidilir gelinir, toprak sıkıştırılmış olur. Üç gün kurumaya bırakılır. Sıra ekin destelerinin harman yerine taşınmasında. Deste, bir sevgili gibi kucaklanır. Kılçıklar yanağa ve yüze değdikçe, daha bir iştahlı, daha bir neşeli koşulur, yenilerine... İş bilen bir büyük, sapları bir dirgenle kullanıma hazırlar, harmana yayar. Sıra düğen koşumunda: Sarı inek buzağıyı büyüttü artık çifte koşulabilir, boz öküz epey zamandır kızakta. Düğenin çakmak taşları yenilenmiş, sıkıştırılmış, koşum gayıtları temizlenmiş, boyunduruk silinmiş, zelveler onarılmış, oyunumuz belli olmuş, oyuncaklar hazır. Sapların altından açılan tünel oyunları da bitmiştir. Uyku tutmayan bir gecenin sonunda, sabahın ilk aydınlığında, sıcacık fesleğen(reyhan) ile efsunlanmış, sütlü çorbalar acele acele, ağızlar yana yana içilir. Haydi harmana... İnek boyunduruğa uyum sağladı. Ama boz öküz sap yemek sevdasında, yüke binmiyor; düğenci, övendire ile onu uyarıyor, bir tekme biraz naz, işte oda tamam. Düğen dönüyor, harman yavaş yavaş yollandı, düze vardı; sıra bize geliyor. Koşumlar ecele ellerde, ayakta durmak bir beceri; oturuyor;HOHAA dönüş başladı. Herkes payına düşen kadar sebeplendi. Aynı yönde gidip gelen sığırlar yoruldu; yön değiştirmek zamanı, o işi IRRIemriyle bir büyük yapar. Eyvah sarı inek, sapı bokladı; düğenci iki eliyle, samanla birlikte mayısı aldı, tarlaya attı. Artık tınaz oluyor, ortaya yığılıyor çeç oluyor. Uygun yel bekleniyor, sapı samandan ayırmak için. İkindiye doğru bir yel çıkıyor, günindiden düğenci çeçi yabayla savuruyor. Yel samanı biraz içeriye uçuruyor, buğday öne düşüyor...yığın umutlara çıkıyor, ekmek büyüyor.! Kardeşlerin miltanı, zıbını, büyüklerin borcu, gideri ödenecek. Harmanda sıcak turuncu ürün yığınları, gelecek yılların umutları ikinci bir güneşin yalbırtısını taşıyor. Nice nice bol ürünlü yıllara çiftçi kardeş... (Yerel sözcükler: Yannık: İçinde yoğurt dövülen eylenmiş keçi derisi. Bişşek: Özel ağaçtan yapılmış, beş delikli, su tası biçimli, düzgün, uzunca bir meşe sopasına tutturulmuş aygıt. Çıkrık: Gelefe, yünatacağı. Kirman: Elde yün eğirmek için kullanılan dörtlü fırıldak. Öreke: Aynı amaçlı baş tarafı topaç gibi, biraz da uzantısı olan araç. Isdar: Çul, çuval, kilim dokunan aygıt. Çulhaldık: Aynı işin daha değişik dokuma gereci. Tapışlamak: Toprağa ana şevkatiyle, hafif hafif vuruş. Ellik: Sapların parmakları kesmemesi için bir tür tahtadan koruncak. Dirgen: Harmanda sapları yaymak için kullanılan çatallı araç. Boyunduruk: Çifte koşulan hayvanları beraber hareket ettirmek için boyunlarına geçirilen ağaçtan özel yapılmış araç. Zelve: Hayvanların başlarını boyunduruktan kurtarması için, başın iki yanına, dikine geçirilen sert, ağaç çıbık. Övendire: Üç görevi olan, üç metre uzunluğunda sopa. Hayvanları yürütmek için sivri, demir çivi, Embel, diğer uçta çocuk eli gibi metal, saptaki taş, toprak ve benzerlerini atmak, düğencinin ayakta dururken denge unsuru. Yaba: Harman savurmak için tahta çatal.) E. Aydın Sonbahar ve kış ayları kasabamızın en coşkulu, yaşam dolu insanların birbirlerine en yakın olduğu, çocukların anlatılmaz mutluluklarla coştuğu mevsimlerdir. Ürünler, el birliğiyle toplanır, Pazarlanır, her aile zengin fakir, gece demeden, gündüz demeden kış hazırlığı içindedir. Bulgur kazanları fokurdar, pekmez kazanları kaynar, köpük ikram edilir, cevizler kabuğundan ayrılır, türlü türlü desen ve görüntüde iplere dizilir, sıra bandırma yapmaya gelmiştir. Pelte hazırlanır, dizgiler banılır, iplere asılır, altlarına sırkıntı kapları konur, büyük küçük herkes içten görev içinde, geceler boyu, seve seve çalışır. Kazan ateşleri çevresinde sömek mısırlar pişirilir. Pekmeze atılan ayvalar yenir, durmadan dinlenmeden uzun uzun ışıklı ve renkli geceler sürer gider. Gündüzleri bütün komşu bahçeler çocuklara açıktır. Ağaçlarda, toplanırken unutulmuş meyveler başarlanır. Un ve bulgur değirmenleri önünde rengarenk çuvallar sıra beklerler, çoğunlukla nöbet için orada yatıldığı da olur.Değirmen önünde çuvallar,arasında kadın ve çocuklar,biraz ötede yük getiren ve götüren eşekler coşkun bir trafikle sürer gider BAĞ BOZUMU BANDIRMA1 İşte mevsimler döndü, güz geldi. Yağmur yüklü bulutlar oradan oraya koşturuyorlar. Ara sıra, şimşek çakıyor, arkasından ta derinlerden başlayan, titreşerek yayılan, gümbürtüler, geliyor. Yağmurlar yakın, serpiştirmeye başladı bile. Üzümler henüz barınalarda, cevizler ağaçlarda, kışlık tarhana, nişastalık, bulgurluk, değirmenlik buğdaylar sergide. Acele etmek gerek.! Sırıkcı yoldan bağırıyorÇırpıcıı! Bu yıl ağaçlar az ceviz var; pazarlık, götürü olarak pazarlık yapılıyor, anlaşma tamam. Çırpıcı, elinde sırığıyla dalların uçlarında, bir teyin gibi, dolanıyor, uzun sırık, dal uçlarında çotulları buluyor, dalı destek alarak vuruyor: Şırank diye tok bir ses arkasından bağın kenarların kadar yayılan tapır, tapır, tapırrbu sesin uzun süreni sevindiricidir. Çocuklar, pür dikkat, dağınık alanlarda, yere çarpan cevizlerin uzaklığı düşüş sesinden bilinir. Tapır tapırların geniş alandaki yerini ve yönünü kaçırmamak gerek!. Sırıkcı başka dallara geçtiği zaman, elde sepetler, koşuşturma başlar, çünkü, ağaçtan hızla düşen ceviz, kurşun gibi ağırdır. Sırıkcı ikinci, üçüncü dallara geçtiği zaman, sepetler kollarda çalı, çırpı, duvar kovukları iyice aranır, acele tekrar tekrar dolanılır. Ark kenarlarında, böğürtlenlerin yırtıcı dikenleri, ısırgan otlarının kaşındırıcı yangısı, oyunun coşkusudur. Çalı dipleri, ot araları, taş kovukları; yılan, akrep, böğ korkusuna karşın, titizce aranır, sepetini dolduran, daha önce özel derince kazılmış çukurlara boşaltır, yenilerine koşulur, çukurlar çirkli cevizle dolunca, üzerine kalınca toprak yığılır. Birkaç gün bekletilecek, Çirkinin buruşarak cevizden kavlaması için, birkaç gün yeterli!. Artık geceler boyu sürecek uğraş başlıyor. Herkes kendine uyan tezgahını, (düz ağırca, bir de dik uzunca taş) hazırlar. Büyükler havaneli, keser de kullanabilir. Masalcı altıparmak Fadime nene konuk edilmiş, çirkleme başlıyor: Önce yeşil kabuk yavaş yavaş vurarak gıli çıkarılır. Öncelikle çirkleme, sonra kırma ve eyleme işine geçilecektir. Gözler işte, kulaklar masalcıda, ağızlar çalışır. Eyleme işlemi biter. Eller çirten kınalı, gözler uykulu... İlk sabahta kavlak cevizler dama çıkarılacak, gün boyu kurutulacak, teyinler kovalanacak. Bu işler ufaklıklarındır (yani bizlerin). Akşam, cevizler damdan inmiş, ortaya yığılmış, masalcı teyze yerini almış, taştan tezgahlar kurulmuş, kırma başlıyor. İyice kurumamış cevizin tepesine usulünce vurulursa, genelde (fodana) zedelenmemiş ceviz çıkar. Bu makbuldur. Çetin cevizler işi zorlaştırır, bıçak kullanmak gerek. Yine gözler işte, kulaklar masalcıda firik darı, içlenmiş nar, kırıntı cevizler ağızlarda, eller işte... Sabah ve bütün gün, iç cevizler, yorgan iğnesi, yorgan ipliği örgü örgü, (her evin kendine özgü biçimlerinde, Makreme örneği, dizgeler boy boy hazırlanır.) Bu zaman içinde çocuklar, bandırma kazığı için dere kenarlarında, kantoron bitkisi dalı keserler. Bu bitki bandırma ayaklarını aralıklı tutar, hem de böcek yemesine mani olur. Bir karış uzunluğunda kesilir. Uçları iki yandan inceltilerek, sonra çatlatılarak dizgi iplerine gergin olarak tutturulur. Sıra üzüm toplamada; salkımların oluşturduğu hevenkler, ayaganlarda, banaralarda, ağaçlarda kehribar gerdanlık gibi, gel gel ediyorlar!. İplere bağlı sepetler, dolunca, aşağıya, sarkıtılıyor, köfelere boşalıyor ve tekrar tekrar yenilerine ulaşılıyor.Köfeler şehranaya(şırahaneye) taşınır boşaltılır. Ürün bol olduğunda bu iş günler boyu sürer Ev sahiplerinin, konukların,komşuların, eli ayağı düzgün gençleri ayaklarını yıkarlar, büyüklerin ürün bereketi dualarıyla ezim başlar. Gün boyu, üzüm salkımları üzerinde dans eder, zıplarlar. Üzümler ezildikçe sürgülü kapak açılarak, üzüm şırası dinlendirme bölümüne akıtılır. Yöresel kıvrak oyun havaları eşliğinde bir curcunadır gider, üzüm suyu yavaş yavaş, birikme havuzuna akmaya başlar, yardımcılar güğümlerle, helkelerle, bakraclarla, kaynama kazanlarına ürünü taşırlar. Geride kalan posanın üzeri sıkıca örtülerek sirke için mayalanmaya bırakılır. Üzüm suyu, yeni kalaylanmış, (harani ve kazanlara) aktarılır, ölçüsünce Aktoprak (pekmez toprağı) atılır, durulmaya bırakılır, ilk ateş yakılır. Ateşin gece gündüz yanması için nöbet tutulur. Köpükler göz büyüklüğüne ulaşıp, kehribar rengine dönüştüğünde, bandırma yetecek şıra, bir başka kazana aktarılır. Kazanların altı, dayanıklı odunlarla yakılarak kaynama başlatılacak. Kaynama geceli gündüzlü sürer, pekmez az ateşte kaynamayı sürdürür. Köpükler irileşip, gözeler kehribar sarısına dönüşmeye başlayınca; bandırma işine yetecek kadar şıra, bir başka kazana aktarılır İkinci kazan yine zayıf bir ateş üzerine konur, yayvan bir kapta buğday nişastası şırada iyice eritilerek kazana yavaş yavaş akıtılırken çömçeyle hızlı hızlı karıştırılır, pelte kıvamı beklenir. Ocaktan maşayla bir köz alınıp kazana batırılır, sönmüyorsa bu iş tamamdır. Gelsin ceviz dizileri........ Dizi pelteye batırılır, çömçeyle yardım edilir. Beşaltı metre uzunlukta, birbuçuk metre yükseklikte, destekler arasına sıkıca bağlanmış kendir ipi üzerine bir bir asılır. Damlama duruncaya kadar altlarına sahan ulaştırılır. Yavaş yavaş ipler, boy boy, desen desen dizilerle dolmuştur. Bu birinci eldir, damlaması duran diziler tekrar pelteye yatırılır, damlama kaplarındaki sırkıntılar da, şıngırdaklı esranla sıyrılıp kazana boşaltılır, hıra diziler, ikinci elde dolgunlaşır. Tekrarlama işi ailenin zevk ve damak tadına göre, yenilenir. Gölgede kuruma, havanın durumuna göre dört beş gün sürer. Yağışlı havalarda ise, bandırma dizileri iç mekanlarda günlerce misafir edilir. Eğreti yataklarımızın hemen üzerinde tatlı tatlı durur kehribar rengiyle rüyalarımıza da sokulduğu olur. Ağzımız hizasına gelenler, bazen çocuksu diş yaralarıyla mimlenir. Bandırma dizileri, büyük, temiz, beyaz bezler arasına dikkatle üst üste yatırılıp, on gün, terlemeye bırakılır. Sürenin bitiminde, büyük, küçük, orta boy toprak, sırlı küplere; kışlık kullanım düzenine göre; titizlikle istif edilir. Örneğin: misafirlik, hediyelik, çocuk sayısına göre özel küpler. Bir veya iki ay sonra küp, gereksinim olarak açıldığında; çok nefis kehribar renk üzerinde, pul pul, ebemkuşağı renklerini esinlendiren kristalize olmuş şeker pırıltısı, açılan pandora kutusu imajı ve duyumunun çoşkusunu verir. (önemli not: bandırma açıkta bırakılır, ağzı hemen kapatılmazsa, katır tırnağı kadar sertleşir. Yenimi zorlaşır.) (Yerel sözcükler: BARANAasmaların üzerine tırmandığı kurumuş, boyluca ağaç. bu ölükuru da olabilir. SIRIKCIceviz çırpan adam, ÇİRKcevizin yeşil kabuğu, TEYİNsincap, HEVENKgüz ayazını yiyince, saydamlaşan, albenili, salkımlar topluluğu, ŞEHRANAkaya içine oyulmuş, eğimli ezim evi, FODANAtüm olarak özenle çıkarılmış iç çeviz, KANTARONsarı peygamber bitkisi, ÇÖMÇEbüyük tahta kaşık, SIRKINTIhenüz dondamamış diziden akan palıze, ZİLLİESRANIpalize sıyırmak, şekilli pareköfteler kesmek, kazanı, topanı, senidi, sıyırmak için ağzı keskin olmayan, zilli (sıpatüla)). Kavurmalar, pastırmalar bu mevsimde yapılır, havaya coşkulu ve mutluluğun kokusunu yayarlar. Sıra düğünlere gelmiştir. Zengin fakir demeden, her düğün yöresel kuralları içinde yapılır. Düğün evinin önünde koca davullar çalmaya başlar, atlı yöneticiler biraz mahmur kafayla sükun eder, gelin iyi ve uysal bir ata bindirilir. Dizgin bir erkeğin elinde, düğün başı yaşlının denetiminde alay yola çıkar, davul eşliğinde kasaba dolaşılır. Oğlan evine gelinmiştir, orada daha görkemli saranomi sizleri bekler. Ortaokula gidişim gene bir başka türlü oldu. Babam yaşlı, gelirimiz az. Kısıtlı yaşıyoruz. 1938'de kasabamıza en yakın ortaokul Silifke'de vardı. Mut'lular genellikle orayı seçiyorlardı. Kendi kendime Mut'a başarısız dönmeyeceğimi, eğer ailemin (eniştem ablam hariç) görüş ve kanaatlerine göre (hatta muhitimin) okuyamayacağım şekli çıkarsa, Silifke köprüsünden Göksu'ya atlayarak yaşamı sonuçlandıracaktım. Artık içimdeki Ethem Aydın ayaklanmıştı. Yolum tek istikametti. Birinci yıl, cesaretime cesaret kattı. Derslerime çalışıyordum. Ancak hafızam çok zayıf antremansız ve daha önce yılların başıma musallat ettiği sorunların etkisi altında idi. Alakam çabuk odaklanmıyordu. Kelime haznem zayıf, yetersiz kalıyordu. Böylece okuduğumu kolay anlayamıyor, ifade edemiyordum. Çok ayrıcalıklı bir yapım olduğunu anlamaya başlamıştım. Sonraları görecektimki, bu, ayni zamanda meziyetim olacaktı. Hafızaya dayanan, ezberi isteyen konularda çok sessiz tenha köşeleri severdim. Defalarca okur okur okurdum. Kulağımla birşeyi anlamam imkansız olur göz okumasını tercih ederdim. Bundan sebep evde arkadaşlarım, genellikle yüksek ses veya kelimeleri mırıldanarak okudukları zaman bende randıman sıfıra düşer, hemen ödevler, resimler, haritalarla meşgul olurdum. Onların uykuya geçmelerinden sonra, yorganımı başıma çeker, lambayı tek yönlü ışıklandırarak gece geç saatlere kadar taih coğrafya çalıştığımı hatırlarım. E. Aydın, 31Temmuz1980 SİLİFKE YOLLARI Mut'tan Hüseyin Gezer, Ziya Özmutlu, ben, Mazhar Arıkan, İlhan Arıkan belli sürelerde değişen, öğrenci anaları veya nineler eşliğinde Silifke yollarındayız. Taş arabası veya beygir sırtında, üç gün sürerdi. Bize dünya seyahati kadar değişik yepyeni maceralar gibi gelirdi. Aynı kasabadan, aynı okuldan olmamıza karşın, ayrı ailelerden üç ortaokul öğrencisi yollardayız. Bir dizi ince hesaptan sonra Mırza bey'in oğlu Mehmet Öztürk'ün annesi nezaretinde, Ahmet Kurtul, ben birlikte ev tuttuk. Erzak götürdük. Evimiz pazar karşısında(*) Tekir Ambarı civarında idi. Silifke'ye gelişime evimizde zor karar verilmişti ve ağır sorunlarım vardı. Yolculuğumuz öylesine zevkli, heyecanlı olurdu ki, yavaş yavaş değişen çevre, yandan veya karşıdan aldığımız soğuk rüzgarla karışık yağmur, yer yer yırtılan bulutlar,çakınca, geceyi aydınlığa boğan şimşek arkasından yeri göğü, zangır zangır titreten gök gürültüsü, bizlere bitmeyecekmiş gibi gelen yolculuk.! Bazen de tansığ bir gök kuşağıyla süslenen gökyüzü kurduğumuz güzel düşlerin muştusu gibi duyumsanırdı. Yıllar sürecek beraberliğin sağlığı için, öncelikle kendimizi aşırılıktan kollamaya, davranışları değerlendirebilmek için zaman zaman incelikli, tarafsız denemeler yapıyorduk. Ziya Özmutlu, ilkokulda da matematik ve fen konusunda seçkindi. Daha sonra matematikçi oldu. Mazhar Arıkan devlet teşkilatı, yurttaşlık konularında inandırıcıydı. Daha sonra savcı, mebus oldu. Ben bitkileri, özelliklerini, taşları, suyu, havanın yağıp yağmayacağını, yağışlı veya esintili havada ateş yakmayla guruptaki çeşniyi koruyordum. Arabacımız Ceren emmi, kırık havalarıyla karanlığı güzel dönüşümlü tınılarıyla dalgalandırırdı. Aşıp aşıp gider yaylanın yolu Sebile dayanmaz dağların karı Gayet güzel olsa yiğidin yari O da gelir binbir iki nazile Yayla yollarında göç gater gater Eşinden ayrılmış bir palaz öter Ötme palaz ötme seni tutarlar Tutarlarda dar kafese koyarlar Yayla yollarında vardır evimiz Düştü birbirimize sevgimiz Yar seninle böyle miydi gavlimiz Gavil derler gene gel mühür gözlüm. Yağar yağmur ışılaşır saylağı Eli göçer bozulaşır daylağı Taze gelin göç yiğidin yaylağı Gelinden usanmış gız ister gönül Arabamız süslü boyalı, atlarımız posta çektiği için bakımlı, yollarsa sel yatağı gibi çakıllı ve alabildiğince yokuşlu inişliydi. Yokuşlarda arabanın yan tarafında elimize büyücek birer taşla yürür, beygirler dinlendirilirken teker önce arkalarına korduk. Ayrıca dik yokuşlarda, hayvanlara gücümüzce destek olurduk Çamdüzü'ne (Silifke'nin gözüktüğü tepe) gelinir. Taa uzaklarda, ufukta Akdeniz gözükür (bizler ilk defa denizi görüyoruz!). İçimizde nedenini bilemediğimiz bir heyecan, bir korku büyür büyür, benliğimizi sarardı. Silifke'de daha çok öğrenci kesesine uygun ev Pazarkaşı veya Mukaddem mahallesinde bulunabilirdi. Pazarkaşı'nda köhnül, çatısı yağmurları tutmayan, pencereleri taşlarla bastırılan, elektriği olmayan bir eve yerleştik. Silifke'nin meşhur poyrazını daha sonra tanıyacak, "poyraz beyin çardağı" deyimini öğrenecektik. Herkes bir köşeye gönlünce otağını kuruyor.... Birkaç gün içinde gelsin kitaplar defterler. Maraton başlıyor..! Okulumuz bir tepenin başında, iki katlı. Evimiz gibi yeleken. Tatil günlerini Silifke'yi tanımaya ayırıyoruz. Göksu boyu geziyor, çevreyi, insanları tanıyoruz. Değirmeniyle meşhur Silifke köprüsü, yanında pehlivan güreşlerinin yapıldığı kahvehane hala belleklerimizde tazecik durur. Bu bahçede bir çay içiliyor, bütün güreşler izlenebiliyordu. Kurtuluş savaşı sonrasında Silifke'ye rumen göçmenler yerleştirilmiş, bundan sebep, pehlivanlar çoğunlukla göçmen olurdu. Bizcileyin dışardan (Anamur, Mut, Gülnar, Ermenek'ten) gelen öğrenciler tatilleri iple çeker, güreşleri soluk soluğa izlerdik. Güreşler çok ciddi olurdu, kispetler giyilir, dagırların buyruğu üzere yağcılar ortaya çıkar, yağlama biter, havalı bir peşrevden sonra, pehlivanlar elenseye durur, iki yiğit çıktı meydane, birbirinden merdane. Birinin mumin pehlivan derler adına, hiç kimse dayanamaz gaz ganadına.... Düğün başlardı.Başlangıçta sıska çelimsiz görülen güreşçiler yavaş yavaş heybetlenirdi gözümüzde. Henüz diğer sporlar yaygın olmadığı için, halk güreşleri bizden daha çoşkulu izliyorlardı, davullar zurnalar eşliğinde çoşuyor, çoşturuyor, oynuyorlardı. Zaman içinde bütün güreşleri ve oyunların ayrıcalığını çok iyi öğrenmiştik. Elense, tırpan, boyunduruk, katır yuları, deve yuları, bastırma, çırpma, budama, çarpraz, kaz kanadı, tartma, köstek, dalma, paça, kasnak, yerde sürüme, kazık, sarma, künde, kepçe, topuk elleme, kurt kapanı, kılıç atma, kemane.. anımsadıklarım.. Güreşe ilgimiz o kadar artmıştıki, ünlü pehlivanlarımızın isimleri, yaptıkları güreşler, sonuçlar, ulusumuza mesajları, fotoğrafları, atamızın güreş üzerine özdeyişleri belleklerimizin ilk süsleriydi. Bizim evde ve çevre evlerde öğrenciler birer kurtdereli, Mumin, Mersin'li Ahmet olmuş, oyundan oyuna geçmeye başlamıştı bile. Ortaokul son sınıftayız, mevsim kış. Bizim evde daha birkaç arkadaş, akşemleyin gözetici anneyi de komşuya yollayarak güreşe başladık. Birara, sıra bana gelmişti, yumşak yumşak, küçük oda alanına sığacak ölçüde güreşirken, karşımdaki beni havalandırdı ve aynı hızla yere vurmak isterken, sol ayağım pencere kenarına rasgeldi. İki yerden kırıldı. O zaman doktorlar kırık çıkıkla ilgilenmiyorlardı. Sınıkçı çağırdık. Sardı, alçıya aldı. O da eğri kaynamış. Artık yolumuza öyle devam ettik. Ortaokulda öğrencilerin soylu merakları vardı. Pul kolleksiyonu, ozanlarımızın güreşçilerimizin hayat hikayeleri, fotoğrafları, yaptığı uluslar arası güreşler ülke genelinde ilgi duyulan olaylardı. O yıllarda, en katı kurallara, kaidelere ilim yasalarına eş mana, eş yazım getirmeğe çalışıyordum. Çoğu zaman hayalim bana yardım ediyordu. Böylece herkesin tek olarak öğrendiği herşeyi ben birkaç yönüyle hıfzetmeye, yorumlamağa meyyal oluyordum. Bazen beraber çalıştığımız arkadaşlarım benim bu huyumdan şikayetçi olurlardı. Yılların ötesinde gördümki, böyle düşünmek bir üstünlük ayrıcalık olmaktadır. Örneğin, Pasifik adaları için Türk adaları denir, Kanarya adaları denir. Öyle ise Orta Asya'dan Mançurya üzerinden Amerika'ya doğru bir Türk kolu gelmiştir. Bu göçlerle beraber düşünülünce insanlık tarihinde füluğ fakat akla yakın bir yere oturur.Atatürk böyle niteliyor Ben ise, güneş doğmasa insanlar yaşayabilirler mi diye düşünürüm. Bazen de inanırım. Çareler gerekçeler ararım. Canlı cansız tarifine yeni yorumlar getiririm. Motor'u demode bir buluş kabul ederim. Canlılarda olduğu gibi dünyanın da bir omurgası olduğunu ve omurganın gereksiz sondaj ve kazılarla hafriyatlarla yıpratılmasının gelecek için zararlı olabileceğini düşünürüm. Ormanın orman arasında yetiştirilmesinin ve gençleştirilmesinin şart olduğunu düşünürüm. Köklerin yeraltı sularını belli düzeyde tutacağını, su seviyesi bir defa yitirilirse tekrar yükseltilmesinin zor belkide imkansız olacağını savunurum. Böceklerin bir düzeyde faydasına inanırım. İlacın gübrenin canlıyı uzun vadeli sorunlarla başbaşa bırakacağını, bu sorunların onların müsbet olarak tesbit ettiğimiz zararlarından fazla olduğunu hesaplarım. Doğayı zorlarken bir genel denge sayısız ve erişilmez dengeler kuramını bozmağı amaçladığımızı unutmamalıyız. E. Aydın, 4Ağustos1980 Pazartesi Süratin insan için bir gaye edilmesini anlamsız bulurum. Önce hücrenin fiziğin biyolojinin kurallarına ters düşmekte, ilk işin fiziğin ve biyolojinin karekterini düzenini değiştirmemek olduğunu unutmuyorum. Görmek,algılamak algıları bünyeye uygulamak belli bir süre ve düzen gerektirir. Bu olmadıkça, canlı, canlılığını duyamaz; insan insan olma niteliğini yitirir, robotlaşır. Doğada mor menekşe sık çalılar arasında, berrak bir akarsuyun yeşillikleri arasında ne güzeldir. Bugün onları görmek, aramak, içercesine seyretmek için zaman verecek iç iticisi çok az insanda vardır. E. Aydın, 4Ağustos1980 En yakın ortaokul Silifke'de vardı ve zorlukla bitti. Mut, Gülnar, Ermenek, Anamur öğrencileri eğer aile durumları yükün altına girmeyi göze alıyorsa ki, hemen herkes fakir ve geçim sıkıntısı çekerlerdi. 1938, Adana Öğretmen Okulu'ndayız. 193819391940 Savaş olanca şiddetiyle sürüyor, Ethem Aydın arkası gelmeyecek olan (50) lira ve heybesi omuzunda, Adana'da aşiret hanında geceledi. Sabah öğretmen okuluna gidip gündüzlü kaydını yaptırdı. Okul civarında bir bağ evinde iki Hilmi, birde adını anımsayamadığım uzun ve iri bir öğrenci yanında yerleşti. Onlar da gündüzlü, geçim durumları iyi. Ben ayak uyduramıyorum. Bitişikte, yazın oturulup kışın terk edilen bir bağ evine yerleşiyorum. Bir büyücek battaniyem, eski bir paltom, yazlık beyaz keten elbiselerim bir küçük ispirto ocağı, eski alüminyum tava, birde küçük lamba. Eşyamın hepsi oluyor. Çamaşırlarım, bir halı heybede. Akşamları battaniyenin yarısını altıma, yarısını üstüme alıyor, uyuyorum. Ekmek vesika ekmeği, param havalar soğuduğu oranda azalıyor. Birçok günler, ispirto ocağı üstünde soğan veya patates közlüyor, öğünü geçiştiriyorum. Çok az gıda alıyorum, zayıfım. Yağışlarla beraber soğuklar da bastırıyor. Evin çatısı bir çok yerden akıyor, pencereler zaten camsız, kapaklı, poyrazbeyin çardağı. Ayağımda yetersiz bir ayakkabı veya yarım pabuç, pantolon ayaktan yukarı, çamur ve devamlı ıslak, sırtımda mavi ve oldukça iyi bir mavi kolsuz kazak, saçlarım güzel bukleli ve taralı, bilhassa onlara iyi bakıyorum. Nedense? Kitaplarım eksik, defterlerim yok. Derslerde ayrıcalıklı bir görünüşüm var. Yani sınıfta tek garip görüntü. Başarı sıfır, devam zayıf. Yalnız kafa, yüz süsü yerinde bir çocuk. Arkadaşlar arasında ise bu kılığı sağlık için böyle seçtiğimi ima ediyorum. Soğuğa, ıslaklığa karşı bir tür bağışıklık arıyorum. Ama bostan korkuluğu gibi, uzun boylu, çok zayıf yapı. Bazı duygulu arkadaşlar, yemekhaneden benim için yemek, ekmek arttırmaya ve getirmeye baladılar, bazen de özellikle tatil günleri, evci çıkanların yerine beni yemeğe götürüyorlar, yatmaya alıkoyuyorlardı, tabii gizlice. (Editörün Notu: Bu yılları için Ethem Aydın, beni çok etkileyen şu ifadeyi kullanmıştı: "soğuktan birbirimize sokulur, ölmeyi beklerdik". Bu ifadeyi eserin herhangi bir yerine yazmadığı için ben ilave ettim) Kilisli Edip Yazgan, Silifkeli Dilaver Boya, ben, nedense tipik bir dostluk kurmuştuk. Edip, fen derslerinin gözde öğrencisi; şiir yazar, keman çalar, amcasının kızıyla beşik kertme sözlü. Geçim durumları iyice, çalışkan, okul yasalarına uyumlu. Dilaver, tam tersi, sık sık dersleri asar, kaçar sinemalara gider, dik başlı, yakışıklı, tenor sesli, mandolin, gitar çalmayı sever. Fransızca'ya eğilimli. Üst düzey eserleri kitaplıktan bulur okur. Koltuğunun altında hep taşırdı. Yatılı olmamıza karşın, iyi filimleri izlemeye bizleri de sürüklerdi. Evimi daha önce anlatmıştım, bana yardım imkanları yok. O zamanlar okulun son sınıf öğrencilerinin idare yanında bir ayrıcalıkları vardı. Onlardan bir gurup bir gece dizlerine kadar çamura batarak bana geldiler, gördüler gittiler. Ertesi gün bana bir dilekçe imzalattırdılar. Önce okul idaresine, sonra bakanlığa üyelik kaydıyla yolladılar. Sene ortası, yani yarı yıl notlarını aldığımızda, (14) tane sıfır. Bakanlıktan yatılı olmam için emir geldi. Evrakları hazırlamaya başladım. Sağlık raporu için hastaneye gittiğimde, gözümden, dişlerimden gayrı her yerim anormal bozuk, ciğerlerimin olup olmadığından şüpheye düşüldü. Bilmem kaçıncı heyeti, sıhhıye incelemesinde, ve de filmlerin tetkikinde "Ağır bronşit seyretmekte olduğundanCiğerlerin iyi görülemediğiBir süre okulunda diyetli bakımdan sonra Hastaneye tekrar sevki" kaydıyla rapor onaylandı. Rahat yatak, sıcak salon, iyi bakım, beni, benim bile tanıyamayacağım hale getirdi. Spor yapıyorum, gülle atıyorum, konuşuyorum, iyi giyiniyorum. Çünkü devlet o zaman iki takım yün kumaş elbise, kravat, gömlek veriyordu. Hastaneye tekrar gittiğimde ise, önceki vesikaların yanlış, bir başka kişiye ait olduğu, benimse çok çok sağlıklı olduğum onaylandı. Derslerimdeki bozukluk ise, düzeltilmesi imkansız olduğundan, vede sınıf kalmak serbest olduğundan, kendimi okulun zengin kitaplığına verdim. Kitap okuyorum, içinde geçen sözcükleri not ediyor, açıklamalarını diğer eserlerden arıyorum. O denli inceleme yapıyorum ki, arkadaşlarım derslerde geçen çapraşık sözcükleri benden soruyorlar, yanıt alıyorlar, başarılı oluyorlardı. Bazen bu olay derste geçer, arkadaşlar -efendim Aydın'a soralım derler, Açıklarım, öğretmen not defterini açar, benim haneme bakar, (0)'ı görünce irkilir, Allah, Allah der. Böylece gerek arkadaşlarım arasında, (kapalı kutu ilan edilmiştim.) Öğretmenler kurulu benim üzerimde bir saat konuştu. Sonuç olarak toplantı ertelendi ve ben müdür odasına mülakata çağırıldım. Unutmadan söyleyeyim okul müdürümüz, Sorbon mezunu Türkiye çapında bir eğitimci, Naci Ecer idi. Kurulun kararsızlığını, beni tanıma işinin kendisine kurulca havale edildiğini, esasen kendisinin de beni merak ettiğini, onun için ilk kendimi hatırladığımdan bu yana neleri hatırlıyorsam anlatmamı istedi. Ben bunun çok zaman alacağını, esasen durumun kurulu da etkileyeceğini ummadığımı, esasen sınıf kalmayı hak ettiğimi, sonuçtan üzülmediğimi söyledim. Ve eğer biraz konuşmam gerekiyorsa, daha güncel bir konuya dönmemizin sizin için de faydalı olacağını söyledim. Yüzüme garip garip baktı, neymiş bu beni de ilgilediren konu?, dedi. Beni, kızmadan dinleyeceğinize güvenmek isterim, dedim. Onu da hayretle karşıladı. Makamından kalkıp yanıma oturdu, dinliyorum dedi. ( O günlerde müdürün piyasaya iki kitabı çıkmıştı) I (Gobino'nun Irk Nazariyesi), (Karıncaların Hayatı). Tercüme ettiğiniz Gobino'yu okudum. Çok tutarsız cümleler var, fikir bağıntısı da iyi değil, Türkçe tercümeleri de hatalı buldum. Gobino'nun demediği şeyleri var saymışsınız, Endazetuvalatkı sözcüklerini, dokuma tezgahlarındaki yerinde kullanmamışsınız. Konuya, İsmail Hakkı Bey, Ercüment Ekrem Bey, Rıfat Halil Bey daha iyi yaklaşmışlar, dedim. Bir tuhaf oldu. Siz Gobino'yu okudunuz mu? Anladınız mı? Diye gürledi. Maalesef okudum, anlayamadım, ama diğer yazarlardan okuduklarımı iyi anlayabildim, dedim. Ukalalık ediyorsun, dedi. Kızmayacağına söz verdiğini hatırlattım. Dahası var, Karıncaların Hayatı'nı tercüme etmeden, keşke gidip köylerde birkaç gün karınca yuvaları başında otursaydınız, dedim. Bağırdı, çağırdı ve beni odasından kovdu. Akşam yemeğine beni hademeyle evine çağırttı, arkadaş gibi karşıladı, ağırladı. Sağlığım artık iyiye gitmişti, kısmen çalışıyor, sosyal çevreyle de ilgileniyordum. Şimdi öğretmen olan Mehmet Gürtürk'le 1932'de Mut'un Çınaraltı 'nda çekilmiş bir fotoğrafımı gördüm. Gelecekten habersiz, masum iki yüz, ellerinde ikişer adet gonca gül, objektife bakıyorlar. 43 yıl geçmiş aradan, aman yarabbim, ne uzun süre, dün gibi de kısa. Mut'un beylerinden olduğunu söyledikleri, Mırza bey, onun oğlu Mehmet Gürtük iyi arkadaşlarımdandı. Ağır başlı, cömert, çalışkan, derslerin çoğunu ezberlemiş olur, sırasına uygun olsun diye (Iııııı) diye bir nevi tempo tutardı, bu hal hep sonralarıda devam ederdi. Ben genellikle az çalışan, çalışmaya pek imkan bulamayan, derslerde başarısız bir öğrenciydim. Galiba evimiz çok kalabalık olduğu için, mesela Oyladınlı Mehmet, bir ara Sabri, öksüz ana baba tarafı akrabaları, Ermenek ve Mut'un köylerinden yatılı gelen misafirler bana uygun bir çalışma düzeni oluşmasına mani idiler. İşte bir diğer fotoğraf, kırk yıl ötesinden mesaj, mevsim bahar, park içinde dört kafadar veya öyle olmayı isteyen Kadir Aslan, (sonraları Avukat oldu), etrafını iyi gözleyen, aşırılıktan uzak, bir genç yanında, ağabeyi hakikaten bir beyefendi olan Ceylan Aslan. O zaman henüz başlayan kravat meraklısı oldukça düzgün kılıklı, ben hemen söyleyeyim öğrenim boyunca pek az kılığım olmuştur. Demeye gerek yok herkesin giysisi ipliğe kadar evde hazırlanmıştır. Sonra Kemal geliyor, Anamur'lu idi. Zeki, uyumlu, çalışkan, galiba Feriske nahiyesi ile bir ilgisi vardı, Mut'ta bir akrabasında kalıyordu. GEÇMİŞ ZAMAN DİLİMLERİNDE BİR GEZİNTİ Herşey; öylesine sessiz, öylesine hızlı ve gerektiği gibi oldu. Kilis'li Edip Yazgan, Silifke'li Dilaver Boya , ben Mut'lu Ethem Aydın nedense tipik bir dostluk kurmuştuk. Edip fen derslerinin gözde öğrencisi, şiir yazar, keman çalar, amcasının kızıyla beşik kertme sözlü. Geçim durumları iyice. Derslerine devamlı, okul yasalarına uyumlu. Dilevar tam tersi. Dersleri kaytarır. İyi ve şık giyinmeyi sever. Şıklık için ödünç almayı becerir. Sık sık okuldan kaçar sinemalara gider. Dik başlı, yakışıklı, tenor sesli, mandolin ve kitar çalmayı sever. Başardığını da sanıyorum. Fransızca'ya karşı eğilimi var. Dersleri boş verir, üst düzey eserleri kitaplıktan bulur okur bazen de gizli veya okunamayacak kadar berbat yazıyla defterler doldurur. Dersleri yarı yarıya dinlemekle yetinir, bu O'nun başarısına yeterli gelirdi. Mersinli Silifkeli çeşitli karekterde arkadaşları olur, sıporcu aslar, güreşçiler, tembeller, çalışkanlar hep O'na yakın olurlardı. Geçim durumları bencileyin sıfır çizgisine yakın olur ama nasıl eder ne yapar bilinmez sokağa çıkacak harçlığı hep bulunur. Ben Ethem Aydın meslek derslerine ilgi duyuyorum. Çocukluktan bu yana resim ve yontuyla uğraşırım. Sıradan şeylerle. Üçümüz birbirimizi kollar, yardımlaşır, beraber olur, bazen ders de çalıştığımız olur ama genelde okulun ekzantirik , nerede ne yaptığı ne yapacağı belli olmayan üçlüyüz. Edip Yazgan, Gazi Terbiye matematik, Dilaver fransızca, ben resimiş bölümünü kazanarak Ankara'da yine buluştuk. Üç yılımız beraber ve daha öncekilere benzer geçti. Genç, bekar Müzik Hocamız Hilmi Bey, Beden Eğitimi Hocamız Abdi Atamer, Baş Md. Yardımcı İbrahim Soyer'le, sık sık sinemada karşılaşır, anlamlı, azarlayan gülücükleri, utangaç pozlarla selamlaşır çoğunlukla, onlarla beraber okul faytonuyla döner, ama yine de disiplin kurulunu boylardık. Ne işse, büyük cezalar almazdık. Üç değişik tip, yan yana, çok kez konuşmazdık, ütü, gömlek yıkama işi, hariç. Olmayan olanaklarımızı birleştirir, sıkışınca, dersi iyi olanlardan borç alırdık. Bizlere, gıptayla bakarlardı, seve seve verirlerdi. Ben, saat tamiri yapar, külüstür makinamla çektiğim gurup fotoğraflarını beraberce tab eder, borçları bazen aynen, bazen nakten öderdik. Hoşnut olurlardı. Mersin, Silifke, Mut, Gülnar, Anamur, Ermeneklilerle, güçlü birlik oluştururduk. Okulda söz sahibiydik. Sporcular, güreşçiler, öğrenci başkanları bizden olurdu. (İbrahim Tinli, İbrahim YeltekinSümbül, Kadir, Mehmet Şaşmazer, Durhasan, İlhan, Ahmet Beliğ) ayrıca, izciler, basketçiler, yayın kolu, müzik kolu, bizlerden seçilirdi.. Son sınıfta, sene sonuna yakın, öğrenci başkanı seçildim, (kız lisesinden gelen bir hanım coğrafya öğretmenimiz var; kitabımız Türkiye Coğrafyası olduğu halde, uzun uzun İngiltere'nin, arazisi, petrol, hububat, sanayi durumunu anlatıyor.) Akşam etüdünde, sınıfları, bir bir dolaştım. Arkadaşlar, bu coğrafya hocası bize, ne yazılıda, ne de sözlüde, Türkiye Coğrafyası'ndan soru sormuyor. Bu ülkemize hakaret olmuyor mu? Dedim. Ertesi günkü coğrafya dersine, okulca girmemek kararı aldık. Sabahleyin, önce bizim sınıf, sonra diğer sınıfların katılımıyla, yeni yapılmakta olan Alman Barajı'nın kanalları içinden, kırlara çıktık. Çaldık oynadık, fotoğraflar çektirdik. (Beni bir eşeğin üzerine bindirdiler, bir dini lider gibi gezdirdiler, fotoğraflar, fotoğraflar...) Okulda kızılca kıyamet koptu. Öğrenci başkanı dahil, hepimizi revire hapsettiler. Dersler kesildi, soruşturma başlatıldı, yazılı savunmamız istendi. Okul Doktoru Kemal Satır'ın, bizim beyin takımının da katkısıyla milliyetçilik çizgileri ağırlıklı, (Volter vari), bomba gibi, bir savunma hazırladık. Okul müdürümüz Naci Ecer Sorbon mezunu bir terbiyeciydi. Savunmayı beğenmiş olacak ki, 15 gün revir gözetimiyle kurtulduk. Diğer sınıflardan daha önce ağır suçlar işlemiş olan, 30 öğrenci yurdun diğer bölgelerindeki okullara sürgün edildi. Atatürk, Hatay için Adana'ya geldiğinde, bizim gözetim altında olduğumuzu anımsarım. OKALİPTUS Kasabaya ilk geldiğinde adı da okalüptüs değil "sıtma ağacı"ydı. Sıtmayla gardaş olmuştuk. İlkokulda çok fidan diktik, okşaya, tapışlaya, sulaya... Kurtuluşumuz sanki bu fidanlara bağlıydı. Ortaokuldan sonra Adana öğretmen okuluna yatılı başvurusunda geç kalmışım. Okumak da istiyordum. Gündüzlü yazıldım. Küçüksaatte Aşiret han'ında konaklıyordum. Fakirim, giyimim kuşamım ona göre. Han sahibi bana acıdı. Katibe yardım edeceğim. Boş zamanlarımda ayak işlerine bakacağım. Yılın sonuna doğru halime acıyan idare, benim yatılılığımı bakanlığa onaylattı. Baraj yolunda şimdiki Fen Lisesi binası öğretmen okuluydu. Okalüptüs ağaçları altında güzelmi güzel villaya geldim. Sanki ağaç dostlarımla buluştum. Onları çok sevdim, Adanalılar gibi. Alman barajı çalışmaları başlamıştı. Okulumuz yemek veriyordu ama ekmeğimiz kıttı (1939). Almanlar ameleye her gün akşam üç somun veriyorlardı. Cumartesi pazar günleri birkaç Mersinli arkadaşla ameleliğe gidiyorduk. Akşam dönüşlerinde öğrenci arkadaşlarimin bizleri karşılamaları, üzerimize çullanmaları görülecek şeydi..! Sonraları saat söker takarken bir fotoğraf makinası aldım. Dörtlü bir ekiple işimizi ve emeğimizi üleşerek beyler gibi yaşadık Ağaç gövdelerini, ebem kuşağı yapraklarını etüt ederken boyarken, resim yönüm ortaya çıktı. Ver elini Gazi Terbiye... E. Aydın, 5Mayıs1996 Söz Alman Barajı'ndan açılmışken..... savaş yıllarındayız, ekmek vesikayla, devlet bize, patetesle karışık tatsız tuzsuz bir ekmek veriyor, doymuyoruz, çoğunlukla Taşelililer uyanık rezilliğe bağışıklı oluyor, sırayla belli zamanlarda dersten kaçıyor, baraja amele yazılıyor, ya dekovil itekliyor, ya da sırtımızda semerle çim çekiyoruz. Paydosta, her ameleye cabadan üç ekmek veriyorlardı. Kucağımızda ekmekler çalımlı gülücüklü, gostak gostak, bizi dört gözle, bizleri bahçe kapısında bekleyen kalabalıkla buluşma, üzerimize çullanıp elimizden ekmek kapışları, görülecek şeydi.. Üç ahbab Çavuşlar Gazi Terbiye Enstitüsü' nde buluştuk, yerler bal döksen yalanır. Kaloriferlerle ısıtılıyor, yemekler olağan üstü, yataklar yaylı somya, kısa bir sürede takım urbaları, terzi özenle lacivert kumaştan vücudumuza uygun dikti. Çiçek bahçesine düşmüş kedi yavruları gibi, sığınacak kovuk arıyoruz, koridorlarda renkli bilardo topları gibi, zıp zıp zıplıyoruz. Birbirimizi bu kılıkta görünce,kasabaya yolu düşmüş yörük gibi anlamsız sırıtıyor, kıs kıs gülüyoruz. Dersler başladı; Malik Aksel, Refik Epikman, Sait Yada yazı, Veysel bey mukavva işleri, Nejdet Pençe, Hayrullah Örs demir işleri, Tahnit, Şinasi Barutçu grafikfotoğraf, Hakkı İzzet modelaj. Hepsi de Avrupa'dan yeni dönmüşler, burunlarından kıl aldırmıyorlar, çalımlarından yanlarına varılmazdı, uygulama bölümünün imparatoruydular. İyi yontuyor, özlü yoğuruyorlardı. Ercüment Ekrem Talu, Halil Fikret Kanat, Hıfsırahman Raşit Öymen, Cevat Memduh Altar, Ziya Dalat Kültür derslerimize girerdi. Edip Yazgan, Gazi Terbiye Matematik bölümünü, Fen Fakültesini bitirdi, evlendi sonra Matematik Prof. oldu. Dilaver Boya Fransızca öğretmeni olarak emekli oldu. Bende öğretmen olarak, sizlerin sevgi soluklarınızla yelkenlerimi doldurarak deryalardayım. E. Aydın, 2.Şubat.1999 GÜNLÜKTEN (4 ve 5 numaralı kaynaklar) İki kere iki 4 gibi. Sen rakam nedir? ne iş görür bilir misin? nerede kimleri güldürür nerede kimleri ağlatır? İşte ben bunları düşünürüm dostum. Rakam vardır 2 kere 2 dört eder rakam vardır sıfır eder. Niçin demişler aşkta rakam kıymetsizdir. Fakat ben sonu olmadığını anladığım her şey den üşürken tutup burnumu bir sonsuza soktum a dostum a dostlar. Şimdi gülüyorum ağlanacak halime. Mektup yazdım tapırdadım. Üzüldüm hepsi dostlar 2 kere 2 dört eder mi denecekmiş? hayır dostlar hiç etmezmiş. İşte ben bu hesapsızlığımla eriyecek ve gönlümün bankasında iflas edeceğim. Bırakın sersemi şirazesi dağıtmış bir kitap gibi rüzgarda dağılsın. Her biri bir yere yüzlerce sayfa ayrılsın belki onu yeni toplayıp kitap edenler olur. E. Aydın, 1945 Pazartesi. İşte bu güne kadar geldim ve bir hayli hatıralı günler yaşadım, fakat kayıt gününe kadar aynı arzu ve kinle yaşatamadığım neler var! İnkılap, züğürtlük, kararsızlık, o kıza karşı hala devam eden iç sızılarım, Sacit'le sarhoşluğumuz, Ali beyin mantıksızlığı kuşluğu, Reçine isyanım, yeni yeni uçarılıklarım bilmem ki hangisini sayıp, hangisine hak vereyim. Her sabah bir üzüntünün beni sarsmasıyla uyanıyorum. E. Aydın, 5Ağustos1945 Sabah sayfası: Ey ömründe iyi gün ağlayan insan, sen günün muhtelif saatlerini, ciğerlerine çekmek için bazı fedakarlıklar yaptın mı? Sen günün bitiminde uzun bir yolun başlangıcında renk tufanlarına dalıp seyrede ede içlendin mi? Veya bir öğle güneşinde tarlalarda ekin derip kan ter içinde bunalırken, barat sonu eylencelerini düğün ve nişan hazırlıklarını hayalleyip, makineleşen ellerimizi işe terk ettiniz mi? Bir şafağın uzaklarda atışını,yıldızların yorgunluktan düşen göz kapaklarında, sevgilimizin sabah mahmurluğu ile münasebet aradınız mı? Karanlık bir geceyi dağ çamlığında yapayalnız sabahın mehtabına taşıyıp, çam pürleri arasından süzülen billur gümüşi ışıklarla yıkandınız mı? Hayır mı dostlarım? Ya siz günün hangi saatlarından hoşlanırsınız? Anladım dostlarım, siz güneşin doğuşunda sabah uykusunun, ve batışında akşam uykusunun sallayıp avuttuğu bir hayat züğürdüsünüz. Şafak söküp gölgeler gizlice gece selahiyetlerinden dönerken gündüz elbiselerini giyerken tenha bir köşeden ürkek bir kadının dekolte halini tahasürle dudakların kuruyarak, nefesin tıkanarak seyreder gibi baktın mı? Bir öğle güneşinin tepemizdeki zonklamasını duyup alnınızdan, yüzünüzden boşanan ter sağnaklarıyla susuzluğunuzu giderip bir ağacın yarı gölgesinde kuru ekmeğinize sevgilinizin veya ananızın hazırladığı yağsız pilavla ayranla doyurup bal gibi yutup sevgi veya aşk girdaplarına dalıp uyumayı, o sizin öğle yemeğinizin tavuk, baklava ve buzlu biralarınız ve daha bilmem bin bir konforunuzla doyup bir miğde dolgunluğu içinde şezlonga uzanmaya tercih mi edeceğim sanıyorsunuz? Yine bir akşam yemeğinde şarap şişelerinin başınıza üşüştürdüğü renksiz, kokusuz o fütürsüz arzuları uyartan alkol tembihi ile yayılan iç ferahlığı, ıssız bir çamlıkta koyu gecenin koynunda hafif hafif mırıldanan bir çeşme yanında bütün sessizliğin (*) uzandığı bu saatte hiç çıtırdamadan sevgilinizin yatağı başına gelmeye çabalayan bir aşığın havanın sürtünmesinden bile yılgın, çenesi kilitli, heyecenlı adımlarla ilerleyişi gibi mehtabın sönmek üzere olan feneri ile pür nefes çam dallarından çeşmeye inişine kıyaslayamam dost. E. Aydın, 23Ağustos1945 Öff içim içime sığmıyor her gün bir derdin peşinde eziliyorum yalnız yaşayan ben miyim? Sanki biperva gezenlerin kahrı bendedir. Hayat derim inlerim, aşk derim inlerim. Dost derdi dinlerim en sonunda dertli olur, inim inim inlerim. İniltiler derinden derine köpürdükçe mermerlerin kalbi açılır. Bende öyle hamızlanıyorum gün günden neyim ne oluyorum her gün ben. E. Aydın, 1945 Dostlarım ben neyim? Bu sabahı dünden bekledim, şartıma uydum uyar gibi oldum, Tanrıyı kandırmaya gittim gibi öyle üzülmeye başladım ki, üzüntüm bana çok bile her şey bana dokunuyor, sabahın saat üçü, akşamın yedi buçuğu, dostların gülüşü, dilencilerin görünen yalvarmaları ve şayet takıcılar. Etraf insanlarla dolu, hepsi tip tip ben neyim hangisine dahilim. Bayram gelince kasketlenen sabah olunca uyuyan neşeden alem arayan bir insan, sen ne münekkersin, ne cahilsin, ne dinci, ne umumi, ne talebe, ne memur, dilenci, dolandırıcı da değil, alem para uzatsa elini çekersin, neşeden alem seçersin başkasının velime dolu cebine boş diye bakarsın, çalamazsın, çarpamazsın, dilenemezsin sen nesin çocuğum sen ne? Sen geçen güzden arta kalmış bir rekat dersin inlersin, soluk çeker inlersin kış işte başına saçtı aklarını sen gökdene sazında mazindeki bayramları o yamalı ayakkabılarının bayramı münasebetiyle yamanmışsa boyanmasından sonra komşu komşu dolaşıp için için inleyen çocuğu desek belki bir parça kar bulursun üzerine ekin ekecek. Ben bir aktör olsaydım ne roller yapar, ne bahtiyar olurdum. Babam artist olurdu yavrum kuzum demekle, kalbinden bir kere yavrum sesi duymadım, ah ben bu sese doymadım. (*) elimde meşale bu karanlık yollarda sokak sokak gezerim. Evimi, annemi, babamı ararım. Benim üzüntüme iştirak edip yavrum bir tanem desin kucaklasın yok mu kardeş yok mu, yok ya. Sen dünyada yalnızsın, yalnız yaşayacaksın. Bende isterdim babamı elimden tutsun, her zaman için terziye, kunduracıya, şekerciye götürsün, ayakkabı boyacısına seslensin,oğlumun ayakkabılarını bir parlat desin, bunu duyayım. Yıllarca geriye attım hatıraların haznesine uğruyorum, yine boşum yine yalnızım. Beni üzen, beni eğen ağlatan hayatımca bu oldu ve yarım kaldım dostlarım. Fakat hepsi yığılsın geride biz ilerleyelim, mezar kazıcılar ilerleyelim. Annem baksın pencerede, babam eli tokmakta, fakat seslenmesinler, yoldan geçen bu eli meşaleli dilenciye. Anlaştık mı dostlarım. Ethem Aydın, 8Eylül1945 Ayın on dördü, Dün imtihan oldum, evvelkisi gün sevdiğim kızdan mektup aldım. İkisi de kıymetini mazide bıraktı. Yine bomboşum bugün, yarında öyle olacağım ne çıkar inledikçe için açılsın ruhun şen olsun Ethem. Ne inlersin ne derdini ararsın sabahın volesinde gafil çocuk uyu gece gündüz sen uyusan kalbin ferah gözün biraz kör olur. Bugün bir vazife yaptım fakat belki biraz gençliğin zihniyetine uymaz her ne olursa olsun ben memnunum, çünkü insan gibi düşündüm ve yangını dikkatlice söndürdüm. E. Aydın, 14Eylül945 Bulamaç Bizim mektep kulisinde direğe yani bayrak direğine konmak için sıra bekleyen kuşlar ekük olmaz. Bilmem bunları burayı sevk eden kudret nedir? Bunları ben hayatı paslanmaya başlayan fakat ümitli genç öğretmenlerin istiklal için çırpınan ruhlarına benzetirim bir çok guruplar gelir gündüz akşama kadar uçuşup dolaşırlar, içlerinden pek azı o direğe konabilir. İçimden yazmak geliyor; mektep çatısındaki bayrak direğini konmaya çabalıyan kuşlara mı? Havuza hapsedildiği için kendi kendini kokutan suya mı? O suya bin bir renk damlaları halinde sızan ağaç ve çiçek akislerinin oynaşıp kaynaşan hayal tufanına mı yazayım? Yoksa bütün kış çektiği ahları unutan kalememi? Su koksada bu sema altında mavi bu ağaç ve çiçekler altında daima güzeldir. Sık fundalıkların kuşattığı kem gözden gizlemeye çalıştığı bir memla gölü kenarında bir yaz gecesinin kol yıldızlı semasından gözlerimizi ayırmadan mehtabı kıyıya kadar takip ediniz, gölün o engin derinliklerinde su perilerinin yıkandığı, mehtabın endişeli nazarlarla ağaçların yarı aralık parmaklıklarından nasıl bir an için titrek nazarlarla sıyrıldığını suların hakir ruhunda hüzünler uyandırdığını bir görseniz de, o kuşların ah bilmediğiniz ummadığınız o kuşların böyle ilahi aşklara şahit olmak için can atarak bu konularda türeyişlerini anlasanız. Bir kuş gibi olur veya olmak isterdiniz. Hele bazı geceler mehtaptan soyunup bir aralıktan unemka suyuna daldımı zükke kuşlar bir birine göz atıp ıslık çalarlar. Gölden, aşktan, ağaçlardan yükselen bir ruh ve arzu buharı sizi sarar, suların derinliklerinde saçlarının bukleleriyle oynayan perilerin yavaş yavaş mehtaba çıkışlarını ve o ulvi ve tıksımlı bakışları, zilin zamanı tesbit etmek üzre olduğu şu anda önümde manidar bakışlarla kırpışan çiçekleri etrafında onlara kol açan yeşilleri kanat çırpan serçeleri ve dibinde oturduğum şemsiye ağacını bıraktımda gemsiz muhayyilemin rehberliğinde ta uzaklarda dolaşıyorum. Şu Allah'ın kurak toprağını nasılda benimsemişler biliyorum hep sevgili yüzünden (zaten neye demişler iki gönül bir olunca samanlık seyran olur) şebboya bakın, aman sukut ona ne güzelde yaraşmış. Çiçekler aleminin habercisi sabah rüzgarı onlara ne kadar da sokuluyor. Aman adeta kıskanıyorum o ufak ufak puselerden ücretini toplayışı, yeşil yorganı içinde karyolasında mahmurlanan güllerle aralarında çok şeyler olsa gerek. Her sabah uyandırmaya o geliyor niçin? sonra adeta sarmaş dolaş oluyorlar bir an yanak dudak fısıldayışlarını bir bir görsen sende benim gibi olursun. E. Aydın, 21Eylül945, Ankara Erkenden Sabahın yine bir erken saatında bahçede bantlar üzerinde ağaçlara çiçeklere karşı kalemimi sıkıştırıyorum sıkıştırıyorum hayatı, bir his belirmiyor kalbimde çalkalanan sellerden irade meczarı dolmuş. Sel, bilirsiniz ne kadar tahripkar bir afattır! Hiç suya benzemez azgın afacan karma karışık kirli ölçüye gelmez elhasıl azgın bir şey! İşte aşkta hayat gençlik çağlarında silindirliyen ve gönülde vucutta, kafadan da başka her yerde bilhassa saçlarda rusup bırakan bir seldir. E. Aydın Ethem Mezun oldum ve 2 Ekim 1945 maaşımı aldım yani muallim oldum, maaşı öyle bir alışım varki eh görmeli. Hemen cüzdanın yeri değişti üzüntüm dindi. Birde Kars'ı çekince yüreğim hopladı, idealim karıştı sarsıldım uykum kaçtı, şimdi ise iyiyim. Şans deyipte geçmeyin dostlar isterse adamı tepe takla attırır. Eh şimdi beni bekliyen istikbali düşünüyorum. Üzerini yazarım fakat şimdi deyil. E. Aydın Günlerden Cumartesi sabahın ya beş yahut beşbuçuğu, yatağımın başcağızında geçen günlerimi unutup yenilerini yapmağı şansın mukadderatin izniyle hayalliyor memnuniyetten mesrur oluyorum. Tanrı artık o günlerimi unutturacak idealim için annem babam ailem için hayırlı işler ihsan etsin. Yaşamak yaşatmak iz bırakmak için çalışıyorum ve çalışacağım. Kars'ta, odamda, ailemden kilometrelerce uzak fakat saadetimle kucak kucağayım bakalım ilerisi için neler olacak hiç üzülmeden şu kışı bir atlattımmı Tanrı bana yar oldu demektir. Allahımın emaneti ey üzüntülü günlerin sarsaklıya sarsaklıya bitiremediği bünye işte saadet de bakalım kullan kendini inkişaf et ve ettir. E. Aydın, 20Ekim1945 Unutulan Şeylere Kars'a geldim vazifeye başladım hayatımdan çok memnunum 15 günün geçtiğini duymadım bile. Evelkisi gün benim için bir duraklama, bir sarsıntı noktamdır. Bilmem hangi alışıklığın tesiridir, arkadaşlarla senli benli olma yolunda her gün biraz daha terakkiler kaydediyor ve kendimle yarışıyordum, meğer bu terakki, bir tereddi yolunda görülür öyle tefsir ediliyormuş. Çok sevdiğim kendisine sokuldukça sokulmaya vesile arayan beni oncağız bir sırnaşık mı zannetti nedir içerliyormuş. Yaşlı tecrübeli halim selim bir adam, birden köpürmüş üzerime yürüyor hem de talebelerin önünde. Onun ve benim vaziyetimi düşündüm şakaya vurmak için ne fedakarlıklar yaptımsa yinede hadise acayiplikten kurtulamadı eğer bende arzu etseydim orada müthiş bir hadise idi. Çok yerinde bir büyüklük yaptım ve vaziyet bir hayli kurtuldu. Fakat beni bir hayli üzdü arzu etmiyordum. E. Aydın, 11Kasım1945 Dün sayım yapıldı çocuk sayımı bende kontroldüm. Gezdim saydırdım, nihayet okula döndüm. Hiç iç üzüntüm yok denilebilir, mektup yazıp, mektup alıyorum, fakat pek çok yazıyorum, bana para da biraz zor dayanır. 15 mektup bir ayda postaya atılırsa ne olur. Züğürdün hali bu mu bende bilmiyorum. Sağ tarafımda arasıra artan bir ağrı vardır, kaburgalarımın altında, bugün maşallah hiç duymadım, inşallah geçiyordur. 24Kasım1945, Pazar Affınıza mağruren daha samimi ve delillerle yazmağa çalışacağım. Ortaokulu fakruzaruret içinde bitirdim. Annem ve ben babamı sıkmamak için dişimizi sıkıp ve belki ağladığımız oldu.! Ayağım kırıldı bir doktor çağırmak için annem sokak sokak ahbapları dolaştı. Orta tahsil işte böylece annemi ihtiyarlatarak , saçlarımı ağartarak mazi oldu. O kadar fakirdikki, Mut'a yaz dönüşümüzde kira parasını aylarca veremezdik. Yine o kadar fakirdikki muallim mektebine gidebilmek için yol parasını karşılasın diye atı sattık. Yıl 193839. Bu tarihler bizim dükkan işinin işlek olduğu senelere rastlar. Babamın eline 18 camiden, 30 lira puldan hepsi 48 lira o zaman epeyce bir para idi. Muallim mektebinde hele ilk sene babam, ayda zorla gıdasından ayırdığı 10 lirayı bana yollardı. Zavallı ben ne zaruretler içinde kıvrandığımı hatırlarken şimdi bile gözlerim ıslanıyor. Günlerce gazocağında soğan kebabı yapıp, her tarafından damlayan çatı altında titreye titreye sabahı beklerdim. Sabahleyin, ıslak elbiseleri çiviye asar, çamaşır bohçamın köşesinde her nasılsa ıslanmayan bir kat çamaşırı giyer, eski bir beyaz pantolonla, yarım pabıçla gider gelir ağlardım. Leyli oldum yine fakir. Çünkü babamları zaruret içinde bırakmamak için para istemezdim. Böylece yıllar geçti, ölmeden bugünlere ulaştık Gazi terbiyeye ne şartlar içinde girdiğimi pek hatırlamıyorum. Ama yine de mektebin sayılı fakirlerindendim. Çünki, arasıra, gömlek, çorap, don, atlet verirlerdi. Eh artık 25 yaşındaki bir erkek oğul evine yine yük olamazdı ya... Böylece susar susar babamın gönlünden kopanı tevekkülle beklerdim. Mezun oldum. Yuvamızın mukadderatını değiştirmek azmiyle Kars'a geldim.Muallimim. Sınıfta 100lira alıyorum Kemal'e gelince çocuk küçüklüğünden beri zeki, becerikli, fakat biz O'nu okutamadık. Sebep basit, sefalet. Kemal ortaokulda iken bir kez bayram münasebetiyle Karaman'a gittim. Bir izbede iki kişi karanlık bahtlarına da bürünmüş. Soğuk, yüzlerini soldurmuş. Kömür hiç yok. Ekmek pekmez sabah bitmiş. Paraları yok. Aybaşına on gün var. Ekim içinde zavallı çocuk hem şerefini kurtarmak için eksi on derecede çalışıyor, ve evin geçimlerini düşünüyor. Sıfır derecede vaziyeti Kemal kadar vahim olan talebe daha yoktur. Bereket versin bu arada, hamiyetli dostlar ve kalp sahipleri, komşuları var. Yardıma koşuyorlar. Kömür yolluyorlar, evlerine davet ediyorlar. Binbir iltifatta bulunuyorlar. E. Aydın, 1945 İyi Sakla Yazmak için hiç vaktim yok gibidir. Onun için şu defterimi ihmal ediyorum. Yoksa çok enteresan hadiseler yaşıyorum. Ruhi bey ve karne işleri benim beceriksizliğim. Ölüme denk üzüntüm avareliğim dersler. Blöfler, müdür beyle mülakatlarımız, karektersiz sırnaşık yalpalarım, onun lakaytlığı hepsi hepsi, resim üzerinde cahilliğim, müzailiğim, dost tutamayan halim, kimsenin bana sokulmaması yalanlarımla iyi vallahi yine merhaba deyenlerim var yine. Yoksa ben bir ukaladan başka neyim. Bütün bunlar tecrübesizliğimin bana verdiği haktı, yoksa bende kaşarlanacağım, bişeceğim, şu anda gelip hatırımı soracak bir tek kişi dostum yok Sabit müstesna. Yani benim için yola çıkan tek bir ayak, ben bu kadar fena bir adam mıyım, haşa sen şu etrafındaki insanlardan çoğundan iyi ahlaklı bir vicdan sahibisin. Fakat herkes muamma peşinde, içki işret sohbetlerine dost arıyor, sen o değilsin. E. Aydın, 26Aralık945, yılbaşına 4 gün var İşte şimdi gecenin 2,5 uğu, balodan geliyorum. Bir hayli dans ettim, fakat soğuk çok canımı sıktı. Adam sende dünyanızı mı, zamanı mı değiştireceksin. Es geç, hoş gör. Neyse yeni yılın hayırlı olsun dost. Şimdi uyu. E. Aydın, 1Ocak1946gece Yeni yıldan bu güne tam bir ay işte yine yapmak için ilk fırsatım, tam bir züğürt görüntüsü. Şimdiden daha başlangıçtan malumat kıtlığına uyuyorum. Ankara'dan buraya tek aşımasız geldim Şimdi ise bir hayli gülümseyen çevreye raslıyorum. Ama istihza ama samimiyet, onu artık aramıyorum. Şu Tevfik iyi çocuk, her hareketi ölçülü kalp kazanmanın yolunu niyazı bir katiyetle bilir. Geleli beri aynı odadayız, gülüp konuşuyoruz ve fakat sevgimiz samimiyetimiz hepsi samimiyetle pek teğet. İyi anına samimiyet dediğin nedir Ethem? Sarılıp öpüşelim mi, kızımıza paz ve rel şakaları mı yapalım. Bir insan diğer insana güzellikle yaklaşırsa yine aynı değil midir. Eh canım sende yazmış olmak için diline doladın bir kelime, ne oluyor yani manasızlığı bırak, yazacağın bir şey varsa yaz. Mesela akşamki karı oynatmalardan, sarhoşluktan, fuzuli masraftan filan üzüntün intibaların varsa yaz. Kemal'ın ani düğün haberi ultimatonun onların sana yararları varsa, babanın bile evladı yanlış anlaması ve artık bu böyle iken kimden hangi yabancıdan samimiyet dilenmeye hakkım olduğunu ilah yaz, eğer yoksa uzun uzun mektuplarla içini dökmüş olmana kani ol ve sözü kes. Hayatı gün ve gün yaşamanın kolayını araştır. E.Aydın Bu saat Kars'ı terk etmeyi iyice idrak ettiğim günlerin başlangıcıdır. Gelişimde böyle olmuştu yazıyorum, yazdığım şeyler birbirine geçmiş olan günlerimin içinden yakalayabildiğim ufak tefek şeylerdir, hadiselerdir. Yine şu kız arkadaşlar işi kafamı kurcalıyor, anlaşamıyoruz medenice. Sinsi sinsi alay edilip hiddet ediyoruz. Talebelerle ara sıra münasebetsiz hareketlerde bulunuyoruz. Bu günleri hadise o kadar üzücü olduki yazmaktan sıkılıyorum. E.Aydın Bu sabah yataktan kalkarken kendimi yorgun, bezgin ve birazda kimsesiz buldum ve hemen defterimle yani seninle baş başa verdim, eski günleri karıştırdım, okudum. Bana öyle geliyorki dün yada hiç bir şahaser virane kendi eseri kendi hatıraları kadar tatmin etsin işte okudukça kokladıkça ben ben kokan bu satırları insan şaheser sanıyor. Yakın Ankara'ya dönmeyi kuruyorum tabiki asker olarak. E.Aydın İkaz Yedek Subay okuluna geldiğimin 10.günü, önümüzde 157 gün var. Ölmeyen can nelere kavuşur, şu sıcakları düşününce tepem atıyor. Sıhatim, param, herşeyim yerinde. Burada da ufak tefek üzücü hadiseler oluyor ve yine becerileşip çocukca hallere giriyorum. Şehre çok seyrek iniyorum. Henüz hiç mektup almadım Gün geçtikçe değişiyorum, şimdi artık talimat seyirini gösteriyor, oldukça ufak bir ayrılık yüzünden kendileri için göz yaşı döktüğüm annem babamı da şimdi pek seyrek hatırlıyorum. Yeni aile manşeti her yazısı gibi birde benzedik insan olmak pek fühan edilecek nesne değil. Niye sevişmiyoruz, niye eskisi gibi annem, babam, ben ağlamıyoruz. Kars'ta müdürün dediğine çok hak verdim. Askerlik hayatımda yeni terakkiler kaydedecek buna şimdi inanıyorum. E.Aydın, 13Mayıs1946 Ne günler geldi geçtiler, hepsinden bazen bir intika bazen bir hatıracık kaldı. Onları toplamaktan, dizmekten istikbal için ne beklenir, eh işte gün ambalaj ediyoruz. Bir gün bir ağlamanın insanda kalan garip intikaları. Kars lisesindeyiz günlem 15IV946 artık derslerde içinden inlemeler yazılılara karşı sonsuz intikalar dolup taşıyor. Bütün bu terkedeceğim şeyler için, ağlamak göz yaşları dökmek için ufak bir işaret kafi. Yok öyle yapmıyorum, onlardan her fırsatta kaçıyorum. Hatta her sınıfa ayrı ayrı allaha ısmarladık bile demeden ayrılmak niyetindeyim. Son gün 30V946 sabah onları topladım, konuşmak için dibine gelenleri ortaya attım, dudaklarımı büze büze yarı ağıtlarım tesiriyle tutuk bir makine gibi onlara üç kez kelime söyledim işi bitirdim. İstasyon safhası bir alem, ben bir mecnun, her yolcunun önünde duruyor, konuşuyor, ağlıyor, ağlatıyorum. Dayanmıyorum kenara topluyor onlara kalan millet nasihatleri veriyorum. Bütün meslek dostlarımı kenarda bırakıyorum, işte dan... dan dan. koşuyor, ahbaplarla kucaklaşıyoruz ve trene atlıyorum. Ağlaya ağlaya, ezile büzüle son silüetlerinde ufukta silindiği Kars hakkında muhayyılemi çalıştırmaya ihtiyaç duyuncaya kadar gittim, gidiyorum. Şimdi Ankara'da yedek Subay okulunun topçu bölümünde 1317 numarada, geri sıralarda oturan, bazı derslerde uyuklayan bir talebeyim. Kars lisesindeki, çok faal resim öğretme değil. Yine ayın 29 akşamına dönelim. 26 öğretmen bir hayli talebenin doldurduğu, üzeri çerezli masalar etrafında oturduk, konuştuk. Sonra müdür kalkıp hayırlı yolculuklar temenni etti. Arkasından bir yavru daha, sonra bir son sınıf talebesi bana yazdığı şiiri okudu, ah artık başladım ağlamaya. Sonunda bende kalktım bir kaç şey söyledim ama bir hatip belağatıyla . Sonunda Allaha ısmarladık demeyi unuttum. Eh canım ne çıkar. E. Aydın Geceleri tahtakurusu ayıklıyor, gündüzleri de derslerde uyukluyorum. Allah encamımı hayırlı kılsın. E. Aydın, 16Mayıs1946 Yine tifo aşısı oldum. Bu gece evde kalmak için izin istedim, pısırık ve cansız söylediğim için alamadım. Yine böyle yapmayacağım ve bundan sonra çok gür ve tok konuşacağım. Yarın Pazar ve 19 Mayıs bayramı, bittabi göremiyeceğim, aynı zamanda bir arkadaşı karşılayacağım. Günler yavaş yavaş geçiyor ve ben çalışıyorum. Bir gün yine hayata, maaşıma kavuşmak için çalışıyorum ve çocuklarıma mektup yazıyorum. Onları çok sevmiştim, hem de pek çok, sonra hani bir tarihte (*) 1851946 Cumartesi Hayret vallahi, Yedek Subay okulu bitti. Vallahi billahi bitti ve 20 günde subaylık ettim. Ve işin garibi bu, hayat çıkmazı böyle pütür pütür. E. Aydın Bugün hayatımda bir çok virgüller, noktalar koydum. Aniden Ermeneğe yolladığım ilanı red ve meşruti vaziyetim, ablama mektup annemin gelmesini istememem. Evden çıkışım, kızcağıza yaptığım cinayet. O kadar gayesizim ki, bakın neredeyse dün Pazar günkü Amerikan donanmasından intibalarımızı unutuyordum. Ne muazzam gemilerdi onlar yarabbi. İçinde 100 teyyare taşıyan, uçurabilen koca ada ve kayıkları yüzdüren çıkarma gemisi. Hey yaradan ne ömür şeydi onlar Randolf, fargo, Donrne. E. Aydın, 24Kasım1946 Günler gelip geçiyorlar, işte bir ay daha geçti ve ben yine kararsız, gayesiz ömür eyliyorum. Nişan işini bozdum, validem gelemeyecek, evden çıktım, orada bir yaramazlık yaptım, fena bir strateji yüzünden üzüntüler içine çark oldum. Bu basit düşünüş, bu hal beni ne zamana kadar takip edecek yarabbi. Mut'a bir mektup yazdım, ev için yüzbaşı ile görüştüm, üzüntüler yumak yumak. E. Aydın Bu gece şöyle bir rüya gördüm. Yeni elbise giymek filan. Sabah oldu, şeytanda işlemiş kalktım, hayırdır inşallah dedim. Öğle sonu saat 1'e çeyrek var. T6 nöbetini devrediyorum. Nöbeti alacak adam yok. Bir eş yolladım buldu. Çok acayip bir itimatsızlık yüzünden çocuğu kızdırdım ve sanki haksız olarak kendimi müdafaa ettim. Hiç umulmadık bir vaziyette kaldım. Öyle bir anı oldu ki eski günlerden hak iddaasında bulundu. Böylece bu işte haksız olduğum meydana çıktı. Çünkü, Yedek Subay okulunda bir hayli yardımı dokundu idi. Her insan gibi oda öyle yaptı. Aslında farkında şeker gibi, melek gibi bir çocuk. Yine benim pek tuhaf düşüncelerim aramızın açılmasına vesile oldu. Şöyleki: Ben Mehmet'i pek çok sevdim ve seviştik, ona öyle zayıf taraflarımı açtım ki, beni çok iyi anlamış, sevmiş gözüküp samimiyetimizi ilerlettiğimiz kanaatını verdi. Tanrımda biliyorya, ben sevdiğim ve bir parça sevildiğimi anlayınca herşeyimi fedaya hazır olan biriyim. Zaten samimiyetten bunu beklerim. Gel zaman git zaman, bir ufak şakaya karşı bana bir hikaye anlattı ve kurada beni o şahsın yerine koydu. O şahıs karektersiz, saygısız, samimiyetsiz biri, bense aile samimiyetine bayılan, arkadaşımın annesini annem, kardeşini kardeşim yerine koyup, öylece vicdanımda yüksek hisler besleyen biriyim. Elbette gücüme gitti ve öyleki bu arkadaşa çok derin kırıldım. Üzüntülerimi file döküp selamı kestim ve ufak tefek cezalarımız başladı, bu hale geldi. E. Aydın, 10Aralık1946 Ey Terbiyesiz Terbiyeci Ben, resim öğretmeni Ethem ve telkifi imkansız olan saldırış mahut netice. Ey itaatı sevmiyen vatansever. Buda ben itaatsız, disiplinsiz bir ordu olur mu? olmaz. Öyle ise, ben vatan sevmiyorum neticesi çıkar. Sesini kesip otur oturduğun yerde. Çocuk gelip çocuk gideceksin be yavrum. Bugün yüzbaşı ile vaziyetin ne idi, ne fena idi. Onun kabahatı varmı idi. E. Aydın, 23Ocak1947 Günler gele geçe, gele geçe ilerliyor ve ben değişiyorum. İşin doğrusunu arasanız, bu herifi hazmedemiyorum, eh ne yapayım itaat etmem lazım, mecburum filan amma, kıymetimi de ararsın, domuz gibi çalışalım, gece sabahlara kadar nöbet bekleyelim yine iyi adam değiliz, yine iyi adam değiliz. Bu amirden daha kötüleri çoktur evet ama bu da iyimi sayılır. Onun fena huyları, benim dik kafalığım bu işi büyütüyor. Yoksa çıkar yol, yer değiştirmekse onu da göze aldım. Ya kurduğum planlar kabul edilir çok iyi çalışmaya başlarım, olmazsa ne yapalım, yolda devam. E. Aydın, 10Şubat1947 Doktor geldi gitti, çocuk çok doğru söylüyor ama o iş oldu bitti, çığırından çıktı da ondan sonra. E. Aydın Hey kart düşünceli tatlı çocuk. Günler de hele ne de çabuk akıyor. Sanki itişe kakışa koşuşan çocuklara benzediler. Bense çok garip bir adam. Hep itiliyor, kakılıyor, eziliyorum. Yine gün doğuyor, bir gün başlayıp bir hafta bitiyor. Dalgalardan dalgalara koşuşan bizler, günler boyu yüzüyoruz. E. Aydın, 4Nisan1947 Gönlümün teknesinde, hayalin yelkeni, arzunun kürekleri ile hayat iklimlerine maceraya açıldım. Her körfeze uğruyor, boynuma sarılarak sevgililer arıyor ve geziyorum. Teknem dalgaların üzerinde bir ceviz kabuğu kadar hafif ve ben gözlerim sahillerde hep arar arar ararım. Geceler ıslak bir kefen gibi ağır kendini duyururken, ben son defa sevgililer kapısını ziyaret eder ve üzgün dönerim. Aşksız meğerse hayat ne ağır ve ne kadar yalnız oluyormuş. E. Aydın, 6Nisan1947 17Nisan1947, sabah saat 6'ya doğru, odamda sobanın iyice ısıtmasını bekliyorum. Koşuya gidecek atlar gibiyim, sanki hazırladığım sergi benim içinmiş gibi tuhaf oluyorum. Ruhum hem sıkılıyor, hem ferahlıyor. Gerçi bir tez uğruna bir sergi hazırladım ama ne yapayım, nasıl olsun veya oldu bilmiyorum. Neticeyi akşam devam edeceğim. E. Aydın, 17Nisan1947 Artık hayatım 3.cü safhasına girmekte, bense bir hayli yıpranmış, tecrübeler kazanmış olarak vazifeme dönüyorum. Bu günler ne kadar uzak, ne kadar erişilmez gözüküyordu. Hepsi gelip geçtiler. Şimdi yeni günlerim için yeni projeler kuruyor, tamamen kavrayamamaktan yoruluyorum. Ankara'ya uğramak, işlerimi yoluna koymak, sağa sola baş vurmak, mesleğe intisap ve yaz inlenmesine çekilmek. Terhis oluyorum. Yaşasın Hürriyet. E. Aydın, 26Nisan1947 Ankara'ya uğradım, çok tapırdadım, işlerimi tanzim ettim, en sonunda hakkımıza ne hayırlı ise o oldu. Bugün Adana'nın Bahçe kazası, Haruniye nahiyesi, Düziçi köyü enstitüsünün taa ufuklara bakan bir odasında, kuşları bile kuşbakışı seyrediyoruz. Herşey hoş, sevimli fakat biraz yabani; İnsanlar iyi gözüküyor ama bakalım sonu ne olur. Henüz vazifeye başlamadım. Fakat pek çok yapacağım iş gözüküyor. E. Aydın, 27Mayıs1947 28 Mayıs'ta Adana'ya gittim. Elbise için bekledim ve aldım. İşte bugün okula döndüm. Köye arabayla geldim, elbiseyi de yaptırmıştım. Çok şükür şimdi param yoksa da giyecek elbisem var. Yalnız prensipleri bozma aman yavrum sakın ha sakın. Ciddi ciddi, ağır ağır ağır... E. Aydın, 2Haziran1947 Bugün Eylül'ün 18Eylül1948, ben nişanlanıyorum. Hava yağışlı bu, bolluğa, işin iyi gittiğine alamet olsun. Mütevazi bir nişan olacak. Yağış arttıkça arttı. Bereket versin davetlilerimiz yakından geldiler, inşallah iyi bir gece olur. Karar namemi, yani nakil dilekçemide yakında bekliyorum, buda iyi, arzu edilen şeylerin toplanması olur. Geçti bir iki pot v.s. Fakat yarın için yine bir eğlence istiyorlar değil, yapacağız inşallah allahın izniyle. E. Aydın Öylesine bir nişan yaptık, öylesine bir geçti ki. O akşamki üzüntüm zehir gibi (*) bir güne intikal etti ve ben bir gün kahribar gibi sarardım. Çok şükür düzeliyorum, hele o gecenin uykusu ve parmağımdaki madenin sıkıntısı beni sabaha kadar terler içinde bunalttı. Her ne olursa olsun giden hürriyet ne için olursa olsun insana acı geliyor. Bir hadisenin bütün vücudu sızlatacak kadar çıbanlaştığı 26Eylül1948 günü beklediğim bir gıdayı bana (*) . Düşüne düşüne Ankara'ya vardım. Çalıştım, çabaladım, nihayet bir söz alabildim. Bilmem ki nasıl olacak, sözlerinde duracaklarmı, yoksa beni başlarından mı savdılar. Tanrım hakkımızda hayırlısını versin. Önce çıkmış olan kararnamemi bugün tebellüğ ettim. 5Ekim1948, 15Ekim1948 on gün geç kaldım. Burada olan hocada pek normale benzemiyor. İyi arkadaşlar var. Hele müfrütlere bakalım, nasıl telif edeceğiz. Ona göre ölçülü olmalıyız. Etem dikkat et, sapıtma. E. Aydın, 5Ekim1948 Bir yer ve gök arasında sıkışıp sıkıştırıyoruz, günler dün gibi gelip onlar gibi geçiyorlar ve biz her sabah yeni ümitle yatağımızı topluyor, traş olup, kahvaltı ediyor, giyiniyor, çamaşır değiştiriyor ve vazife yapıyoruz. Bir senem böyle geçti, öncekilerde keza ölmeği ne kadar cazip kılıyor ve ümidi ümitsizliğe hayalleştiriyoruz. E. Aydın 24Ekim1948. İlerleyen nedir? kimdir? Belirsiz. Sadece yaşanıyor karın tok, gönül yarın için ümitli, mütevekkil. Bir ömür böyle dolacaksa numune bugün ise neye duruyor, neyi bekliyoruz. Mide dolsun, mide boşalsın. Yatak serilsin, yatak toplansın, kapılar açılıp kapılar kapansın, daha bir çok belirsiz seneler bakalım. Bu bilmece açık saçık bilmece, insanlık komedyasıdır insanlık. Rolümüz mühim, çapraşık. Aman iyi ezberleyelim, yine tekrar edelim. Dolsun mideler, boşalsın mideler, soyunalım yatalım, giyinelim kalkalım, yatak toplansın yatak serilsin, kapılar açılsın kapılar kapansın. E. Aydın, 24Ekim1948 İşlerim pek zevksiz ve cansız gidiyor. Ümüdüm kırık değil. Zira kaybolan eşek benimdir. Bulunarak sevineceğim. Hayat budur. "Ve hüve ala külli şeyin kadir". O her şeye kadirdir. Ebubekiri Sıddık, Ömerül Faruk, Osman Zinnusuyu, Aliyyülmürteda, Hazreti Haticetülkübra, Ayşe Ümmülmüminin, Hayrünissa, Hazreti Fatumetuzzehra. Fetebarek Allaha aksenül halikin! (*) en iyisi olan Allah (*) La havle ve la kuvvete illa billah! Davranış ve kuvvet ancak Allah'ın yardımıyladır. Ee Etzak yemutune minel bezdi ve yekulüne. Türkler soğuktan ölürler, soğuk azıcık derler. Euzübillahimineşşeytanirracim! taşlanmış olan şeytandan Allaha sığınma. Şerefil mekani bilmekin! ...... E. Aydın Tanzim dünyanın nizam, intizam ve ahkamatı tarafından düzenlenir. Bizi sen koru, sen beni belalardan şerlerden koru, hakkımda hayırlı şeyler ihsan eyle,aciz kuluna iyi yollara şevkeyle yarabbim Herşeyim sence malumdur. E. Aydın Herşey geçmekte, bahar güz deme, yaz yazın güzü yaz. Durma deme yaz. Kafile gitti gezdi, döndü. E. Aydın, 31Ekim1948 O yolculukta bizi büfeye soktular. Gafil avladılar, zayıf buldular ve üzerimize iftiralar yağdırıyorlar E. Aydın, 3Kasım1948 Bugün dostlara mektuplar attım. Gönlümü, arzularımı, kafa dağıttım. İşlerim bulanık, iki adım ilerim karanlık, önüme gelene yalvarıyor. İşimi takip için söz alıyorum. Günler geçmekte ve ben (*) olmaktayım. Şimdi ne yazıp ne diyeyim. Gönlüm deli, arzum deli, şansım deli, delleniyoruz bakalım ne olur. E. Aydın, 1Kasım1948 Bu ömür, bu üzüntülü ve ölümlü kalımlı dünya. Senin neşen için ağlayayım, ümitleneyim, gözyaşıma yazık değil mi. Sende sıranı beklemiyor musun? İşte bugün yaş 30, yarın 40, elli, yetmiş ve böyle ömür erimiş olacak, sen şekli şemalini bulacaksın, toprak olacaksın. Unutma arkadaş bu iki kere iki demektir. 24Mart1949, babamın yani benim dünyaya gelişim ve yaşayış istikbal yapışıma vesile olan o bir günlerimi bana bağışlıyor. İnsan yetmiş yaşında hayata gözlerini yumduğu tarihtir. Teli aldım, önce pek kararsız dalgın dalgın evden çıkıp, kendimi yağmura terk ettim, yürüdüm yürüdüm, yollar bitinceye kadar yürüdüm. Islandım ağlayıp ağlayıp geri döndüm. Şimdi oturdum yazıyorum, gözlerimi gönlümü oğuşturuyorum. Baba senin için sana yapamadığım yardım için üzüntülü, sıkıntılı ve ölgünüm. Ne saçmalayacağımı ne diyeceğimi bilemiyorum. Başa gelen çekilir. Her insan doğar ve ölür, bu dünya kimseye yar olmaz ki! E. Aydın, 24Mart1949 Sabuha Sevgili defter seni babamın ölümü ile unutmuştum. 24Mart1949 işte iki sene sonra yine açıyorum ve sana biraz zehir akıtacağım. Babam öldü, şu menfur Salı günü bende öldüm, öldüm sayılır. Zira bu kadının evi karartması da ölmektir. Eğer ben bu mücadeleyi kazanırsam, tabip beni yaşatırsa mumya yapar da yağlı karakız yinede çürümek benim içindir. Ey ulu tanrı ben meğer ne büyük kusurlar işlemişim, ne taksiratım varmış meğer. Yaşamak ah ne tatlı, üzüntümüz kuşlar gibi, böcekler gibi. Bugün karım beni bırakmak istiyor, öldü, dertli diye. Anam beni doğuran kadın, zavallı kardeşim, dertli, kimsesiz, kardeşim yanıma sığınak, onlara ben bakıyorum diye onlar, o gönülleri zengin kendileri fakir kimseler için. Ben onları karıma köle yaptım, taptırdım. Ben yuvamı, put karımı mukaddes bir şey gibi sevdim, her geçen gün daha çok daha fazla. O da beni her geçen gün daha çok unuttu ve şimdi lütfen vermekte olduğu selamı kesiyor. Bu çok hazin konuda bu zavallıdan yumruğu yiyen ve ölen maktulum. Kadın için bu cüret sayılır ve Tanrının erkek diye ortaya diktiği ben böyle cesur olamadığımdan yine üzgün ve ölgünüm. Allahım sen büyüksün, çok büyük. Bunu bilmek, söylemek hüner değil, onu da bilirim. Sana (*) bulanlar ölenler midir? Her müşteki yenmek ve kullarına yardım etmek. Bilmemki ne dersin. İşte yine bütün develerini yitirmiş bir bedevi kadar karşında acz içindeyim. E. Aydın, 6Mart1951 Ben yine çekmekteyim. Sevgi insanı küçültüyor iğnenin (*) geçiyor. Hel iftiralar, insanı hayatından geçiriyor ve öyle üzüntüler veriyor ki, yaram çok derin. 1 Annem zavallı kadın, ihya edilmek ister. Vazifedir, haktır, tehkir görüyor, sevilmiyor. 2 Babam için mevlüt bile okutmak imkansız. Cuma namazları bile bu aşk sahnesinde gavur oluyor ve ben her biri bir ayrılma vesilesi olan şeyleri, sevgimin ünlüğüde sürüyor ve unutuyorum. Ama bileğim ve ben hayatın bütün ağırlığı ile seve seve boğuşuyor, el el, kızara bozara para temin ediyorum. Fakat yine ben en alçak adam oluyor, müsrif damgasını yiyorum ve bugün benim eşim bana benim param diyor. Benim param nerede, ne zekasız, görgüsüz diyor. Ve ben mütevekkil öldürüleceğim ve açlıktan düşeceğim günü bekliyorum. Yemeyeceğim, uyumayacağım bu temiz aşkımla öleceğim. Hayat acı olsun sigara daha acı dumanları ile içimi daha tatlı ve ferah yapıyor. Benim dostlarım, ben buna layık mıyım.? E. Aydın, 11Nisan1951 GÜNLÜKTEN (2 ve 3 numaralı kaynaklar) 1940'da Adana öğretmen okulundan mezun oldum. Ak soluğunuz rüzgar, deniz dalgalı yekem insana doğru... Hüseyin Sevim için yazdığım özlü ayrıntılar verilmiştir. 1944 Kars lisesindeyim. Ayrıntıları Doğan'cığıma yazmıştım. Öğretmen olarak göreve başladıktan sonra da, mekanikkolik olmuştum. Ütü, elektirik ocağı, bisiklet, motorsiklet, çamaşır makinası, buz dolabı, daha bilmem neler neler!!. Elimde düzensizliğe, sonra da yarım düzene ulaşıyordu.. Çalıştığım okullarda, iş bilgisi dersi kapsamında; model uçak kursları da açıyordum, lastik motor yerine, saat zemberek düzeni de kullanılabileceği düşüncesi kısa zamanda yaygınlaştı Düziçi köy enstitüsü, İvriz köy enstitüsü derken, 1950 sizlerle buluştum. Nihal hanım, Sadettin Çağlarca, Haşmet Akal, Hüseyin Sevim'le beraber çalıştık. Mersin lisesi Üniversite çaplı bir okuldu. Öğretmenler Prof. yeteneğindeydiler. Lisede sınıflar 20 kişiyi geçmezdi. Prof.'lerin anfileri vardı. Öğrenciler asistanlar gibi çalışkan, araştırıcı, katılımcı, bir verdiğinizi bin olarak geri verirlerdi. Unutmuyorum, sanat tarihine giriyordum. Ben sanat tarihini kuru bulur, sevmezdim. Kendime göre bir çıkar yol seçtim, öğrencilere kitap başlıklarıyla konuları dağıttım, kaynak kitaplarda gösterdim, bir yıl süreli ödevler haline getirdim. Onbeş günde bir hazırlıkları topluyor, güya kontrol edeceğim. Bir akşam, ertesi gün dersine gireceğim sınıfın ödevlerini okuyorum. Saat gece yarısını geçerken, Şen Pekak'ın ödevi üzerinde uyuya kalmışım. Suçüstü mahkemesi günlerce evde kurulu kalmıştı. Tez işini öğrenciler çok sevmişti. Sene sonlarında ciltlettiriyor, kitap halinde yapıtların üretildiğini anımsarım. Aynı olgu resim dersleri içinde geçerliydi. Dünya çaplı ünlü sanatçıları, Ekolleri ödev olarak verir, o zaman bulabildiğimiz İngilizce ve Fransızca kaynaklardan çeviri yaparlar veya öğretmenlerin yardımıyla seve seve çözer, yıllık tez haline getirirler, dikkatle ciltlerlerdi. Sanıyorum okul kitaplığında örnekleri de vardır. İş Bilgisi derslerinde, mekaniği öne alır, model uçak, saat motorlu tepkili, yeni tip planörler (Kreasyon) denenceleri yaptırırdım. Her öğrenci cilt bilir, daha önce çizimini beğendirdikleri, iş kutusu albümleri, yine kendilerinin yaptığı alaca kağıt, ebru su kağıdıyla titizce kaplarlardı. Evlerdeki, zamanla yıpranmış nesneleri yeniden yaşama kavuştururlardı. Kendi yaptıkları motorlara iş gücü uygulamayı denerlerdi. Kulaklıklı elektriksiz radyolar yapar, pedagojik anlamda işin doyulmaz keyfine ulaşırlardı. Ortaokuldaki öğrencilerim, lisede de benimle olmayı severlerdi. Anımsadığıma göre, liseden, Türk kuşu kamplarına yönlendirdiğim öğrenciler, yüksek ehliyet alıp amatör planörcü olarak dönmüşlerdir. Sayıları Yurt genelinde önemli yer tutar. Mersin mahkemeleri, imza sahteciliğinde yeminli bilirkişi olarak çağırırdı. Kaligrafi üzerinde incelemelerim, yetmişli yıllarda uluslararası (parmak izleri değişmez midir, değişirse zamanlaması hangi peryotlarda olasıdır), teziyle ilgilenmeme neden olmuştu. Mersin 5 Ocak anma gününde Haşmet Akal'ın sahnelediği, Tuncay Özgünel ve bizlerin katkısıyla, güzelliği anılara renk veren görkemli bir şöleni anımsatmadan geçemeyeceğim. Mersin'de, Kayseri pazarına aboneliğim, Saraç Mahmut amcaya kira borcum, öğretmenliği bırakıp, Müderrisoğlu Dershanesini kurmama neden olmuş. Para saymayı beceremediğim için, ticareti bırakıp, askeri darbe arkasında tekrar Osmaniye'de göreve başlamam gerekmiştir. Adana Erkek Lisesi'ne geldiğim zaman benden önceki derslere ücretli giren müdür ve yardımcıları on numaralarla doldurulmuş not defterleri verdiler. Öğrenciler yoklamağa gelmiyorlardı. Derslere girmiyorlardı. Program işlemek bir sorun oluyordu. İdare de onları destekler görünüyordu. Ankara Fransız Kültür Derneği'nden diyalar istedim. Boş olan fizik ve kimya laboratuvarlarında gösteriye başladım. Önceleri bir kısım öğrenciler nü seyretmeğe geldiler. Sonraları diğer sınıflar ve öğretmenler de konuğum oldular. Hanım öğretmenler ise beni idareye topluca şikayet ettiler. Çocukların ahlakını bozuyormuşum diye.! Öğretmenler kurulu toplandı, zorlu bir savunma yaptım. Genç öğretmenlerden Osman Karekök, Ali Kaya (Kılıç), hanım öğretmenlere karşı: "siz bu üniversiteleri nasıl bitirdiniz doğrusu şaştım" dedi.! Oy çokluğuyla aklandım. Diya gösterilerine de devam ettim. Geldiler, gördüler, zaman zaman da ekoller üzerine sorular yönelttiler. Barıştık. Fotoğrafçılık kolunu kurdum, sayıları yüzelliyi geçen amatör fotoğrafçı yetiştirdim, şimdi beş tanesi profesyonel çalışıyor. 1974'de Adana Erkek Lisesin'de emekli oldum. 23 Yirmiüç sene sonra yine yazmak, içimi dökmek için defteri açıyorum. 2Nisan1974 Evden çıktım, kaçar gibi insanlara karıştım, sabahladım, okula geldim, sınıfı açtım, ders öncesindeyiz, çocuklar geldiler. Burayı seviyor ve benimsiyorum, rahat ve hayırlı geliyor. (Editörün Notu: Ethem Aydın'ın burada bahsettiği okul Adana Erkek Lisesi'dir) Dün bugün 54 sene yaşamış gözüküyorum defterde, hayret ne hayret. 5Nisan1974 Dışarısı yağışlı, içerisi sakin, resim yapıyorum ama hayali oluyor. Medeniyet tabiatı deforme etti aslında, güzel olan ne kaldı. Artık, anca hayal içinde yaşayacağız ve zor bulacağız. Bir yıllık çıkarmak istiyoruz, onun çabası da caba. 9Nisan1974 1929Nisan. Rıza bey örnek öğretmen, efendi öğretmen, Ermenekli, yanında Delil efendinin oğlu Hüseyin, sonra öğretmen Mahmut hocanın oğlu Aslan, Hali efendi kızı Şefika, Rodoslulardan biri, reji memurun kızı Fatma, doktorun oğlu Sadım (*) E. Aydın Buralarda yaşamak iyice zorlaştı. Dönmeyi düşünüyorum ve özlüyorum. (Editörün Notu: O sırada Istanbul'da otururduk) E. Aydın, 28Haziran1980 Genel yaşam, zincirleme istekli veya şartlı yan yana gelişler zinciri ile oluşmuştur. Bu zincirin halkalarında basit yapıda elemanlar vardır. Belli şartlar altında kuralları var olan, akıl tarafından bilinmeyen kanuınlarla zorlanmakta oluşum ve gelişim sağlanmaktadır. H ile O herzaman su değildir, suyu oluşturmaz. C, S, Z, Na, Ca için de böyledir. Her hücreyi yapan maddeler geçit taşları bir başka dizidedir. E. Aydın, 4Ağustos1980 Pazartesi Kurulan büyük düzende usta vardır, aletler gereçler vardır. Güneş hergün bir başka anlamda hergün bir başka görevde doğar, ısıtır, ışıtır. Büyük canlılık, alış veriş başlar, rüzgar eser, yağmur yağar, şimşekler çakar, ani birşeylerin olmakta olduğunun kanıtıdır. Sel suları tozları sürükler, çukurları kapatır, kar lekeleri saklar. Hemen herşey bir başka şeylerin oluşumuna yardımcı olur. Ama bu oluşum, maddeden uzaklaşmadan, genel düzeni korur. Denebilirki ilahi sır gibidir. E. Aydın, 6Ağustos1980 Çarşamba Tabiatta maddelerin korunması aklın yaklaşamadığı ve daha çok uzun kuşaklarda anlaşılamayan bir giz olarak kalacağa benziyor. Bir hücrede oluşacak değişiklikler gözlenebilse bile, tekrarlanması bir hayal gibidir. Kimyasal ve biyolojik olarak hücreyi tanıdığımız var sayılsa bile, hücreler topluluğu, bu topluluğun aralarında oluşan organik bağ,tanrının insanlardan sakladığı ve ebedi bir sır olarak kalacaktır. E. Aydın, 11Ağustos1980 Pazartesi Canlı nedir, tarifi nasıl olacaktır? İçinde milyonlarca atom, nötron, pozitron, mezon'un saniyede ışık hızı ile dönüşleri bitmeyen bir canlılık yine bunların biribirlerinden uzaklaşmaları, yaklaşmaları, ayrılmaları yeni yeni canlılığın başlangıcı değil midir? Toprak... kara toprak... herşeyin sonunda durağan olduğu toprağa cansız denebilir mi? Yeşil yaprak, kırmızı, sarı, mor, mavi, beyaz çiçek, acı erik, tatlı üzüm, ondan olmuyor mu? Bu gün bayram. Şeker bayramı. Olanları anlayabilirsen anla. Duyguları niteleyebilirsen nitele. 12Ağustos1980 Müslümanlar bu bir ayı oruç tuttular.Temiz olan 5 vakit namaz kılmış, başkalarının kesesinde gözü olmayan insanları aldatmayan, terazinin ölçüsüne saygılı, kazancı sınırlı, acaba kaç kişi var. İnsanları seven, onlara hizmeti iş bilen, fakiri gözeten, sokakları da evinin içi gibi temiz tutmağı amaçlayan kaç kişi var. Belli şartlar altında belli olaylar bir düzeliğini korur. Belli yükseklikte su 100 derecede kaynar. Atmosfer basınç altında bu kural değişik neticeler verir. Dünya, ısı, basınç, elektrik ortam, ortamdaki peryodik bağımlılıktan tohumu, ağacı, yumurtayı, yumurtadan canlıyı yapıyor. Ağacın canlının soy özellikleri, davranışları, ruhi şartları, nasıl bir çerçeveye konabilir. O halde insanda zeka unsuru niçin vardır. Hangi evrensel oluşumun ilk yapı taşlarıdır? Bir hayvan açlığı, üşümeği, ısınmağı, soy sürümünü karşılar, tehlikeleri önceden duymağa çalışır. Bir sivrisineği öldürmek onun şartlara göre değişen savunması nedeni ile zordur. Bu savunma düzeni neyi kanıtlıyor. Medeniyet yapısına taş koyan insanlar olümü bile bile çalışıyor, yoruluyor, yaşama sevinci var içlerinde. Neyi kanıtlıyor neye hizmet ediyorlar? Ölüm, son oluş bu kadar yakınken umursamadan yaşamak Kösem'in öyküsünden farklı mıdır acaba. Bizi böylesine hiç için şevklendiren ilahi güç nedir, ne istiyor, niçin hala deneyi sürdürüyor? Ölüm bir son mudur, yoksa bir başlangıç mıdır, ruzi mahşer var mıdır? Aklın ışığında bunu nitelemek için bir örnekten yürüyelim. İpek böceği tohumu soğuk bir ortam içinde istediği kadar saklanabilir. Ilıman bir ortamda tırtıl olur. Oburca yeşillik yiyerek büyür ama tohumun durağan özelliklerinden habersiz büyür. Kendine bir koza örer. İçinde saklanır. Serinlikte uzun süre kalabilir. Oradan bir kelebek çıkar. Tohumdan tırtıldan habersiz çiftleşir. Tohum verir ve ölür gider. Tırtılın dini inançları ve amaçları yoktur. Cenneti de ahireti de ortadadır. Ömrü kısa olan canlılar bir somut örneği sergilemiyor mu? Cennet cehennem bizim yaşamı kolay ve zevkli kılmak için uydurduğumuz boşlukta kalmış hayaller değil midir Diyeceğim şu ki: Cennet de cehennem de yaşamın içindedir. Ölüm, bir son'dur. Ama yeni bir oyun için dekorların sökülüp sahnenin boşalması gibi... Dekor konulduğu zaman, sahne ne kadar şatafatlı, görkemlidir. Sonsuz ışıltılar, kompozisyonlar, birbirlerine ilintileri bağımlılıkları bakımından girift anlaşılması, anlatımı zordur. E. Aydın, 1980 Bugün, daha doğrusu akşam içinden hafızamı yoklamak geldi. Fotoğraf albümünü çıkararak eski yollara doğru daldım.1333 yılında bir yaz ayı domates patlıcan biberin bahçemizde geliştiği bir mevsim, ablamın nişanı günlerinde idi. Bahçede ablamla yanyana bir resmimizi buldum. Masum, boynu bükük, ezik, mutsuz duruyordum. Bugünkü gibi. İlkokul benim bilincimin biraz ötesinde, hatırladığım şeyler düşsüdür. Ortaokula başladığım zaman sanki ben bir başka kişi oluyorum. Çalışıyor, oynuyor, geniş düşünebiliyor, başarıyı seviyorum. İşte ikinci sınıftan bir kesit, Türkçe hocamız Abdullah Kamil bey, arkasında ben, hatırlayabildiklerim Mehmet, sonraları yüksek öğrenimini yaptı, bir kaç devre de mebus oldu. Niyazi Karaduman, Bilal Ali, Sulhi, Rahmi Baykal, Fethi Erdem, Dilaver Boya, Mehmet Gürtük, Seyit, Sinan Dölek, Turgut, en önde Ali Gür, Çömelekli Kemal, Mazhar Arıkan, Kadir Aslan, Süleyman Baykam, İhsan Bayhan. Sonra rasgele sıradan 1935 yıllarında, ben 14 yaşında imişim, sonra öğretmen olan yine Boynueğri'lerden Mırza bey'in nikasız karısından Dudu tezzeden ama çok hanım olan hanımefendi olan bir kadından olan Mehmet Öztürk'le çekilmiş ilkokul önlüklü bir resmim..... Elimde bir tomurcuk gül var... bahara yakın olacak... Bir diğeri Ceylan Aslan, Kadir Aslan, ben vardık. Bir de ortaokul resmimi buldum. Yıl 1938 sınıf mevcudu 30 civarında olacak. Türkçe hocamız Abdullah Kamil bey. Aman ne adamdı. O'nun öleceği hiç düşünülür mü idi. Bizi hayata bağlamak için çok şey bilirdi. Mut'lular mutlular. Yüzümün akı Mut'lular. Silifke'liler köprüye "göprü" diyen Silifke'liler derdi.... gözünü yumarak... sesine yumuşak bir ton vererek.... Biz de galiba çalışırdık. Mazhar şiir yazar, ben de hatırı sayılır tasvirler yapardım. Hala ifadem iyidir. Hafızam zayıf, ama hayalim, emsalimden üstündür.Kelebekler baharın gelişini müjdeleyen mektup muştular.Gemsiz muhayile ile başlayan kurgular Sınıf şöyle sıralanabilir: Ali Gür (Öğ), Çömelekli Durmuş (Ha), rahmetli Mazhar Arıkan (soru), Kadir Aslan (Av), Süleyman Baykal (Öğ), Ali ... (öğ), İhsan Beyhan (öğ), Mehmet Dölek, fansızca öğretmenimiz Mehmet bey'in oğlu Niyazi Karaduman (öğ), Gani ... (okumadı). Hacı yağları süzen, dini menkibeler okuyan yedi yol Cengi, hazreti Ali gibi. Ethem Aydın (öğ), Sulhi, Muzaffer'in kardeşi Rahmi Baykal (Dr), Fethi Erdem (Av), Mehmet Gürtürk (öğ), Dilaver Boya (öğ), Seyit ..., Sinan Dölek okumadı, Turgut (yakışıklı) (öğ), Vasfi (öğ), Mazhar mebus oldu adalet partiden, Mehmet Dölek mebus oldu. (Editörün notu: parantez içindeki harfler muhtemelen bu şahısların sonradan edindikleri mesleklerinin kısaltması olabilir) Zaman nasılda yürümüş. 1881980 141938 Tam 45 yıl 4 ay 18 gün önce. Bugün akpak olmuş saçlarım, kırışıp buruşmuş yüzüm, çift gözlük uyguladığım gözümle ben derinliği bellisiz zaman içinden gelerek sonu bilinmeyen atiye doğru seyahat etmekteyim. İyi yolculuklar dostum.... Hergün güneşler doğmuş, güneşler batmış. İçimizde bir umut bin umut olmuş menaten(*) soframızda. Hesaba oturunca daha iyi anlaşılıyor ne kadar hoyratca zamanı harcadığımız. Zamanki boyutsuz, zamanki biriktirilemez, yerinde ve taze taze değerlendirilmesi, iyi değerlendirilmesi şart. E. Aydın, 19Ağustos1980 Sonbahar bir son değil, ilkbahar ilk değildir doğada. Sonbahar, binbir emeğin binbir umudun kıpır kıpır olduğu mevsim. Mevsimler içinde ne kadar anlamlıdır. Çiçekler açar renk renk koku koku tazecik. Üzerlerinde su tanecikleri kolyeleşir. Sabah güneşinin ebem kuşağında. Meyveler tat tat oluşur havenklerde(*) kış hazırlığı içindedir her canlı güle oynaya. Son yağmurlarla arınmış burnu sümüklü üzümler, içinden hayat iksirleri sızan incirler, olgunluğunu haber vermek için hafifce toklanmış(*) , yeşil sarı bürümcekler (*) içinde lal kırmızı morlar, bütün bu güzellikleri adım adım izleyen hovarda kuşlar, binbir böcek çoşkun armonilerle çığrışır dururlar. Ah sonbahar ne güzeldir. E. Aydın, 20Ağustos1980 İçimde bir hareket var. Yapmak, yapmak, bir şeyler yapmak istiyorum. Yaptıklarımı seviyorum. Ancak daha yeni daha geçerli şeyler arıyorum. Bütün bilinenleri kenara iterek, kararlı dengeye ulaşmış kuramları yok saymak, yepyeni, daha naturel, insan ve doğa yaşamına uygun düşen türler, işlevler bulmak aramak istiyorum. O denli, toplumun tabularını, varsayımlarını zorluyorumki, bana rahatça manyak anormal denebilir Düşünülerimi örneklemek gerekirse: Tanrıya inanıyorum. Ama bütün inananları riyakar buluyorum. Riya fikri ile tanrıyı bağdaştıranları horluyorum. Tanrı ile kullar arasında yaratılmağa çalışılan katı ve girift labirentlerin sözcülerine içerliyorum. Peygamber büyük insandır. Bu büyüklüğün topluma yansımasına yardımcı olmayan veya yanlış yansıtan ulemalara küfrediyorum. Hz. Muhammet, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, İsa, Musa ve bunlar gibi 100lercesi tanrının sesine kulak vermişler, insanlar arasında kardeşlik bağlarını söylemişler, dünyanın küçücük olduğunu görmüşler, ölümlü sayılı günler için kırıcı olmayı kınamışlar, sevgi sevgi diye bağırmışlar. Onlar gibi düşünüyorum, kendimi horlamıyorum yaratandan ötürü. Peygamberlerin toplumlar için tavsiyeleri tam uygulama bulsaydı dünyamız cennet gibi olurdu. Bugünkü çekilen sıkıntılar, bunalımlar, inançta riyakar olanların tutumlarından kaynaklanıyor. İlim ve fenler de ayni durumda, ayni yanılgılarda. Saptırılmış hemen her güzel buluş amacından çok uzak yerlerde, olaylarda değerlendirilmiş. Tanrı aklı kendi özelliklerinden birisi olarak insanlara vermiş. Ama akılı kullanmak için çok karmaşık yollara sapmışız. Akıl bütün insanların özelliğidir. Herhangi bir dinle inançla bağımlı değildir. Temiz olmak için, hayırsever olmak için, zorda olanlara yardım etmek için, tüm insanlığı sevmek için müslüman olmağa gerek yok. Herhangi bir inanç gurubu içinde olmanın sadece bir seçenek olduğu, bu seçeneğin cemiyetleşmek için gerekli olduğu açık seçik belli değil midir ! Hücreyi görüyorum, güneşi, havayı, özellikleriyle, etkileriyle tanımak evrenseldir. Etki ve tepkileri, şartlar içindeki değişgenliğindeki peryodik düzen bilimsel kuramsal değil midir? Öyle düşünüyorumki tanrı bazı insanlara inançlarından dolayı bir ayrıcalık tanımayacak kadar adildir. E. Aydın, 23Ağustos1980 Cumartesi Kişiliğimde oluşan terslikler saymakla bitmez. Medeniyet toplumlara ne getirmiştir hep merak ederim. Görmek algılamak belli bir zaman birimi içinde oluşuyorsa, 1600 ya da 90 kilometre ile seyahat eden kişi veya canlının görme algılanma bakımından karı, hazım kurallarını düşünmeden mideyi doldurmaktan farkı nedir? Zamanı kazanmak yerine eldeki zaman birimini iyi değerlendirmek daha akıllı değil midir? Sonu bizce açık saçık belli olan yaşamı, süratle değiştirmek, geniş kavramlı sonuçta neyi ifade eder? Buhar kazanını, motoru, elektroniği, elektriği tanıyan insan bugün bir hercümerc içinde değil midir. Gidilecek yere çabuk gidiliyor, çabuk üretiliyor, çabuk haberleşiliyor ama neyi değiştiriyor. Birleşik kaplar örneği sayısız sorunlarda beraber gelişmiyor mu? Böylece hücre metabolizmasında yarın çaresi bulunmayacak yaralar açmıyor muyuz. Gündüz ışıkları herşeyi açık seçik aydınlatırken güzel dediğimiz gece boyu fena mıdır? Bize bu huzur vermiyor mu? Güneş veya gece devamlı olsaydı acaba yaşam olur mu, yaşamın tadı olur muydu? E. Aydın, 23Ağustos1980 Cumartesi Ölümü geciktirmek bencil bir mutluluk yaratır, ama bu mutluluk daha acı sonlara neden olabilir. Ömrün uzaması hatta ölümsüzlüğe ulaşılması idealdir. Ama herhalde bugün uğruna öldüğümüz, ölmeğe söz verdiğimiz medeniyet canavarı yardımıyla olmayacaktır. Sevginin, sükunetin, ılıklığın, temizliğin hergün daha da yittiği bir ortamda, hırlaşmalar artarak pisliğin seller gibi yayılarak, patlamalar daha büyük patlamalar zevk almağa devam ederken uzun ömrü, ölümsüzlüğü hayal etmek sefillik olur. E. Aydın, 26Ağustos1980 Salı Özetlenirse, canlılığın oluşumunda öz olan su, hava dolayısıyla güneş, insafsızca uygarlık adına katledilmekte, fonksiyonları zayıflatılmaktadır. Hele gürültüler, uçak, motor, türlü patlamalar, yaşamı etkilemekte tehdit etmektedir. Böylece medeniyete uyum sağlayamıyor adapte olamıyorum. Demokrasiyi eleştiriyorum. 100 kişinin 99a üstünlüğü, bir yerde baskısı, doğru yolun genel ihtiyaçların sınırlanmasına programlanmasına ters düşüyor. Art niyetliler, anayasaları kendi amaçlarında zorlayarak bir takım anlaşılmaz içinden çıkılmaz labirentler oluşturuyor, sonra da o dehlizlere kendileri sığınıyorlar. E. Aydın, 27Ağustos1980 Çarşamba Güzel sanatlar birliği. Resim derneğinin 18Ağustos1980 tarihli yazısı nedeni ile hazırlanmıştır. Zamanımızın siyasileri gibi bir takım sanatçılar da kendilerine anlaşılmaz bir paye vermekteler. Sanat yapımına ambargo koymak istiyorlar. Leonardo galerisinin teklifi bende bu tepkiyi uyandırdı. Sonra İstanbul Taksim sanat galerisi, Ankara Güzel Sanatlar galerisi, İstanbul Kültür Sarayı niçin gurubumuza yer ayırmıyor. Oralarda sanat uğruna yapılmış nice cinayetlerin sergilendiğini görmedik mi? Sanatçı hassas kişidir. Bu tür davranışlardan duyarlıdır. Bahsettiğiniz galerilerde sergim oldu. Hem küçük hem de az gezilebilir, üyelerin temsil edilebilme şansları azalmış oluyor. Anlaşmış olduğunuz sergilere katılacağım. Tabi bu konuşmalar, Mehmet bey'le aramızda bir söyleşi niteliğindedir. 1942 yılında Gazi Terbiye Enstitüsüne girdim. Refik Efekman , Cemal Bingöl, Malik Aksel, Suat Kemal Yetkin, Cevat Memduh Altun hocalardan 3 yıl ders aldım. Hayyam () Keskinok, Hasan Kavruk (*), sınıf arkadaşlarım idiler. Hüseyin Gezer'le çocukluktan beri sevişir konuşuruz tartışırız. Dahası 1945'ten 1977 yılına kadar liseler, öğretmen okulunda diplomalı sanat yetkilisi olarak görev yaptım. Bu arada Erman(*) İlal'yı(*) da tanımak imkan buldum.Mesleğimle ilgili neler buldumsa okudum. Biraz da boya yaladım. Bu öz geçmişe dayanarak asırlar boyu sanat sanat ve sanatın öyküsünü, gizlerini kendi çapımda, eldeki verelerden hareketle aradım durdum. Bulgularım gösteriyorki yaşam gücü olan, evrensel olan herşey gibi sanatın da bir göbek kolonu vardır. Göbek kolonsuz bir yaşam düşünemiyorum. Sanatın göbek kolonu, tabiattır, doğadır. Onu iyi tanımak, ondan çok uzaklaşmadan yorumlar yapmak doğaldır. Ancak sanatı izleyenleri, öz kaynak olan izleyicileri yanıltmadan eldeki vereleri yıkmadan yapılan çalışmalar ömürlü ölümsüz ve meda(*) üstüdür. Birkısım sanatçılar bu oyunu kuralsız oynuyorlar. Kendilerini lagüzel(*) ilan edecek düşünce ve yorumları labirentlere tıkamak istiyorlar. Siz de bunu üzülerek görüyorumki onaylamış gözüküyorsunuz Dünyanın her yanında sanat yapılmaktadır. Sanatçıyı gurup kararları ile bağlayamayız. E. Aydın, 28Ağustos1980 Şair gemsiz, hayalinin kanatlarında her yeri gezen herşeyi gören, gördüren, zamanı, ışık hızı ölçülerini aşan adamdır. O, bir nefes, mazide bir nefes, atide ezelden ebede rahatça giden, 20 asır medeniyet bulgularını milyonlarca yıl önce aşmış, ayı, yıldızları, deniz diplerini, ölümü, ölümsüzlüğü görmüş, ince bir pırlanta madenin usta işçisidir yaşayan. O'nun gözünde çaresizlik; kapıyı çalacak kadar somut, önüne gelenleri saptayacak güçte aynalar, bir nefeste boşaltabilinen dünyalar, umuttan karın tokluğu ve bizi terketmeyen iyi dost yalnızlık.. Şair masmavi gecelerden bürümcek(*) özlümüz, zaman içinde düşüncelerini eritir, ölümsüzlüğün çaprısını duyar, 1+ 1 = 1 de durumu simgeler. E. Aydın, 30Ağustos1980 Bu yazıları ilk düşündüğümde, bir sıra hiç olmazsa olgular bağı kurmayı gönlümden geçirmiştim. Galiba olmuyor, olmayacak. Böyle bir dizinin rastgelelik karekteri oluyor. (*). O pınarlarki gelecek nesilleri berrak sularda beslerler, büyütürler. 1Eylül1980 Pazartesi Gerek özel gerekse kamu kesiminde kadını sıradan bir çalışan ve işgücü de üreten varlık olarak düşünemedim. Onu bizden farklı daima kadın, sevgili, oynaş olarak gördüm. Gerçi platonik olmak hemcinsi diri ve konusuna yatkın tutar. Yaşamı yorulmağa değer kılar. Bir Karacaoğlan'ı iten doyumsuz aşk, Mevlana 'nın erişmek istediği yüksek hayal varlığı, Leonardo, Mikelanj, Lutrek(*), Goya, Dantey, Betofen, Şubert, List hep ayni ideal duygularla büyük oldular. Ölmezliğe ulaştılar. Venüs bir ideal, konusu kadın olan bir hayal ürünüdür. Mona Lisa da aynı şekilde var sayılan bir varlıktır. Kadına doğurgan olduğu, besleyici, büyütücü, ana olduğu için bir üstünlük dokunulmazlık toplumumuzda yerleşmiştir. Ancak sınırını tayin etmek bize bırakılmıştır. Koskoca Sultan Selim, şirler pençeyi kahrımdan alurken(*) berzen(*) beni bir gözleri ahuya zebun etti felek demiştir. Yunus söylemiş, Veysel söylemiş, Nedim methiyeler yazmış Aşk, doğurgan ve özlü bir itici güçtür. Aşk olmadan meşk olmaz. Aşkın bittiği yerde kanımca hayat son bulur. Bütün bu örneklerle kendimi hayatla dopdolu buluyorum. Ama, iyi kanalize edilmemiş bir doluluk. E. Aydın, 1Eylül1980 Pazartesi Bir deneme Tahta kurusu ile el ense. Elinde valizi 9 sularında otelde tek kişilik odasının anahtarını çevirdi, kapıyı açtı. Tecrübeli burnuyla havayı kokladı. Evet %20 ayak kokusu, %30 rutubet, %15 dün bir hacının içerde yattığını anlatan gül yağı, %10 namazlık için duvara asılmış geyik derisi kokusu, %17 yakından geçen lağım borusundan gelen alışılmış koku, %9 garip burdan seçemediği ama bütün vücudun hemen hatırlayarak kaşıntı duygusu uyandıran ve cinsine seçmeye saptamaya yardımcı olduğu tahta kurusunun o değişmez ağız kokuların % dengesini hiçe saydıran kokusu dostumuzun huzurunu bozmuş, dinlenme umutlarını alt üst etmişti. Bir kurmay tafrası ile bu tek sevilmeyene karşı yatağı odanın ortasına kaydırdı. Duvarlardan aralık aldı. Minderin, yorganın, yastığın yuva için uygun yerlerini inceden inceye araştırdı. Bu koku tahlilinde yanılmış olmanın iç rahatlığı ile yatağa uzandı. Derin bir uykuya daldı. Ne kadar zaman geçtiği bilinmez. Boyun kısmında tatlı bir kaşıntıyla uyandı. Elini ani bir hareketle boynuna götürdü. Dolgunca yarım kalan bir yuvarlağın üzerine ulaştı. Bastırarak taciz eden şeyin cinsini bulmağı düşündü. Eline ılık bir sıvının bulaşması ile burnuna sevgili dostun kokusunun ulaşması bir oldu. İşte dünyası burada bitmiş gibi üzüldü. Ama insan olmanın verdiği üstünlük inancı ile hemen ayağa kalktı, elektriği yaktı. Yeni şeytani planlar düşünmeye başladı. Sessizce kapıyı açtı. Helaları bir bir dolaştı. Muslukların önüne konan konserve kutularından 4 tane aldı. İçlerini yarıya kadar su ile doldurarak savaş meydanına döndü. Karyolanın ayaklarını bu kutuların içine yerleştirdi. Bulduğu fikirden mağrur, tekrar minderin yastığın kıyı köşesini araştırdı. Çevirme hareketi ile bir kısım sersemleşmiş böceği öldürdü. Ve elektriği söndürüp yattı. Rüyaları olan bir uykuya daldı. Aman bu ne? Şimdi de ayakları, kolları içten içe kaşınıyordu. Önce olamaz dedi. Biraz kendini dinledi. Onları çok iyi tanıyordu. Kalktı elektriği yaktı. O karşıt kuvvetlerin beyaz çarşaf üzerinde ordugah kurmuş olduklarını gördü. Bozulmuştu. Nasıl ve nereden bu kadar canlının yatağına izinsiz geldiğini düşünmek için lambayı söndürmeden yatağa uzandı. Gözlerini tavana dikti. Ne görsün. Elektrik kordonuna doğru takım adımları ile ilerleyen, geri manevralar yapan paraşüt birlikleri açık seçik karşısında idi. Ve salondaki saat sabahın yedisini vuruyor, dostumuza bu seferki savaşın bittiğini müjdeliyordu. Tahtakurusu deyip geçmeyelim. Daha yıllarca ondan öğreneceğimiz şeyler olacağını unutmayalım E. Aydın, 3Eylül1980 Çarşamba Akıllı insan dostlarım, siz bir sineği veya sivrisineği öldürmeğe çalıştınız mı? Önce karasinekten dem vuralım. Onun vücudumuzun en duyarlı en duyarlı yerlerine konuşunu bir kenara itiniz.. Sineği gördünüz, aklınızı kullandınız, nereye konduğunu, ne tarafa uçması mümkün hesapladınız, uçuş hızını da iyi hesapladınız, ve duruma en uygun elinizi bütün dikkatinizle, gizlilik içinde, yavaş yavaş, kullanır menzile doğru taşıdınız. Hücum. Ama netice genellikle boş olur. Harekette kusurunuz olmamıştır ama sinek hem çok rahat duyarlı yerlerinizde dolaşmış, ayni anda niyetinizi de anlamıştır. Çok yönlü planınıza kontra plan uygulamıştır. Sinek hayasızdır, akılsızdır, bir düzedir denir. Ama el hak yanlıştır. E. Aydın, 3Eylül1980 Çarşamba Hele sivrisinek ne orjinal ne terbiye değeri yüksek oyunlar sergiler. Genellikle loş veya karanlık ortamı bekler. Önce bulunduğu yerden zikzaklı bir uçuşla elverişli indirim bölgelerini keşfeder. Işığın az, direkt hareketlere ters gelecek av sahasına daha yakın bir konaklama bölgesine sokulur, yatar ve bekler. Uyku halinin koyulaşmasını özel araçları ile iskandil eder. Olumlu sonuçlar üzerine, havalanır ve daha önceden planladığı sömürü alanına, tatlı, çok alçaktan uçarak ulaşır. İnce ve tiz bir sesle uyku hali derinliğini önceden kontrol eder. Ani bir baskında ilk sığınak yerini önceden dikkat ve özenti ile seçer. Artık sondaj başlayabilir. Enerji bölgelerini en hassas elektrofizik, şimik, piskolojik, sosyolojik, sempatik, manyetik, daha insanoğlunun hatırına bile gelmemiş bilim dallarının uygulaması ile harita haline getirmiştir. Diyelimki bu bir insanoğludur. İlk sondaj başlarken uyandı ve harekete karşılık verdi. Hap ilk.... E. Aydın, 4Eylül1980 Günler geçiyor, herşey bir öncekinin gölgesinde füluğlaşıyor. Yarın yarın derken bugün elden gidiyor. Seneler sararmış takvim yaprakları gibi bir önceki günü örterek yığılıyor deste deste... kapalı kitap oluyor. Sayfaları karıştırdığınız zaman geçmiş günleri görüyor, onlarla gelecek zamanı yine harcamış oluyorsunuz. Anı yaşamak ne kadar hayal oluyor. Olaylar zincirine hep arkasından seyretmek ne kadar hazin oluyor.! Sabahlar oluyor, insanlar uyanıyor, dopdolu bir günün özlemi içinde. Ama günler işler hep birbirinin benzeri şeyler. Bir sağa bir sola ama devamlı ayni yola gidiyor. Bazen kararlı, bazen kararsız çalkalanıp duruyor, susuz deniz misali. Dünyaya gelinmiş 10Ey1980 Çar habersiz yaşanıyor, anlamsız, ölünüyor, nedensiz. Bu evrende bir anlam olmalı, sebepsizlikler silinmeli. Aksi halde çarpım cetveli niçin var, niçin kullanıyoruz. 2 x 2 = 4 etse de 5 etse de neyi değiştiriyor. E. Aydın, 10Eylül1980 Dün orada kaldı. Sabah evden çıkarken bir program yapmıştım. Temeli hayale kurulu. Üzerine yaldızlı köşaneler(*) yapmıştım. Gittim geldim. Hakikatların kuru yüzünü seyrettim ve bir beşyüz lira kazanmak için ikinci hamlemi yaptım. Para kazanamadım ama gönül kazandım. Eve döndüm. Tamamen günlük mide işlerine daldım gittim. (Editörün Notu: Öğrenciliğimim geçtiği Istanbul KocaMustafaPaşa'daki evimize yakın bir dükkanda babam resim çalışıyordu. Bir tablosunu 500 liraya satın almak üzere olan bir şahısa, tabloyu ücretsiz hediye etmişti. Yukardaki satırlar bu olayı anlatıyor olmalı.) Gece oldu uyudum uyandım. Daha hafif, daha gerçekçi bir programla güne başladım. Mekanik bir konuda bir küçük başarı ve onun detayları ile ayaktayım. Küçük başarılar bile yaşam hızı veriyor insana. Zaten yaşam bir cıvıltı, bir mutlu kıpırtı değil midir? Yaygın din kurucuları, filozoflar, devlet kuranlar, icat edenler, hemen hepsi mutlu bir kıpırtı içinde gelip gitmediler mi? İçimden resim yapmak gelmiyor. Neyin halka dönük, neyin ölmez sanat olduğunu, benim neyi yapabildiğimi bilemiyorum. Sanatta bir kargaşa karmaşa çıkmazında çalkalanıyor. E. Aydın, 11Eylül1980 (Editörün Notu: Aşağıdaki satırlar Türk Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koyduğu günlerde yazılmıştır.) Bugün pazartesi. Galiba, cumhuriyetin o canlar pahasına kazanılmış, yüksek ideallerle var edilmeğe çalışılmış, uygarlığın matlaşmağa başladığı, ferini yitirmeğe yöneldiği, bir devre sonunu geride bırakarak, daha mutlu günlere yönelmenin umuduna kavuşuyoruz bugün. İnsan haysiyeti, meslek aşkı, namus, büyük küçük sevgisi gibi sözcüklerin anlamını yitirdiği bir çağ belkide son buluyor. Böylece bir ulus, bir asil soy, geleneksel özüne ulaşma yoluna girecek. Bu ülke 1950 lerle aşlayan borç alma, borç yeme, yatırımdan uzak harcamalarla, kapütülasyonlardan daha ağır olan bu günlere getirilmiştir. 1950 lerde atılan adımlar, yapılan hamleler, büyük ve gerekli şeyler vardır(*). Ancak siyaset, tekrar seçilmek, iktidardan gitmemek hırsları, oy potansiyelini kabarık tutmayı, ülke ve devlet yararından üstün tutma hastalığı devleti zaafa itti, işlerliğini yitirtti. Bugün borçlara borç katan, imalatı(*) soysuzlaşmış, vatandaştan vergisini toplayamayan, kaporta(*) sanayii ve fazi hadlerinin, kar hadlerinden yüksek ve cazip kılındığı, çalışmanın alın teriyle kazanmanın horlandığı, sokakların Teksas'a dönderildiği, isteyenin istediğini rahatça öldürmesinin, malını gasp etmesinin sadece isteğe bağlı duruma getirildiği bugüne getirilmiştir. Evren bu kadar kargaşanın, yılların birikimi ters gidişlerin altından çıkabilir, üstesinden gelebilirse ikinci bir Atatürk olarak tarihe geçecektir.. Haydi dostum yolun açık olsun iyi yolculuklar. E. Aydın, 13Eylül1980 Cumartesi Günler... birbirinin benzeri günler. Mekanik bir düzendeki dişliler misali geçiyor. Şartlandırılma tek yön. Geri dönmesi önlenmiş. Kurulu düzenden az az harcayarak akıp geçiyor. Dünden ne bulduk, yarından neyi bekliyoruz. Yanıt ne olursa olsun umutlar... umutlar... Tabanı yere bassa da basmasa da peşindeyiz! Sağlığımıza varlığımıza binlerce şükür diyor, binlerce yılın insanının yaptığını yapıyor, yaşadığını yaşıyoruz. E. Aydın, 19Eylül1980 Hücrede saklı olan gizi insanoğlu birgün bulabilecek mi.? Binlerce senedir cins cins, tür tür, sınıf sınıfın özelliklerini hücreden olguna sürdürüp gidiyor. Hücre, çekirdek, genler, kromozomlar tanınıyor. Bu kadar küçük ama o denli büyük anlaşılmaz bir yapı. Karşımızda kırmızı ışık yanıyor. Hatta dur işareti var. İhtiras, merak beni zorluyor. Karpuzu ağaca, danayı bana, kediyi sana karıştırarak yeni şeyler yapmak istiyorum. Düşünen, uçan, parçalayan boğalar. Tam anlamıyla gerçekler curcunası. İşte sonsuzu tanrıyı düşündüren bu olsa gerek. E. Aydın, 20Eylül1980 Cumartesi Dünyaya ay, merih, utarit, zühal ve sayısı bilinmeyen toprak parçaları, boşlukta kendi kuralları içinde dönüyorlar. Durmuyorlar, dönüyorlar! Görülmez ellerle biribirlerine tutunarak, biribirlerini kollayarak dönüyorlar. Dönüşler zaman birimi içinde ölçülebilecek kadar düzenli. En çok ve en iyi dünyamızı tanıyorum. Üzerinde yaşadığımız için. Dünya eğik bir eksen üzerinde dönüyor, geceler gündüzler, mevsimler oluşuyor, sıcak, soğuk, yağış, aşağı yukarı peryodik bir düzen gösteriyor. Fırtına, şimşek, yıldırım, yağış, yerinde ve oluşumun gerekçeleri. Hücreler hücreler, yaşam kompozisyonları, canlıya hayat veren su, hava. E. Aydın, 22Eylül1980 Dün Adana (*) (*) (*) ses çıktı. Adana'daki ev boşalıyormuş. Eh bu da bizim için epeyce önemli idi. Gerçi çok geç oldu ama bizim hatamız yüzünden denebilir. Şimdi taşınma meyline girdik. Artık Adana için planlar programlar yapmamız gerekecek. Yeni bir dönem başlatacağız. Bonne(*) voyaye(*). Arabanın muayenesi bitti. Eşyalar için birşeyler yapacağız. (Editörün Notu: O sırada 1974 model krem rengi bir Anadol arabamız vardı, 01EZ466. Ben fakülteyi bitirmiştim. Artık Istanbul'dan, Adana'daki evimize taşınmak için kamyon tutacaktık.) E. Aydın, 30Eylül1980 Salı 1Ekim1980'de maaşı aldım. 46,351,082 TL. Bu ay 15 lira çekersen de(*) oluyor. Araba ile görüştüm. 30 ila 33 bin lira tutuyor.. Şimdi araba bakımda oluyor. E. Aydın, 3Ekim1980 Güneş yeni doğdu. Mevsim ılık. İçimde bir burukluk bir tedirginlik var. Genellikle ne yapacağını bilmeyen insanların havası ruhiyatı içinde. Adana 'ya gitmemiz sabitleşti artık. 13Ekim Pazartesi günü için düşünüyoruz. Başkaca bir mani ile karşılaşmazsak. E. Aydın, 8Ekim1980 Çarşamba (Editörün Notu: Aşağıdaki satırlar Mithatpaşa mh. 9 sk. N:5 teki 2 katlı bahçeli evimize taşındıktan sonra yazılmıştır. Bu ev, babamın vefatından hemen sonra annem tarafından satılmıştır. Aşağıda bahsi geçen, Kurtuluş mh. 19 sk. N:48'deki 2 dükkandan birisi gelecekte Aydın Sanat evi olacaktır.) Bu gün 8Ekim1981. Yani 3 ay 20 gün önce Adana'ya taşınmamış günleri sayıyorduk. Şimdi burada kendi evimizin alt katında salonda oturuyor, yukarı kata taşınacağımız günleri düşlüyoruz. Dükkanın biri boşaldı. Şimdi ben geçici olarak orada oturuyor, resim yapıyorum. Okuyorum ve yazıyorum. Bugün bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Tabi zaman zaman yavaşlıyor. Hatta biraz önce Hürriyet gazetesine ilan vermeğe gittim, hiç şemsiye açmadım. Belediyeye uğradım Atatürk fotoğrafları sergisini gezdim. Hafif başlamıştı. Yürüdüm. Dükkana geldim. Hızlandı hızlandı.. yağıyor. Emektar Anadol da benimle beraber. Yamur biraz hafiflese yakınımızdaki mühendisler derneğine gideceğim E. Aydın, 28Ocak1981 İşte şubat geldi. Cüce şubat. Ama tabi kış devam ediyor.Üzerine huzurum da yok. Hemen her saat evde takışıyoruz yok sebeplerden. Hava günlük güneşlik. Gel görki kafam karışık. Hiç mi güler yüz tatlıdil içinde olamayacağız. Bu ne yazgıdır böyle. İçimde iyilik, samimiyet, özveri dolu, aktaramıyorum başkalarına. Birikim tortu oluyor gönlümde.Bu kadar insancıl olan ben, böyle mi olmalıyım? Sanatçıyım, okur yazarım. Gel gör ki, yapamıyor, yazamıyor, okuyamıyorum. Evimde sokakta kimsesiz gibiyim. Fedakar, oldukça akıllı, zeki bir kadınla evliyim. Savaşkan, daima gergin veya öyle gözükmeyi doğru sayan bir yapısı var. Bağırır, çağırır, olmayacak, hiçbir zaman söylenmemesi gereken şeyleri rahatça seçip konuşur, kırara, döker, gönülleri karartır. Ama kendisi bunlardan habersiz gibi yaşar, çalışır. En ağır hizmetlere koşar. Karşılık konuşmaları duymamış gibi vazife bildiği ağır işlere dalar gider Basit çıkarlar, kişisel hesaplar, aile mutluluğumuzu gölgeler durur. Ilık aile atmosferimiz, allak bullak, kalın atmosfer olayları ile, güneşsiz, soğuk ve tatsız olur durur. Kişi olarak yapabileceğim gayretler hemen her zaman umutsuzluk karanlığına gömülür. Akraba, yakınlar artık bizi yok sayıyorlar. Onların candan yakınlığı, içten davranışları ancak ve ancak yuvaya huzursuzluk getiriyor. Çocuklarımız da bu yörünge içinde belki tarafsız, bu atmosferin baskısında sıkışmış ve dağılmaya hazırlar. Sevgilerini ilksel bir alışkanlıktan öteye götüremiyorlar. E. Aydın, 3Şubat1981 Pazar Yine pazar oldu. Ama ayni zamanda bir hafta sonraki pazar. Hafta içinde bir şeylerle uğraştım. İstekle birkaç saat söküp taktım. Gönlümce sayılan işlerle uğraştım. Resim hariç. Benim babam ayni zamanda saat tamircisi idi. O'ndan öğrendiklerimi 1950lerden beri zaman zaman ortaya koymaya çalıştım. O zamanlardan, şimdi yine söküp takma işini seviyorum. Şu anda önümde bir dizi saat bozuk. Onları elden geçirmeği düşünüyorum. Hayırlısı Allah'tan. E. Aydın, 7Şubat1981 Pazar (Editörün Notu: Askerliğimi bitirmiş, Istanbul'a ağbimi ziyarete gitmiştim. Muayenehane açmak için Adana 'ya dönüyordum. Bu tarihlerde babam, emekli maaşını eve bırakıyor, dışarda yemek yiyor, eve sadece gece yatmak için gidiiyordu). Bugün güneş doyasıya var. Isı tatlı. Herkes sokakta. Murat saat 14 te Varan'la Istanbul'dan geldi. O'nu garajdan aldım. Dükkan henüz tutulmadı. Bekliyoruz. Kahveci çocuk gene gelip gidiyor. Biz vermiyoruz. Dün Sürmeli'den 10.000 lira aldım. Mart'ta ödenmek üzere. Bakalım sözümde durabilecek miyim. Görünürde hiç kaynak yok. Umudumuz icara kaldı. Artık Murat için bir iş bulmamız gerekiyor. Eğer bir sebep olurda bütçe ilave getirse, ki çok ihtiyaç var. Ben resim yapamıyorum. Fakat umutsuz değilim. Çalışmalarım değişik. Genellikle saat üzerinde duruyorum. Birkaç kuruş katkı beni sevindiriyor. Maaş bir şey ifade etmiyor. E. Aydın, 9ŞubatSalı Dünya, yaşam, değişimler, hücrelerden hücre düzenlerine giren yeni etkenler ve yeni oluşumlar zinciridir. Dişi hücre bünyesine bir sperma alıyor, hemen her şey yeni yönlerde gelişiyor. Bir canlı türü var oluyor. Sonra hareket duruyor. Hücrelerde yine başkalaşımlar, yeniden yoğrulmalar ve değişimler... Ancak ruhsal yapı, varlığın bir belirgin (*) ifadesi midir, yenilenmiyor mu? Sabit ve muayen midir? Muayen oluşu neye bağlıdır? Kuralları nedir? Anne bir tarladır. Topraktır. Bu toprağa atılan tohum iriufak, sağlıklısağlıksız beslenir. Büyür. Gen olarak, baba özelliklerini taşır ve korur. Topraktan sebep değişimler gen özelliği taşımazlar. Nesiller arasında kaybolurlar. Aşı gibi, gübre gibi, bakım faktörleri gibi. (Editörün Notu: Babamın bu düşüncesini bugüne kadar bilmiyordum, bu eseri hazırladığım sırada öğrendim. Bu hipotez Bakara suresi 223.üncü ayet ile desteklenmektedir.) E. Aydın, 13Şubat1981 Cuma Geçen kış hava soğuk, karlı. Ben bir mahzen gibi yerde, bazen tüp, bazen elektrik yardımıyla oturur, resim yapar, mektup yazar, okur, sigara içerdim. Üstüste çaycı da gelir giderdi. Camlar havasızlıktan, dumandan buğulanır, gelen giden olursa bazen güncel olaylardan, bazen sanattan, bazen edepten(*) bahsederdik. Öğle sonları kahveye gider, tavla oynar, yener yeniliriz. Genellikle yeniliriz üzülürüz akşamı bulmadan. Televizyon, radyo ve yatma zamanı. Istanbul'da bir zaman kesimi, bazı günler, çoğunlukla sergilere, dostlara uğrar, yürüyerek eve dönerdim. Değişen yok. Şimdi dükkana geliyorum. Hava soğuk ama korkunç değil. Sigara sigara.... (*) E. Aydın, 17Şubat1981 GÜNÜ DEĞERLENDİRMEK Yıl 1985 Haziran, Mut'un Karaca oğlan şenliklerine gitmek üzere sabah 05'te garajlardayım, otobüsü bekliyorum. Çay bahçesi oturup kalkan, bavullu, sepetli, çıkıllı insanlarla dolu. Orada bir iskemlede de ben varım, acı çayımı sandalye pahasına yudumluyorum. Olayların içinden yazıyorum. Hayat... İnsanlar cıvıl cıvıl, sağlıklı, hasta, sorunlu, sorunsuz insanlar, insancıklar. Garaj kahvelerinde, bir bardak çayda yollarını gözetirler. Oto garajlarında 24 saat hayat var. Zaman alınır, zaman verilir, gece geceye, gün güne ulanır gider. Yurdumun sıcak, candan yüreği orada çarpar. Otobüsler gelir Van'dan, Erzurum'dan, Kars' tan, otobüsler gider Edirne'ye, İstanbul'a, İzmir'e, Edirne'ye. Umutlar, beklentiler, hesaplar bazen tutan bazen tutmayan hesaplar. Güneş doğmuş yine batacak ve herkes seçtiği yolda olacak. Taksiler sırada, seyyar satıcılar, simitçiler, ayakkabı boyacıları, çığırtkanlar bir ekmek parasına olandan çok vazife başında, nöbette olmanın gururu içindeler. Otobüsümüzün beklentili hareket saati geldi, yollardayız. Güneş, ay ve ötesi, su, toprak, yaprak ve ötesi, biz, siz ve ötesi. İki bilinmeyenli denklemdir hayat. Sonu sıfır ve ötesi, güneş doğsa, ay batsa ve ötesi, ağaç büyüse, gül açsa ve ötesi, ben seni bulsam ve ötesi, günü gördü, doğdu, ayı gördü battı. Ayşe kız çamura battı ve ötesi. Doğal biçimlerin, sanatsal biçimlere dönüştürülmesi için çok emekler ve fırınlar dolusu ekmek gerekiyor. Mükemmele nasıl olsa ulaşamayacağımızın bilincinde istediğimizce yazmakta fayda vardır. Mut'ta şenlikleri izlerken; Zaman, (o) üstüdür, (o) altıdır zaman. Ozan zamanda gezendir, artıksız, eksiksiz. Zaman zamanın içinde onun içinde duman olmuş bir kişi elinde sazı, teller, tellerde ses tınlar, tınlar. Aşk olur perde perde, ağaçlara, dağlara, güzellere. İçten bir deyiş akar, pınarlar kadar duru. Gözler görür, gönül sever, eller elleri bulur, duyguda insanlar, insancıklar, dünleri arar yarınlarda. Kum tanelerine harç konur. Davul vurur güm güm, sesler gelir Mut'lulardan, mutlu mutlu. Zaman içinde zaman kımıldar, Karacaoğlan gelir, 100 yılların ötesinden, ozanların sesinde, dizesinde, sazında. Bir ezgi sunulur, içli içtenli, gönüller duymaya açık, 1 yaştan 80 yaşa, 100 yaşa selam. Zaman ılkımını almış kımıldar, yavaş yavaş. E. Aydın, Haziran1985 24Ağustos1985 Akşam. Çantam gider ben giderim. Isparta'da buluştuk. Saat 18.30 öğretmen evine yerleştim. Bütün geçenleri bir bir gözümün önünden süzüyorum. Ne kadar hızlı yaşanmış bir zaman. Tanrı fakirin eşeğini yitirtir, sonra buldurup sevindirirmiş. Olay Beyşehir'den Isparta'ya gelirken, Eğridir'de olmuştu. Ben indim, çantam yola devam etti, telefonlar, şunlar, bunlar, Isparta'ya gidişler, Konya'ya dönüşler. Özkaymak yazıhanesinden, Isparta emanetinde olduğunu öğrenmiş, yola çıkış ve 24Ağustos1985. Sene 1986 Van'a gidiyorum. Biletim Van'a. Adana'dan hareket ettik. Saat 10'a 10 var, 12 numarada oturuyorum. Hava sıcak mı sıcak, sanki kalorifer yanıyor. Galiba arabada bir şey var. Müzik de tuzu biberi idi. Uzun bitmeyen acıklı, drama bir arabesk kaset. Bütün çabama, ikazıma rağmen onu söndürtemedim. Silifke'den, Gülnar'dan çocuklu öğretmenler, Van'a haftalık bir kursa gidiyorlar. Sabah serinliğinde Diyarbakır garında, hela ve yiyecek bir şeyler arıyorum. Halk sefil, yerlere serilmiş, sabah mahmurluğunu yaşıyor. Bazı turistler de ortalıkta öbek öbek dolaşıyor, onlarda benim gibi aranıyorlar. Yolar yollar, öğle sonu Van'dayız. Ağustos sonu, öğretmen evi dolu. Otele yerleşiyorum. Pislik, sinek diz boyu. Ertesi günü başka otele yerleşiyorum, moralim iyi, içimde beni rahatsız eden hiç bir ikircim yok. Bu durum için neler neler ödenmez? Hürriyet gazetesini okuyorum, en vurucu, en oturuşkun haber, Biz iktidara gelince, Özal'ın yaptıklarını yapmayacağız diyor İnönü. Fikre içtenlikle katılıyorum. Bu memleket kendi silahlarıyla kendini vuruyor. Devlet yok, dost, ahbap var. Para değeri sıfır ama ülkede henüz insan olduğunu bilen, insanlık için çok ucuza hizmet veren, yaptıklarının manevi bilincinde gibi gözüken, içli, fakir ama büyük yaratılışta insanlarımız var. Onlardan sebep ayaktayız. Ancak onlar yapayalnız. Musse'nin değirmencisi gibi çalışıyorlar, ama tutucu değiller, güçsüz ama yaşam felsefeleri var. Kimileri azınlıkta, bir gurup ise Hürriyeti parada şamatada arayıp, büyük şehirlere uşak gitmişler. Su ve imkanları olan göz boyu alanlar bomboş. Evleri virane, kıt kanaat yaşam sürüyor. Türkiye'm o kadar büyük ki, 100,200 milyonu rahatça alır. Yolunu, yordamını, güvenliğini sağlar. O başka bir şey istemez. Benim cefakeş Milletim. Senin bu bürokratların, okumuşların elinden çektiğin ne? Köyler ıssız, ortalıkta, hemen her tenhada, Mehmet'imi görevde tanırsın, o kadar. Van'dan başlayarak, Ağrı'ya kadar tesbih, ayakkabı boyası, tarak satan çocuklar terminallerde. Van'da pek çok turist vardı. Horasan, Erzurum saat 4,5 oldu. Yolcular değişti, Trabzon yolundayız. Trabzon iyi bir konuma ve kuruluşa sahip. Yolları, parkları, otantik değerleri korumalı. Kıyı şeridi düzenleniyor. Gerçi Karadeniz'i daraltmışlar ama, yine de iyi olacak. Sabahleyin bir parka oturdum, orada Hüseyin'imizin bir heykeli var. Reliyefleri çok beğendim. Etkili, anlamlı idi. Ata ortada, sakin durumu, kareyi andırıyor. Karadenizle kayıkçılar, onu anlamaya, değerlendirmeye çalışıyorlar. Değişik ve etkileyici ifadeleri var. Bir şey kaybetmek için sahip olmak gerekir. İstanbulson emanetçisi Türkler. Erken yola çıkan, güçlü basıyor. Benim diyor, almış, alıştırmış, vurmuş, vuruşturmuş benim demiş. Güçlü olanlar, hep söz sahibi olmuş. Kanun ve hukuk hep güce dayanmış. Yeni güçler oluşuncaya kadar bu hep böyle olagelmiş. Allah gecinden versin, olagidecek. Belkide kendinin olmayan şeyler için uğruna ölecekler. Adına hep ezeli ses Vatan denecek. E. Aydın, 1986 10Aralık1986 Ermenek'teyim. Ablamla üç gün kaldım. Doğada bir yalınlık var. Küçükken yürüdüğüm yollar, yolların yıpranmış taşları, üstüne bastığım soy ağacının izlerini taşıyan, biçimleri bozulmuş başka bir kırıntı: Gök kuyruğu. Huzursuz insanlar, yarınlara umutsuz bakan, sahipsiz, dışlanmış insanlar, var olduklarına inanmak isteyen insanlar. Fakirliğin, ezilmişliğin kaderini bozamayan insanlar. Devleti var, duyarsız. Hükümeti var, yetersiz. Analar, babalar, vatanlı, vatansızlar. Ben, sen, hepimiz vatan için ölmek var sırada düzen için, düzensizlik için. İnsan olmanın bedeli. Bir zamanlar yine bir hilal için ne güneşler batardı. E. Aydın, 10Aralık, 1986 Bugün tarih belli değil, Sürmene, Of geçildi, Rize yakın. Gümrük kapısı yakında, dönüş başlayacak. Ben her zaman olduğu gibi yalnızı oynuyorum. Topluluğumuz değişik yaş ve iş gurubundan, emekli öğretmen, muhasebeci... Hemşin'e geldik izlenim su ve yeşil ve incecikten yağış. O fuluğ zamanlar özlem duyulan, beşiğinde özlemle uyuyan, dandini dandini dastana danalar girmiş bostana, kov bostancı danayı yemesin lahanayı hu hu hu. Uyusun da büyüsün ninni hu hu hu... O füluğ zamanlar... Zamanlar içinde, suskun belleklerde nemli bulut, bir yer duyumsuyorum uzakta, yüzler dost, izler tanış, imgeler yedi kapılı hana hoşgeldiniz. E. Aydın, gezi notları Resim benim uğraşlarımdan biridir, böylece kişiliğimi oluşturan öğelerden ilki değildir. Eğer uygun görülürse, sanat hakkındaki sorularınızı başka bir yazıya alalım. Aydın Sanat evi konusuna gelince, ülkemi ve insanlarını çok severim. Onlarla olmaktan, onları tanımaktan, birşeyler verebilmekten mutluluk duyarım. Sanat, ulusumun yapı taşlarından biridir, belkide bu damgayı yürüdüğümüz her beldeye vurmuş, böylece var olduğunu kanıtlamış olmasından hareketle konuyu önemsemiş olmamdan hareket ediyorum Günümüzün ekonomik yapısına ters düşmekle beraber, sanat, Aydın Sanatevinde sığınacak bir yer bulmuş oluyor, belki de kim bilir.? Resmi seviyorum, bir çizimin bin sözcükten daha önemli olduğuna inanıyorum. Resmi sevenleri de seviyorum, onlara karınca kaderince bir hizmet vermeyi amaçladım; sürdürüyorum. Başarılıda olduğum söylenebilir. Yazarlar, çizerler, doktorlar, mühendisler, tüccarlar, aşıklar beni sık sık ziyaret ederler, uzunca oturup, çayımı içerler, fikir alışverişi yaparak bana büyük ve doyumsuz faydalar sağlarlar. Resim olayı ciddi bir olaydır. İbadet gibidir, ona yaklaşırken saygı duymak, sabırlı olmak, böylece gözlerin gördüğü, ruhumuzun duyduğu, figüratif düzenden uzaklaşmamak, konunun karekterine uygun düşer. Resimde modanın yeri olmamalıdır. Zaten gerekçesiz, kuralsız çıkışlı moda çalışmaları zamanın sildiğini görüyoruz. Bu ulusun yaşam çizgisine bakılırsa, sanatın bizim karekterimiz olduğu görülür. Ancak bu karekter çizgisi, çağımızın düzensiz akışından kendini korumakta, derinlerden seyretmektedir. Tarihte de bu böyle olmuştur. Orta Asya'larsan sürükleyip geldiğimiz, binbir gülücüklü motifler, bunun kanıtıdır. Halka inmek için veya ulaşmak için, gitmeye çalıştığımız yollar yanılgılarla doludur. Halk aldatılmayı sevmez, bizlerin içten olmadığımıza o kadar inanmıştır ki, beklentisi ve ilgisizliği doğaldır. Size çizdiğim pano, 1927'lerden başlar, coşkulu, samimi yıllardan. Şimdi 1986, bu köprüleri nasıl, niçin yıktık acaba? Düzeltmek için okumuşlarımız ne yapsın diyeceksiniz? Tipik bir örnek daha vereceğim; 193319341935 yıllarında devlet, eli fırça tutan herkese harcirah verdi, yurdun dört bir bucağına yolladı, ne kadar resim yapabilirseniz yapınız, satın alacağım da dedi. İşte üzelerimizi dolduran o kıymetli eserlerin çoğu bu milli seferberliğe aittir. Hemen şunu söyleyeyim ki, ben çocukluğumun, tahsil hayatımın hiç bir döneminde deste başı olmadım. Oraya da itilmedim. Zaman zaman, acaba bizi yetiştiren insanlar uzaydan mı gelmişlerdi sorusu kafamda yer eder. Daha açık seçik bakınca; babamın bir din adamı, annemin okuma yazmayı bilmeyen bir taşra kadını, öğretmenimin, savaş artığı ya bir mülazim veya bir onbaşı, çavuşu yada sıradan bir kişi olduğunu görür, çelişkiye düşerim. Kendimi tanımaya başladığım yaşlardan başlayarak gördüğüm, Ankara hapşırsa, bütün ülke nezle olurdu. Meclislerde karar görüşülürken, babam Türkçe ezanı 22Ocak1932'de Yerebatan camisinde okumuştu bile. Yeni yazı kanunu ilan edilmeden, bizimkiler karatahtayı kurmuşlar, gece gündüz annem babam yeni yazıyı sökmüşlerdi. Kıyafet, halk tiyatroları, bu kısmı biraz açacağım; Kaymakam, Jandarma komutanı, tüccar, bakkal, saraç, berber el ele sahneye çıkmışlar, her ay sahneye bir oyun koyarak, halka ulaşmışlardı. Bu sağ duyu rüzgarı nasıl estirilmiş, nasıl yoğunlaşmış ve nasıl kaybolup gitmişti? Hiç bir zaman anlayamayacağım bir konu. Bireysel olaylara gelince; kendi işimi kendim yapma, çevrenin ihtiyaçlarına, eksiksiz ulaşmaya çok küçük yaşlarda alışmıştım. Pınardan su getirmek, (bir tas da olsa), değirmene un üğütmeye gitmek, (kendi evim için olduğu kadar, ihtiyaçlı komşular için), bahçe sulamak, tımar etmek, at bakmak, yemlemek, gayıt tamiri, duvar örme, asker mektubu yazma, en ücra köylere kadar verilen yumuşlar, sayabildiklerim arasında. Böylece okul hiç kimse için birinci planda veya ayrıcalıklı değildi. Anlattıklarım 15 yaştan önceki günlere aittir. Daha sonraları saat tamirini de öğrenerek, evimden uzaklaştım. Ondan sonraki Ethem Aydın'ı, şayet var sayıyorsanız, ben kendim yarattım. Öğretmenliğimden başlayarak, çağdaş olmaya özen gösteririm. Bilimsel gelişmeler ve teknoloji, ekonomi, politika her türlü sosyal hareketleri yakından izlerim. Gerekirse kaynaklardan incelerim. Kendime özgün bir yaşam felsefem vardır. Daima fikir ve davranışlarımda tabana yakın veya paralel hareket ederim. Buda beni mutlu eder. Vurgulamak isterim çağdaşım, modern değil. Böylece konum resim olmasaydı, yine yaşam öyküm değişmezdi diyeceğim. E. Aydın, 1986 Sene bindokuzyüzseksenyedi, bir Mut'a yerleşmek tutkusu ve planları başladı. İlk adımlar iyi idi. Burası veriler satacağım endişesi açıkça söyleniyor, bir nevi garanti isteniyordu ki bu da beni rencide ediyordu. Benim evimde huzursuzluğum göz önüne alınarak Mut bana münasip görülmüş, bu durum ablamın ağzından duyulmuştu. Buraların ablama verilmesinde benim bir etken olduğum gerçek. Ama ondan sonra olanlar için aldığım tavır eksikti. Ben her türlü halukarde Mut'u gözden çıkarmıştım, tabanda (ben kardeşlerimin en güçlüsü en varlıklısı) inanmışlığım yatıyordu. Sonra gerçekler böyle çıkmadı, Kemal yoktan var oldu, durumu benden iyiye vardı, bu kadar çocuğa, hem de eğitilmesi zor evlatlara rağmen. Sadece aferin demek, bununla öğrenmek bana yakışırdı. Ama içine düştüğüm yanılgıyı hazmetmek, teşhisin yanlışlığını benim gibi insan sarrafı olarak kendini ilan etmiş birisi için ağır yenilgi oldu. Bu birinci raunt. Gelelim Mut'taki olaylara; İşsiz güçsüz, şunun bunun ayak işlerine koşan eniştemiz. Bu sebeple sırf onların küçük bir rahatlığı için Mut'u tahsis etmeyi kabul ettiğimiz enişte. Çok iyi ayak oyunları bilgisiyle birbirinden farklı bin dalavereyle, orman idaresinde memur oldu. Var sayılan ön emeklerle birleştirilerek emekli oldu. Bir kasaba için dolgun maaş alıyordu. Ermenek'te de bu tür etek oyunlarıyla, kendiyle hiç ilgisi olmayan malları ele geçirdi. Rahat bir yaşama kavuştu ve de istikrarlı. Kendisini hiç bir zaman içten sevemediğim, küçümsediğim bu insan öldü. Emekli maaşı kardeşime kaldı. Övünmek gerekmez mi? Ama olaylar öyle gelişti ki, övünemiyorum. Eniştemiz ölürken bile ince hesaplarını sürdürmüş, iki yaşında evlatlık olarak aldığı bir kız çocuğunu kendi üzerine evlat edinmemiş böylece kendi mallarına veraset hakkı tanımamıştı. Sonra bu kızı, kardeşim resmen evlat ederek, Müderris hoca'nın varisi durumuna getirmişti. İşte benim kavgam bu tarihten sonra su yüzüne çıktı, açık açık Mut'a sahip olmak arzusu duydum. Kardeşimin de benim duygularımız da olsa paylaşacağını umarak Mut'a karargah kurdum. Önce ablama burayı bana bağışlamasını önerdim. Yukarda anlattığım veraset sebebiyle. Olumlu yanıt alamadığım gibi bir takım kışkırtılarla karşılaştım. Evlatlık ve evlatlığın kocası ki, bugün ablama bakan onlardır, beraber oturuyorlar, etkilediler ve ablamdan bir mektup aldım, evimi terk et diyordu. Tepemden vurulmuşa döndüm. Bunu ablam bana nasıl söylerdi? Böyle bir refüze ile ilk defa karşılaşmıştım, çok zoruma gitti, uykularım bozuldu. Bu benim ikinci ve büyük şokum oldu. Ummuyordum, beklemiyordum. Günlerce kıvrandıktan sonra özlü bir mektup yazarak Naci Köprülü eliyle kendine okunmak üzere yolladım. Ama yine sonuç vermedi, bu beni iyi üzdü. Kim bilir belki bu durum üzerine bir hayal kurmuş, uğruna çaba vermeyi kurmuştum. Tutturamadığım bozulmuş dünyanın daha saygın bir başka yönüyle yola çıkmak istiyordum, belki. Aslında çok iyi bir yaşamım olmadı, baştan beri en kötü şartlar içinde oynadım. Ama güçlü hayallerim, bana gerçekleri hep renkli sundular. En beceriksiz, başarısız durumlarımın bile avantajlı bir yorumunu yapabiliyor, yorumlarıma inanıyordum. Öğrencilik yıllarım, öğretmenlik yıllarım, ressamlığım hep güçlü hayallerimin de renkli oldular. Belki başarılı yaşam da bu demektir. Her insanın yaşamında başarı ve başarısızlık vardır. Bu da bir gerçek. Ben hala kendimi büyük sayıyorum. Nedenlerim de geçersiz değil. Düşünebiliyorum, fikir üretiyor, çağa yorum getiriyor, durumların muhasebesine gidiyor, iyiyi arıyor, yaşam üzerine düşünceler üretiyor, sanat ve onun labirentleri üzerine düşünüyorum. Bilgi hazinem boş değil, fikir üretebiliyorum, kendimi ve çevremi yargılıyorum. Bir fikri iyi ve kötü yanlarıyla, alternatifleriyle ortaya koyabiliyorum. Yeniliğe açığım, herhangi bir konuda bağnaz değilim, militan değilim. Daha iyi yaşanılır bir dünya için bir şeyler ortaya koymaya çalışıyorum. Doğru olanı, mantıki ve kanuni olanı seviyorum, istiyorum. Doğruların toplumun yararına uymasını özlüyorum. Toplumun geleceğine kötü etkileri olacak konularda hassas, koruyucu olmak istiyorum. Doğayı çok seviyorum, her şeyin doğaya paralel olarak oluşmasını düşünüyorum, bağnaz bir dindar değilim ama dinsiz değilim. İnsanları seviyorum, onlara yardım etmek istiyorum. Böylece ben kötü, uyumsuz, çağdışı olabilir miyim? Yaşlı bir bunak sayılabilir miyim?????? Evimde eşimle uyumsuz durumdayım, ama bütün uyum yollarını bir bir sonuna kadar özveriyle denedikten sonra, uyumsuz durumdayım, yani uyguladığım sistem tek çıkar yol kaldığı için böyleyim Büyük oğlum Mustafa (Cumhur) ile uyumsuzum, sebep mutluluk kapısına kadar gelmişken, hiç de gereği olmadığı halde yıllardır annesini karısına üstün kılmaya çaba veriyor. Bu yüzden ne fırtınalar ne fırtınalar oldu. Evlilikleri yıkılma çizgisine geldi geldi gitti. Bütün bu olanlardan sonra hala ısrarla geline kaynanayı sevdirme baskıları sürüyor. Kurduğu iş sadece bülöf üzerine oturuyor, bülöf için sarfedilen daima ana mal için sarfedilenden büyük, böylece sağlam bir zemin hiç bulunamıyor, ama sürdürülüyor. Kendi gücünün üzerinde oynamaya, en küçük bir iç kuruluş, feni siteme gitmeden el yordamıyla bozuk düzen orçumlanmalar ve rasgeleliklerle durumu idare etmeye çalışıyor. Büyük değil, en küçük bir fırtınaya bile dayanıklı olmayan koca bir tekneyi suya indirmiş gidiyor. Rasgele, yolun açık ola. Düzensizlikten düzen beklentisi, hiç bir çağda geçerli olmamış bir düzendir. Her an beklenti içinde, hatta olumsuz beklenti içinde kalıyorum işte, insan istiyor ki, başarılarında bir parça birikimden doğma katkısı olsun, işi iyi otursun, sarsıntılara dayanıklı bir kuruluş yapsın, yaptığı iş ekonomik olsun. Ama gel anlatabilirsen anlat. Bunları kendine üzüntü eden kişi fena sayılır mı? Gel gör ki dinleyen yok. Her şey aynı minval üzere sürüyor. İşte beni de bu yıkıyor. Başarı bir adım ilerisinde duruyor ama gösteremiyorum, anlatamıyorum. E. Aydın, E. Aydın, 1987 Adana'da oturuyorum, her gün galeriye geliyorum, okuyorum, gelip giden olursa sohbet ediyorum. Ara sıra da resim yapıyorum. Gelip gidenlerim, genelde seçkin insanlar, onları seviyor, sayıyorum. Vazgeçilmez gibi gözüken bir de kadınlar konusu var. Onlar da saa ve nur, içi geçmiş istifadeye yarım yaklaşan kimseler. Zaten ben de, daha fazlasını düşünemiyorum. Ders de vermediğime göre, maaştan gayrı bir gelirim yok. Yatacak yerim eğreti, kısıtlı, düzeni zayıf. Çamaşır işi bir sorun. Banyo da cabası. Yaşam biçimim böylece monotonlaştı. Her gün aynı çizgi üzerinde gelinip, gidiliyor. Sonu bekler gibi bir duyguya düşüyorum. Aslında benim Adana'da oluşum, alışkanlık ötesi bir sebebe dayanmıyor. Eğer uzunca ve sağlıklı yaşamak istiyorsam ki, bu böyledir, değişiklik ve yeniliklere gereksinim var. Beni, hayata bağlayan yeni şeylere, yeni insanlara, yeni tanışıklıklara. Gelir kaynağım kısıtlı ama pek düşük değil. Öyleyse, Sanat evi kapanacak mı, kapanmazsa ne olacak? Boş, muattal duracak mı? Yoksa icara vermek, yılda yirmi milyon gibi bir katkıyı mı düşünmek gerekecek? Veya Murat'la bir iç anlaşmaya mı gideceğim? Mersin'e taşınacağım, icar en azından yılda 10 milyon olacak. Telefonu, elektirik, suyu caba. Üç ayda on milyon aldığıma göre, en az üç aylığım kiraya gidecek. Geriye otuz milyon kalır. Ayda ne kadar yemem gerekecek? Zaman meselesine gelince, orada, Adana'dan daha geniş bir çizgim olacak. Belki, sinemaya, tiyatroya gitmek imkanı bulacağım. Gezilere çıkabileceğim. Ama bir yan işe de gereksinim duyacağım. E. Aydın, 198(*) Bütün herşey 28 perşembede başladı. Yeni bir yaşam ters virile girdi. Hastane,ilaç,oldu olacak, öldü ölecek, ruh kargaşası içinde bu satırları dizdim. Yaşam ne kadar ince, ne kadar sarmal bir çizgide dengelenmiş. Rüzgarın şiddeti, renk renk. boy boy çamaşırların ipte sallanışından, anlaşılıyor. İpler, ebetten ezele gerilmiş, başlangıç ve bitiş belli değil. Canlılar, ufuk çizgisine tutturulmuş, boy boy, benek benek, yaşamak isteriz bir soluk daha fazla. Üzüntümüz, korkumuz, sevincimiz onda. Hatıralar renk renk benek benek hatıralar, işte onları silmek sildirmek. Zorluk burada. Yoksa ölmek bir soluk konusu. Gülüyordu, ağlıyordu, kişilik belirtisi gösteriyor inat ediyordu, anne baba diyor, yiyor, içiyordu, güzeldi edalıydı, şöyleydi böyleydi. Biçim alabildiğince anlamlı, alabildiğince çürük, alabildiğince sağlam, soyut, somut, yalın. Bu sözcükler yalın bir tümcede yan yana gelir anlam kazanırsa, atomun parçalanması kadar hızlı, onun kadar sonsuz düşünce üretecek kafa gerek. İnsan ne ki? Burgaca kapılan kağıt parçası nereye çıkacağını ne bilsin?. Kızımız sarmal burgaçtan çıktı, gözümüz aydın olsun bayramımız salt, katkısız, kutlu mutlu olsun. Her şey böyle oldu sigara gibi acı, yaşam kadar gerçek. (Editörün Notu: Bir ramazan bayramıydı, ağbim Mustafa Cumhur'un büyük kızı Aygül difteri teşhisi ile hastahanede hayatitehdit yaşadı. Bu yazı o günlerde kaleme alınmış olmalı) E. Aydın, 29Mayıs1987 16 TEMMUZDAN (1987) 29 TEMMUZA YAŞANTIDAN KESİTLER Doğumum 1920, kimselere söyleyemem. Aynalara da seyrek bakarım. Yılların alıp götürdükleri, üzerime yığmaya çalıştıkları, heykelleşen, kısırlaşan sevimsiz görüntü. Bir de bu kadar basınca rağmen, içimde bir ben oturur. Sevecen, çocuksu, mutlu, umutlu, nikbin, evrensel ölümsüzlüğü benimsemiş. Biri durdurucu, biri yürütücü. Düşman kardeşler sanki. Sevileri, seçileri başka, konu başka, renk başka. Ben ikincisiyleyim bugün, diğeri römorkumuz. Dere tepe soluk soluğa yürüyorum. 24Temmuz1987 Pazar. Ermenek'te yumuk tepede, soğuk bir pınar başında, iki yorgun, önce insanların, canlıların sonra doğanın gerçek tırpanını yemiş, iki söğütün altındayım. Rakım oldukça yüksek, belki 2000, dorukta bir yer. Rüzgar ılık, serin ve konuşkan. Söğütler benim kadar yarınlara dönük, gövdesi delik deşik, beli eğri, kökleri iyi su çekmiyor belli. Ama yarınlara, zamansızlığın ötesine bakıyor, umutlu. Aynada ben, yıllar içinde ben misali. Kelebek, karınca, sinek, çiçek, var olmanın kıvancında doğa örgüsünü oluşturuyorlar. Dekor yalın, aktörler içtenlikli, oyun sürüyor, sürecektir. Kuşkusuz. Dert, keder, bir düze hayat, sıkıcı, ölçülü, ölücü zamanlarda aşağılarda tortulaşmış sanki. Yükseklere çıkıldıkça birşeyler değişiyor, ölümsüzlüğe yaklaşılıyor sanki. Belki onun için hep yukarlara bakılır, yukarlara gitmek istenir. Doğanın içindeyim. Doğanın dışında, herşey daha net, daha fuluğ, gürültüler yok artık. Kişisellik gidiyor, görecelik başlıyor. Üç kişi kişilikten öte, çoban çeşmesinde başbaşa, saat içinde yılları, an içinde asırları özümlüyoruz, daha önce var olmuşlar misali. 24 Temmuz Pazar, yükseklik 2000, soğuk pınar, uçup uzaklaşan gazete kağıdı, kayalara tutunan naylon torba. Sigaram maltepe, çakmağım çakmak. İçim ferah, duman özgür. Yollar görünüyor uzakta, taa uzakta, zamanları delen, uzakları yakın eden, uzaklara giden. Yolcuları var her yaştan özlemle, hüzünle gelen giden. Gelenlere hoşgeldin, gidenlere uğurlar olsun. Adana'da Aydın Sanatevi, arkamda kitaplık, önümde daktilo, ısı gölgede 40 derece, vantilatör dönüyor. Zaman istediğimce dilim dilim. Ermenek bir küçük dilim. E. Aydın, 29Temmuz1987 13Ağustos1987 Perşembe, ben yine garajlardayım. Biletim Nevşehir, aracım Nevtur. ÜrgüpGöreme, Avanos, Kırşehir. Geziden çok sıcaktan kaçıyorum denebilir. Sınır 20 Ağustos olacak. Öğle sonu Nevşehir'deyim, otelim Kaymak, tek kişilik, 2500 TL. Öğretmen evi de çok güzel, yalnız yataklar iki kişilik, sıkıcı bir gün geçirdim. Okudum, yazdım, çizdim, gezdim zor oldu. Şehir, tipik bir Anadolu şehri ve bakımlı. İnsanlar iyi, uyumlu, kanaatkar ve mutu, ziyaretçileri bol, turist yağmuru var. Bana da turist gözüyle bakılıyor, ben de öyle olmasını yeğledim. 15Ağustos Pazar, Ürgüp'te üstlendim. Ürgüp bir değişik ülke, bana çok enteresan geldi. 9000 nüfuslu ama, sanki uzayda bir kent. İçindekiler uzaylılar, ikibin yılının ötesini yaşıyor ve yaşatıyorlar. Herkes herkesle anlaşıyor, konuşuyor, her dil geçerli, dil, din, ırk, millet, milliyet silinmiş, Sevgi devleti kurulmuş, dünyada tektir. Arısı ulusal Ürgüp devleti. Temizlik, hoşgörü beni şaşırttı. Lokantaların etiketi ne olursa olsun, fiyatlar aynı, oteller makul fiyatta, helalar pırıl pırıl, temiz sular akıyor, hem de sıcak, soğuk ve de kurutma cihazlı, tabii ekstra hizmet seviyesi de vardır herhalde. Ancak herkesin sık kullanacağı şeyler herkes için aynı. Ürgüp, zaman şeridi içinde oyulmuş bir yamalı bohça. Oynadıkça altından yeni bir benek gözüküp, siliniyor. Doğa ise delik deşik, idealist, sevecen, atalardan bizlere ulaşan ince mesajlarla dolu. Labirentler gezilirken, korku dışarıya çıkıyor, her şeyi daha çok duyuyor, seviyor, huzur buluyorsunuz. Asırlar öncesinden gelecek günlere, bugünlere ses geliyor, dost dost. Bu sesi duymak için dünya orada. Her günün inişinde, insanlar, ataların dehlizlerinde otantik atlarla çağrılan lokantalarda, restaurantlarda, kafe barlarda yiyor, içiyor, dansediyor, geçmişin saygın insanlarının şeref konuğu oluyorlar. İnsanlar ve ziyaretçiler, sabaha kadar ayaktalar. Her boy ticaret erbabı mutlu, neşeli çalışıyorlar. Çalışmak ne kadar güzel, ne kadar da sevimli, buraya can sıkıntısı giremez. Sabah saat 9'da sayılı ülkelerin gazeteleri, uyuyanlara, uyumayanlardan yeni haberler getiriyor. İletişim, telefon kulübeleri bir harika. Canı sıkılan, Hollanda'lı, Amerika 'lı, İtalyan, İngiliz anne babası ile iki satır konuşuyor, güne neşeli başlıyor. Burada yerel idareler de bir başka anlayış içinde çalışıyor. Doğaya yatkın taş binalar, imkan nispetinde yer altı yapılar, kemerler, kubbeler, seçkin cam ve duvar süslemeleri, peyzaja yatkın yeşillikler, parklar, müzeler. Herşey bir düzelikten uzak. Bütün köyler günün yarım saatlik, bir saatlik bölümleri içinde geliş gidiş vasıtaya bağlı. Tarih sanki burada durağan bir abis (derin kuyu) oluşturmuş labirentlere giriyor, tepelere çıkıyor, yerin derinliklerine iniyor, geçmişle buluşuyor, koklaşıyor, bugünü yaşıyorsunuz. Düşünce tavanınızın el verdiği ölçüde, bilgi dağarcığınıza yatkın olarak yaşıyorsunuz. Her ülkenin insanını, iç içe, el ele, lokantada, barda, kahvede, çay bahçesinde, yan yana el ele görüyorsunuz. Bin sene ve seneler öncesinin, tandırda ekmek yapan Elena'sı bugün aynı yerlerde Aliye kadın olarak yine aynı işleri kotarıyor. Bilmemki çarpıklık bunun neresinde? Akşam güneş göç hazırlığı içinde, yavaş yavaş verelerini topluyor, ince bir sislilik, fuluğa, sonra da karanlığa bırakacak yerini. Açık seçikliğin, realitenin yerini artık düşsü duygular doldurmakta, dinginlik yaklaşmakta, herşey yavaş yavaş birbirlerine sokulur, küsler barışır, ayrılı ayrıcalıklar tüme varır. Ben silinir, biz başlar. İnsanda unutkanlık, doğada akşam ne kadar da benzer. Zıtlıklar birliğe, savaşlar anlaşma mecralarına doğru akkın eğgin olur. Dinlerdeki kurallar, doğaya yatkın. Pazartesi Ürgübe doyamadan, Göremeye geçtim. Sadece açık hava müzesine, 700 TL. ödemek için çokça yorulmuşum. Diz kapağım isyan etti. Oradan Nevşehir'e döndüm. Günün arta kalan zamanını otelde dinlenerek geçirdim. Kırşehir için bilet almıştım, diz kapağım sebebiyle daha az yürümek gereği doğdu, yolumu Adana'ya çevirdim. Öğle sonu burada idim. Doktora gözüktüm, eve döndüm. Hanım benden önce gelmiş. Evi hırsız yoklamış, bir cam kırmak suretiyle, hayret hırsız bizim evden dişe dokunur bir şeyler almamış. Denildiğine göre, bir elektrik süpürgesi, bir kaç bardak, bir ayakkabı. Bunada ayrıca şaştım. E. Aydın, 19Ağustos1987 Ben bin dokuzyüz yirmilerden beri yoldayım. Geçen alt günleri hatırlamıyorum veya sıraya koyamıyorum, örneğin, kısrağımızın teptiği yıl, henüz okumuyordum, öyleyse dört veya beş yaş veya o arada bir yerdedir. Kısrak da bunu böyle istemezdi her halde, boş bulundu, sinirliydi de, tayını Mut'ta bırakmıştık, Ermenek'te bağda, üst maldanda, zaman öğle sonu, sabahın ileri saatleri de olabilir. Boynumda kuş avlamak için lastik, kıldan yapılmış uzunca bir iple yularından bağlı kısrak, benden ileriye doğru ot arıyor, o sırada ön ilerimde olan kısrağın arka ayağında bir kir veya bıçılganı var, ilgilenmek istedim elimi sürdüğümü iyi hatırlıyorum, şiddetli olduğunu tahmin ettiğim bir tekme yiyorum kafama. Üst tarafını ben hiç hatırlamıyorum. Sanıyorum bir pelte gibi eve taşınıyorum, annemin veya çevre yaşlılarının uz elleriyle, kafa tasım sağlam kalan parçalarıyla, yuvarlaklığa yakın bir düzene ulaştırılıyor, beyaz tülbentlerle sıkıca bağlanıyor bugün bile dokunduğum zaman duyumsadığım, paligon yapıya kavuşuyorum. İçinde neler olduğunu pek bilemiyorum ama orada da birçok deformasyon olduğu gerçek. İşte şimdi şu satırları dizen, ben o kafa yapısının sahibiyim. Ondan sonra uzun bir boşluk var anılarımda. İlkokul birinci sınıfa kadar uzanan. Üç veya dört sene arada kayıp. Dersler eski Türkçe devam ediyor, öğretmenimiz Pepeme Mümtaz Bey, çok dayak atıyor, sonra da şeker dağıtıyor. Zayıf, ince, uzun portresini iyi anımsıyorum. Sınıfımda Rodoslu'nun kızı Müzeyyen, ki bize fettan ve güzel gelirdi, biraz da ablasının bazılarıyla yattığını duyardık. Aynı evin insanları oldukları için olay biraz yakın gibi gelirdi bize. Ortalarda arkadaşlarımdan çok kişi yok, bir Uzun Ali'nin oğlu Ömer'den başka. O da bizim Ermenek çerezlerine düşkündü, böylece bana yakın düşerdi. Ya o yıl yahut da bir sene sonra yeni yazı çıktı, biz tekrar birinci sınıfı okuduk. Yıl bin dokuzyüz yirmi sekiz oluyor galiba. Kasabada birden bire gece okulları patlaması oldu. Babam yeni yazıyı ilk öğrenenler arasındaydı. Kendisi imamdı. Sonra ev halkına, anneme öğretmeye çok gayret etti. Hatırlıyorum bir ara gece okulları gündüz okullarından daha düzeyli olmuştu. İkinci sınıfta yine Ömer, bir de Topal Mehmed 'in Duran'ı hatırlıyorum. Duran abazadan öldü verem olup ölmüştü. Öyle derlerdi. Bu arada okulumuz geçici olarak kale içine taşındı, ama ben detay bilmiyorum. Olaylar fuluğ. Biz o binada iken öğretmen Tevfik Hoca bazı arkadaşlarıyla, bisiklet tekerleğinden faydalanarak, bir de dinamo yapmıştı. Okulun bir bölümü ve pınar başında birkaç lambanın yandığını hatırlıyorum. Fotoğrafları karıştırırken gördüm ve hatırladım, ikinci sınıfta Nebil Bey de okumuştuk, portresi hatırımda. Sınıf arkadaşlarımın hemen hepsini tanıdım. Mahmut Hoca'nın oğlu Aslan, Zülfikar Muzaffer, Mırza Bey Oğlu Mehmet Gürtürk, Hacı Ali, Uzun Ali'nin Ömer, inhisar memurunun oğlu Ömer, Ali Baba, Delil'in oğlu Hüseyin, Müftüzade Hüseyin Efendi'nin Zarife, reji memurunun kızı Fatma Emetullah, tahrirat katibinin oğlu Tahsin, Ali Korkmaz, Süleyman Baykal, İhsan Akay, Sulhi ve Apturahman. Hemen hepsini anımsadım. Galiba yukardaki fotoğrafın tarihi yanlış, yani üçüncü sınıfa ait. İkinci sınıf, Ermenekli Rıza Bey, Mustafa Maden, Ulviye, Bakkalın Oğlu Ali, Apturahman, Tahsin, Ziya Özmutlu, Hacı İbrahim Oğlu kızı Fatma, Kar Ziya'nın güzel kızı, Müftü Nadir Efendi'nin Türkan, Şadan, Sabri, Günlarlı, Delil Efendi'nin Hüseyin, Mahmut Hoca'nın oğlu Aslan, Melahat, Müzeyyen, Fatma Emetullah, Sadun Doktur'un oğlu, Ali Baba, Rahmi Baykal, Cemil, hatırlayabildiklerim. 1920' lerde doğduğunu düşünüyorsun, yetmiş bir yaşında sayılıyorsun. Yetmiş yıl dile kolay. Dünya gelinmiş hasbel kader bir canlı, türünün özelliklerini gösteren bir insan, kişisel vasıfları silik, eğitimden nasibini almamış yani eğitilmesi zor bir yapı, denize ulaşmış bir taş gibi, yaşamın türlü dalgalanmaları, çırpıntıları içinde çalkalana çalkalana belli bir görüntüye ulaşmış, var sayılmış, çevresindekilerden biraz farkı olmuş ve de adına Ethem denilmekle ad sahibi olmuş bir zerrecik. Bilimsel derinliği sıfır. Zira hiç bir zaman bir uzmanın, bir mücevher ustasının tezgahına gelmemiş raslantıların kendine verdiği bir basit yetiyi yine sıradan yollarla geçim sebebi edinmiş sıradan, zayıf, beceriksiz biri. İçinde bulunduğu otorite kaynağını esas alarak, var olduğunu kendince bir takım varsayımlarla kabullenmiş, işin garibi kendine belli sınırların ötesinde bir sınır çizerek üstünlük saplantısına sığınmış kendi hayaliyle kendine çizdiği sınırlara ulaşmaya çaba veren, bu nedenle bilimsel çizgileri izleyen, özde bomboş bir yapı. Birikimleri ve yaşam deneyimleri olmadığı için en küçük bir uyum konusunu beceremeyen, küçücük müşkiller karşısında dipten sarsıntılara açık olan, bir basit yapı. İleriye, yana hareket gücü olmayan bir araba, sevmeye sevilmeye doymamış, ham sevgi yüklü kendi iç kanunlarına göre, mantığını duygusallığının çizgisinde gezdiren, kendine ve davranışlarına göre mantık üreten, kimselerin doğrusuna doğru demeyen, hep kendi duygusal doğrusunu arayan bir ilkel benlik. Örneklemek gerekirse: Tanrı inancı çoğunlukta ayrı, yapaylığa karşı gözüken bir yapaylık. Toplumun inançlarına, kültürüne ters düşen kuralsızlık, inançsızlık, oturmuş bir kültür eksikliği, zevkte, eğlencede duyum anlayışı, fevri çıkışında ödün vermeyen bir karakter, dinlemeği, çalışmayı tembelce değerlendirme, niçin ve nedenlere olumlu bir iç inancına ulaşamamış, dişilik, erkeklik, cinsellik, doğum, ölüm için içten, kesin bir yaklaşımı, bir iç anlatımı oluşmamış, bocalayan, kararsız bir yapı. Ancak bugünkü ulaştığı çevrece fark edilebilir yere böylece ulaşmış, hatta kendisinde olmayandan çok üstünlükleri üstlenmiş, ayrıca bunun da yükü altında ezilen bir kişilik. Bu yaşa değin hep kendi kurallarını genel kurallara rağmen kurmağa çalışmış bir kaos. Bu benim işte. İyi miyim, kötü müyüm?? Soru, soru. İşin şaşılası yönü çağdaş insan tarifi benim naturamı kapsamına alıyor. İşte ben onun için varım, onun için zinde ve dirençli olmaya çaba veriyorum. E. Aydın, 1990 Sene 1990, nerelere gelmişiz. Mut veya Ermenek... Aşağı yukarı iki kasaba arasında gide gele büyüdüm. Annemin ve babamın beni kucaklarına aldıklarını hiç hatırlamam. Güçsüz kalıp, kendilerine de sığındığımı da hatırlamıyorum. Daima olaylar beni yakalayıp, yere serdikten sonra, onları etrafımda bulmuşumdur. Soğukkanlı idiler, paniğe kapılmazlardı. Hiçbir olayıda abartmazlar, daima bir çıkış yolu ararlar ve de bulurlardı.Hayvanlarla tanıştığım zamanı hiç mi hiç hatırlamam. Aslında onların arasında büyüdüm. Dahası kendimi bildiğimde bir veya iki beygirimiz vardı. Evde onlara candan bakan iki akraba çocuğunu hatırlıyorum. Ben doğmadan ölmüş olan halamın oğulları Hasan, Nuri. Ama hayvanları kullanan çok kişi olurdu, bazen hakim, bazen tahsildar, bazen bir tüccar, bazen de hısım, akraba. Ben ilkokulda iken bu ağabeyler yavaş yavaş evden uzaklaşır oldular. Biri köyden Hacı Ahmetli 'den evlendi, diğeride askerliği geldi şarka gitti. Bundan sonra evin büyük erkeği bendim, ama atı tanıyor, ona biniyor, tımarını yapabiliyordum. Tabii daha önceleri de hayvanlarla tanışıklığım olmuştu. Sanıyorum ben henüz 45 yaşlarındayken bir kısağımız vardı. Belleğimde yer ettiğine göre, bir yaz, sınırlı bir zaman için tayını Mut'ta bırakarak, onu Ermeneğe getirmişlerdi. Bende onun yularından tutarak bağın üst meydanında otlatıyordum. Kısrak yavrusundan dolayı sinirliydi. Bir aralık, hayvan benden biraz uzaklaşmış, yular arka ayağına dolaşmıştı. Ben pervasızca oturduğum yerden uzanarak arka ayağının arasındaki ipi kurtarmaya çalışıyordum ki, hayvan tam isabet kafama sert bir tepik attı. Ayağında nal da olduğu düşünülürse, durumun çok korkunç olduğu anlaşılıyor. O parça parça baş kırlara yakışır bir sistemle yan yana getirilmiş, şu zaman kadar beni sürükleyen, yerinde, bazen yersiz, bazen utopik, bazen bağnaz, bazen otantik, bazen hayali, bazen de çağdaş kararlar almamı sağladı. Dahası ben o montajı beğeniyorum. Çünkü kelebek gibi, arı gibi bir gönlüm var, hayal edebiliyorum, sırasında hayallere inanabiliyorum. Böylece kendime biçtiğim bir değer var. İlgilerim hiç bir zaman sürekli olmamış, teoriden çok deneyleri yeğler, bilimsel kanıtsal bir çizgiye ulaşmayan her şey benim için deney malzemesidir. Konularıma soluklu yaklaşmadığım için bilgilerim yüzeyseldir, derinlikten yoksundur. Örfadetler, din var sayımlar benim için karmaşık ve nedensiz olduğu için anlaşılması askıdadır. Tanrı fikri bile aynı karmaşayla kaos halindedir. Niçin yaratıldığımızı,dünyanın,bu büyük kainatın ve sonsuz düzenlerin ne anlama geldiğini arar sorarım. Uzay yerimiz, kendiliğinden gereğince ne az, ne fazla oluşmuş, öyleyse insandaki bu akıl, bu muhakeme neye? E. Aydın, 1990 ÖNEMLİ KARAR 1964'te Adana'ya geldim. Karı koca çalışıyorduk, bir ev yaptık. Çocuklarımızı okuttuk. Onlar şimdileri iyi sayılır birer iş sahibi. Karım ve ben Mersin'de, yani 1950'lerde başlayan yaşam biçimi farklılığımız, çocukluktan taşıdığımız özlem ve tutkular itibariyle farklılığımız, susturulmuş, bastırılmış arzularımız nedeniyle koalisyon biçiminde idik. Birkaç defa ciddi ayrılmak deneyimimiz de oldu. Ancak, ben gerekli direnci gösteremedim. Kayınpederin çok enteresan baskılarına, yaşına başına yakıştıramadığım yalvarışlarına dayanamadım. Zira O da biliyordu ki, kızı geçimsizdi. Beni anlıyor, takdir ediyordu. Doğuştan, veraseten getirdiğim bütçe yetersizliği ve arkasından dünyaya gelen çocuklarımız, bir yerde bu koalisyonun devamına gerekçe oldu. Gerçi son gayretlerle yine de portturmayı denedimse de, başarılı olamadım. Zaman süratle ve de çabucak geçti. Ev yapmak, yer yurt edinme mecburiyeti ve tutkusu bizi yine beraberliğe zorladı. Ben yine yüceliği, kadirbilirliği, atavesk ölçülerde ve hayalcilikle koruyarak, ortaklaşa yaptığımız evi, karıma hediye ettim. Güya bir erkeğe yakışır şekilde. Ancak evimizde hiç mi hiç iç huzur yoktu. Gerekçeleri daima kapital, maaş harcamaları, kişiliğimi her türlü davranışa karşı korumaya çalışmam, doğuştan getirdiğim sanatsal uğraşlarımı sürdürmek için direnişlerle devam etti. Artık evdeki kadın cıvıltısını unuttum. O cıvıltıyı, öğrenci ve sanat merakı olan kadınların ziyaretlerinde aradım. Aydın Sanatevi'ni kurdum. Oraya, sanat sever her kesimden insan geliyor. Doktor Mustafa Bey, Doktor Kamuran Bey, Doktor Tuncay Bey, Ziraat Doktoru Şefik Bey, Göz Doktoru Yusuf Bey. Daha niceleri. Resim yapan (*) Hanım, yine bana biraz fazla fırsat bahşeden yine (*) Hanım, erkeksi çıkışlarıma imkan veren (*) Hanım, daha birçokları gelip gidiyorlar. Cıvıltı gereksinimimi karşılıyorum. Öğrencilerim, kitaplarım, gazetelerim ve zaman zaman da resim yapmalarım günümü renkli tutuyor ama akşamlar yaklaştıkça içimde bir burukluk, bir yatsıma var ki anlatımı zor ve çok zor. Bir sokak kedisi gibi, karanlık basınca bir yerlere sığınmak gereksinimi gibi, sus pus ve çekingen, evime giriyorum; her hangi bir sürtüşmeye fırsat vermemek için gayretli ve dikkatli kapımı açıyorum. Evlilik politikasını sürdürmekte sanat erbabı olan kadın, günlerce öncesinden artan, tencere dibi sıyrıntıları ve yemek artıklarıyla, en kötü ve kirli kaplarda bir basit yemek sofrasına yanaşıyor, yemek ihtiyacımı körlüyor ve kenardan bakabildiğim kadar televizyon seyrediyorum. Erkence, yatağıma, basit ve itilmiş yatağıma, sığınıyor, sabahın ilk saatlerini bekliyorum. Sessizce sokağa çıktığımda, derin bir nefes alıyorum. Aydın Sanatevi'ne geliyorum. Ben, evcimen, çevreyle ilgili, becerikli veya elinden her türlü iş gelen, çok yönlü veya çok yönlü olmayı seven bir yapıdayım. Bunlar benim vaz geçilmez yönlerim ama uygulamak ne mümkün? Aile yapısındaki bu gariplik, yakın çevrede ve sanat çevresinde de etkisini koruyor. Belli bir çevresi olmasına rağmen, yalnız adam durumundayım. Çocuklarıma karşı gerekli gereksiz bir mesafe tutmama gerek duyuyorum. Halbuki ben, sosyal yaklaşıma yatkın bir kişiyim. Çok hassas olmama rağmen, kültürel duygularımı bastırıyorum. Akşam bir belli saatten sonra yatağıma dönmemek için, sinema, tiyatro veya geç vakit toplantılarından soyutlanıyorum. Zaten olan ve fazlasının olmasını istemediğim iç gerginliklerden korunmak için. Aslında ben, doğanın çocuğuyum. Beni okullar değil, doğa eğitti. Bugünkü varlığımı doğaya, onun sonsuz derslerine borçluyum. Diplomalarım, hep zorlayarak sayılmış yasaklarla oluştu. Ortaokulu bitirdiğimde, bir ortaokul mezunu, öğretmen okulunu bitirdiğimde, bir öğretmen okulu mezunu, Gazi Terbiye'yi bitirdiğimde, bir Gazi Eğitim mezunu öğrenci durumunda değildim. Her şeyleri deneyerek, arayarak, yaşayarak buldum, keşfettim. Etmekteyim de. İyi sayılan bir öğretmen olduğumu kabul ediyorum. Hiçbir zaman tek kararlı olmadım, duruma uygun kararlar almaya çalıştım. Düşünebiliyorum. Yoruma yatkınım. Olaylara değişik açılardan bakmaya, elimdeki donelerin ışığında, her dem hazırım. Milletimi, vatanımı seviyorum. İyilik yapmaya hep hazırım. İnandığım, gerekli gördüğüm konularda fedakarım. Yaşım ise Yetmiş. Ama yaşamak istiyorum. İçim hayatla dolu. Bir şeylerin hep eksikliğini duyuyorum. Çok şükür sağlıklıyım. Kendimle, rahatsızlıklarımla geçiniyorum. Bütün insanlar gibi, benim de sonlu olduğumu biliyorum. Ama yaşadığım süreyi, gereğince dolmuş görmüyorum. Bir takım mutlulukların eksikliğini duyuyorum. Yaşım yetmiş, işim bitmiş diyemiyorum. Genç yapıdaki bir insan kadar hayatın içinde olmaya, iyi birşeyler yapmaya özeniyorum. Ama, o iyi şey nedir? Onu bilemiyorum. Biliyorum yollar çok, imkanlar var ama ne olmalı, neyi seçersem ekonomik ve gerçekçi olur? Ona karar veremiyorum. Adana'da kalıp,bu bir düze alışılmış, yukardan beri anlattığım yaşamla, belli sonu beklemeli miyim yoksa, babamdan kalan viran eve dönüp, elimdeki yıpranmış araçlarla, yetersiz imkanlarla, gönlümce mütevazi ve fakat, hayalime yatkın ve dingin bir düzene mi yönelmeliyim? Bu iş için bir ortam var. Ablam Sıdıka, Mut'u bana vermeye yatkın. Ben Mut'a taşınacak olursam, görünürde, Adana tarafından bir problemim olmayacak. Ben Mut'ta ne yapacağım, bu mezbeleliği nasıl kullanılır hale getireceğim? Mut'ta sıcak bir çevrem olacak, bu gerçek. Evinde bir kahve içebileceğim, bir akşam yemeğinde beraber olabileceğim, istediğimde kapısını açıp kapayabileceğim, çekinmeden açıp kapayabileceğim bir kapım. İstediğimde uzanabileceğim bir yatağım. Gel deyince gelebilecek yakınlarım, belki de dostlarım olacak. Akrabalarım kapımı kapı sayacak, soframı sofra sayacak ve beni, insan ve bir büyük sayacak kimselerim olacak. Aynı kitaplarım olacak, günlük gazetelerim, resim, belki de çevremde sanat meraklıları. Yeni yeni dostlar. Bir gün : Erken saatte uyanacağım, yürüyüşe çıkacağım, bir saat, dönecek kahvaltı edeceğim, gazeteleri bekleyeceğim, onları okuyacağım, uyuyacağım. Öğleyin yemek saatidir; bir hazırlayan varsa, evde, yoksa lokantaya gideceğim veya evde birşeyler uyduracağım, dinleneceğim ve resim çalışacağım, pınar başında birkaç saat oturacağım, köylere gezi yapabilirsem yapacağım, akşamı, geceyi delebildiğimce deleceğim. Düşünce bu. Bakalım Tanrı ne gösterecek, durumu onaylayacak mı? E. aydın, 1991 YOLLAR NASIL AYRILDI KESİŞEN BİRLEŞKELER Editörün Notu: Aşağıdaki yazı boşanma kararı ile ilgilidir) Bindokuzyüzkırkdokuzlarda, yaratılış özellikleri bakımından farklı yönlerin duygu kurgu bir çizgide buluşmaları ile bu aile yapısı, bu çelişkili yapı oluştu. Otoriteye dayalı bir kültür yapısı, demokratik yaşamın tuzağına düştü. Artık bir evde iki otorite vardı. Kurumsal kararları, tek katkılar gereği beraber vermek gerekiyordu. Yollar çamurlu, kaygan, hava fırtınalıydı. İz izi tutmuyor, yelkenler ters ve güçlü rüzgarlarla doluyordu. İnsan ve aile yapısını koruyan sevgi ve mecburiyetlerin yardımıyla kırk yıl geçti aradan. Ben yetmişbir yaşında, karım altmışdokuz yaşında. İki oğlumuz var, büyüğü mühendis, evli ve üç çocuğu var. Küçüğü diş doktoru, evli, iki oğlu var. 1967'lerden itibaren bütçe sorunları hafifledi. 1980'lerden itibaren de her iki tarafın fırtınaları ve boraları yüzünden zayıfladı veya yerini husumete terk etti. 1991'de savaş kes kararı aldık. Artık herkes kendi yoluna. Evet geç kalmış ve geç gelmiş bir durağan bölge, ama tek çıkar umut, çekilmezliğe bir son gerek. Artık güçlerin sinirleri yıprandı, kendileri demode oldu. Artık bu savaştan kimin ne kazandığına gelince, ben müstakil bir dükkan ve onun artı gelirleri ve bir de yazlık deniz evi ile yoldayız. Her ikimizin de yiyecek bir ekmeği var Allah'a çok şükür. Zamananın ne göstereceği yine onun taktirine kalmış. Başlamayı bilenlere işte göründüğü kadar ufuk, iyi yolculuklar. E. Aydın, 16Mayıs1991Perşembe İki gündür Mersin'deyim. Dingin ve bezgin bir psikoloji içindeyim. Birşeyler bitiyor, birşeyler başlıyor. Bu gerçek. Kolay olmasa gerek. 1969 ve 1991 arasında yaşanmış alışkanlık ve rutin günlüğün tekrar gözden geçirilmesi. Yeni olanakların gerçekçi bir yaklaşımla düşünülüp olabilirliği seçmek. Akılcı olmak düşündürücü. Şu şartlarda geri dönüş gözüküyor. Veya kaos. Çözüm çözüm çözüm.. E. Aydın, 18Mayıs1991 ADANA'YA DÖNMEK İÇİN TAM ZAMANIDIR? TÜMCESİNİN İÇERİĞİ NEDİR? NE DEĞİLDİR? Ben niçin Adana'yı terk ettim? Güya ölçtüm biçtim, enine olabildiğince boyuna düşündüğümü sanıyordum. Görüyorum ki düşüncenin içinde bazı çıkmazlar ve açmazlar var. Mersin'de bir ev tuttum, telefon da aldım. Ama telefonum çalışmıyor, arayan yok, ben aramazsam beni arayan yok. Bir nevi terk edilmişliğe itilmiş durumdayım. En azından ben öyle duyumsuyorum. Sanat çevresinde ise henüz bir yerim yok ve de olmayacak gibi. Belediye yazımla ilgilenmedi. Sanayi Odası işi de olamayacak gibi? Kadın işi de bir sorun. Dahası neden böyle, kaçıyorum? Nereye kadar kaçabilirim ki ben yapayalnız bir adam olmayı becerecek kadar güçlü müyüm? Tabii ki hayır, ben aslında güçlü değilim ama güçlü görünmeyi seviyorum. Sanat durumu da böyle değil mi? Günlerce bocalıyorum ama ortada hiç birşey yok ve bu gidişle olmayacak da. Kalıyor orta sahada top gezdirmek, yani yapar gözükmek. Yanlış anlaşılmasın benim sanatım kötü değil, ama yol yöntem ve değişen gerekçeleri kavrayamıyorum. Yoksa senin gözün, kaşın için diploma verirler miydi? Bu ülkeye kış da gelecek, evde daha bir yalnız olacaksın daha bir sıkılacaksın. Okuyorsun ama kaç saat okunur? Geziyorsun ama günde kaç saat gezilir? Bir ahbap ziyaret ediyorsun ama her gün olamaz ki? Sıkıntılı mıkıntılı bu durumu Adana'da kotarıyordum denemiştim yine öyle yapabilirim. Adana'da muayenehaneye yerleş, galeriyi badana et, düzenle ve bir süre sonra yükünü Adana 'ya yine taşı, galiba daha önce incelerken gözden kaçan kısımlar olmuş, gerçekler bunu gösteriyor. Biraz daha düşün ve çarşamba günü hareketi başlat. Öperim. E. Aydın, 26Ağustos1991 Bu gün onüç Eylül bindokuzyüzdoksanüç Pazartesi, bu günlere bin şükür. Eylül'ün başında, Aydın Sanatevi mekanında, bir de diğer gereksinimlerini gidermek istemiyle çok zamandan beri kafamda takılı duran bir olayı başlattım. İki yıl önce türlü ve gerekli veya gereksiz nedenlerle evliliği kanunen bitirmiştim. Bir çok insan, bu saatten sonra bu işi yapar? diyenler olmasına karşın, kendime bu yaşam biçimini seçtim. Günahıyla, sevabıyla bunu yaptım. Şimdiye değin Tanrı izniyle bir pişmanlık duymadım. Evlilikte beraberce ve ben ağırlıklı yaptığımız, evi de kadına bir vefa borcu veya sorumluluğu olarak bırakarak, toplum denizine geldim. Bir zamanki kadar varlıkla atladım. Ben öyle pek ahım şahım olmamama karşın, azda olsa sevenlerim var, çevremi boş bırakmıyorlar. Okuyorum, resim yapıyorum, yazıyorum, gelen eşdostla değişik konularda sohbet kuruyorum. Kendi felsefemce, inancımca renkli yaşıyorum. Zaman zaman gezinmeye gereksinim duyunca kalkıp geziye çıkıyorum. Güncel ve çağdaş yaşama paralel yürümeye, yaşama bağlı kalmaya çaba veriyorum. Devlet beni ham bir insan yavrusuyken aldı, besledi, okuttu, öğretmen etti. En karanlık ve olanaksız şartları içinde bana değer verdi. Bende gücüm yettiğince ona faydalı olmaya çalıştım. Beni eğitmeye çalıştı, bende istenenden fazlasına hazırmışım ki, hep kendimi yenilemeye, dağarcığımı dolu tutup öğrenci önüne çıkmaya çalıştım. Sanırım ki çok iyi denecek kadar başardım. Bugün teorik olarak bütün bilimlere yatkınım, pratiklerim de az sayılmaz. Ölçütlerime ve genel ölçütlere göre amaçlanan insan da bu olsa gerek. İnsanları seviyorum, soluk aldıklarıyla seviyorum, hatalara, eksiklere, fazlalıklara, ben çok taciz etmedikçe anlayışla bakabiliyorum. Onlara yararlı olabilmek için çoğu zaman kendimi, öz çıkarlarımı ikincil kılabiliyorum. Elime geçen fırsatları paylaşmayı seviyorum. Kusurlarımı onarmaya hazır oluyorum. Formalist bir dindar değilim ama geniş anlamda, insana dönük, doğaya dönük düşüncede iyi bir yüceltiye sahibim. İki oğlum, Murat ve Cumhur yaşamı seviyorlar, başarmak için kendi içlerinde, kendi felsefelerini, kendi çaplarında kurmuşlar. Çoluk çocuklarıyla kendi göreceliklerinde yürüyorlar. Onları genelde seviyorum, anlayışla karşılıyorum. İnandıkları hayaller peşinde koşuyorlar, benim evliliği bitirmem konusunda anlayışlı davrandılar, tavır koymamak faziletini gösterdiler, ikisi de yanlarında yerleşmemi candan istediler. Ancak durum benim gerçeklerime uygun olmadığı için kendime bir mesken edinmek için uzun uzun düşündüm. Mersin'e kardeşimin yanında bir eve taşındım, birkaç ay öyle kaldım, onlar da çok ilgi gösterdiler sağ olsunlar. Ama görünmez ve anlatımı zor bazı nedenlerle Adana'ya geri döndüm. Burada kiralık bir ev aradım. Evin bana beşaltı saatlik bir süre için gerekli olduğunu, ben sabahın ilk saatlerinde uyandığım ve doğaya çıktığım değişmezi ev tutmam gereksinimi düşünce çizgisine getirdi. Şimdi doktor oğlumun muayenehanesinin bir odasında kalıyorum. O da bunu istiyor, ancak dişçilik gibi bir sanat konusunda her alana gereksinim vardır. Bunuda günlerdir düşüne taşına, son çare olarak aydın sanatevi içinde yatabilecek bir mekanı yapmaya karar verdim. Hiç de estetik yapısı olmamasına karşın belli bir mekanı oluşturdum, oluşturuyorum. Elektriği, suyu, helası, zaman zaman yıkanabilecek bir basit banyosu, konfordan uzak ama olduğunca kullanışlı bir düzenin başlangıcındayım. Yorgunluk ve sarflarım için kaygılanmıyorum, zira burda oturmam, burada bulunmam bir dereceye kadar anlam kazanıyor. Düzenlem işleri çok yavaş yürüyor, günü ve bir işçi yevmiyesini doldurmayan pelik pörçük işler olduğu için. Sağlığımı korumak, kollamak durumundayım. Yalnız yaşamanın acı kural ve gerçeklerini özümlemek gerek, el verdiğince sağlıklı yaşam için bir şeyler yapmak gerek. Olabildiğince uzun yürüyüşlere çıkıyorum, hergün uzun ve kısa açık havaya çıkıyorum. Terlememeye gayret ediyorum, iyi ve hafif yiyor, temiz su içiyorum. Ancak zaman zaman belimde, boynumda romatizmal ağrılar oluyor. Belim tam iki gün önce tam formuna girmiş gibi, kambursuz yürümeye özendiğim bir sırada, telaşla bir küçük masayı uzaktan ve desteksiz kaldırmaya çalıştığım sırada ince bir ani ağrıyla bel kısmımdan mideme, bağırsaklarıma ulaşan ve bazen eğrilip doğrulmamı, hele hele geceleyin yatakta yön değiştirmemi büyük ezgi haline dönüştürdü. Aldığım yerinde tedbirlerle, doktorlar eline düşmeden bunu da atlatacağıma inanıyorum. Çünkü bugün kendimi daha iyi hissediyorum. Sigara büyük sorunum, çok içiyorum.Gerçi dudak tiryakisiyim, zararım çoğunlukla keseme oluyor. Ama nede olsa teneffüs yollarım bundan zarar görüyor. Günde bir pakete doğru hemen karar almam ve uygulamam gerekiyor. Tanrım bu gücü bana verir. Herhangi bir sakamet çıkarmadan bir maraza kalmadan bunu kesin kes başlamalı. Geçen yıl belimde bir elektrik geçer gibi birşey oldu, uzun süre soluk almada, öksürmede, helaya gitmede, yatakta dönerken, anlatılamaz ızdırap çekmiştim. Sonraları yavaş yavaş iyileşti. Bu yaz başlangıcında sanki geçti gibi olmuştu. Ama bir hafta önce, bir küçük komidinin kaldırılması anında aynı elektrik güç sanki beni geçen yılki çizgiye geri getirdi. Gündüzleri neysede, geceleri yatak, pozisyon değiştirmek anlatılmaz eziyetleri tattırdı bana. İşte yalnızlığın yalınlığına, zorluğuna bir somut örnek oldu. Tanrının beni sevdiğine candan inanıyorum, birtakım üstün yetiler lütfetmiş, barajlayabildiğim her alanda ayrıcalıklı bir kişilik oluşturabiliyorum. Ama barajlama da idare işi, karar işi, oda işin bir başka yönü. Kerime'nin oğlu Hidayet yanımda oldu, üniversite sınavlarına hazırlandı, genel kültür derslerinde pek başarılı olamadı, onu sanat konusuna hazırladım, yine Tanrı lütfiyle başarılı oldu. Resimiş yetenek imtihanlarına girdi, yine Allah'ın O'na ve bana bir lütfü olarak başarmak üzere, yani kazanırsa dört yıl yalnız kalmayacağım. Bu benim faydam gibi konuşuyorum. Ama aslında zavallı çocuk da böylece geleceğini kazanacak. Benim çok çok eski bir borcum olmuştu. Hidayet'in annesini biz Mersin'de öğretmenken üç yaşında yanımıza evlatlık almıştık. Bunu benim Mut 'lu olmam sebebiyle bana emanet etmişlerdi. Ev hizmetlerinden vakit ayırıp okutmaya, benim isteğime karşın vakit ayıramadık. Okuma yazmayı bile öğrenmeden yaşı onbeş oldu, köyüne geri götürdük, bir hayır sahibi, ihtiyaçlı fakir kişiyle evlendi. Dört çocuğu oldu, kışın tekrar yanımıza aldım. Ama hanımla uyum sağlayamadı ve köyüne götürdüm. İşte o vicdan borcuna mahsuben, Hidayet'i orta ve lisede okuttum, kafası çok işlek olmamasına karşın, lafı kolay anlamamasına karşın anladığı şeyleri canla, başla, inançla yapabilen bir kişiliği var. Fedakar, cefakar, azla yetinmesini bilir, sanata bir hayli yatkın. Eğer devlet kadrosuna ulaşabilirse ki, o yolda yürüyecek iyi bir vatandaş, iyi bir memur, dahası uyumlu bir öğretmen olabilir. Ben, devlet ve kendisi kazanmış olur. Dün, bugün ve gelecek bir paralelde evrensel amacına ulaşmış olacak. Tanrı her kuluna böylesine yaşamın amacına uygun çalışmalar ihsan etsin. Adana'da yeğenim Nuray var, evli, üç çocuğu var. Bana da çocukları kadar yakın, bel ağrısı için eczaneden bazı ilaçlar yolladı, çamaşırlarımı yıkamak ister. Allah kendine güç, kuvvet, sağlık versin, fedakar bir kişi. İlaçları planlı bir şekilde alırsam iyileşeceğime inancım var, tanrı bunu benden esirgemez, çünkü O'na ulaşan yolda ve daha bana gereksimi var. Bugün Cumartesi, ustalar ve iş üstlenenler yan çizdiler, Aydın Sanatevinde yalnızım. Hidayeti bir hava alsın diye Mersin'e yolladım. Benimde bir aydan beri Mersin'de ekleyen bir bavulum var, temizliğe gitmişti, kardeşim Kemal'in evine, onu da alacak akşama dönecek. Belimin ağrısı bahanesi ile burada çakıldım kaldım. Yalnız kalmak bir hayli zor ama ben seçtim ve bu böyle olacak. İnsanı nasıl tanımlayabiliriz acaba? Bazen güçlü, yırtıcı, bazen aciz ve korkak, ürkek, tedirgin. Hepsinin başında, yani moral bozan şu bel ağrılarım oluyor. Yürüyemiyorum, eğilip doğrulmakta zorlanıyorum. Birde şu bir türlü bitmeyen işler. Bir aydır üzerindeyim, hala göze görünür birşey yok. Belki yarın bir resim koyacak tavanımız olacak, belki yine yarın yerleştirme fırsatım olacak. Günler iyi ilerliyor, bugün yine iyi birşey oldu, kapımın önündeki kumları kaldırttım. Şimdi sırada içerdeki derbederlikte. Burada neler yapabileceğim hala belirgin değil. Hela oldu oldu gibi, banyo oldu oldu gibi. Resimlerim ortada duruyor, toz toprak içinde, bir bir elden geçmesi gerekiyor. Ama neyin nereye geleceğini bir türlü bilmiyorum, bu yüzden hiç birşeye el sürmek istemiyorum. Yer değiştirdiğim herşey ertesi gün yine bir başka tarafa gitmesi gerekiyor. Hidayet Mut'tan dönünce ilk işimiz kitapların tozunun alınması olsun. Dolapların üstündekileri seti de indirelim, dolapları biraz öne alalım, arkasında yaratılacak boşluğa bir somye koymaya çalışalım. Belim ağrıyor, ama galiba iyiye doğru gidecek, bu temizlik işlerini bir bir benim yapmam gerekiyor ama devinemiyorum. Dün doktor Yusuf bey geldi, ince bir davranışla bir milyon lira katkıda bulundu. Ne incelik yarabbi. Yaşamak güzel şey, hele yapacak birşeyleri bulunmak daha bir güzel ve görkemli. Bir kitap yazmayı düşünüyorum (Çağdaş Mektuplar) isimli. Benim Türkçem, cümle kurmam yetersiz, hemen hemen her mektubun tekrar kaleme alınması gerekir. Edebi bir de özellik kazanmasını isterim. Kalemi olan, yazın deneyimli bir emekli öğretmen veya eğitim fakültesinden yüze gelmiş bir öğrenciyi çağırmalıyım. İsterim ki Türkçe yazında, çağdaş, güncel ve kolay anlaşılır, mektuplar arasında bir bağıntı kurulabilsin. Mevsimler gelip geçiyor. Bir koca yaz da bu arada geçti. İki tane gurup gezisine katıldım. Güneş turizmle, biri Alanya, Antalya, Side, Manavgat, Perge, Aspendos, Düden, Damalataş, Alanya müzesi, Antalya müzesi, Kırmızı kule gibi yerleri gördüm. Perge çok çok büyük bir oturum alanı imiş. Sonra yine Güneş turizm organizasyonu ile Karadeniz gezisi yaptık. Adana'dan başladık, Bolu 'da kahvaltı ettik, Abant kıyısında gezinti yaptık, Bolu'dan sonra, Akçakoca'ya çıktık, otobüsün arızası sebebiyle orda bir süre kaldık, Zonguldağa ulaştık, Amasra, Cide, İnebolu, Sinop'da kaldık. Ünye, Perşembe, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Çamlıhemşin Sarp. Beşikdüğünde yattık. Kastamonu üzerinden Yedigöller, Mengen yoluyla İstanbul Adana yoluna, Yeniçağlada ulaştık, bilinen çizgiden geri döndük. Gezi biraz sıkıntılı oldu ama, yani onbir günlük yolculukta, Sinop'ta, Cide'de, Beşikdüzün'de yattık. Yani dört gün yatabildik, doğaldır ki akşamları geç saatlerde. Bu arada ekstradan ÜrgüpGöremeye uğradık, bir gece de yattık, Avanosa geldik, Ürgübe yakın bir Ören yerinde fiks menü elli bin liraya bir öğle yemeği de yedik. Daha sonra 1 Aralık, Namrun arkasında Dağ oteline gittim. Bindörtyüz metrede dört gün kaldım. Oda iyi idi. Yaylanın adı eskiden çamlık ve havadar oluşu nedeniyle Namrun olarak isimlenmiş ve sonra insanlar, hem de okumuş kent soylu insanlarımız, ormanları bir keçiden daha fazla kemirmişler, arsa kazanmak içi çamları, kah gece, kah kış mevsimlerinde yok etmişler. Sonuçta çamların yok olduğunu görünce, ismi kalsın yadigar diye adını Çamlıyayla olarak değiştirmişler. Doğa orada öylesine görkemli, öylesine yalın bir yapıdadır. Akşamleyin yalınlık ve görkem daha da artıyor. Binbeşyüz rakımdan tatlı bir eğimle güneye uzanan, aynı oranda alçalarak ilerleyen tepeler arasında geniş ve yeşil bir vadi, her çamın dibinde bir ışık kümesi, sonra gök kubbe içinde kehkeşanlar asılı bir avizeler gurubuyla sanki mekanda zaman dinleniyor. Üç gün sonra Adana'ya döndüm. Aydın Sanat evinin iç olayları ile haşır neşirken, bir ağırlık kaldırırken belimi yine incittim. Şimdi o hareketli güzel günlerin izlenimini kağıda dökerek dinleniyorum. Günlerden Pazar. E. Aydın, 13Eylül1993 İnsan, içinde bulunduğu değişken durumlarla nasıl düz kontak haline geçebilir? Bakıyorumda her yerde bağ bozumu, benim bünyemdeki sorunlar çevreme, çocuklarıma, onların evlerine ve yaşam biçimlerine de bulaşıyor. Ben ikircimli, ne yapacağını şaşırmış, çıkmazların içinde eziliyor, üzülüyorum. İçimde bir eziklik, bir presyon karımla bir yakınlık kurmakla değişmez eğrilere dönmeyi bile istediğim oluyor. Yeter ki içimdeki ve çevremdeki her şey olabildiği kadar eski haline ulaşsın diye, ama yine de çapraz, yine de sıkıcı olaylar iç içe sürüyor. Bir doğru sanılan adım da atılmış değil. Bana gelince; çok şükür yiyecek kadar ekmeğim var, şimdilik kalacak bir yatağım var ama içinde bulunduğum şartlar düşündürücü. Çamaşır, yalnızlık, şu ve bu daha daha anlatımı zor durumlar. Gerçi resim benim için bir hayat tarzı, okumak, bazen de yazmak ama kargaşayla beraber olunca hepsi ucu bulunmaz bir yumak oluyor. Aslında bu kadar durum karışık değil ama sorunların çeşidi insanı ve insan beynini zorluyor. Dikkat et sağlık birinci planda. Bir hafta sonra: İçimden incecik ve özlemli bir ses duydum, bir kapı açılmıştı, şekli ne olursa olsun, hangi çizgide olursan ol, alternatif bitmiyor. Evlenmeyi düşündüm, aday aradım, oda gelmekte geç kalmadı. Dul, genç, bir çocuklu, uyumlu olabileceğini de duyumsadığım bir kişi üzerinde odaklandım. O üzerime çöken kabus dağıldı, dünyaya bir daha başka türlü bakar oldum. Sonuç ne olusa olsun böyle bir çıkışı yaptım. Gerçi sonuç alınmış değil ama huzur için, bir aile içinde olmak için bir şeyler yapmak, şartlar ne olursa olsun yapmak galiba bir mecburiyet oldu. Ey sevmek sen olmasan sanırım yaşam da olmazdı E. Aydın AHVAL Yaşayıp gidiyorum, hayatı, yaşamı seviyorum. Belimde bir ağrı var bu nedenle içim sıkılıyor, uzun uzun gezemiyorum, uzun yolculuğa çıkamıyorum. Yine bu nedenle olayları abartır olabilirim. Resim yapamıyorum, içimden gelmiyor, okumak istiyorum ona da gözüm tahammül etmiyor veya etmeyecek. Çevreyle ilgim bel ağrıları nedeniyle azaldı ve koptu. Demem o ki, günün dokusu seyrek ve yıpranmış nesnelerle dolu, yaşamın renginde bir donukluk var. Renk olsun diye biraz da duygusal bağlamlarla yanımda bir çocuk var. Fakir olmaya fakir(*). Sonrası galeride bir ince doku daha kopacak, ben nasıl yeni bir doku oluşturacağım?. Yarım gün için veya birkaç saat için sekreter alayım, temizlik yapsın, kitapları elden geçirsin, mektupların bir kısmını temize çeksin. Bir kaç öğrenci kabul edeyim, küçük, aylık veya haftalık sanat toplantıları düzenleyeyim, sergiler açayım, bir kitap hazırlığı içine gireyim, geziler yapayım, Mersin'e, Mut'a, İstanbul'a, sağa, sola. Günlük yürüyüşler, doğaldır ki bunların hepsi şu belimdeki ağrı sona erince ki, ondan ümitliyim. Yaşam zor zanaat kardeşim zor. Cumartesi, yani bugün sabah geldim, Hidayet 'e durumu anlattım. Ortaokul da yanında olmaya söz verdim, liseye ben yazdırdım, baba evinde ilk yılı iyi kötü geçirmesini, masasını, sandalyesini, yiyeceğini üstlendim. Daha da fazlasını yapmayı düşünüyordum ama ters bir davranış nedeniyle elimi çektim. İki sene sonra liseyi bitirmiş, üniversite puanı yetersiz olduğu için Mersin'e dershaneye gelmek için bana baş vurdu. Mersin'e gelmesini sağladım, bir iş de buldum, ama iş o kadar yoğun idi ki, ders saatleri hep kaynıyordu. Çare olarak Adana'ya yanıma almak durumunda kaldım. Karekök dershanesine ücretsiz olarak kabul ettirdim, geçen yıl Kasım ayında. O tarihten beri Aydın Sanatevinde yedi, içti, dershaneye gitti. Belli başlı bir puan getirmedi ama, bu arada sanat yönü ortaya çıktı, yetenek imtihanına girmesine yetecek kadardı. Hocaların bana yakınlığı, diğer yandan galiba iyi çizimleri de artı başarılı oldu. Şimdi Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim İş Öğretmenliği bölümünü ön sıralarda kazandı. Devlet'ten burs da alabilecek, başvurusunu yaptırdım. Sonuç olarak dört yıl sonunda bir orta öğretim okulunda Resim Öğretmeni olabilecek. Eğer bu yaptığım iyi bir hizmetse ki, ben öyle kabul ediyorum, onlarda bunu biliyorlar. Şayet bilmiyorlarsa ilerde bileceklerdir. İyilik et denize at, haluk bilmezse balık bilir. Neden yaptığıma gelince; bu çocuğun anasını üç yaşında iken Mersin'de yanımıza almıştım, (*) nedeniyle gerekli ilgiyi gösteremedik, doktora göstermedik, abc'yi bile veremedik. Onaltı yaşında yoktan nedenlerle, Mut'a annemin yanına, geri köye yollamak üzere bıraktık. Tanrının lutfüyle, Çaltılı köyünden birisi bu kızı istiyor, evlendiler. İkisi birden çalıştılar, sıfırdan mal mülk sahibi oldular. Şimdi kaysı bahçeleri, evleri ve biraz da toprakları var. Ben bu kıza karşı kendimi hem suçlu, hem de borçlu hissediyorum. Zaman zaman ufak tefek yardımlar ettim ama dahasını düşünüyordum. İşte dört çocuğundan birisini okutmaya gereksinim duydum. Bilindiği gibi eskiyen borçlar gözde de, gönülde de büyür durur. Burada Hidayet yanımda okurken ben onlara bir de dana hediye ettim, henüz yavruya varmadı ama şu gün onbeş milyon eder. Karınca kararınca birşeyler yapmaya çaba verdim. Allah ecirini esirgemesin. Önümüzde bir yurt veya pansiyon sorunu var, yahutta Mersin'deki akrabalarına gelip gidecek. Sözün kısası, artık yolu engebeli ama engelli değil. Üniversiteye girmek meseledir ama girilince çıkılır. E. Aydın, 14Ekim1993 Bir kaç günden beri neler oldu neler. İşin komiği neler düşünmüştüm, hepsi biribirinden kopuk. Bursa'dan misafirim vardı, pazartesi tam gün bana gelecek, sabahleyin telefon edecekti bütün gün boyu işgence çektim, nedenleri aradım, daha önceki sıcak ılişkimle bağlantılı bulduğumdan karar verdiğim gibi aynı numaraya telefon etmedim kural gereği edemezdim. Aynı ağırlıkta iki gün geçti belki de uykularımı zedeleyen. Bursa'dan bir özür dileme telefonu alıyorum, nedenleri detaylı yazacağı sözüyle. Biraz rahatlıyorum, aynı akşam saat sekiz buçukda Balcalı'dan, yirmi günün beklentisini, o binlerce acabayı çağrıştıran aynı zamanda yaşananın anatomisiyle örtüşmeyen, sanki özür dileyen, büsbütün incelik kurallarından yoksun habersiz, güncel özel sorunları altında ezilmiş, dünyayı yaşamı dışlamış, kurulu dostlukların listesini karıştırmış. E. Aydın, 21Kasım1996 KENDİMİ ARIYORUM İç dünyam ve dış dünyam, çelişkilerle dolu. İç İlişkiler ve İletişim : Bilindiği gibi kişilik, benlik, bireysellik, hatta yaratma, ideotizm hep iç iletişimin labirentlerinde, bütün gözlerden ırak, kuytularında oluşur, gelişir. Bilim, kültür, etik; yasaların yasakların eşiğinde, havada, karada, suda ve heryerde sıkı yönetimini sürdürürken o orada gizli işler kotarır. Onun için olmayacak iş yoktur. Yeter ki, evet desin. Bu düzen bende başka türlü çalışır olsa gerek.! Sağ gözüm (hangisi sağ bilmiyorum ya lafın gelişi); söğüt ağacını görür imgelerde, simgelerde ölçüp biçerken. Sol gözüm; onun üzerine tırmanan salyangozun, süt beyazı, kırık cam mavisi, kabuğunun erotik vede seksiliğini devreye sokar. Ulaşılmaz, güzel mi güzel bir kızla mavi bulutların daha mavisine uçururdu. Veya nazlı nazlı, oylumlu ırgalanışını aşka götürür gider. Sabahın çiğ taneleriyle daha bir tazeleşmiş ebrulü gülü sol elimle okşamaya, belkide koparmaya hazırlanırken; sağ elim Of aman elime diken battı, canım yanıyor diye feryad eder. Artık doğada seyrek rastlanan, çalı bülbülünün sesini daha iyi işitebilmek için sokulurken, avcının tüfeğinin sesi sol kulağımın dibinde patlar. Vuramadığı bülbüle, tüfeğine küfreder. Sağ kulağm üzgün, solu ise memnun. Dışarıya çıkmak, gezmek isterim. Ayakkabımı, çorabımı giyerken; nedenler nedenleri kovalarnereye gidiyorsun, neye gidiyorsun, gerekli mi?. Bu sefer evethayır gündeme düşer. Yol ve yolculuk ya biter, ya geri kalır. İnsan bu mudurder, kendimi listeden silmek isterim. Sonra (baba) derler, (dede) derler, (hocam) derler... Şaşırır kalırım. Pazartesi, Cumartesine büküldü; aradaki günleri görmek, okuyup değerlendirmek olanaksız bana göre. Gün, öylesine kısalıyor ki, gazeteleri okumaya bile aslında yetmiyor. Resmi kim yapacak, kitapları kim okuyacak, mektuplara kim yanıt verecek, eşi, dostu, arayanı kim arayacak?. İkibine üç kala; gezegenimizde insanlar, çil yavrusu gibi koşturup duruyorlar. Üç aşağı beş yukarı aynı durumdalar. İnsanın evrimi sürdüğüne göre; umarımızda olmalı! Valizi hafifletmek için, hangi gereçleri atabiliriz?. E. Aydın, 5Ekim1997 BUGÜN BEN YENİ DOĞDUM (Editörün Notu: Ethem Aydın'ı trafik kazasında kaybettiğimiz 27Kasım2002 sabahı aşağıdakine benzer bir olay yaşanmış olmalı) Ana ve işlek bir yolda, sabah yürüyüşü dönüşü, bir araba beni rastlantı olarak ezmedi. Önce kaldırıma, sonra direğe çarptı. Beni rüzgarladı ve yine yola çıkıp durdu. Bütün bu olaylar aynı saniyelerde oldu. Şimdi yaşıyorum. Büyük şans. Sarsıntı yani ruhi depresyon dinmek üzere. Yaşam budur zahir! Varla yok yanyana........... E. Aydın, 8Kasım1997, Cumartesi Çaltılı. Adana sallanıyor. Moral bozucu. Apartmanlar çökebilir.Yıkılanlar... sokaklarda dahalar bekleniyor. Hem de huzursuz sonun başlangıcı gibi. E. Aydın, 5Temmuz1998 Ah dağlar, doğanın yazgısı, zamanların değişken uzamda görkemli, mor, yeşil sıra dağlar, Adana'ya dönüş. E. Aydın, 3Ağustos1998 Pazartesi Dün rejime başladım yürüyüş, çay, simit. E. Aydın, 20Ağustos1998 Perşembe Bugün 10Haziran Perşembe. Yarın Mut'ta kayısı bayramı başlıyor. Üç gün sürecek. Gitmeği düşünüyorum. Kalacak yer konusu her yıl daha da bir sorun çizgisine varıyor. Geçen yıllar daha mı az duyarlı veya şerefsizdim?. Ne oluyor? Bu duygusal değişim, bu değer yargısı kargaşası neyi vurguluyor? Mehmet'te yatardım, Hüsam'da yatardım ve bir art niyet oluşmazdı. Şimdileri ne oldu da öze döndüm?. Bir başka açıdan bakıyorsun.?! Maaş için Zıraat Bankası'ndayım. Saat 8. Veznedarı bekliyorum. E. Aydın Pazar günü, çiftlik Yağmur damlaları, tek tek bulutlar dönüşsüz duruyorlar. Ağaçlar beklemede. Meyve ağaçları. Yaprak dökümünde güneş ışınları bult aralarından sulara ulaşıyor. Yazıyorum, sevgi ve özlem. Olanlar, olmayanlar, olacaklar, olmayacaklar. 20 yaş77 yaş. Yalnızlık yoksulluk kavşağında buluşuyor. Heyecanlı, beklentili, umulu. Yatıp, umutla kalkmalar. Güzeli buluyorum O'nda. Çünki sen yakın seçenek. Beklenen aranan gerçek ilde. E. Aydın, 1Kasım1998, not defterinden Pazar günü, çiftlik Mavi yerinde, güneş yerinde, duyumsal dinginliğe kapılar fora.! Kelebekler dalgalanarak yeşilden yeşile, çiçekten çiçeğe dalgalanıyor. Esimde peşinde yüksekler yüksek sonsuza değen. Toros'ların tepesi beyaz, zamanların tanığı, gururlu. E. Aydın, 13Aralık1998, not defterinden Evet hastalık da hesapta var. O kendi konuşmadıkça, ben de varım demedikçe hep göz ardı edilir. Yalnızlığa soyunanlar, bir gün sıkıntısını da çekerler. Ayrıcalığın ayrıcalığı da buradadır. Bu hiçte özgürlüğü bağlamaz. Baş ağrısı başta kalmaz. Bir gün gelir çekilenler unutulur. Dayan gara öküzüm dayan. İştahım yok, o elektriklenmeden neden, azda olsa ateşimde var. Direnme ve diretme babında Hidayet'i çağırmıştım, vasıta bulamadı. Olanlar benim seçtiklerimdir. Bu söylenceye Arife günü başlamıştır. Kötümserlik işlediğim tema idi. Karşıma, umarsızlık saydığım olay benzerleri dizilmişti. Neden sonra bir doktor çağırmayı düşündüm. Dr.Fethi Zengin'i çağırdım. Sağolsun geldi, muayene etti, sıcak tutmamı önerdi. Termofor kullanmaya başladım; şok var ama yönü ve yolu belli. Bende daha onat bir psikolojiye ulaştım. Gerçi iştahım bozuk ama, yine de aç kalmıyorum, Nilgün yemek yolluyor, becerebildiği kadar Atike temizliğe katkıda bulunuyor. Dahası ayaktayım. Baş ağrısı başta kalmaz inancımdır. Yeter ki nedeni anlaşılır olsun. Bayram, yani Pazar günü bitmek üzere, umudum yarın daha iyice bir gün olacak. Bu gün Pazartesi, daha iyiyim. Yani ikinci gün. Bilgisayar başındayım, iyice benzer şeyler de yazıyorum. Fazıl beyden övgüler aldım.. Ayakta kalmayı istiyorum, yatmıyorum, o işi gece programına aldım. Atike hanım geldi temizlik yaptı. Nilgün hanım yemek yolluyor, gün inmek üzere. E. Aydın, 13.Aralık1998 Bir yıl sonra, 24 Ekim. Mersin Liselileri günü ve ertesi, aynı bel ağrısı, tanıdığım karekterde. Sarındım, sarmalandım. Ama biraz daha yalnızlık çekiyorum. Ayaktayım, ateş yok, ağrı sınırlı. 9Kasım iç ürpertisiyle geçti. 10Kasım1997 sabahı Atatürk'ün anma günü için Atatük ilköğretim okuluna gittim. Merasim sonu döndüm. 11Kasım salı sabahı doktor Türkyılmaz Sakınc'ın yayla evine gittik. Hava serindi. İyi bir zaman geçirdik. Ama nezle oldum. Burnum akıyordu. 12Kasım Çarşamba, perşembe hep burnumla uğraştım ve de uğraşıyorum. Bu gün cuma idi. Ateşim yok. Ama burnumun ne zaman ne yapacağı belli değil. E. Aydın GÜNCE Bugün Cumartesi, Ağustosun yirmibiri. Ben uzun ve yoğun, detayı çok bir çalışmanın içindeyim. Ev kiralamak hem bütçe hem de madde olarak büyük külfet. Oğlum Murat'ın muayenehanesinde kaldım şimdiye kadar, sağolsun. Ancak bende kendisine faydalı olduğumu sanıyorum. Kanımca bu benim için bir bağımlılık ve sorumluluk gibi geliyor. Günün birinde şu veya bu sebeple, belkide duygusal bir kırgınlık olsa, benim orada kalmam imkansız olursa acaba ne gibi bir seçeneğim olabilir diye düşündüm. Sağı solu derken, eşe dosta danışırken belli bir karara vardım. Başladım ama her başlangıcın içinden yeni başlangıçlar çıkıyor. Her keser veya çekiç vuruşta yeni sorunlar ortaya çıkıyor. Daha ben başlangıçtayım ama zaman zaman umutsuzluğa ve kararsızlığa düştüğüm oluyor. Seçenek tek olduğu için kendimi tekrar moralize ediyorum. Yapmam, bir yerlere varmam gerekiyor. Şimdi yaptıklarım da pek az sayılmaz. Bitişik dükkanla aramızda altmış santimlik ve altı metre uzunlukta bir alanı var ettim. Banyo ve hela, belki mutfak için bir alan tasarlıyorum. Suyun yeri değişmesi gerekiyor, usta çağıracağım, elektrik şimdilik duracak, bütün apartumanın bir ışıklandırması ve havalandırılması deliği ile karşılaştım, ona bir kapak uydurmam gerekiyor. Yaratılan boşlukta dolap gereksinimi olacak, nasıl yapacağımı bilmiyorum. İlk etapta şu suntaları sökmem gerekiyor, sonra duvar ve kapı için biraz düşünmeye ihtiyacım var. Bütün davarlar ve kazınılan yerler sıva ve badana yapılması gerekir. İş sayılamayacak kadar çok ama etap etap yürünecek. Ama sıvayı geciktirmeden ele almak gerekli. Çünkü kum dışarda, emanet eşek ortada. Bu arada birde Hidayet olayı var, oda yanımda barınıyor. Güzel sanatlara hazırlanıyor. Başarmasını istiyorum. Bir yerde sanki birlikte olunca yaşam daha kolaymış gibi geliyor. E. Aydın Bütün bu güzellikler gözlerde şaka. Yaşam süreğen, bazen de durağan. Yavaş çekim hayat var burada. Durdurulmuş yavaşlıkta, temiz ve görkemli. Şehrin uğultusu, yaklaşık düzeni hepsi bir garip orantı, belkide uzantı. Temmuz, Salı, sabah, Bartın'da oteldeyiz. Hava serin. Burada bir doğal güzellik var. Dağlar görülmüyor. (*) taşkıran da burada imiş. Karadenizde. Bugün Ordu'dayız. Her yerde ısı düşük. Deniz Karadeniz. Kıyıda mağrur çalışıyorlar. Çalışkanlar. Yeşil yeşil, ton ton, renk renk gezinin arta kalanı. Gezi oldukça iyi geçiyor. Gerginlikler eksik değil. Gençler aşırı çizgisini zorluyorlar, içten geldiği gibi, riyasız ama yalın ve (*) şeyle davranmıyor ve yapmıyorlar. Eğer cumhuriyet bu çizgide düşünülseydi yaşamın çekiciliği kalmazdı. E. Aydın, gezi notları SAAT BAĞLAMINDA UZAYIN ALGILANIŞI Bir saat onarım evinde doğmuşum. Ninnilerim, saat tik tak'ları; çalarların Üsküdar'a gideriken bir mendil buldum, mendilimin içine lokum doldurdum tınılarıydı. Ben, kundaktan kurtulur kurtulmaz; çevremdeki çeşitli saatleri, oyuncak nesnesi olarak seçtiğim için, tekrar tekrar kundaklanırdım. Hep sargılar içinde belekte büyüdüm. Hala elimi, kolumu, ayaklarımı dengeli kullanamayışım da bundandır. Anlaşılacağı üzere, saatlere yaklaşmam yasaktı. Kalabalık bir aile olmamıza karşın, hemen hergün birkaç saat kendiliğinden bozuluyor, yeni bir oyuncağın kaba malzemesi oluyordu. Yasaklardan sonra yediğim dayaklar da fayda vermeyince, önce çırak olarak, sonra da kalfa olarak saatçi tezgahına oturtuldum. Böylece onlara göre artık evdeki saatler kurtulmuştu... Sıranın kasabanın saatlerine geldiğini kavrayamamışlardı... Müşterilerle genelde sevişiyorduk, genelde iyi ilişkiler içindeydik, yumşak konuşulduğu zaman, zaten müşteri hep iyidir, uyumludur. Hep sizi bağışlamaya hazırdırlar. Yine şimdileri olduğu gibi, artık bir gelenin bir çok kere daha gelmesinin gerektiğini öğrenmişlerdi. Geliyor, sakin sakin duruyorlar, çayımı, kahvemi de içiyorlar, güncel konuları tartışıyorlar, güle güle gidiyorlardı. Evdekiler yetmezmiş gibi komşular da oyunun çekim alanına girmişlerdi... Buna rağmen bozulan saat oranı artıyordu. Sanıldığı gibi, yasaklar hep kötü sonuçlar vermez. Aksine zaman zaman doğurgan, kendine özgü farklı buluşların da babasıdır. Sanırım bu, insanın yaratılış özelliği olacak: kurulu düzeni hep merak eder, karıştırır; onlarca düzeni bozar, sonuçta yeni bir düzende belki de birleştirebilir; adına da buluş der... Şimdileri bile saat tamiri her tezgahta gizini korur. Daha sonraki zamanlarda, Mekanik kolik oldum. Bisiklet, misiklet, çamaşır makinası, buz dolabı, ütü, otomobil; benim elimde düzensizliğe ve sonra yarım düzene ulaşırdı. E. Aydın Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında, bütün dünyada alıcı eğitim sistemleride sorgulanıyordu. Hala da geçerli olan, "iş içinde eğitim" sistemlerinin büyük araştırıcısı, John Dewey ve daha diğerleri idegojik anlamda iş uygulamasını ilk defa köy enstitülerinde deneme ve açılmasına fırsat vermişlerdi. Enstitülerde de çalışmış olduğum için Mersin lisesinde iş derslerimde ve model uçak kurslarımda pedagojik anlamda işi hep gözetirdim. Böylece saat kurgusuyla uçan modeller, tepkimeli denemeler öğrencilerimin ilgisini çekmiş, kurulu düzenlemelerden yeni bulgulara itmişti. Akalp Sayın, Güngör Gürpınar, Ayhan Korucu, Devrim Özcan, Hüseyin Merzeci, Türkyılmaz Sakınç, Erdal Ayan, Burgutoğlu Kip Koray, Enver Podazihni Balım ve daha onlarcası unutamadığım araştırıcılardı. Doğaya ilişkin salt bilgilerimiz, deneyimlerimizin kesin sonuçlarıyla güvenirliğine ulaşır. İşte heran emrinde olduğumuz saat; akan zamanın ölçümüyle, bütün insanlığın sosyal yaşamında vazgeçilmezliğini sürdürüyor. Bana göre saat aklın doğayı algılayışı, küçük çapta da olsa ortaya koyduğu bir doğa modeli değil midir?! E. Aydın Işıkta uyumam, derin dinlendirici uyku için, yakın ışıkları söndürürüm. Uzak ve yanal ışıklar içinse, yorganı tepeme kadar çeker, içerde bir kaos yaratırım. Yaz aylarında ise, gözümü bir bez şeritle bağlarım. Sanıldığı gibi karanlık aslında karanlık değildir. Bundan sonra belleğimi geleceğe dönderir, bir süre gezinmeye çalışırım. Güncel yaşamın bir düzeliği, toplumun ve erkenin tutarsızlığı geleceğe dönük düşleri öylesine umarsız çizgilere getirmiş ki, genelde yol çabuk biter. Uyku gelmemiştir. Geçmişe doğru yön değiştirir orada, anılarımla yükül bir duldayı seçer, ayrıntılarda dinlenmeye öykünürken, rüya iklimlerinde, uzamdan zamandan ayrınmış bölgelere günün başlangıcına ulaşırım. Böyle bir uyku başlangıcında, öğretmenlik yaptığım günlerden bir anı arıyorum. Kars'tan başlayarak mevsimlere, gençliğime, öğrencilerime rastlamak umuduyla Alparslan lisesi bahçesine girdim, elinde kar küreği Abuzer ağa sınıflürü tüneller açıyordu, sigarası ağzında kan ter içinde; sokaklar boş, gazinolar boş, bir kaç gececi bahçesinde kırklama çay içiliyor. Sonra İzmir Bornova askerlik kır atım çevik, emirerim Sinan, sevgili beklediğim taş döşeli sokaklar, altmışbeş top alayı, Cemal ağa, terhisim Ankara, bakanlıklar, Düziçi köy enstitüsü, İvriz, Mersin lisesi, sınıflar, öğrenciler, öğretmenler uyku tutmuyor. Mut'a indim, ilkokul günlerimi, merkez ilkokulunu, dere kenarlarını, kaleyi, okuldan kaçarak gizlendiğimiz, gülle ve düğme oynadığımız, pantolona kadar düğmesiz kaldığım günü ve burnumu çekerek eve dönüşümü, yediğim dayakları, bozup bozup oyuncak yaptığım saatleri, kır beygirimizi, karda, kışta, yağmurda onunla geçen unutulmaz dostluğumuzu, sığındığım tertemiz anıları, sekiz on yaşlarında bir çocuğun, her mevsimde, iklimde, dağ başlarında, ormanların ve dinginliğin ürpertili ama yalın büyüsü içinde, birinde yanan kütüğün ısısı ve ışığında, atım ve ben büyür büyür, karanlık ve yalnızlığın içinde güçlü bir kitle olurduk. Şişirdiğimiz balonun içine girer yükselirdik. O zamanlarda dağlar dost, insanlar dost, vahşi hayvanlar dosttular. Böylece evlerimizin bahçesi sonsuza uzanırdı. Köyler, yazın yörükler bizim bahçe komşumuzdular. Alış veriş parayla değil ayniyatlaydı, mal alınır mal verilirdi. Atım balık kadar yumşak, dengeli ve devnigen, bulutlar yatağım kadar yumşak, bir kümeden öbürüne kayıyoruz, zaman durağan, uzam belirsiz yele düşlenen bir sevgilinin bukleli saçları, sevecen okşayan. Kuşlar var, dost yüzler var, öğrenciler var içten gülümseyen, birlikteliği kutsayan. Bir ebem kuşağı değişkenliğinde yüzleri, Venüs, Zeüs, Atena, Apolon, Artemişhera Osean, Pan, Kiklop, koltuğunda defteriyle Heredot, Hermes, tanrılara kafa tutan Gılgamış, Egidu, İştar......... Sabah yürüyüşü zamanını haber veren zil sesi. Meğer şu insan da ne kadar büyük, ne kadar büyümeğe, sonsuza deymeye ayarlı bir iç beni ve asırları, zamanları kavrayan bir beyni var. Kuşatılmışlık içinde insan ne kadar da zavallı, aciz, yoksun yaşıyor, yoksun yaşamaya itiliyor...... E. Aydın DağoteliAkşam ilerliyor. Terasta iki kişi veya uzaylı. Yeşiller turuncunun eşliğinde mavilerle buluşuyor. Renk tonları sessizce koyu morlara kayıyor, bütün vadide yer yer ışıklar, ateş böceği aydınlığının dinlendirici, soluk gücünde loşluğu yakalıyor. Hemen tepemizde yıldız kümeleri, binbir rengi yansıtan görkemli avizeler topluluğu, gerçeklerin sonundayız artık. Masamıza bir mum ve oruç Aruoba geldi. Hani diyordu. O anıyı da aslında epey sonra anımsarsın. Pek de inanmadan! Olguları saptamaya, uygun gerçeklere ulaşmaya çalışırsın, hatta sonradan gidip, oralarda gezinip gerçekleri yerli yerine oturtmaya çalışırsın, her zamanki budala tavrınla! Hayal mi kuruyorum? dersin. Oysa, işte o tek, biricik, gerçek anıdır o'! senikendini de yeniden kurmanı gerektiren! Ancak senin kurmanla 'olgu' asıl gerçek olabilecek... Hani yana yana dibine varmış bir mumun içinde oluşan oyuğun çeperi bir noktasında çatlamış, eriyik madde dışarı akmış, fitili de açıkta kalıp tükenmişken, çatlağı akmış maddeyle doldurup tıkayarak bitkin fitili yeniden yakınca, ufacık, güçsüz, belli, belirsiz! ama pırıl pırıl, yoğun, direngen, altı canlı mavi, üstü parlak sarı bir alev elde edersin ya, onun gibi işte... Özlü, özgür, içtenlikli konuşmalar, fağfur fanusun içinde özlü direngen yankılar yaparak bize ulaştığında, biz kendilerimizden çok uzaklarda, ağırlıksız, orda burada, her yerde, dokunmanın çoğalmasını ideo insana ulaşmasını izledik. E. Aydın, 11Ağustos1994 İŞE DÖNÜK HALK ÜNİVERSİTELERİ (3) 1928 YAZI DEVRİMİ, LATİN A.B.C.'sinin YAŞANMIŞ ÖYKÜSÜ. İKİ ANI Raslantı olarak 1920'de doğmuşum. Yine raslantı olarak, yedi kardeşin sağ kalan, dördün, sondan ikincisi olarak nüfusa işlenmişim. Arap harfleriyle başladığım ilkokul, Latin A,B,C.. ile bitti. Yeni yazının kasabamızdaki yarattığı havayı anlatmam gerek. Eski yazıdan yeni ABCye geçişin görkemini dün gibi, gün gibi anımsarım. Türk insanı asırlar boyu organize eğitim ve öğretimden yoksun bırakılmış, buna karşın hemen her çağda yaygın eğitim ve kültür değerlerini korumayı, kollamayı becermiştir Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, okur yazar sayısı, Türkiye genelinde %10 civarındaydı. Modern ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmaya soyunanlar, başta Örnek insan Gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, az zamanda çok büyük atılımlar yapmak gerektiğinin bilincinde idiler. İlk işleri Arap ABC' sini kaldırıp, yerine Latin ABC'sini koymak hazırlıkları oldu. 1927 yılında çalışma başlatıldı ve 1928 yılında bütün Türkiye'yi kapsayan bir seferberlik kanunlaştı. Ben o yıl Mut İlkokulu ikinci sınıfında Arap ABC'sini sökemiyor, sınıf tekrarlıyordum. Bütün yurda olduğu gibi Mut'a da Millet Mektepleri açılması emri, uygulamasıyla birlikte geldi. Gündüzleri bizim doldurduğumuz sınıflar geceleri, ihtiyar, genç, yeni yetme, köylü kentli, konuklarla dolup taşıyordu. Gaz lambası ışığında; kentli ve köylülerin yeni yazıyı öğrenmeye çalıştıklarını; kısa bir süre sonra, erken öğrenenlerin, alanlarda kapı pencereden oluşturdukları yazı tahtaları başında, yeni guruplarla coştuklarını da, kahvehanelerin okul gibi öğretime soyunduklarını da gururla, gözlerim yaşararak anımsarım. Hatta kahveler, cami avluları kara tahta ve tebeşir elinde öğreticilerle, öğrenicilerle dolmuştu. Zaman zaman biz gündüz öğrencilerine, gece tahta başında öğreticilik görevi verilmişti. Babam bir süre Camüül Ezher 'de bulunmuş bir imam, ama aydınlığa açık birisi idi. İlk geceler biz dört kardeşten edindikleriyle bir kaç günde okuma yazmayı sökerek, gece mekteplerinde ders vermeye başlamıştı bile. Dil devrimi ve ulus bilinci, ne büyük atılımların umut dolu başlangıcı olmuştu. Osmanlı Dönemi'nde, saray çevrelerinde okumuş yazmışların yanında, asırlar boyu aşağılık duygusuna kapılmış Türk İnsanı, okuyup yazma öğrenmekten kıvanç ve gurur duyuyordu. Sokakta yerde bulduğu bir yazılı kağıdı alıyor, sökmeye çalışıyordu. Dahası, Namık Kemal, Müsahip Zade'nin sahne oyun uyarlamaları; kaymakam, hakim, berber, kasap, esnaf katılımlarıyla oynanıyor, haftalar boyu Mut'luya sunuluyordu. Ulusal bilinç yakalanmıştı, bugün kaybolmuş gibi görünse bile, bu ulusun büyüklüğü zorları yenmeği hep başarmıştır. İkinci anı: Türkiye genelinde Ezan'ın Türkçe okunması bir genelgeyle cami imamlarına buyrulmuştu. Ekte bir de tercüme metin yollanmıştı. Bir gece Müftü Nadir Efendi, Hakim Ali Rıza Bey, kaymakam, jandarma komutanı bizim eve gelerek sabaha kadar metin üzerinde durdular, belli bir makamda sesli okuma çalışmaları yaptılar, çevreden duyulmasın diye fısıltı halinde okuyorlardı, bizler bitişik odada uyuyamıyor, olanları heyecanla dinliyorduk. Nadir Efendi sesini yükselterek Yahu Hoca biraz sonra minareye sen çıkacaksın, şunu ayağa kalkıp elini kulağına atsan bağıra bağıra okusana dedi. Babam da güzel, ince, titrek sesiyle yüksek sesle bir makamla okudu. Tanrı uludur, Tanrı uludur, haydin namaza, namaz uykudan hayırlıdır.. Haydin felaha.... Sonra minareye çıkıldı, sabahın dinginliği içinde bu ses bütün boşluklara ulaştı, yayıldı ve sindi. Sabahleyin bizim ev ana baba gününe döndü, eline küçük bir armağan alan Mut'lular, bizim eve üşüştüler, tebrik, teşekkürler ediyorlardı. Hoca, Allah senden razı olsun, ilk defa biz şu Ezan'ın ne manaya geldiğini öğrendik, anladık. E. Aydın Şu derbeder görünüşlü Aydın sanatevi, sevgilerim, sevgililerimle tıkabasa dolu. Duvarlarda durdurulmuş zamanlardan anılar, şövalyelerde bilmem hangi baş yapıtın ilk izleri, zamanlara direnme gücünü hala koruyan vantilatörüm, artı zamanlarımda karanlık odada başında sabahladığım agrandizör, miniklerin oturduğu öğrenci tabureleri, modellik etmiş alçı ve çamur kırıntıları, kırk yılda bir gerekecek olan avadanlıklarım, üzerinde boyaların kuruduğu paletim, dışardan bana iletişim sağlayan bilge dostlarımın oturduğu sandalyelerim, zaman zaman da olsa sesini duyduğum radyom, doyumsuz alolar beklentisiyle yanında oturduğım telefonum, sabah loşluklarında binbir çelişik ama yüksek duygularla bahçelerden çaldığım güller... Yaprak yaprak benek benek renk renk beni bana söylerler sessizce. Raflarda kitaplarım, hergün yenilenen ve çoğalan belleğim, düşünüler arasında mavi beyaz uçuşan sigara dumanlarım, kül tablasında sayısal çokluğa ulaşan izmaritlerim, dosya dosya yazdıklarım, odalara sığmayan yazamadıklarım. Her dem harekete hazır daktilomun şaryosu. Bir Nasrettin kapısından sonra başlayan duyumlar dünyası. Geceler boyu bana sevgi sıcaklığını tattıran, konuşa konuşa, sevişe sevişe sevmenin dokunmanın gizemini yaşadığım yatak. Ağızdan ağıza aktararak yudumladığımız nektar, Çukulatalı sevişmeler, değişmeler, sıradan örneklerden, yaşanmışlıklardan kurtarılmış balonlar dolu zamanlarımız. Gecenin bilmemhangi deminde, yazanın da yazılanın da bir türlü hatırlayamadığı uzay. Mor ötesi zaman, sonsuza eğri, ilahi tınılı. Savruluyor ipeksi saçlar esimde, ebemkuşağı. Güçlü iki yürek pompalıyor seviyi sonsuzluğa, ak soluğun rüzgar. Deniz dalgalı, kauık yalpa, zaman uzayda özgür. Kayıkta biz insana doğru. Yağmur çisem çisem toprağıma taşıma. Çiseminde sen nergis kokusu, bulutlardayım, yahutta mitlerdeyim. İçten içe çoğalıyorum pınarlarcasına... kaymağım sen.. Dışardan sarılmış içimde gelgitler, kıyılarım ben. Köpüklü dalgalar kıyıda açılır, soluğu sen, sen... Çoğalıyorum seninle, azalıyorum sensiz. Devamı uzun... Hele hele uzun beklentilerden sonra, beklenmeyen bir zamanda, kapımda gözüken kardelenim. Burayı seninle daha çok seviyorum, özlüyorum. E. Aydın 6 Nisan akşam Adana'dan çıktık. Saat 10, Ağaçlı tesislerine (*). Yani üç saat gelindi. Hava serin. İnsanları da bir tuhaf. İstan(*)e galiba pek iyi bir (*) Yarın 7Nisan olacak Perşembe. E. Aydın, gezi notları Akşam cumartesi. İsmail bey. Değişik bir ortamdayız. Buradan gitmek zor. Gitme. Biraz bekleyiver. Lazım mı? E. Aydın, not defterinden Pazar günü, Çiftlik Gök bulutlu, sıcak. Ağaçlar ürüne durmuş. Kaysı önde, şeftali, dut, "üzüm adım adım bekleyince goruk helva olur" özdeyişi anlamında. Kuşlar kuluçkada cücük gelişiyro. Yaşam sürüyor, sürecek. Geneler güyüyor. Düzen genişleme üzerine, dönüşüm üzerine. Ağaç, toprak, (*) toprak,, su, güneş, hava oluşumdur. Gelişim, gelişim, büyük son, sonsuzluk. Yaşam budur. Hepsi (*) bunların. Dışındayım. E. Aydın, not defterinden Mersin'e gidiyorum. Trenle. Toplantı var. İçel sanat klubü. E. Aydın, 19Şubat1999 Cuma Bu nasıl olur? Oldu işte. Ne yaptın, oldu işte. E. Aydın, not defterinden Bugün ayın 13 Temmuz günü, ben dün Adana'dan geldim, akşam Kemal'lerde yattım. İyi de oldu, ne de olsa bir değişiklik. Yine bugün sabah parka gittim. Park çok bakımsız ve yürekler acısı, ağaçlar deforme, çiçekler yok. Hava da sıcak ama ben bir eski ve sevdiğim kişiyi, Hilmi Dulkadir'i ziyarete gittim, biraz konuştuk, sonra bir rahatsızlığından bahsetti, doktora gitmesini önerdim. Beraber çıktık, beni İçel Sanat Kulübü önünde bıraktı. Bahçede gazetemi okudum, öğle yemeğinde sahne ve figüranlar değişti, Sulutaş hocayla ve Faruk bey'le karşılaştık. O, benim dün de burada olduğumu söyledi, sevindim, ilgi iyi şey, şundan bundan laf ürettik daha çok ben konuştum. Güzel sayılacak konulara incelikli değindim, onlar da sevdiler konuşmayı. Çıktım, Oğuz'a sonra da Kemal'e geldim. Şimdi daktilo başında bunları yazıyorum. Akşam saat altıda bir sergi açılışı var, sonra sanat kurulu toplantısı. Kanımca akan zaman başlamış oluyor. Altı, yedi ve arkası sekiz. Biraz regriatif sohbet ve evli evine köylü köyüne. Dedim ki, Anadolu bir çok kavimlerin yolu olmuştur, onlar bu yurttan asimilasyon şekliyle yok edilmedi, biz yani Türk'ler yaratılış başından beri dominant insanı temsil etmişiz, tarihdeki yaşımızdan neden farklı bir üstünlüğümüz var. Onu da koruyarak Anadoluya gelmişiz, yine dominant özelliğimizle var olmuşuz, bugün bu topraklarda yaşıyoruz. Ama onları, yani bizden önce gelipgeçenleri yok ederek değil, onlarla karışarak ve kaynaşarak, bir yerde onarın da oluşuma katkılarını kollayarak, gözeterek varlığımızı sürdürmüşüz. Yani daha açık bir deyişle ben Astek'ler, Maya'lar, Eskimo 'lar, Roma'lılar, Rum'lar, Arap'lar, İsrail oğulları, Urat'lar, Asur'lar tarihte isim yapmış bütün ırkların karışımı, uyumu ve dahası özdeki durumundayız. Bundan neden medeniyetin yabancısı değiliz. Kendimizi dünya insanına anlatırken, biz Türk'üz, tekiz, en büyük biziz gibi mesajlar vererek küçültücü bir yapıyı benimsemiş oluyor ve dışlanıyoruz, özed insanlar birliği için Adem baba Havva anaya ulaşan birlikte beraberliği konuşarak düşünce çizgisini doğal ve geniş tutmak yüceliğine ulaşmak gerekirken, hala başımızdaki neidiği belirsiz maymun kardeşler Türk sözcüğünü dar bir çembere sıkıştırmakla zaman yitiriyorlar. Böylece bizi Rum sevmez, Rus sevmez, arap sevmez, kürt sevmez hep dışlanıyoruz. Hele hele bir de din ve mezhep ayrılığı için çaba vermemiz var ya, işte o da işin cabası, tuzu, biberi... Osmanlı asırlar boyu tarihe hakim oluken neden hep saygın olabilmişti acaba!!!. Demek oluyor ki insanlık asıl özgü hürriyetine ulaşmak için daha nice yüzyıllar geçirecek. Atatürk "ne mutlu" derken, asılda Rum, Ermeni, Arap, Müslüman, Hristiyan, şu veya bu, ne olursa olunsun, bu toprakta oturup, bu bayrağın geçmişini ve geleceğini paylaşmış olma ve "Ne Mutlu Türk'üm" diyebilmek espirisini kapsar. Yine buda Osmanlı'nın evrensel sloganına denk düşer. E. Aydın Bugün Pazar. Temmuzun son üç günü. Mut'ta Çınaraltı'nda ta kendimi duymaya başladığım, günler boyu sanbar gazalları, o başında oynadığım günlere, 65 yıl ötesinin derin sisli günlerinin ayak izlerini yazdığım yerlerde oturuyorum. Yalnız ve hemşehri çocuklarını (*) izliyorum. Boyacıları, gelmiş geçmiş Mut insanının soydan soya (*) akanı sonsuza dek sürecek. (*) Daha neler neler göreceğim duyacağım. Zaman nasılda geçmiş, sürüklemiş herşeyi (*). Kazançlar koyup zararlar alınmış. Belediye Pınarbaşı'nda bir düzenleme yapmış. Biz de bir katkı düşündük. Kazasız belasız dizaynı teslim etmek (*). E. Aydın, not defterinden Çuprayı sevmedim öğlen yemekte 29Haziran1999, not defterinden Ben her bayram ağlarım. E. Aydın, not defteri Köy. Erbay (*) gelecek. Hava sıcak, sabah puslu. Pantol yapışıyor. Karasinek var. Isı oldukça yüksek. Adana'dan çok veya aynı. Ter bitmiyor. Gölge etkisiz. Nemli hava. Adana, Aydın Sanatevi, Murat, işyeri, çiçekler, su, arayanlar hepsi sırada. 11Temmuz1999, not defterinden Yarın 1Ocak2000. Mersin'de değilim. Aydın Sanatevi'nde değilim. Mut'ta olabilirdim. Tarsus'u seçtim. Atlı spor klübü Tarsus'a 5 km, Berdan gölüne karşı. 300 m rakım. Sessiz, ben benimle... böyle seçtim. Kırlar bayırlar, su başları, ağaçlar, çam, çalılar, vahşi doğa, at yeter bana. Yollar yollar bitmeyen yollar, engebeler, yükseklikler, inişler, çıkışlar, yalnızlığın yalın sesi, ürpertisi. Ey bülbül, güzel kuş, şimdi sen neredesin derdimde sonra susardın söndümü yoksa güzel hevesin. Ormanlar koynunda bir serin dere. Şimdi oralarda mor sümbül vardır. Uçun kuşlar uçun (*) şimdi o güzel günleri anar ağlarım. Bir dünya dönüyor, boşlukta sessiz. Üstünde canlı, bitki, hayvan, sularda balık, yaşam sürüyor. Duyular, özlemler, kaygılar, nedenler, sorma ve soruşturmalar..... arıyoruz ama neyi? Günler birdi bin oldu, olacak da. 1 oldular, olacaklar da. Doğdular, doğacaklar da. Neden, niçin? Hepsi sanal. Hanımı dargın, barışacaklar. Bu birrr.. E. Aydın, 31Aralık1999, not defterinden Berdan. İşte insanlık bir daha... Gazeteler ne haberler döktürecekler ne haber. E. Aydın, 1Ocak2000, not defterinden Sabahın yöş dinginliğinde, günü kutsamak için, ırmak boyunda bisikletimle geziye çıkarım. Genelde yaz, güz, kış değişmez. On kilometre kadardır. İşte şimdi döndüm, bir kahvaltı hazırladım, Ethem'ciğim için. Benim ondan başka neyim var!? Akşamın telefon konuşması, hala kafamda renkli bir şerit gibi, gökkuşağı... Bana çok önceleri diyordun ki, ben ölümden korkmuyorum. Bense hiç ölümü düşünmüyorum. İnsanın neden var olduğunu, enine boyuna; uzam, zaman içinde; dünde, günde, yarında evrensel boyutta düşünmeye çalışırım, gücümce..! Yine bu bağlamda, hayvandan bozmainsanısıradan yaratığı, Nafi Efendi gibi, Müderris Hoca gibi, Neşri Bey gibi, Arap Reşit gibi, Muhacir Şükrü gibi, Saraç Hüsamettin gibi, Berber Alaaddin gibi, Hüseyin, Fuat gibi yaşadıkları zaman içinde yerli yerine oturtur. Yine yaşadıkları zaman içinde, akıl almaz edimlerini, yükseklilerini düşler; kendimi adamakıllı hiçlerim.! Sonra tekrar başa döner, kendime, bir küçücük tutunacak dal ararım. Hayal kurar, yalan söyler, sanal da olsa bir özgeçmiş düzerim, inanırım veya inanmaya çalışırım. Boşlukta bir hiç olduğumu unutmaz, her insan psikolojisinde olduğu gibi farklı bir edimle bağırarak, kırıp dökerek, bir ses çıkarmayı düşlerim. Kendimi duyurmak, duymak isterim... Okuduklarımın eşliğinde, en gerekliyi ararım. Resim yaparım, okurum, doğadan izinsiz aldığım ne varsa geri vermeyi, yükümü azaltmayı düşler, Mut'a yeşil bürüncek hayaller, iki köy çocuğunun okuması, üniversiteyi bitirmesine, özlü katkıyı görev bilerek, hoplar hoplarım, bağırmış, kırmış gibi olur, dahası, işin garibi, mutlu olurum, avuuunnuurrrum. Hepsi bu kadar. Öncekiler anonim oldular, anonim olma yürekliliğini koruyalım, zamanlar içinde anılmayı umalım. Avuntum bir ağaç diken, faydasız yaşamamıştır.. Bu sabahın ürünü de bu kadar. E. Aydın, 9Nisan2000 Çiftlikteyiz. Doğa sessiz laboratuvarında. Toprak ana, güneş baba. Ve canlılar el birlik, imece üretime sessiz bezgin gidiyor E. Aydın, 14Mayıs2000, not defterinden Bugün Balcalı'ya gittim. Test yapıldı. Hayırlısı... bu da önemli. İshal.. iyiye yönelmeyen.... olay bu. Nedeni? E. Aydın, not defterinden İyi gün. Irmak boyu sevgili bisikletimle el ele, bazende kol kola, diz dize umutla gezinirken, kuş cıvıltıları arasında, imgeler simgelerde öykü hayallerde yaşarız. Göklerin derinliğinden bir melek ak kanatlarıyla süzüldü. Yanaklarımı da sıcacık, yaratan yaşatan bir öpücük kondu, zenginleştirdi. 23Ocak2002 Mersin sergi... yalnız oturuyorum. Tuncay geldi. İltifatlar.... Yan alkışlar... 1950 kokuyor burcu burcu. Kimler yok....Ali Kütük, Aytekin Yakan, Mehpare Caka, Durmuş Taş, Ahmet Özen, Hasan Ekin, Ruhinaz, Necla, Haşmet, Saadettin, Hüseyin, Rafet, Türkyılmaz, Melahat, Zinni, Doğan, Faruk amca, Ali Rıza... Yüreğimin derinliklerinden gelen, boğazımda bir düğüm oluşturan, sesimin çıkmasuna dahi izin vermeyen... E. Aydın, 1Ekim2002, not defterinden (*)'le Mersin'e gidiyorum. Trende, saat 910. (*) duygular. Güya aşka dair. (*) (*) doğan ve sonrası... E. Aydın, 1Kasım2002, not defterinden (vefatından 26 gün önce) YAŞAMDAN BİR KESİT Tırrrr, Tır, Ça, Ça Çaaa. Saat beş. Sağlık yürüyüşü zamanıdır. Al horozumun anılarda kalmış; (üürüüü üüüiiig), eşek anırmaları, inek öküz böğürmeleri, koyun kuzu melemeleri, minareden (namaz uykudan hayırlıdır duyurusu), yerini, sinir bozucu olsa bile; metalik araçlara bıraktı. Çalar saatlere günaydın. Aslında, sabahın doğal ve kademeli, tüm canlılarla paylaşılan sesler, buyurgan olmayan hayvan sesleri, iyi bir ana gibi, bizleri, okşaya okşaya uyandırır, güne daha bir güçle kavuşmamızı sağlardı. Ziller hep zaten buyurgandır. İnsan buyrulmağı pek sevmiyor. Minarelerde Türkçe ezan yaşama ruhsal bir güç katıyor. Yolcu yolunda, emekçi işinde gerek.!... Sağlıklı yaşam koşusu veya yürüyüşü başlıyor Hava serince, sıkı giyinmek gerek. Bisiklet benim bastonum, iyi anlaşıyoruz. Yollar bana uzun, ona kısa geliyor. Zaman zaman kol kola, çamlar altında yürür, temiz sabah havasını duyumsarız. Trafik yok denecek kadar az, başlangıçta yadırganan loşluk, dinginlik yavaş yavaş, ara sokaklardan çıkan guruplarla görsel bir cıvıltıya dönüşüyor. Rengarenk. Çöpçüler, çöp toplayanlar, ev köpekleri, sokak köpekleri. Yollar, ağaçlar, gölgeler, gölgelerin belleklerde oluşturduğu, imgeler simgeler gizemine günaydın... Uzaklardan, geceler günler boyu hoplaya zıplaya gelen Seyhan nehri yorgun homurtulu akıyor. Yosun kokusuna, balıklara günaydın. Sularda yıkanan kavaklara, yeni güne günaydın. Eski baraj yolu'nda; Adana'lım gibi oylumlu, ağır başlı, süzgün bakışlı, gövdesi ebru nakışlı, elleri kınalı, gölgesi büyük okalüptüs ağaçlarına günaydın. Umara, geceden olta atmış, balıkçıya rasgele. Günaydın. Yeni baraj çavlağına, sisler içinde henüz uyuyan Adana'ya, bulutlara günaydın. Eski Baraj, Yeni Baraj, ormanlığa günaydın. Gidilen yollardan geri dönülür. Aydın Sanat evi'ne, günaydın. Kitaplıkta yer bulamamış sözlükler, tekrar yazılması gerekli mektuplar, son gittikleri yerlerde yeni iticileri bekleyenlere günaydın. Şövalyeler, dik çalımlı, binicisini bekleyen hırçın atlar gibi aleste. Duvarlarda durdurulmuş zamanlara günaydın. E. Aydın, 26Kasım2002 (Editörün Notu: Bu yazıyı vefatından bir gün önce yazmıştır) --------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Bu dosya, Ethem Aydın isimli eserin web üzerinden izinli yayınlanan resimsiz hazırlanmış bölümüdür. Değiştirilemez. Serbestçe kopyalanıp dağıtılabilir. Bu dosyanın orjinali: http://geocities.com/ethemaydin ve http://www.ethemaydin.com adreslerinde sergilenmektedir. Eserin orjinalinin ücretsiz temini: Aydın Sanat evi: Kurtuluş mh 19 sk. Ful apt 50/c Adana 322-4584683 ethemaydin@yahoo.com 209 Bölüm-3 Hayatı 267 Bölüm-3 Hayatı