Bu dosya, Ethem Aydın isimli eserin web üzerinden izinli yayınlanan resimsiz hazırlanmış bölümüdür. Değiştirilemez. Serbestçe kopyalanıp dağıtılabilir. Bu dosyanın orjinali: http://geocities.com/ethemaydin ve http://www.ethemaydin.com adreslerinde sergilenmektedir. Eserin orjinalinin ücretsiz temini: Aydın Sanat evi: Kurtuluş mh 19 sk. Ful apt 50/c Adana 322-4584683 ethemaydin@yahoo.com --------------------------------------------------------------------------------------------------------- Bölüm-2 ÇAĞDAŞ MEKTUPLAR 1. Eğitselfelsefi Mektuplar 2. Kendisine yazdığı mektuplar 3. Eğitim üzerine 4. Milliyetçilik ve Atatürkçülük üzerine 5. Sanat üzerine 6. Mut sevgisirölyef üzerine 7. Sevgi üzerine 8. Kurumsal Yazışmalar 9. Şehircilik üzerine 10. Dost mektupları 11. Özlü sözleri 12. Şiirleri EDİTÖRÜN NOTU: Genellikle içerisinde şahıs isimleri geçen yazıların bu esere dahil edilmemesine gayret gösterilmiştir. Ancak, yazı esas itibarıyla bir fikir veya düşünce yazısı ise, eğitsel içerik taşıyor ise, veya Ethem Aydın'a özgün bir düşünceyi ifade ediyorsa bu yazı esere mecburen dahil edilmiş, fakat şahısın isim veya soy ismi silinerek yerine (*) işareti yazılmıştır. okuyacağınız yazıların herhangi bir yerinde (*) işareti görüyorsanız: ya mektubun o bölgesi okunamamaktadır, veya bilgisayar dosyası bozuk olduğu için mektubun o bölgesi kayıptır, veya bir şahısın ismi veya özel bilgisi editör tarafından okuyucudan gizlenmiştir. Eğer şahıs isimleri kitabın herhangi bir yerinde yer alması zorunlu ise, ismi geçen şahıs ile önceden mektup, email veya telefon ile temas edilerek isminin eserin içinde kullanılması konusunda kendisinden izin alınmıştır. Daha önceden bir dergi veya gazetede yayınlanan yazılarda bu kurala uymaya gerek görülmemiştir. Özel ve kişiye özel yazışmalar burada yayınlanmamıştır. Ethem Aydın'ın yazmadığı, başkası tarafından Ethem Aydın'a yazılan mektupları yayınlamak etik olmazdı. Ya mektubu yazan her bireye ulaşıp yayınlanması konusunda tektek izinlerinin alınması gerekecekti veya hiç biri yayınlanmayacaktı. Bunlar esere hiç dahil edilmedi. Sadece gelen mektupların kimlerden geldiğini vermek ile yetiniyorum (alfabetik sıra iledir) : Abdulkadir Kaçar, Ahmet Küstü, Ahmet Taner Kışlalı, Ali Canpolat, AynurHicahi Kadakal, Ayşe - Hidayet Kerime Uysal, Çetin Yiğenoğlu, Bülent Ecevit, Berrin Karaküçük, Birsen Koç Kiraz, Burhanettin Bigalı (kolordu komutanı), Clauda Tayon, Doğan Akça, Doğan Atlay, Doğanay Saygılı, Edip Sezer, Erol Aydın, Ethem Durukan, Faruk Çağla, Fazıl Tütüner, Fermansu, Feyyaz Kadri Gül, Fikri Sağlar (Kültür bakanı), Frans(*), Gültekin Sürmeli, Galip Oğuz, Gesam Ressamlar derneği, Hüseyin Şahinkaya, Hüzeyin Gezer, Hacı Angı, Haldun Nazikör, Handan Tunç, Hasan Kavruk, Hilmi Dulkadir, İbrahim Bayram, İhsan Yücel, İsmet İnönü, Kırşehir valiliği devlet Güzel Sanatlar Galerisi müdürlüğü, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kadri Gül, Kazım İlkhan, Kiyoteru Fujita, Leyla Balköse, Mehmet Öztürk, Mehmet Yılmaz, Meriç Alkan, Mersin Barosu, Mersin Belediye Başkanı Okan Merzeci, Mersin Liseliler Derneği, Milli Güvenlik Konseyi, Molteni Franco, Molteni Franco, Muzaffer Kılıç, Naci Köprülü, Nazlı Ecevit, Necmettin Önel, Nejat İslimyol, Nermin Ergenekon, Nurdan Çakır, Nuri Abaç, Pertev Taner, Pertev Taner, Süleyman Sevim, Sevgi Uyar, Sevim Gürsoy, Tülay Gül, TBMM başkanlığı, TCDDY 6.ıncı Bölge Müdürlüğü, Teoman Sungur, Tevfik Yavuzer, Turhan Soylu (MEB), Wille (*), akrabalar, imzası ve ismi yazılmamış veya yazısı okunmayanlar. Gelen mektuplarda genel olarak konuların dağılımı sıklık sırasına göre şu şekildedir: Belirli bir konu hakkında düşüncesini danışmak, felsefi tartışmalar, kendi hayat hikayesi veya problemine çözüm aramak, resim sergisi açılışı, yazdığı şiiri göstermek, yorum talebi ve bir mekana davet. Ayni şahısa hitaben yazılan veya içerik olarak birbirlerinin devamı olan yazılar tarih sırası ile esere dahil edilmiştir. Yazılı materyallerden büyük kısmı Ethem Aydın tarafından tarih atılmadan yazılmış olduğu için yazıları tarih sırasına sokmak her zaman mümkün olamamıştır. Bazen tek bir yazılı belgenin dahi hangi tarihte kaleme alındığını bulabilmek için bilgisayarın kayıt sistemine girilerek o yazının hangi tarihte yazıldığı tespit edilmiştir. Aşağıda okuyacağınız yazılardan bazılarına bu şekilde tarih verilmiştir. Tarih, orijinal mektubun sağ üst köşesinde olsa bile, buraya yazılırken, standardizasyonu sağlamak amacı ile, mektubun tarihi, yazının son satırına yerleştirilmiştir. Eğer mektup ayni bireye yazılmadıysa veya genele hitaben yazılmışsa tarihlendirmeye özen gösterilmemiştir. Ethem Aydın'ın bazı kelimeleri söyleyiş biçimi, kendine has olup, bu değişik seslendirme Ethem Aydın'a özgül bir ağız oluşturur. Bu söyleyiş biçimini alt kuşaklarıma bilgi vermek amacıyla aktarabilmek için kullandığı kelimelerden bazıları imla kılavuzuna aykırı olmasına rağmen olduğu gibi bırakılmıştır. Yumuşak yerine yumşak, bugünkü yerine bugünki, sevmeyi yerine sevmeği, coşmak yerine çoşmak kelimeleri aynen bırakılmıştır. Bunun dışındaki yazılarda sadece imla hataları düzeltilmiştir. Zaten çok az imla hatasına rastlanmıştır. Çok gerekli olmadıkça cümlenin yapısına dokunulmamış, cümlenin iskeleti orijinali gibi korunmuştur. Nadiren bazı cümlelerde -dır, diğinde, maktadır, ile, ve, gibi bağlaç ve/veya mastar ekleri ilave edilmiştir. Bu müdahale eser boyunca sadece çok zorunlu olan 161 tane cümle üzerinde yapılmıştır. Okuyucunun yazıların orijinalliği konusunda tedirgin olmasına gerek yoktur. Eserin tamamı boyunca okuyucunun sorması muhtemel soruları araya girerek "Editörün Notu" başlığı vererek cevaplanmıştır. Mektuplardan bazıları Ethem Aydın tarafından yayınlansın diye yazılmamıştır. Ancak taktir edilirki, hangi mektubunun yayınlanması için yazıldığını bilinemezdi. Kimseyi incitmediğimi umarım. Murat Aydın, editör EĞİTSELFELSEFİ MEKTUPLAR Kalemle kağıt hep var olacaktır. Uygarlık ne denli ilerse ilerlesin, insanlığın geleceği, yazılanların sorumluluğuyla bağıntılıdır. İsa'dan öncesinin, teknolojik ve bilimsel vereleri hala severek okunabiliyorsa; bizlere sayılamaz bilgileri ulaştırıyorsa, gelecek zamanların da, ışığı, aydınlığı şimdi yazılanlar olacaktır. İlk insan önce işaretlerle anlaştı, sonra dili buldu, sonra işaretlerden başlayarak yazıyı geliştirdi. Zamanımıza değin, bu öğeler, insanın olmazsa olmazlarıdır. Bu gerçek, bilim ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, iletişim ölümsüz; söz ve yazıyla yarınlara ulaşacaktır. Ulus devletler bu düşünceyle, eğitimde okuma yazmaya gereken önemi verirler. 1928'lerde Latin ABC'si, bir bayram şenliğiyle bütün yurda, yediden yetmişe büyük coşku yaratmıştı. Ülkemiz insanları, işte o tarihten beri okur yazar olabildik. Bir sanatçı olarak, düşlediğim kurgu, yanılgılarla bezenmiş belki de çocuksu olabilir. Ancak yazmakda, böylece sosyal yapının çekirdeğinde, değişmezinde,ailede, süregelip, süregiden benlik kargaşasını, bilimin ışığında yorumlamayı deneyeceğim. Ama yazılacak o kadar anı var ki, hangisi okuru sıkmaz ayrımına varmakta zorlanıyoruz. E. Aydın, 24Temmuz1994 SEVGİLİ DOSTLAR Ben bir öğretmenim. Her koşulda öğretmekle yükümlüyüm. Sizi de canım kadar sevdiğime göre; gerçekleri açık açık konuşmam gerekiyor.. Bir soru; mektup nedir? Niçin yazılır? İçeriği nasıl oluşur? Ne zaman angarya olmaktan kurtulur? Mektup, birinci kişiler arasında bir iletişim aracıdır. Konusu duygusal ve işlevseldir. Onun için özellikle hep beklenir. Kişiye özeldir. Giz vardır, gizlilik vardır. Karşınızdaki kişiyi, çok incelikli, saygılı, sevgi yüklü övgü ve sevgi sözcükleriyle ama tanıdığınız kadar gerçekçi, övgüsüz, abartısız, edebi imgeler ve simgelerle, bazen de anılarla bezeli, unutulamaz, unutulmamış tümcelerle, sözcük sözcük, ölçülüp biçilmiş, içtenlikli, kuyumcu elinden çıkmışcasına özenli olmak koşuluyla yazılmalı. Yazım kuralları, noktalar, virgüller, ünlem işaretlerini yerli yerinde kullanarak, güzel Türkçe'mize böylece saygılı olunmalı. Yazarken, karşınızdakini düşünüp, kendinizi kanıtlamalısınız. Eğitim ve öğretim bu amaçlar için önemlidir ve yapılması zorunludur. Sıradan olmaktan, bir varlık olmaktan, özünüzü büyüterek kurtulabilirsiniz. Ölümlü yaşamın değeri, özle ölçülür. Yoksa sadece doğulup ölünmüş olur ki; hayvanlar da böyledir.! Eğer isterseniz, bir başka betide açıklamaları sürdürebiliriz. Sizleri öper, renkli bir dinlence geçirmenizi düşlerim. NOT: Bu beti iki saatte yazıldı. Ama yine de yazın kuralları tam anlamıyla oturmuş değil. Büyük bir bilgin arkadaşına yazdığı mektubum altına böyle özrünü yazmış: Kusuruma bakmayınız, daha kısa yazmak için zamanım dardı. E. Aydın, 29Haziran1998 Gözler görür, gönüller sever, eller elleri tutar duygulu, ebencet hislerle, insanlar, insancıklar, dünleri arar yarınlarda, kum tanelerine harç konur, davul vurur gümgüm, sesler gelir Mut'lulardan, mutlu, umutlu. Zaman içinde zaman kımıldar, Karacaoğlan gelir 100 yılların ötesinden, ozanların sesinde dizesinde, sazında. Bir ezgi sunulur, içli, içtenli, gönüller duymaya açık. 1 yaştan, 80 yaşa, 100 yaşa selam. Zaman ılkımını almış, kımıldar yavaş yavaş. Zaman, (o) üstüdür, (o) altıdır zaman. Ozan zamanda gezendir artısız, eksisiz. Zaman zaman içinde, onun içinde, duman olmuş bir kişi elinde sazı, sazda teller, tellerde ses, tınlar tınlar, aşk olur perde perde, ağaçlara, dağlara, güzellere. İçten bir deyiş akar, pınarlar kadar duru. Güneş büyür büyür. Herşey güneş olur. Güneşe karşı ay olur, aya karşı ağaç büyür. Güneş küçülür küçülür, bir ruh olur yaprakta. Mut'ta doğma, Hatice'den olma, okumuş mu okumuş, cahil mi cahil, yeşil mi yeşil, sarı mı sarı, var mı var, yok mu yok. Babam 18671949 ölümdoğum. E. Aydın BAŞLIKSIZ Sevgi umarsız bir yükselmedir, yüceliktir. Ermişler, evliyalar, embiyalar, aşıklar yer çekiminden, (toplumun yargılı kural ve kuramlarından) kurtulabilen, anonim çizgisinin özgün yörüngesinde yer alabilen saygın kişilerin adlarıdır. Yükseklikler esintilidir, fırtınalıdır. Esintiye karşı yürüyebilenler yüksek ve yüksekliklerde yaşarlar. Şimdi hepinizi daha çok seviyorum. E. Aydın BAŞLIKSIZ Ben yetmiş iki yaşında gözüküyorum. Özgürce düşünerek, bu epeyce uzun sayılan zaman içinde neleri öğrendiğimi soruyorum kendime? Önce şunu açık kalplilikle demeliyim ki, boooomboş bir zaman geçirmişim. Bir su kabağı gibi sadece görüntü. Kültür birikimim, dini inançlarım yok denecek seviyede. Akademik kılasik eğitinin, bilimsel öğreni, tarih, coğrafya, hukuk, matematik, fizik, kimya, toplum bilimin evrelerinden yoksunum. Ama yaşamı seviyorum, yaşamayı seviyorum. Bunun için hep dikkatle kendi yargılarıma göre çarelere baş vuruyorum. Yiyor gereği kadar ya da yapıma uyduğu kadar yiyorum, uyuyorum, yürüyorum, su içiyorum. İlk gereksinimlerimi bir böceğin, bir hayvanın, bir bitkinin duyarlığı içinde dengelemeye özeniyorum. Kafamda oluşan gerekçeler bilimsel değil, hepsi duyumsal. Okuyup öğrendiklerimle bile çelişik uygulamam. Zamanlama, pilanlama, hesaplama bende kısa. Tipik bir anlayışla, hemen hemen her şeyi, yeniden keşfetmek bir garip tutkum. Böylece bir şey, bir olgu, bir yargı, benim için çok yönlü bir sentezle özümsenebilir. Bu da daima geç kalmayı getirir. En basite indirgersem, yön bilgisi ve duygusu bile benim için göreceli. Doğruluğu kanıtlanmış bir olgu her defasında kararsızlığa sürükler beni. Elimdeki yarım verelerin ışığında, tanrıyı, tanrı fikrini, yaratılışı, yaratılışın nedenlerini, sınırlı süregenliğini, kimyasal, fiziksel, biyolojik olayların gerçekte nedenlerini, doğumu, ölümü uzun uzun sorgularım. Görüntülü sevgiden yoksun olduğumu bildiğim halde, salt sevgiyi irdelerim. Sevgiyi severim. Sevenleri severim. Sevgiyi yine evrensel nedenler içinde yoğunlaştırmak isterim. Aslında açıklayamadığım özde bir şey var. Ben sevgiyle doluyum, her nesneyi, her objeyi sonsuz seviyorum. Ama alışılmış görüntüden yoksun. Vatanı severim, devleti severim, ülkem için öz emek vermişleri severim, insanlık için küçük bir hizmet vermiş herkesi severim, canlı olmayı, bütün canlıları severim. Tekmil doğayı, kimselerin sevemeyeceği kadar severim. Tanrıyı, varlığından kuşkulu olmama karşın, severim. Onu sorgulayanları da, inananlar kadar severim. Sevgiyi, onun uzantısı ve bir endikleyicisi olan aşkı doğuştan beri delice, mantığı bile kenara iterek severim. Ve derim ki, ben bir divane aşığım. Birey olarak onu duymadan, onu düşlemeden, onu sıradan bir nesneye yüklemeden bir küçük anım geçmez. Önceleri cinsel dokunmayı amaçlardım, her tür dişiye ilgi duyardım. Sonraları gerçeklerden ayrılarak kadını, insan türünden ayrı bir varlık olarak, doğal insan ihtiyaçlarının sadece göze ve duyguya hoş gelenlerini yapan ideal ve estetik kurguya götürdüm, öyle görmek istedim. Onu putlaştırdım. Hala da bu çizgide düşünmek bana haz verir. Yine bu nedenle kadınlarla aramda kendiliğinden ekzantirik, geçilmez bir tampon bölge oluşur. Çocukluğumda bilimsel olmayan, duyumsal ve fakat içten inandığım konuları çevreme aktardığımda, yahut da yarım bilgimle düşlerimi anlattığımda, bilgisiz, ukala durumuna düşerdim. Okul sıralarında derslerim, resim de dahil, hemen hemen hep başarısız olurlardı. Sınıfları bin zorlukla geçerdim. Kendimi bildim bileli hafızam, yani belleğim, çok çok zayıftı. Yine hiçbir konuda birileriyle yarışmaya cesaret edemezdim, etsem de başarısız olurdum. Böyle bir fikir anatomisine sahip olan ben, bir gün kendimi lise resim hocası buldum. Yemyeşil, gencecik bir resim hocası. Şimdi ise emekli, bilgi dağarcığı zengin, sanatı anlayarak ortaya koymaya çalışan, mesleki bilgisi, genel kültürü olan, okuduklarını anlayan, durum değerlendirmesi yapabilen, hemen hemen her dalda önbilgisi ve yargısı olan, sırasında konuşması ciddiye alınan, söz verebilen ve sözünü yerine getirebilen, unutması çok az, pirensiplerine saygılı ve felsefesi olan, yılmadan hep araştıran, bulgularını sentez eden ve özümseyen, çevre ile ilgili çağdaş olmaya hep hazır olan bir kişiyim. Geleceğe umutla, aşkla bakıyor, bir çok eskiyen organlarıma karşın hayatı seven, ileriye doğru hamle içinde birisiyim. Pekiyi bu başlangıçtaki anlattığım kişi nasıl oldu da şu son betimlediğim yapıya ulaştı??! Şu anda hiç de yabana atılmayacak bir performansım var. Bu paragraftan sonra da yorumlayamadığım ara bölümü irdelemeye çalışacağım. E. Aydın YAŞAMA BİR ANLAM GEREK Güneş doğuyor, ısıtıyor, ısıtıyor, her şey cıvıl cıvıl, her şey açık seçik, ayan beyan. Güneş batıyor, gölgeler sarıyor çevreyi, herşey soluklaşıyor, rengini yitiriyor, bir giz doğayı sarıyor, yaşam sakinleşiyor, duruyor sanki. Yerini bir giz ve mekan tanımayan gölgeler alıyor. Çiçek neden açar ilk sabahla, neden binbir koku yayar cinsine özgü, bir düzen bir düzensizlik içinde. Meyveler neden oluşur tat tat? Bütün düzensizlikler de bir başka düzen içinde. Karınca gece gündüz gider gelir, yuvasını doldurur, arı petek hazırlar, kelebek boşlukta bir benek. Sevgi doğar canlının içine kendine özgü bir düzen ve düzensizlik içinde. Her canlı diğer canlılara karşı ve onlara paralel, onlarla koşullu. Her canlı diğerlerine bağımlı, kendi bağımsızlığı içinde. Tilki tavuğu, yılan yumurtayı, aslan geyiği yer ama neslini tüketemez, dengeyi bozamaz, bozmaz. Ortada bir kararlı denge vardır bozulmaz. Bu dengeyi kim koruyor, nasıl koruyor? Dağların içinde sular birikir, damla damla, pırıl pırıl, tertemiz. Pınarlar kaynaklar oluşur, akar serin söğüt gölgelerinde. Her canlı nasibini alır, bu sudan kendi ölçüleri içinde. Bitki yaprak verir, çiçek verir, koku verir, kendine özgü, kendine uygun kokular içinde. Dallar büyür ilahi ölçüye yatkın. Koyun koyunu, keçi keçiyi, aslan aslanlığını korur. Duygusal bitkiler kokudan etkilenmez, ondan sebep değişmez, kendi çokluğu, kendi kuramları içinde. Bütün bu en özlemleri, bene saygı, ben tutkusu nasıl oturmuştur, nasıl oluşmuştur kuralsı? Bir erkek bir kadını sever, yaklaşır yaklaşır, karşılıklı isteğin tavanına kadar. Tavanı kim koymuştur? yaklaşmaktaki amaç nedir? bu ilahi duygu nereden kaynaklanıyor? Erkek dişi ister, dişi erkek, hücreden büyük yapıya değin, bu isteği, isteğin kurallarını kim koymuştur? Bu birlik için her canlıda sonsuz özveri, içsel itenek vardır sonsuz. Hayvanı ağacı küçümseyerek "akıl ve mantık bizdedir" diyorsak, bütün bunlara anlamı biz koymak zorunluluğundayız, onların içinde oldukları dengeden başlayarak. Yaşlı dünyamız bizden hoşnut değil. Doğanın dengesini bozdunuz. Doğanın doğal yapısını, dağları yol ettiniz, orman varlığını kemirdiniz, havayı suyu solunamaz, içilemez ettiniz, canlı türlerini dar hesaplarla kırdınız, sayısını azalttınız, uzaya el attınız. Nereye sığınmayı düşünüyorsunuz? Evinizde yangın var. Görmüyor kokusunu da mı almıyorsunuz? Diyor: Ethem Aydın. E. Aydın BIÇAK ÜZERİNDE MUTLULUK Bu ne çelişkidir yarabbi. Bilirimki sen, gerekçesiz bir şey yapmazsın, yaratmazsın. Canlıyı yaratacaksın, gerekçeler ortaya koyup, birileri için birilerini ölmeğe hazırlayacaksın ? Büyük çelişki, kafamda mantığımda karşılığını arar hep. Tohumda bolluk var, bu tamam. Fireler, olasılıklar, kötü şanslar düşünülmüş. Artı oranlar, eksi oranlar için konulmuş. Genel çizgide evrensel beslenme kurallaştırılmış. Ot fazlasını otçular, et fazlasını etciller, belli bir ölçüde yiyecek, yaşamını sürdürecek. Sınır zorlanmayacak. Keklik çalı dibine yumurtlayacak. Tilki, çakal, yılan, bütün sürüngenler türü yok etmeyecek bir olasılıkla yumurtayı yiyecekler, kuluçka olunacak, piliç ve palazlar büyüyecek. Ayni yerde, ayni ortamda artmayı koruyarak sürecek. Denge birilerinin zararına bozulursa, genel önlem, sonucu artı yönde etkileyecek. İnsana gelince, devreye bir takım tinsel, mistik, mitolojik, dinsel ölçüler de girecek. Bunlar da genel kavramlar içinde tıpkı onlar gibi işlevlerini sürdürecek. Gelecek toplumlara bir şeyler bırakmak çabası başlayacak. Sınırlarda ölünecek, masalarda, bürolarda, laboratuvarlarda, okul sıralarından pembe günler harcanacak. Belki 15 karın geçmişinden, 20 karın geleceğine bir şeyler götürme çabası egemen olacak. Ben yokken benleri yok etme pahasına çalışıp didineceğim. Böylece yaşama bir sınır çiziliyor. Sınırsızlık içinde mantık herhalde duruma isyan eder, ama genel varoluş teorisi böyle. Yaşam sahnesinde canlılar birer figüran. Bu neye böyle? Bu oyun neden oynanır? Ne amaçlanmış? Daha değişik yarınlar niçin düşünülmüş? Amaç nedir? Kime ve kimlere hizmet veriliyor? Bunu düşüneceğim - düşleyeceğim bugünü yaşayacağım - yarını hazırlayacağım ve günü gelince bir sebepten çekilip gideceğim. Yaşam sürüyor, sürecek de. Ama nasıl ve ne pahasına? Ay doğdu, güneş battı ve ötesi Ayşe kız çamura battı ve ötesi... E. Aydın, 1Ağustos1987 BAŞLIKSIZ Akan zamanın, daha ve daha birçok olayın birlikteliğinde yaşamak var. Anlık, rastlantısal sulara akıp gitmek varken, yaşamı kıstas içine almak niye? Belki, aynı ayrıntıları bulamama korkusu.... Bu anı parçalarcasına bütünü koruma, bir o kadar da yok etme... Birşeyler olmalı, olabilmeli.... Dünleri hep yaşarken bir sonrakilere umutla bakmaya doğru... E. Aydın , 26Mayıs1998 DOĞANIN GİZEMİ RESİM Çiçeklerin, ağaçların, yaprakların, taşların, toprakların, bütün görülür görülmez, havanın, suyun, ay ışığı, gün ışığı, loşluğun, karanlığın sağlam bir belleği olduğunu, okunabilirliğini düşündüğün oldu mu hiç.! Bütün bu ayrıntı gibi geçiştirdiğim sözcüklerin en küçük ayrıntısına kadar kaydedildiği, sonsuz büyüklükte bir depo belleğin varlığından haberli misin? Hani günler gelir, rengarenk, benek benek üzgü mutluluk kırpıntıları bırakarak geçer gider ya; arkasından bazı geceler ay olur, o solgun, çağırgan iklimde sevgiler, sevgide çoğalır ya; sonra mevsimler döner, bahar gelir, yaz gelir, canlılar çoşar, koşar edimler çoğalır ya; sonra esimler yerlere düşüp oylumlu oylumlu dalgalanarak gezinir, doğanın bellek defterinde yerini arar ya; uzamda, zamanlarda, çıkarılan, konuşulan sesler, çevrede, otta, ağaçta, yaprakta, taşta yerleşerek gelecekte kendilerinin okunacağı zamanları bekler ya; hani duvarların kulağı var deriz ya... Bütün bu görkemli, akıl yetmez olgu kaynaklar, insanlık evrimi boyunca, hep okunmuş, kütüklere geçmiş, geçecektir de.. Adına kısaca ilham dediğimiz; o sanatsal ve sanal olguları, düşünür, yazar, ozan, bilgin, şair, ressam, yontucu, evrensel belleği okumaya çaba verenlerin, tanrısal özellikleri var ya. E. Aydın, 26Mayıs1998 BAŞLIĞINI YİTİREN YAZILAR VE ÖYLE BİR ŞEY Bir gün, bir yerde çocuk bir anababa buluyor ve de dünyaya geliyor. Bütün canlılarda, böylesine giz dolu bir başlangıç. Nedenleri, niçinleri, nasılları bir türlü açıklığa kavuşamayan.... Artık açık alandaki, görülür, gözlenir yaşam başlamıştır. İsimler, sıfatlar, yüklemler, nüanslar, yorumlar başlar, yaşam da artık sürmektedir. Ayakta kalmak savaşı verilir, şartlar ne olursa olsun. Birileri birilerine artık borçludur, sanki kanunları kendi içinde oluşur, kanunlardan ileri. Beslenecek, soğuk sıcak ve her türlü tehlikelerden korunacak sınırsız verilecek. Genel yapı, kendi özendirici kurallarını kendisi koymuş, aslında var olan bu bağıntıyı anlamaya çalıştığımız zaman zorlanıyoruz. Aslında her şey kendi kuralları içinde, kendi varlığını korumak, devam ettirmek için çok sarmal bir yapıda sürüyor, anlasak da anlamasak da sürüyor, sürecektir. E. Aydın BİR PORSİYON YAŞAMIN ANATOMİSİ İnsan elinde olmayarak dünyaya geliyor, hoş geldi, sefa geldi. Bu ziyaret sıradan bir gelişmidir? Amaçladığı, yani doğanın programladığı ölçüler dışında bir ileri ide var mıdır? Canlılar yaşamı taparcasına seviyorlar, onun için yapamayacağı özveri yok. Özveri içinde seviyorlar ve fakat bir gün ölüyorlar. Bu dönüşüm bir düzeliğin izlerini taşısa bile, insan veya canlı yaşamı öz ben olarak özümlemek istiyor. Ayrıcalıklı yaşam için çaba veriyor. Güzel gördükleri, elle tuttukları, tadımsadıkları hemen hemen ayrıcalıklı bir yorumun potasına dökmek özlemindeler. Çeşitlemeler çoğalıyor, görüntüler aynı olduğu halde tınılar çoğalıyor, ama yine de ölünüyor. İnsana değin canlılarda bir farklılaşım izlenemiyor, bir düzelik konularını icra ediyor. İnsanda ben duygusu yoğunlaşıyor. Öyleyse ideal bir yaşamın anatomisi nasıl olmalıdır? Nasıl yaşanmalıdır ki, ilahi ölçütlerin şablonuna uygun olunsun? Çağlar boyu terbiyeciler, felsefeciler, sanatçılar, bilim adamları konuya hangi gözle bakmışlar? Dinler, kültürler, bazen katı, bazen de ılımlı öneri ve yaptırımları ortaya koymuşlar, az da olsa uyum ve uygulama sürüp gidiyor. Öz beni sorguluyorum, ben nasıl olmalıyım? Çok para, çok sağlık, çok ilim, çok din, ama bütün bu istenenlerde ölçüt ne olacak? Karun gibi zengin, Herkül gibi güçlü kuvvetli, cinsin en güzeli, en seksisi, en'ler bitmiyor ki... Yalnız tinsel ve dinsel olmak bir yaşam biçimi olabilir mi? Biraz ondan, biraz bundan denildiği zaman, farklar farksızlaşıyor. Ağırlık öğesi ne olmalıdır? Her şeyin birincil olduğu yerde ikincil hangisidir??? Bir şey mi icat etmek istiyorsunuz, öyleyse çiçek yetiştiren bir bahçıvan kadar sabırlı olacaksın, en az. Yaşamak mı istiyorsun? Yaşam emaresi gösteren her şeyi dikkatle izleyeceksin, arıyı tanıyacak, kelebeği o görkemli renk cümbüşünü, tatlı hareketlerle kanat çırpışını, süzülüşünü, bir çiçeğe konuşunu, doyumunu izleyecek, onu en özentili bir eser gibi seyredeceksin. Asırlar boyu bir kısım insanlar bu gizleri incelemişler. Bir kısımları da, iyi gören, iyi duyanların vereleri ile kelebeği tanımış sevmişizdir. Burada kelebek küçük bir örneklemedir. İlimler ve fenler rasgeleliğe yer vermezler, onu methetmezler. Buluşlar ise titiz incelemelerin eseridir. Bizler yeni nesilleri bu güzel yoldan, sağlam bulgulardan ayırmaya çalışıyoruz. E. Aydın, 30Nisan1992 BAŞLIKSIZ Yangında kurtulacak eşyalar dizisinde öncelik tanınan, canlılıktır. Sonra diğer gereksinimler, sırasıyla düşünülür. Böyle gerçekci bakıldığında,dünyamızın soluk alıyor olması bizi sevindirmeli. Bir de ay gibi, birçok gezegen gibi dünyamız da ölmüş soğumuş, ısıtmaz olsaydı; işte bu beklenmedik büyük bir felaket olurdu. Dahası yaşamın sonu olurdu. Jeolojik yapı başlangıçtan beri değişmekte. Bir zamanlar Toros dağlarının deniz dibinde olduğunu da düşünürsek, geleceği kestirmek kolaylaşır. Doğal olaylar, fırtınalar, seller, depremler; dünyamızın hala soluk aldığının vereleridir. Sevinmemiz, hem de çok çok sevinmemiz, yukarda belirttiğim durumlardan hep daha iyi olduğu bilinciyle, mutlu olmamıza bir gerçekci nedendir. E. Aydın İLAHİ, HÜSEYİN BÖYLE ANSIZIN ÇEKİLİP GİTTİN ARAMIZDAN ACELEN NEYDİ, TABANSIZ ÇOCUK! (Editörün notu: Aşağıdaki yazı, vefat eden bir sınıf arkadaşının ardından yazılmıştır) Yıl, 1941. Dünyada savaş rüzgarlarının acımasız soluğu ensemizde. Ülkemiz dört bir yandan korumasız, silah ve cephanemiz yetersiz, fenni savaş araçlarımız yok. Dostumuz da yok. Daha dün kurtuluş savaşından yorgun ve bitkin çıkmışız. Yokluk ve kıtlık yurt genelinde egemen! Ekmek vesikayla.! Gazi Eğitim Enstitüsünün bal döksen yalanır temiz koridorlarında devletimizin bize layık gördüğü lacivert yün kumaştan elbiselerimizin son provası yapıldı. Akşamleyin asorti giyinmiş iki Taşeli'li kol kola: Hüseyin Sevim, Ethem Aydın. Takım elbise ne güzel yakışmıştı Hüseyin'e.! Bukleli kıvırcık, bakımlı saçlar, gözlük, dudak kenarına özenle tutturulmuş sigara, ortanın üzerinde, hiç kamburu olmayan, kusursuz bir vücut, açık mavi gömlek, üzerine vişne çürüğü kıravat, altın sarısı metal iğne, dik duran baş, ala çakır göz, loş koridor ışıkları altında, yanar döner bir portre. Doğrusu ya, kız ve erkek bütün ilgileri üstüne çeken bir pırıltı kaynağı oluşturuyordu.! Herkes sakız çiğniyordu ama Hüseyin gibi yakıştıramamıştı neme lazım, yiğidin hakkını yiğide vermek gerek. Ben O'nun kontrastı gibi kalıyordum. Kamburu, bu yüzden elbisesi defolu, sigara içmez, gözlüksüz, sol bacağı nedeniyle tekleyerek yürüyen... Ertesi sabah bahçedeyiz, çiçeklerin arasında, çiçekler.! Hüseyin bana: Yahu bu ne biçim devlet? Harp kapıda silahımız yok, cephanemiz yok, askerin sırtı, postalı yamalı, halkın yediği vesika ekmeği, mısır koçanı, üretici yok. Ya askerde ya okulda, bizcileyin! İki resim öğretmeni yetiştirmek için bunca masrafa ne gerek var! Yediriyor, kaloriferli odalarda yatırıyor, kat kat elbise, gömlek, çamaşır, ayakkabı veriyor, ders araç ve gereçlerini boyafırçakağıdına kadar bol bol karşılıyor, bir türlü anlayamıyorum dedi. Bu düşünceye ben de katılıyordum sustum. Radyodan savaş haberlerini her akşam izliyorduk. Büyük devletler Türkiye'yi savaşa zorluyorlardı. Bir süre sonra, üst sınıflardan başlayarak hemen hemen her öğrenci eski, evinden köyünden getirdiği kılıklarını giymeye başladı. Durum okul müdürü Esat Altan'ın gözünden kaçmamış olacakki "öğrenciler okul içinde ve dışında lacivert elbiselerini giyecektir, üstelik dışarı çıkarken kasketsiz öğrenci istemiyorum" buyruğunu verdi. Yine de direnenlerin olduğunu görünce bölüm bölüm öğrencileri anfilerde toplayarak konuşmaya başladı. Sıra Resimİş bölümüne gelmişti. Hasan Ali Yücel de anfideydi. Söze O başladı. Koca kafalı, tıknaz, orta boy, çatık gür kaşlar altından ela gözlerini üzerimizde gezdirirken, köy dokuması, keten urbasıyla Hüseyin'i gördü ve tok, babacan sesiyle gürledi: NEEEDEEENNN LACİVERTLERİNİ GİYMİYORSUN?????????... Hüseyin bayıldı bayılacak. Benzi önce limon sarısına sonra yeşile doğru kaydı. Saygılı bir eğilimle ayağa kalktı "Ben bir köylü çocuğuyum. Ailem fakir. Savaş çıktı çıkacak. Askerimiz zemheri zürafaası gibi gaputsuz yamalı elbise ve yamalı postalla gezerken, lacivert yün takım elbisemden utanıyorum" dedi.! Bir fırtına öncesi suskunluğunun dayanılmaz dinginliği amfiyi sardı. Sonra birden bire bir alkış tufanı...... Başımı kaldırdım, Hasan Ali Yücel, Esat Altan gözlerini siliyorlar, alkışlıyorlardı da... Yücel, yavaş adımlarla kürsüye geldi, iyice yaslandı, doluluğu belli oluyordu. Bizleri uzun uzun izledi. Tok ve inanmış sesiyle: "çünkü büyük Atatürk öğretmenler yeni nesi sizin eseriniz olacaktır buyruğunu O size verdi" dedi. Sonra yine yavaş yavaş kürsüden indi, Hüseyin'e doğru gitti. Öptü, sevinç gözyaşları... alkışlar... alkışlar... alkışlar... Hüseyin ne acele ettin, çekip gittin aramızdan...! Ne olacak.... tabansız çocuk... E. Aydın, 8Ağustos1997 DÜNYAYA GELİNMİŞ BİR KERE Soluk almak marifet, üzülecek şeyler dizi dizi. Seç seç üzül. Sevinecek şeyler boy boy, belleğin sınırlarına kadar sevin sevinebilirsen. Hava güzel, toprak verimli, yeşiller ton ton, çiçekler, böcekler buram buram iyi örnek, yarınsız yarın düşüncesiz çalışıyorlar. İnsanlar bundan farklı değil. Son nefesinde bile mal diyor, mülk diyor, para diyor. Kürt, Kürtler diyor, Türk, Türkler diyor. Ermeni bir başka alem. Hepsinin kendine göre bir mantığı, bir felsefesi var. O halde dünyaya gelişin amacı nedir? Niçin akılca, insanca, insanlık için bir sav üretilemiyor? Yaşam bu kadar tatlı iken, bir soluk bu kadar muhteremken, her gün binlerce insan ölüme koşuyor, ölüyor. James Joyce sanatçı portresini şöyle çizmiş: "Ey yaşam, hoş geldin.! Milyonlarca kez gidiyorum karşılamağa, deneyimin gerçeklerini ve dövmeye ruhumun örsünde, soyumun yaratılmamış vicdanını" Ocakta ak kor kolmuş demiri, kendi vicdanımızın örsünde dövmek şekillendirmek.! Ne büyük cesaret, ne büyük sorumluluk.! Bence yaşayan insan, yaşamın anlamı bu tümcede gizli. İnsan bunu bilebilse, duyumsaya, özümseyebilse, yaşam kendi soyut ve gerçekçi anlamına yüklemine ulaşır. İlk insan, yeri gördü, göğü gördü, güneşi tanıdı, her birine anlaşılır deneylere dayalı bir yüklem getirdi. Ateşi buldu, pişirdi, yenilebilecek nesneleri denedi. Deneyimler arasındaki farklılıklar ve benzerlikleri anımsadı, gelecek soylara anımsattı. Milyonlarca sene sonra gelecek soylara bir iz bıraktı. İzde yürüyenler, tekerleği buldu, buharı tanıdı, elektriği, sesi, görüntüyü araştırdı, bizlere bazı kıymetleri kazandırdı. Onlara binlerce teşekkür ve minnet. Bizler de kendi yolumuzda, kendi düşün gücümüzü zorlayarak, gelecek insanlık için ortaya yeni ve denenmiş, doğaya parelel bulguları araştıralım. Yarışın bize özgü etabını onlara layık bir yüceltide bitirelim. Milyonlarca yıllar boyu, örsçekiçateş önünde soyumuzun yüksek güzelliğini ve özelliğini sürdürelim. İnsan ölür ama insanlık yaşayacaktır. Sonsuza dek. E. Aydın EL ÖPTÜRMEK Bayram gazetesinde, Sayın Melih Cevdet Anday'ın el öptürmek diye bir yazısını okudum. 26Temmuz1988 Salı günü. Ölümden korkarız, yaşlanmak ölüme yaklaşım gibi gelir bir çoğumuza. Halbuki insan her an ölüp, yeniden dünyaya gelmektedir, farkında değiliz. Ünlü Latin ozanı Lucreties şiirinde: "zaman değiştirir özünü her şeyin, bir halden bir hale çıkar hep, doğa zorlar her şeyi başkalaşmaya". Montaigne de şöyle demiş: İhtiyarlık gelince, olgun yaş ölür. Gençlik olgun yaşta biter. Çocukluk gençlikte, ilk yaş çocuklukta, kaldı ki dünkü gün bugün ölmüştür. Dünkü gün de bugün ölmüş olacaktır. Bugün de yarın ölmüş olacaktır. Görülüyor ki, insan ölümle hep içiçedir. Yaşam bir avantür, bir maceradır, bizler macera severleriz. Rizikosuz bir yaşam, yaşam mıdır sizce? Su içersiniz ölünebilir, sokağa çıkarsınız, otobüse binersiniz, merdiven iner, merdiven çıkar ölebilirsiniz. Kıymet verdiğiniz bir şeyler yıkılır, ölebilirsiniz, acılardan, dışardan gelen etkilerle, hastalıklarla binlerce kez ölebiliriz. Buna değin yaşamak güzel şeydir. Uzun yaşamak, sağlıklı yaşamak, sevilmek, yeniliklere açık olarak yaşamak. Hatıralar bizi, yaşlandıkça durağan bölgelere iter, durağan bölge ise yaşlılığın özlediği ortamdır. Geleceğin mutluluklarını düşlemek, onlarla iç içe olmak bence yaşamaktır. E. Aydın BAŞLIKSIZ Hinterlant ve debi, bozuk plak gibi deyimini yansıtır. İnsan insanda çoğalıyor. Sana yazarsam yaşıyorum. Shaw insanı, onu seven ve tanıyan bir arkadaşı yaratır der. Seven, sayan, yaratanlara şükran! Büyüklüğün büyüsü; beyinde ve düşüncede oluşmasındadır. Genelde urbalar, rütbeler, hamı olgun göstermeye yardım ederler. Urbasız, rütbesiz de büyük olanlara Şükran! Mutluluk adalarına, sıradanlık denizlerinden gidilir. Özdeki pırıltıların yaydığı kozmik ışınlar, besleyiciliğini sürdürdükçe, insan ve insanlık büyüyecektir. Pırıltılara bin Şükran! E. Aydın YAŞAM KAYNAĞI (SU), HEM DE... Yaşamın müzveddesi yoktur, hepsi orijinal olarak yaşanır. Kaderciler, radikaller günlük sıradan uğraşlar dışında ibadet edip, tespih çekerek cennet düşlerini zenginleştirirler. Diğer bir bölümü ise, iş içinden iş üretir, neden, niçin, varlık nedir, neye hayattayız gibi sorulara yanıt ararlar. İleneği zayıf olsa bile anlam arar ve kendilerince bir ilinti bulup inanırlar, bu yarı bilinçli konumda zamanı küçük dilimlerinde kollayarak "doğduyaşadıöldü" üçlüsünün girdabından kurtulmağa, yaşanmışlığı kanıtlamağa çaba verirler. İncelerler, araştırırlar, okurlar, yazarlar, sanat yaparlar, dahası geçmişteki benzerlerinin belleğini taşırlar. Birincisi bilinçsiz kaderci, ikincisi ise yarı bilinçli avuntuludur, dahası çalışanlar isimsiz kalmazlar. Bu yüzdendir ki, asırlar ve asırlar ortaya yaşanmışlığın kanıtlarını bırakmışlardır. Nerden geliyoruz, nereye gidiyoruz, yaşamın kendisi nedir, neye yarar? sorgulamasına erken başlamamak gerekir. Siz erken başladınız. Aynalar henüz sizlerle dost. Aynalara rağmen yaşamak, yaşamdan zevk almak bir felsefe ister, o bir ilenek balantıdır. Yoksa istenmeyen yokluk kapıdan gözükür. Yaşamda bazı değişmezler vardır. Onlardan bir tanesi yer çekimidir. Tutunmamızı, ayakta durmamızı, devinmemizi ona borçluyuz. Bir ikincisi de sevgidir. Sevmenin dokunmak olduğunu biz insanlar bir türlü anlayamadık, dokunmaktan ebencet çekiniriz, nedeni de ne ise...? Halbuki bu güç toplumu oluşturan yapıyı sağlamlaştıran gizil güçtür. Öğretiler içimize fena oturmuş, tortulaşmış. Sevmek dokunmak ki bireyin yegane varlık nedeni olan, onu bütünleştiren, sevmeyi dokunmayı dışladığımız için; Tanrı devreye girip evlilik yasasını getirmiş. Dokunsunlar sevsinler diye! Gerçi o da çıkarcı, çünkü bu akılsız insanlar olmasa tanrı yalnızlıktan, konusuzluktan can sıkıntısına kalırdı. Üremeyi hedeflemiş olsa gerek. Aslında üremek yaşamın ilk koşulu değil, onsuz da mükemmel yaşanır, bilinçli severek dokunarak. Dahası, objeleri,doğayı yaratmayı severek. Sevgiyi bana betimlerken, çok alçak gönüllü davranmışsın. O hanımların en akıllısı, neyi nasıl yaratacağını yaratan, bu işi sağ duyusu ile gerçekleştiren, (aklıyla değil) seçkin bir örnek. Neyi nasıl yapacağını arar, arar, bulamazsa oturur kendi yaratır. Sağduyu ve özveri sahibi benzersiz bir kişiliği taşıyor. Bernard Show derki, insanlar üstün insanlar üzerine: Dünyada ilerleyen kişiler, kollarını sıvayıp istedikleri ortamı arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir. Ahırda doğmak, at olmayı gerektirmez. Antenlerini istediğin kadar çoğalt, çok ve değişik yaşanmanın değerli olduğuna dair sesler alırsın. Yaptığın resim denemesini çok güzel buldum, aslından da güzel, daha değişik fonlarda deneyemez misin? Lütfen kondoktöre söyle treni biraz yavaşlatsın. Sanatçılar için hız zaten hep vardır. Ama hızlı trende değil. E. Aydın, 30Ocak1996 BAŞLIKSIZ Gün geçtikçe, özlü düşünmeye kendimi zorlarken, bir adım daha ileri attığımı sanırken, bilinmeyen bir noktayı geçmek üzere olduğumu sanırken, birden bire kendimi boşlukta, özden çok uzaklarda, hiç bir dayanaktan yoksun hissediyorum. Her varlık hemen hemen aynı nesnelerin bir başka türevi, bir kök beraberliği içindeyken, bu denli ayrılık, bu denli farklılık neden? Bu çıkmazı bir kenara kor, insanları düşünebildikleri için öncelikle ele alırsak, evet düşünüyorlar ama hepsi de kendi doğrularının izinde. Bu doğrular neden bu kadar çok? Doğrular bu denli sonsuz olunca genel anlaşma, toplum olma, beraber yaşama, kaderde, kıvançta birlik nasıl sağlanacak? Canlılar zaten kendiliğinden kendi içlerinde ve kendi dışlarında bir çıkar çatışmasını sürdürüyorlar mı? Bu çıkar çatışması nasıl oluyor da, tüm özü yok edemiyor? Etoburlar sürekli et, ot oburlar sürekli ot buluyorlar, yaratılıştan beri bula gelmişler! Kurt, kuzu, keklik, tilki, yılan, çayan, aslan, kaplan hep varlar. Hem de kendi geleceklerini koruyarak. Kuşku duyuyorum, acaba bütün bu gerçekler bilimsel midir? Eğer bilimsel olsa, bu denli zıtlık nasıl bir arada ve hep var olurlardı? Düşüncenin henüz var olmadığı günlerde, bütün bu oran vardı, kendi iç kuramları içinde akıl günlerine ulaştı. Akıl neyi değiştirmiş oluyor ki? Belki kendi iç düzeni, iç ritmi içinde oluşup geçen sıradanlıklar bizce bir olay kaynağı olarak var sayıldı. Medeniyet tarihi öyle de olduğunu düşündürüyor. İnanma gereksinimi, totemler, putlar, dinler, buna benzer sonsuz var sayımlar. İnsan ruhundaki bitmez çelişkiyi, belli bir çizgide tutmak için, yine insanlar eliyle ortaya konulmuş, bir takım tabular, varsayımlar aklı nasıl bağlamıştır? Hala akıl onun gölgesinde dinleniyor. Yanıtını bulamadığı nedenler zincirinde, isteseniz de, istemeseniz de Tanrı inancı karşımızdadır. Hayat zinciri o denli sarmal, o denli karmaşık, karmaşık ve sarmal giriftlikte olduğu kadar baside indirgenmeye yatkın anlaşılırlılık ve anlaşılmazlık içinde ki, bir yerde gördüğünüzü sandığınız, tanıdığınıza tamamen inandığınız, elinizdeki verelerle kanıtlamaya eğildiğiniz, madde veya element, biraz ilerde bir başka, bir değişik görev ve işlerlik içinde karşınıza çıkıyor. Cırcır böceği vardır, siz ona yaklaşınca, sesinin yönünü, tonunu değiştirir, yerini bulmanızı imkansız kılar. Evet bir böcek sesi duyuyorsunuz, tipi tonu belli, ama sesin kaynağı, sesi üreten şu anda nerede? Kültür tarihi, geçmişin bir takım deneyimlerini gelecek nesillere taşıyorlar, bu bir gerçek. Onlara yenilerini ilave ettiğimiz de bir gerçek ama kalıcılığı, insanın daha mutlu yaşamasına ne denli katkıda bulunduğu zaman içinde anlaşılacak. İnsanlık tarihi çok eski, ama insan gençtir. Aklın insanlarda var oluşundan beri, olumsuz etkileri de, sayılamayacak kadar çok olmuştur. Yararları ise birçok bulgunun henüz tartışmaya açık yönleri vardır. Yaradılışın bir uzun gelişimle, ortaya koyduğu doğal yapı, onun içinde yaşam biçimleri vardır. Bunların her biri, bir ve binlerce diğerleriyle bağımlı kılınmışlardır. Bağıntıyı herhangi bir deney için bozmaya yöneldiğimizde, uzak yakın tepkimeler kendini göstermekte, çoğu zaman da öze dönmek zorlaşmakta, belki de imkansız olmakta genel denge bozuklukları, genel ve mutlu olacağını var saydığımız yarınları tehdit etmektedir. Yoksa dinlerin telkin ettiği gibi, ne yaratılmışsa, o en mükemmeldir, daha mükemmeli olmaz tezini mi savunacağız? Bu tezi savunmamız için ortada binlerce neden var. Bulduklarımızla öz olan insana hangi mutluluğu getirdik? Hızlı yaşıyoruz, neye göre hızlı? Zaten insanın algılama hızı bellidir, bu hızı aşmak mümkün müdür? Görme olayını örnek olarak alırsak, biyolojik olarak eşyaya çarpan ışık ışınlarının yönümüzde uyandırdığı duyumların her birine renk diyoruz. Bunların yoğunluğu bizde haz veya tepki uyandırıyor. Bu olay saniyenin belli bir süresinde ve belli oranda beynimize ulaşıyor, onları algılıyorum ve tepkimeye geçiyorum. Sonrası için, düşünmek istiyorum. Bunları yapamazsam ben görmüş olamam. Bu durum bütün canlılarda, belli sürelerde oluşur, hızlandırılamaz. Her değişkenin bu varsayım üzerine kurulması gerekmez mi mutluluk için. ? Benim hazmetme süremi hesap etmeden bana en zengin çeşnide yiyecekleri verseniz neye yarar, neyi değiştirir? Mayalanma olayına bir süre tanıyor, bir virüsün çoğalma süresini kabul ediyor, ama insana gelince büyük yanılgıya düşüyoruz. Veya zaman kazanmak için ister istemez uyum sağlıyoruz bu çelişkiye. Futbol sahalarında kullanılan çimlerin, bir yaşam amacından ne kadar saptırılmış ve de kabul görmüş olması, yeşilin varoluş nedenine ters düşmüyor mu? Kentleşme, sanayileşme hep aynı entegre problemin kısır sonuçlarını getirmiyor mu? Öyleyse düşünceyi egemen kılmak, saygılı olmak, varsayımları tekrar tekrar elden geçirerek uygulanabiliri bulmak, böylece doğayı manda girmiş lahana tarlasına çevirmemek olanaksız mıdır? Akıl için! Dünyada hiç bir şey yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz. Bireyler önce yaşam savaşı verirler. Bu savaşın çabası içinde, soyunun devamını da güvenceye almak için iç şartlanmaya uyarlar, sanki ölümlülük iradesi öz benlerine yerleşmiş gibi. Cinsellik aslında küçük bir ayrıntı, gel gör ki, ne kadar ulaşılmaz bir ayrıntı. Dişi olmak, doğurgan olmak, erkek olmak, etken olmak. Kendi içinde, kendi sarmalığı, kendi karmaşıklığı, anlaşılırlığı ve anlaşılmazlığı. Biz insanlara gelince, bu karmaşa, sevi, aşk, sanat soyutlamalarıyla daha da bir çözülmeze ulaşıyor. Normal bir yapıda hiç de önemli bir görev üstlenmeyen duygular, bütün yapıyı yıkacak veya yapacak güce ulaşıyorlar. Tek başlarına en büyük neden olabiliyorlar. İşte altmış senenin bilgi birikimi, üç aşağı beş yukarı, çağımız insanının sorunlarını ve de sorumsuzluklarını bu netlikte ortaya koyabiliyor. E. Aydın, 30Ocak1990 BAŞLIKSIZ Bir canlı diğer canlıya, belli ölçülerde tahammüllü, hatta varlığından memnundur. Kargaşa sınırların paylaşılmasında ortaya çıkar. Et obur, ot obur ne tür olursa olsun, bu olaya önem verir. Kendine tanıdığı sınırlar içinde, egemen olmak ister. Kedi, köpek, kuş, at, şu, bu hepsi bu olayı benimser. Doğanın yapısında da belki bu böyledir. Sınırı dışında gezinen bir köpek, başı yerde, kuyruğu inik, bakışları endişeli kararsızdır. Saldırgan değildir. İnsan beyni ne harika olaylarla veya olay malzemesiyle dolu. Bakıyorsunuz, sıradan bir yapı, hepsi birbirine benzeşiyor. İhtiyaçları, gereksinimleri de aynı. Ama yansımaya başlayınca, neler oluyor neler. 29 harften dünyanın, kainatın, kaosun sınırlarını zorlayan, şiirler, dizeler, fikirler. Doğayı yakından izlemeye başlayınca, kurallar, kuraklar, uçmak için, yürümek için, yüzmek ve yüzdürmek için, yakmak için, yapmak için. Ben bir ressamım, sıradanlık karekterim, tuval önüne oturuyorum, bembeyaz, bomboş, fırçayı boyayı alıyorum, ilk lekeyi koyuyorum. Bazen doğa, karşınızda bir şema veriyor. Ama her yerde, her şey iç içe özümlüyor, seçiyor, beğeninizi ekliyor, beğenmezliğinizi koyuyor, istemlerinizi, kuramları, kuramları zorluyor, tuvali doldurmaya giriyorsunuz. Artık poşette bir hayat, hep yeni bir dünya başlıyor. Benzetiyorsunuz olmuyor, benzetmezseniz olmuyor, olanı kaldırıyor, olmayanı koyuyor, bir anıtsal dize ortaya koyuyorsunuz. Yorumluyor, düşlüyor, soyutluyor onları da koyuyorsunuz, her defasında, sanki önünüzden akan bir ırmaktan, bir tas su alıyorsunuz, ama hiç bir tas bir önceki tasın içeriğini taşımaz. Düşünebildiğin, yapabildiğin her şey bir iz, geçmişe ait bir belge. Sıradan malzeme, fırsat verilirse kestane fişeği gibi boşlukta bin bir nüans, bin bir renk ve tonları içinde, simetrinin, yörüngenin, renk ve renkler cıvıltısını, izlenimini anlar içinde sunuyor. Bin bir değişik nüans ve değişik imkan. İster ki birileri çıkıp bu kestane fişeğini ateşleye. Sanıyorum ki ve de umuyorum ki, yaşam bu kestane fişeklerinin anlık nüanslarıyla varlığını koruyor, görkemliliğinin sırrını veriyor. Öyleyse eğitim bir bunalım içinde, denenmiş verelerin tekrarı, onun yaratının zevkine varmamıza mani oluyor. Yaşamı alalade yapıyor, belki de bundan çocuklarımız iyi okumuyorlar. E. Aydın BAŞLIKSIZ Zaman oku giderek artan düzensizlikle belirlendiği düzende kaosa doğru giderken, genel bir akışın içerisinde bu hareketin tersine çevrildiği süreçler, ortamlar vardır. Termodinamiğin ikinci yasası düzenden düzensizliğe geçiş yönü entropi denir. Çevresiyle enerji alış verişinde bulunamayan kapalı sistemlerde entropi'nin sürekli arttığı görülür. Çevresinden enerji aktarımı yapabilen sistemler (özellikle öz çoğalma entropiye ters düşen yaşamın kendisi böyledir.) Ağaçlar el uzattı çekingen, dans başlıyor rüzgarın müziğinde yapraklar gel gel. Beklerim selemın seher zamanı Ilgıt ılgıt yel ile gönder E. Aydın YAŞAM SANAL MIDIR? İnsan düşüncede "yaşam"ın evrensel bir amacı olduğunun duyumundadır. Öyleyse, bu amaç nedir? ne olmalıdır? A Soyun sürdürülmesi B Görünür olanakların kullanımıyla var olmak C Gelecek kuşakların daha iyi yaşamaları için birikit oluşturmak. Güzel yüz, güzel vücut, tatlı dil, incelikli derin anlamlı söz, çiçeklerin rengi; beyaz, sarı, turuncu, mavi, yeşil, mor ve ötesi. Kokular; gülün renk katmanlarından yansıyan derin kokusu, yaseminin içten açık seçik çağırganlığı, karanfilin iç ürperten aşk benekli, yoğunluklu kokusu, saklamenin renk ötesi, ışınlar dünyasına çağrısı, menekşenin gözlerden ırak, sessizliğin içinden gizli, platonik, utangaç, hanımsı çağrısı, esinin esintide bin bir yapraktan süzülerek, ince yağmurla arınmış duyumları yer altından katman katman süzülerek doğaya ulaşan pırıltısı, kuşların barışık sesleri, gören göze, duyan gönle aşk çağrısıdır. Yaşam bunlarla güzel, bunlarla görkemlidir. Balonlarım vardır, üzerinde çiçek isimleri. Yaşama yaşam katan dünyalar güzeli hanımların ak soluklarıyla şişirilmiş. Konuşurum onlarla sevgi ve aşk üzre. Uzun uyku yüklü gecelerde. E. Aydın UYGARLIĞIN ÖLÜMÜ Uygarlığın yazgısı, teknolojinin, varsayımlarına, yanılgılarına endeksli oldukça, düşünce bir ütopya bir rüya olmaktan kurtulamaz. E. Aydın BEN HEP MUTLULUĞA AĞLARIM Şu gezegende hepimiz birer konuk olarak bulunuyoruz. "Gelip yaşayıp gidenler gibi, bizler de gideceğiz" düşüncesini ve gerçeğini hep dışlıyorum. Bu, yaşama sanki savaş hissi veriyorrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr. E. Aydın, 24.Kasım.1998 DOĞUŞ ve YOK OLUŞ (*) yaşam bu kadar gerçek ve yok(*) çaba gerekmezdi. Doğan yok da olacaktı. Düşünce, bu tek yönlü denklemin fantezi oyun ve oyuncakları, süsleri (*). Oyun başladı. (*) fazla oynuyordu. Gerçek unutulmuştu. Kazanmak ve kaybetme uğruna yaşanıyordu. Sonsuz değildi. Böylece gerçeği(*) E. Aydın BAŞLIKSIZ İyisi bir kötüsü bir. Büyük küçük hepisi bir. Evlerinin tapusu bir bu dünyanın, bu dünyanın acıları....., koyunları kuzusuzdur o dünyanın.... Karşıki dağlarda, karlı dağ olsa, çevre yanı mor sümbüllü bağ olsa, ağa olsa, paşa olsa, bey olsa, yakasız gömleğe sarılır bir gün. Çoban ölür, sürü kalmaz dağılır, sarı inek sağ oldukça sağılır. Baranalarda, kavaklarda, karaağaçlarda, pelitlerde, tilki kuyruğu salkımların oluşturduğu hevenklerde, incecikten yağan yağmurun, gezinen saydam damlalarıyla kehribar bir gerdanlık gibi, gel gel eder. E. Aydın UZAM VE ZAMAN Zaman, birbirlerinin yerini alarak zincirlendiklerinde sonsuz süre, ışık hızına yakın akan, belkide bir enerji türüdür. Bazen hızlı, bazen yavaş, bazen de durağan ve görecelidir. Uzam ise soyumuzun geçmiş belleğidir, yaşanmışlıkla ilgilidir. Değişmezlerin ışığında, ruhsal, psikolojik, dinsel değerleri, geçmişin belleğiyle de buluşturarak, kartografimizin taslağını; varlığın ve yaşanmışlığın her tür olaylarıyla, yani doğumlar, ölümler, aşklar, savaşlar, umutlar, mutsuzluklar, imgeler, simgelerle anımsayabildiğimiz, geçmişin kıvrıntılarında yakalayabildiğimiz ve bulanık olsa da tanımlayabildiğimiz ve yorumlayabildiğimiz, ayrıca geçmişin belleğinden, anonim olmuş türküler, şarkılar, özdeyişler, atasözleri, anıtsal ürünler, öykülerle süslediğimiz uzam bir film şeridi gibi geriye doğru soluklaşarak sonsuz tınılar uğultu halinde akar gider.. E. Aydın, 28Haziran2000 BİR Bir, birler sonsuza değin bir kalırlar. Ama biri çoğaltan ikidir. Hem çoğaltır hem sulandırır. Artık binlerin yolu açılmış, bir o görkemli yerini terk etmiştir. Renkler biter, sayılar başlar. Kemiyet keyfiyete dönüşür. Kargaşa başlar. E. Aydın ZAMANI KULLANMAK Canlı belli bir süre için dünyaya geliyor. Akarsu gibi her an ayrı ayrı yaşanıyor ve geçiyor. Yenileri, yenileri.... Tren katarı yürüyor, yolcular sanki telaşta. İnen, binen... ama yürünüyor. Sürezaman kendi katılığı içinde. Sessiz ve kararlı yürüyor. Her geçen an bantta bir iz bırakır. Yaşanan an, gelecek zaman onların üzerine yazılır. İlerde, çok ilerde bandınızı dinlemeğe kalkarsanız, yıllardan kalan tortulaşmış ama yine de anlamlı izler bulursunuz. Anılar, anılara yol vermiyor. Anılar fuluğ. Eğer onları netleyen günü durdurup tekrar başlatan bir aygıt bulunsaydı bilmem mutlu olur muyduk? Kar izleri örtmüş, acıtatlı hatırlara. Gününde kabir azabına benzeyen hatıralar, unutulan hatıralar. Yaşamak, unuttukça bir anlam getiriyor. Bencil yorumlar, karanlık kavramları, sevimli ve kabullenilir yapıyor. İstediğin oranda sınırlar çizmeğe, sınırları daraltmağa, genişletmeğe, istenmeyeni sevmeğe gerekçe ve mantık getiriyor. Objektif, eski çarpık objelere yaklaşmıyor. Bir yerde kişiyi ve kişiliği korumuş oluyor. "Bütün bu olanlar oldu mu?" diyorsunuz. "Olacak ne kaldı ?" demiyorsunuz. Bir ince kök, yaşama umut vermeğe yetiyor. O incecik umut, bir koca ağacı canlı yapmağa yetiyor. Mademki yaşıyor, gövdeye bir canlılık, çürümeğe karşı bir koruma getiriyor. Çoğu zaman bu umut, yaşamın bütün ağırlıklarına, fırtına, fırtına, hastalık, beslenme yetersizliğine direniyor, normal şartlardaki süre, zamanı bile solluyor. Yaşam süreci içinde, geleceğe pırıltılar öz belgeler sunuyor. Ben de buna bir örnek değil miyim? Zayıf, nahif, sağlıksız, hastalıklı, yaşamışlıkla, ölmüşlüğü fark edilmeyecek kadar renksiz. Öğrenme gücü yok. Yorgun bir çocuk düşününüz. O çocuk, yaşayacak, büyüyecek, öğretmen olacak, yüksek öğrenimini bile yapacak, lisede resim öğretmeni olacak. Öğrenecek, öğretecek, sayacak, saygın olacak. Sonunda 30 yıl görev yapacak, emekli olacak, ve de mesleğinde çalışkan, öğrenmeğe açık, hep kendini yenilemek özelliğiyle seçkin olacak. Bu hangi pedagojik, psikolojik, sosyolojik kurama uyar.! Ben her müspet verelerin, dışlayacağı bir yapıya sahibim. Ama bakınız varım ve varlığımla öğünüyorum. Sağlığım Allah'a çok şükür yerinde. Varlığım düzey altı değil. Sanatım kendi içinde kendine özgü. Bağıntılı, düşünsel okuyorum, okuduğumu anlıyor, düşünebiliyor, dahası bu çelişik fikirler üzerinde öz yargımı yazabiliyorum. Hayat görüşümü yadsımadan dinliyorlar. Çocuklarım çağdaş mutluluğun kollarında. Biri diş doktoru, biri makine mühendisi, işlerinde çalışıp gidiyorlar. Yaşam kavramı o kadar çelişkilerle dolu ki, hiç bir oluşum mükemmel, kusursuz olmamıştır, böylece, olmayacak da denebilir. Eğer en mükemmel, en kusursuza ulaşabilseydi medeniyet süreci dururdu. Her zaman kurallar, varsayımlar sonucu faydalıya, kullanıma yatkına ulaşılamıyor. İşte yine dönüp dolaşıp, eğitim sorununa, beslenme sorununa, yaşam biçimine gelindi. O biçim, organize olduğu zaman, belki bir hedefe varılmış gibi görülür. Aslında hedeften çok uzaklaştığımız bir gerçektir. Zaman ırmağı üzerinde düzenli bir trafik isteniyorsa, bir iş birimi içinde işiyle özdeşleşmiş, kendini başarısının bir parçası saymış, belkide zamanı durdururcasına hoyratça kullanan bireyleri bu trafiğe sokamazsınız. Çünkü bütün başarılar, belkide bir hiç uğruna emeğini, zamanını verebilenler sayesinde oluşur. (Bir şey mi icat etmek istiyorsun, öyleyse çiçek yetiştiren bir bahçıvan kadar sabırlı olacaksın En az). Kreasyon dediğimiz olay, yoğunlaşmadır. Bir objenin düşünülmesi, üzerinde odaklanma, birçok zaman yitirici araştırmaları gerektirir. Bir Kant'ı, bir Edison'u, bir Anştayn'ı, bir Küri'leri, Mikelanj'ları, Karacaoğlanları düşününüz. Zamanı nasıl kullanmışlardı bakınız. E. Aydın BİR GÜNÜN İKİ TÜRLÜ YORUMU Akılcı günce: İnsan vücudu, evingen ve devingenliğe programlanmıştır. Böylece bütün kaslar hareket eder. Hücreler yenilenmek gereksinimi duyarlar. Nasıl bir şehir trafiği durağanlıkla aksarsa, sıkışırsa insan vücudu da, genel dolaşımında hareketliliği ister. Seçilen yaşam biçimi gereği, hareketler topluluğunda bir tek düzelik oluşursa, hücreler topluluğu içsel devinimlerinde yavaşlar veya dururlar, tembelleşirler. Aldıkları rutin enerjiyi sarf edemezler, gereksiz birikimlere yönelirler. Doğal olarak, ilerde gerekeceği anlamında yağ birikimi başlar. Kaslar durağanlığa geçer, kemikler yeni üretimi azaltırlar. Sonuç olarak bütün vücutta iç sarhoşluk gözlenir olur, ruhi gevşemeler adım adım artar. İşte bundan neden günün bir bölümünde yine rutin olmak koşuluyla vücudu evindirmek ve devindirmek gerekir. Uzun sabah yürüyüşleri bunun ilk ve en uygun gereğidir. Her yaşta uygulanabilirliği de avantajdır. Yine bundan neden sabahın ilk saatlerinde, açık hava da bazen 5, bazen de 78 km yürüdüm. Duyumsal yönüne gelince: Her sabah önemli bir işiniz olduğu gerekçesiyle yatağınızdan kalkar, gezi yolunuzu düşleyerek giyinir, yola çıkarsınız. İlk olarak serin bir havayı solur, mevsimlere uygun giyiminizle adımlarınızı akort eder, sokakların suskunluğuna karışırsınız, kaldırım taşları, ağaçlar size "günaydın" derler. Dallar, yapraklar gülümser, esin yavaş yavaş sizi okşar, kuşlar telaşlı ve seveğen uçuşurlar, cıvıltıları, yem aramak için birbirleriyle itişip kalkışmaları, bir yandan da sizi gözlemeleri, arp bülbüllerinin melodik seslenişleri, sizin ıslıkla tekrarınız. İşte size bir candan arkadaş, daha yakın dala konarak, melodiyi değiştirip, öterek, yol boyu sizi izleyerek, ilgi alanınızı genişletirler. Irmak kenarındasınız, güneş doğmak üzere, sabahın serin sisi yer yer dağılıyor, uzak bulutlar güneşin önündeler şimdi, gök, bir renk cümbüşü, maviler, açık maviler, turuncular kırmızılara kayarken, mavilerin üzerinden geçer, saydam viyoleleri ve morları beslerler. Uzak selvi ve kavak ağaçları arasından sızan bir güneş, bir an için sularda kümelenir ve oynaşır, sallanır ve gider, yürüyorsunuz, ama sizi ayaklarınız vücudunuz sadece taşıyor, içiniz bir orada bir burada, bir siyah poşet ne güzel de bir hayvan taklidi yaparak size doğru koşuyor, ürperiyorsunuz. Bir adam traktör lastiğinden yaptığı bir botla ırmakta ağını seriyor, ırmak balıkları durumu uzaktan ilgiyle gözetiyor. Kimileri zaman zaman sudan fırlayarak umut dağıtıyor. Ağ toplanıyor, çocukların ilk nafakası bir kaç balıkla oluşuyor. Az ama gün daha uzun, morarmış eller, ayaklarda umut bitmez. Demiryolu köprüsünü geçtiniz, banliyö trenide işte geçiyor, bir çekici, kırk vagon, kompartumanlarda bir kaç sarılı baş. Karayolu köprüsü altındasınız, mevsim kış ama bir kaç pembe çiçek, doğadaki görkemin ilk savaşçıları, direniyorlar, Mimar parkı girişindesiniz, yeşil başlıyor, çimler seyrek ve yalbırtılı, belediyemiz belki yirmi yaşında olan hurka ağaçlarını çaktırmadan buraya taşımış ve dikmiş, hayret hiç de gövdeyle kökler arasında bir sorun yok, yaşıyorlar. Herhalde bu moral bağlamda bir olay. Yaşlı ardıçlar, selviler epeyce şaşırmış gözüküyorlar, eğri dikilişleri onların şiiriyetini etkilemiş, doğrulmaya kararlılar ama zor olacak.. Alman barajındasınız, Toros'lardan kopan kar suları, dört gözden çağlayarak ırmak yatağını dolduruyorlar, fışkıran beyaz dantel örgüler arasında, güneş de kendi olgusu ile sahnede ebemkuşağı. Regülatör köprüsü üzerinde bir yazı "geçiş tehlikeli ve yasak", yayalar, bisikletliler, motosikletler gelip geçiyor, bekçi bezgin. İkinci yazı, "elektrik görülmez". Geçiyorsunuz, Ceyhan ovasına akan kanalın kenarındaki yolu izliyorsunuz, iri yüksek çam ve okalüptüs ağaçları koyu gölgeli dingin. Okalüptüs ağaçları ne kadar da Adanalıya benzer, dalları sarkık, yorgun ve bezgin, ama güçlü. Esintili havaları ağaçlar da seviyor, öylesine oylumlu, yumşak hareketlerle, bir bale yapar gibi birbirlerine sokuluyor, duyulmaz bir figürle ulaşabildiklerince birbirlerine sokuluyor, yapraklarıyla dokunuyor ve ayrı bir dönüşler konumlarına geliyorlar. Onlar da "dokunmanın sevmek olduğunu biliyorlar". Bugün semt pazarı var, tezgahlar yeni yeni kuruluyor, gölgelikler terekler hazırlanıyor, bitmez bir coşku var insanın yüzünde. Ertesi gün Kanal, sonra Cemalpaşa, Vali yolu, Kurtuluş mahallesi... Bir hafta boyu tezgah kurmak, bozmak, tekrar kurmak bıkmadan tekrarlamak! Namuslu para kazanmak zor be dostum zor! Ama her zaman ve zamanlar içinde alın teri saygındır, güzeldir, muhteremdir. Eski Ziraat okulu karşısındayız, öğrenciler ve vatandaşlar dolmuş bekliyorlar, o, onların haftanın yedi günü çektikleri ezgileri ve zevkleridir. Yaşamak bu değil midir? Artık taşıt trafiği sıklaşıyor. Ebeş karayoluna geldik. Karayolu köprüsünün koltuğundan parkın yanından, Seyhan'ın kenarına iniyorum bir patikadan, bir vatandaş ayaklarını çemlemiş, yarı yarıya suya girmiş oltasını atmış kısmetini bekliyor, selamlaşıyoruz, gülüşüyoruz. O, bana bu saatte burada ne arıyorsun, ben ona, hasta olacaksın, değer mi? diyordum. Demir köprünün sol ayağından üzerine çıktım, karşımda kocaman kızarmış bir fırın ekmeği gibi güneşi buldum. Bisiklet barikatlarını geçerek rayların yanından çakıl dolgusu üzerinden, lokomotif tamir atelyesi özel otomobil şeritlerini yaparak petrole ulaştım. Oto gürültülerinden, eksoz gazlarından korunmak için bir ara yolu seçtim, zakkum çiçekleri hala gülümsüyor ve var olmanın zor çabasını veriyorlardı. Bildik turunç ağaçları, kaldırımlar, işte bizim sokak ve Aydın Sanatevi. Günün başlangıcındayız, kitaplar, yazılar, yarım kalmış resimler, beklenen dostlar. E. Aydın, 6Aralık1995 GÜNAYDIN SAVAŞLARI Birkaç zamandan beri, bazı yörelerimizde sportif sabah yürüyüşü yapılır oldu. Her geçen gün katılım daha da artıyor. Her gün ben de, iki saat kadar yürüyorum. Çok da güzel ve iyi oluyor. Adana belediyesi, ırmak boyunda trafikten arınmış, ağaçları ve yeşilliği bol bir yerde yürüyüş parkuru düzenlemiş. Sabahın çok erken saatlerinde yollara dökülen kalabalık ırmak yönüne yönelince, sevimli bir görünüm de sergileniyor. Temiz spor giysili, rengarenk eşofmanlı, ağızları, yüzleri mevsime göre sarılmış, kadınerkek, çocuk. Kimi koşar, kimi hızlı yürür, kimileride benim gibi orta karar gider gelirler. Yürüyüşlere ilk başladığım günlerde, bazı gurupların karşı karşıya geldiklerinde "Selamünaleyküm" dediklerini, karşıda gelenlerin de "Esselamünaleyküm" yanıtını verdiklerini duydum. Günlerce uzun uzun düşündüm. Kanımca ortada bir terslik vardı. Biz yetmiş yıl, bunlara "günaydın" demeyi öğretmiş olmalıydık. Bu saatte, sade vatandaş yatağında dünün yorgunluğu ile uyur, dindar ise sabah namazına gitmeyi yeğler. Öyleyse geride kalan seçenek, bu kesim "entel" kesimidir ki, kendilerine "varlık nedir?", "neden yaşıyoruz?", "insanın, canlının değeri nedir?", yaşam neden kıymetlidir?" gibi soruları sormuş ve kendilerince bir yanıt almış olmalılar. Ertesi sabahların birisinde, karşı gurubun selam mesafesine girmek üzereyken, fazlaca yüksek bir sesle, "esenliğe günaydın" diye bağırdım. Bu beklenmedik bir ünlem, yavaş da olsa günaydın basınçlı, aleykümselam karması yankı getirdi. Akşam, saatimi iyi ayarladım, tam beşe kurdum, ertesi gün tam zamanında yürüyüş alanında yürüyüşe başladım. Tanısam da, tanımasam da herkese "günaydın" dedim. Onlar "esenliğe günaydın" diye cevap verdiler. Kısa ve çapraz bir deneyle randımanın yüzde doksan beşe vardığı, mutluluktan uçtuğum bir sabah orman içinde üçlü bir gurup "ah şu selamını bir değiştirsen" dediler. "Selamünaleyküm Allah kelamıdır" dediler. Yanıtım "Selamınızı siz değiştirin, Cumhuriyet çocukları" oldu. Diğer günlerden bir gün, karşıma topluca geldiler, avukat olduğunu sandığım, bir kişi ince nezaketiyle, saygılı bir sesle, "Beyefendi ah şu selamınızı bir değiştirseniz" dedi. Yanıtım "Tanrının Türkçe bilmediğini size kim öğretti" oldu. Mücadele sürüyor. Sonunda "AKIL" galip gelecektir. Atatürkçü düşüncelerde ilkeler, edime dönebildiği sürece, "Bir ağaç diken, faydasız yaşamamıştır" inancındayız. E. Aydın, İçel Sanat Kulübü dergisi, Ocak 1996 Üzerime gelmeyin çocuklar!!. Deli olmak işten değil Karanlık nur oldu bana Hayal gerçek oldu bana Felek çelik ben bir çomak Deli olmak işten değil. Aza nereye gidiyorsunuz demişler çoğun yanına demiş. Bu kadarı da olmaz ki, böyle de yapılmaz ki.. Mektuplar yağıyor ardı arkası kesilmez. Ethem Aydın deyesi: "ulanerkekseniz, bir bir gelin..!!." Size bugün gelen bir mektubu yolluyorum. Çokların içinden seçtim. Suçlu ayağa kalk diye ünleyesim geliyor. Sen çıkıyorsun karşıma... Bir şey değil, bir ağlama krizim tuttu. Her mektuba mutluluk göz yaşları döküyorum. 24Kasım2000 de - Yunus'la yan yana..güler misin ağlar mısın.? Çocuklar benimle fazla oynamayın mismil değilim. Bir de size kanacak olsam, tanrının başına gelen olur. Bir gün peygamberler toplanmış, bir ırmak kenarında balık avlıyorlarmış. Peygamberler koca koca balık çekiyorlarken bir de bakmışlar ki, ırmağın çavlak deli akan bir yerinde tanrı da balık avlıyor ama hiç çekemiyor. Peygamberler utanmışlar birimiz gidip, akıntıda balık olmaz, biraz yukarı veya aşağıya olta atarsan iyi olur demişler. Tanrı da öyle yapmış. Biraz aşağıya gelip oltasını atar atmaz koca bir balık tutmuş ve "alllah alllah" diye bağırmış. Deli çocuklar hepinizi seviyor, sizlerle övünüyorum... E. Aydın KARADENİZ ÜZERİNE BENDE OLUŞAN YENİ BİR SÖYLENCE MODELİ John Gray, diyor ki Erkekler Mars'tan, kadınla Venüs'ten... Ben bunu elli senedir biliyorum da söyleyemiyorum, deli derler diye!.. Tümceyi biraz değiştirerek diyeceğim; Karadenizliler kesin kez uzaylı.. Dünyamıza yeni bir şekil vermek için gelmişler. Biz zavallı abdal dünyalılar bunun farkında bile olmamışız. Seçtikleri yerleşim alanı, kımıl kımıl, denizi dingin, engin ve yalpalı, ta uzakta gibi görülen bir siyah bulutla, ne kadar tansık fırtınalar koparabilir!.. Havası sessiz ve havalı... Yöresel konumu ve iklimi üzerine denecek söz pek çok ama ben hanımlarını anlatmaya çalışacağım, becerebildiğimce. Onlar güzel mi güzel doğuyorlar. Deniz gözlü ve huylu, güneş sarısı kadar sanal, oyunları gibi hareketten öte hareketli, insandan insan, kadından kadın. Bilimselliği hep ters kurguyla tepe takla eden ince zeka, tez buluşlarıyla belirgin karakterde. Onların yanılgıları biz dünyalıların doğrusu. Aşklar, sevgiler Karadeniz kadınında bir başka çelişik ama gerçek bir rota izler. Dünyalılarda, kızgınlıklar, kırgınlıklar; bir ömür boyu yaşatılmak, yüreklerde tortulaştırılmak, kişiyi için için kemirerek öldürmek veya mutsuz etmek için kullanılırken, bu, yıkım gücü çok çok yüksek olan yetiyi, anında görüntü; kavga, gürültü, patırtı, gerekirse sopa, bıçak, tabanca kullanarak derhal yok ederler. Arkasından bir Karadeniz güneşi doğar ki, pırıl pırıl, sıcacık, ılıman ve besleyici! Kitaplar, ideali eğitim kitapları, acaba bunu görüp neden yazmazlar???? Daha da bir insan olmak için!.. Benim büyük eksiğim, belki de aynı bazda özelliğim, hep ayrıntılarda gezerim. Çabukçabuktan, hızlıdan, hızlı yapılan her işten nefret ederim. Yoğun düşüncenin, emeğin özüne işlememiş hiçbir üretim beni hoşnut etmez. Bundan neden, hep çağ dışıyımdır. Çocukluktan böyleydim. Zor yol aldım. Belki de az mesafe kat ettim ama kendimi o kadar dolmuş duyumsuyorum ki, bana görece, böyle olmak, içimdeki çocuğu doyuruyor. Kafam motor gibi çalışıyor. Günde gezindiğim kadar, dünde ve yarında da rahat geziniyorum. Karadenizli değilim ama, uzayın bir kesitinden olduğumu sezinliyorum. Benim çağdaşlarım, bulmak için hep koşarlarken, yavaş adımlarla, mümkün olduğunca yavaş adımlarla, yürüyorum. Onlardan daha çok şeyler görür, daha çok şey duyar, duyumsarım. Dahası, onlardan göreceli anlamda daha çok yaşarım. Sözü bağlarken, bir Karadenizli hanımın son verelerini de yazacağım. Yolum Mengen'e düşünce, yolumun ilk etabında sen, bir sevdiğim, saydığım kişi vardı. İçimden seni anmak geldi, aradım. Aman efendim, bu sevgi ahhh.. Bir bülbül şakıdı, şakıdı, mantık parabolumu allak bullak etti. Sevgi yağmuru seller gibi, üzerime üzerime ! Sevgiden bir ömür yoksun kalmış birisi olarak, sırılsıklam ıslandım. Bir de otogara gelmeyi, basite indirgemez mi! Dünyalar tatlısı bir hanımefendiden, bu içten gönüllüğü duyunca, sevgi yağmurundan kaçayım derken, nice nice yalanların şemsiyesine sığındım. Bu besleyici nem bana, yollar boyu yetmişti. Bolu Öğretmen Evi ve Otelcilik Okulu'ndaki bahçe ve hizmetler güzelliğini de görünce, içimden, paylaşmak, bir kıymet bilenle paylaşmak, geldi. Ödüllendirmek ve ödüllenmek istedim. Telefon ettim. Siz de havaya baktınız, aniden gelen çağrıya baktınız, münasip bir de yalan buldunuz. Gelmediniz. İmgeler sıcaklığını yitirdi. O akşam dönüşe geçtim. E. Aydın, 22Eylül1996 SİVRİSİNEK VE YAZARLAR, ÇİZERLER. Akşamdan sabaha, gazeteler ülke çaplı ve dünya genelinde haberlerle dolar taşar. Eğrisi, doğrusu, taraflısı, tarafsızı. Göz nuru alın teri. Görünüşte kurulu düzen, hep duyarsız, bildiğini okumaya devam eder. Acaba bu kadar emekle, incelemelerle, yazmanın anlamı ne ola.! Yetke sahipleri acaba uyanırlar, yanlıştan dönerler mi? Sivri sinek kan emer, bazı kalın, bazı ince kemanıyla, bütün gece kulağımda öter durur. Kan emecekse, uyuyanın kulağında bütün gece ötmesi neye? Sivri sinek, kandaki demire ancak uyanıkken ulaşabilir. E. Aydın HAYVANLAR AKILLI MI? (Editörün notu: Bu köpek, sahibini şehirlerarası karayolunda kaybeden yaşlı bir teriyer'dir. Oturduğum apartman komşum yolda başıboş bulduğu bu köpeği apartmana getirmişti. Babama alışmıştı. Aydın sanat evine sık sık babamın ziyaretine giderdi. Fotoğrafı kitabın sonundadır.) Bir köpek tanıdım, adı Zeytin. Adını biliyor, çağırınca anlıyor, ancak çağıran kişinin kimliğine göre, yakınlığına göre tavır alıyor. Tanımadığı bir yakınlığa ilgisiz kalıyor. Bazen de sert tepki veriyor. Çocukları seviyor, kendisine sataşma varsa yine karşılık veriyor. Sataşmaya tepki büyükler içinde geçerlidir. Tanışıklığı hemen olmuyor. Rengi siyah ve bol tüylü, asabi mizaçlı değil, çevreyle ilgisi tamamen kendine özgü. Genelde yerlerde bir şeyler koklar, bulduğu her şeyi yemez, sadece ilgilenir. Sakindir, uzun süre rahat bir yerde uyumayı sever, açlık bile onun bu durumunu değiştirmez. Verilirse yer, beğeneceği bir şey olmazsa yine yemez. Hiç bir zaman sofrayı taciz etmez, kendine verilinceye kadar uyuyarak bekler. Sevilmeyi, okşanmayı istiyor. Okşandığı zaman kahverengi gözleriyle sanki, oda sizi okşuyor veya mutluluğunu anlatmak için aşırıya kaçmayan, rahatsız etmeyen serzenişlerde bulunuyor. İnsan kadar, (bazen onu da geçen) bir inceliği var. Gençliğinde iyi bir ailenin içinde çok iyi eğitilmiş. Hiç bir zaman, bir köpek olduğunu unutmaz, alıngandır, onurludur, istenmediği zamanlarda hemen ortalığı terk eder, geri dönmekte ısrar edip, ağlayıp, sızlanmaz. Daima ikinci, üçüncü seçenek bulma yetisi vardır. İnsan tiplerinden, zararlı, tehlikeyi ayırır, çöp toplayanlara, dilencilere, boyacılara karşı hep tetiktedir. Kılığı, kıyafeti uygunsuz olanlara tavır kor. Sahibince istenmeyen hareketleri zamanında terk eder ve bir daha unutmaz. Köpek olarak bir takım görevler üstlenmek ister, verilmezse kendince önemli olan davranışları yapar. Uzaktan gelen köpek seslerine yanıt verir, gerekirse gidip bir şeyler yapmaya davranır ama saldırgan, kavgacı değildir. Sulh sever, ne yapar ne eder uzlaşır. Zaman zaman kendinden güçlü köpek guruplarıyla raslaşırsa, onların sığamayacağı bir boşluk seçer, bekler. Genelde kısa bir süre sonra nasıl olduğunu bilmem anlaşır, koklaşırlar. Şayet uzaktan bir kavga başlatılmışsa, gurubun içinde öncü olanı bekler, gözü de kestiyse acı bir hamle yaparak yıldırır, homurdanarak yoluna devam eder. Eşliğinde gittiği, ki saydığı kişi, her hangi bir saldırıya uğrarsa; canla başla, önce yıldırma caydırma savaşına girer; zor durumu önler. Çişini sınırsız kontrol eder, hiç bir şekilde bulunduğu çevreyi kirletmez. Gezinen tanıdıkla beraber olmakta bir güvence bulur ama ara komutları dinlemez, gel denilince gelmez, eskiden bunu da bildiği gerçek. Bir kaç kere önemli trafik kazası geçirmesi, derin yaralar almasına karşın; otomobilin araç olduğunu, onu bir insanın kullandığını bilir ve şoförlerin vicdanına sığınır. Hasta köpeklerle koklaşmaz, yaklaşmaz. Kaniş tipinde ama ondan büyük, görüntüsü ilginç ve yalındır. Hırsız değildir, bir şeyi bir yerden katiyen aşırmaz. Çok acıktığında kuyruğunu sallayarak, sokularak halini ima eder. Sonuç; Çevreye, insanlardan daha çok uyumlu ve durum değerlendirmesi, onlardan gerçekcidir... E. Aydın, 5mayıs1998 HAYVAN KARDEŞİMİZLE BİR SÖYLEŞİ Nereden bakılırsa bakılsın, sizleri taktir etmemek elde değil. Sizler yaşayabileceğiniz şartlar altında dünyaya gelirsiniz, doğa kurallarını çok iyi bilirsiniz, ona uyum sağlarsınız, uyumu sağlayamayanlar ölümü yeğlerler. Kendi çokluğunuz içinde, yerinizi bilirsiniz, gereğine göre davranırsınız, gereksiniminiz kadar yersiniz, yarın, daha ileri günler için kaygı çekmezsiniz. Yaşam çizginizde prensipleriniz vardır. Hemcinslerinize karşı sonsuz nobran değilsiniz, diğer cins canlılara karşı belli bir sınırda saygılısınız. Aşklarınızda doğallık geçerli, sevişmeyi de kavga kadar bilirsiniz. Birbirlerinizi aldatmaz, yapay tuzaklar kurmazsınız. Cinsinize özgü karekter yapınızı içinde bulunduğunuz her şarta göre değiştirmezsiniz. Öldürmek için, silah icat etmez, üstün ve sömürgen olmak için kanunlar koymazsınız, seçim yasalarınız basit çıkar oyunlarıyla zedelenmemiş, siyaset sizin çokluğunuzu kemirmiyor. Bir de bizlere kendisini insan sayan, insanlığa soyunan bizlere bakınız nelerle uğraşıyoruz. Artık bir ananın doğurmak için belli bir süre beklemesi gereğini unuttuk. Artık yumurtalar tavuğa varamıyor, kısa devrede piliç ve yemeklik oluyor. Tarlalarımızın özü tükendi, dinlenmeden doğurmaktan, tohumlarımız da soysuzlaştı sık yenilenmekten. İlaçlardan, gübrelerden yiyeceklerimizin özü kaçtı. Dahası zararlı oldular. Çiçekler özgürce açıp, görkemle dölleniyorlar her şey yapay, artık hanımlar bile doğurmaktan kurtulmak üzere. Babalar, babalıklar, analar, analıklar artık tarihe karışmak üzereler, soy ağacı bir fantazi olmak üzere. Atomlar ve hücreler oyuncağımız oldu, yapının özüne kurt gibi daldık, kemirgenler gibi kemiriyoruz. Yalın doğayı karmakarışık ettik, soyları soysuz ettik. Yer yuvarlağını, gök kubbeyi kirletebildiğimizce kirletiyoruz, temizlemeye gelince hiç de acelemiz yok diyoruz. Bu gidişle sizlere bile soluk alacak bir hava, temiz bir yiyecek, arı bir su bile bırakmadan kendi darağaçları mızı hazırlamakla uğraşıyoruz. O küçük insancık aklımızla, doğanın bitmek üzere olduğunu sezinledik. Şimdileri galaksilerde rahatça kirletebileceğimiz yerler keşfetmeye var gücümüzle çalışıyoruz. E. Aydın, Mavi Çizgi Dergisi, Ocak1992 ÖRÜMCEĞİN ÖYKÜSÜ ÜZERİNE BİR MİT. ARAKNA. Ror bölgesinde Lidya'da çok güzel, becerikli bir kız yaşardı. El işlerinde gergef ve iğne işlerinde O'ndan üstünü hiç yoktu. Yeteneği ile övünmesine övünürdü de. Bir gün güzeller güzeli ölümsüz tanrıça Atenadan daha becerikli olduğunu söyler. Bunu duyan Atena göksel hızla Lidya'ya gelir. Bir yaşlı kadın kılığında Arakna'nın evine konuk olur. Sohbet sohbeti açar. Yaptığı el işlerini ortaya döker. Atena, çok çok güzel işler ve kızın cazibesi karşısında şaşırır. O'nu örümcek kılığına sokar. O gün bu gündür, örümcek utanautana gözlerden uzak yerlerde örgüsünü örer ve yaşar. O, bizim Arakna'dır. (Lydia.Tanrıça Athena) E. Aydın, 26Temmuz1999 İNSAN VE ÖRÜMCEK İnsan ve örümcek arasında, çok enteresan bir bağ vardır. Örümcek gerebildiği ağ nisbetinde emin ve geniş bir av ve yaşam alanına ulaşır. Tabiidir ki, bu iş sadece maddeseldir. Ancak insan, yaşadığının bilincine varmak için ise gönül iplerini gerer. Kurduğu kominikasyon oranında, ruhen dinç ve dinamik, güncel olabiliyor. Hatta çağdaşlık bile bu ölçülerden soyutlanamaz. Yazıyorsunuz, yazıyorlar. Yazıştıkça, pınarlarda olduğu gibi, önce belirsiz, bulanık sonraları durula durula tertemiz bir doğa kazanıyor. Demek ki akmak, devinmek, devindirmek, bir yerlerde bir şeyleri arındırıyor.!. Ola ki, kişi pınar niteliğinde yaratılmış olsun. Aktivitesi, dolup boşalma özelliği yoksa, teneke tangırtısı gibi monoton, bir süre sonrada çekilmez olur. Böyleleri de çevremizde az değil.!. Bugünde platform sözcüğünü taktım aklıma. Aradım, karşılığı; sahanlık, tahta, boş balkon altı imiş. Acaba Evren, Özal dün bu kelimeyi ve caydırıcı sözcüğünü ne anlamda kullandılar? İran'ın, tahtaboş'u, sahanlığı, merdiven altı neresi?. Orduyu silahlandırıyorsunuz. Bu olası bir savaş içindir. Karşı tarafta bunu ve daha fazlasını yapacaktır. İkisi de güçlü oldukları kanısına varınca, savaş kaçınılmaz olacak. Amaç savaş değil midir? Ava çıkıyorsunuz, silahınız, cephaneniz sırtınızda, "gezintideyim" diyorsunuz?.. Sorulmaz mı, bu silah, bu cephane, gezinen kişinin sırtında ne arıyor diye?.. E. Aydın KARINCA Karıncalarda iletişim, koku alma, iz sürme, engel aşma, haberleşme, bireysel işlerde sorumluluk, mühendislik, amölajman hizmetleri. Sevmedikleri kokular. İmece. Yaptığım deneyler: Üç ayrı yuvada, üç ayrı büyüklükte karıncaların farklı davranışları. (a) Yuva: Küçük karıncalarkalede, bir kaya platosu üzerinde, kimileri yuvadan dışarıya yiyecek artıkları taşıyor, kimileri yuvaya yiyecek getiriyor, kimileri koşa koşa sağda solda dolaşıyorlar, gidip telaşlı telaşlı birbirleriyle de karşılaşarak, koklaşarak hemen ayrılıyorlar. Kayanın üzerine kendime bir oturacak yer seçtim. Ama önemsemediler, benim de üzerimde dolaşmaya başladılar. Sigaramın izmaritiyle taşı üzerine beni içine alan bir çizgi çizdim. Oraya kadar gelip geri geri dönmeye başladılar. Bir Antep fıstığını açtım, ortalığa bıraktım. İlgisiz gezinen bir karınca önce yanından ilgisizce geçti, sonra yine geldi tadına kokusuna baktı, yine gitti, bir başkası, her halde görevli idi, zorlukla bir parça kopardı götürdü. Kısa bir sonra paça görünmez oldu ve yavaş yavaş yürütülmeye başladı ve tepeler, hendekler aşarak kayboldular. E. Aydın MUT'TA MUT'UN KAYSISI Bir yıl fazla, bir yıl kıt Önce erik, sonra dut Hak vergisi, bin bir tat Mut'ta Mut'un kaysısı. Yeşil yaprak alıdır Ayva nardan suludur Tadı şifa doludur Mut'ta Mut'un Kaysısı. Ne Malatya ne Iğdır Hem beyaz, hem de aldır Bir sarışın hoş yardır Mut'ta Mut'un kaysısı (Yazan : Dede Papur - Pide Fırını Ustası Mut - İçel) Dün Mut'tan sizin yolladığınız iki koli kayısı geldi; açınca kayısıların üzeri karıncalarla örtülüydü. Yeni bir kaba aktarmaya başladık. Belliydi ki, karıncalar da Mut'tan geliyorlardı. Sağa sola dağılmaya, sığınacak bir yerler aramaya kalkmadılar, özellikle de kayısıdan uzaklaşmak istemiyorlar. Bize duyargalarıyla, sanki tanışıklık işareti nanik yapıyorlardı. Her ne olursa olsun onları uzaklaştırmam gerekiyordu. Süpürgeyle kapı dışına kadar götürdüm. Dışarıda da karıncalar vardı. Daha önce tanışmış, savaşmıştık. İki ayrı koloni karşı karşıya gelince, neler olacağını ilgiyle izlemeye başladım. Bir tür savaş bekliyorum. Kısa bir süre, kendi dillerince konuştular. Bizimkiler, geri dönmek için hızla kapıya yöneldiler, arkasından Adanalı karıncalar da sevinç çığlıkları atarak, teklifsizce kutulara yöneldiler. Bu öteden beri çok sevdiğim; yaşam biçimlerini de okuduğum, yaşam biçimlerini iyi bildiğim savaşlarını, yem toplamadaki becerilerini, işbirliği, imecelerini, mühendisliklerini, inşaat ustalıklarını, ara sıra yan gelip yatmak, sarhoş olmak için termit adlı bir böceği beslediklerini, onu ilkbaharda filizlere taşıdıklarını . Uzun uzun, kafamda bir şerit gibi geçirdim, ama ortada bir gerçek vardı, ben bu hemşehrileri barındıramazdım. Hele hele arkalarında bir ordu konukla gelince. Üzele üzüle üzerlerine D.T.T. boca ettim, süpürdüm. Her kayısı yiyişte, konuklara kayısı ikram edişte, ben hemşehrileri anımsıyor, kayısının tadını eksikli buluyordum. Paylaşmanın tadını gereğince alamıyordum. Sabahın loşluğunda yollara düşen, en az üç kilometre mesafede ağaçlara tırmanan, dal dal gezip, tane tane toplayarak koli dolduran, köyüne on üç kilometre mesafedeki Mut'a getiren, otobüse yüklüce taşıma parası da ödeyen; İbrahim'lere, Kerime'lere, Ayşe'lere, Zafer'lere, Seçkin'ler'e, onlara gün boyu hizmet veren Deli Kara Eşeğe, yorgun motorsiklete borcumuz, şükran istencemiz, söylemekle, yazmakla ödeşilir mi? Kayısı bizleri çok çok memnun etti. Ama emek verenlere, hele hele, üzüle üzüle ölümüne neden olduğum hemşehrilerim karıncalara ne demeli! Yarab, bir lokma için ne emekler gidiyor!. İşlerinizde başarılar diler, herşeyin gönlünüzce olmasını, sağlık içinde olmanızı yakarırız. Ethem Hidayet, 5Haziran1999 MUT'UN DİŞDAŞ KÖYÜNDE HİNDİ YETİŞTİRME Bu köy yayladır, sulak, çayırlı, engebelidir. Burada oturanlar görenekleri hindi ve tavuk beslerler, her evin kümesi vardır. Havluları vardır ama kenarları tavuklara karşı korumalıdır. Mevsimlik ve günlük sebze gereksinimlerini düşünmüşlerdir. Hindiler tembel hayvanlardır, ama akıllarına diyecek yok. Üç beş yumurtayı yan yana görseler, hemen gurk olasıları gelir ve yumurtanın üzerine inatla otururlar. Bunun farkına varan köylüler, her gün yumurtaları toplarlar, imece suretiyle bir gurk hindinin altına on beş yumurta yerleştirirler. Gurk sayısı başlangıçlarda on hindiyle idare edilir. 150 Civcivle bizimkisi yaylıma çıkar ama sakin ve düşüncelidir. Zaman zaman, yüksekçe bir tümseğin üzerine çıkar, sürüyü seyreder, aklı yetmemiştir ama, Allah için görevini de iyi yapar. Bir hafta sonra, büyümeye başlayan palazlar sürüden ayrılarak bir çocuğun gözetiminde yaylıma çıkarılır. Hindiye pekmezbiber karışımı zorla bir şurup içirirler, ayaklarından güçlü biri tutarak havada hızla döndermeye başlar, bir kaç tur sonra, daha önce hazırlanmış onbeş yumurtanın üzerinde otururken sarhoşluğu geçer, ama hayvancık geçmişi unutmuştur. İyi yolculuklar Selami...!!! 22 Gün daha yatar. İki veya üç turdan sonra, üvey ana olarak yaylıma çıkar, beslenmesi gerek, ya yumurtlamaya oturacak, ya da pazara hazır olacaktır. E. Aydın, 30Mayıs1996 RAHŞAN TEYZEM ve ÖZAL AMCAM ELİYLE ANNE BABAMA Anneciğim, sevimli mi sevimli bir amca, kafesimizin önüne geldi, sessizce olanları izledik, görücüye çıkmıştık besbelli. Bir dizi konuşmadan sonra biz beğenildik, bir eve getirildik. Görünüşe göre, aile bireyleri bizi beğenmişti. İki gün sonra, kafesimizin kapağı açıldı, dışarı çıkmamız istendi, ben çıktım, yanımdaki arkadaş çok beceriksiz bir şey. Yiyemiyor, uçamıyor, korkağın teki. Onu da zorla çıkardılar, uçma denemeleri yapıyoruz, kafesten çıkıyoruz ama, geri dönmek bir mesele. Ben, zor da olsa yapabiliyorum ama bizim erkek bozuntusu, alanı tutturamıyor, ya pas geçiyor ya da alanı tutturamayıp düşüyor. Evdekiler bizim civciv olduğumuzu unuttular galiba. Bizi muhabbet kuşu sanıyorlar. Hepsi de bizden mutlu. Daha yakından sevmek istiyorlar. Halbuki sen, bize böyle bir şey öğretmemiştin. Yaklaştık, ellerine aldılar, okşadılar, önce korkmuştuk ama, olanları biz de sevmeye başladık, çok samimi olmuştuk. Bir gün, bir yabancı da geldi, o da birimizi yakalamak istedi. Benim kuyruğumun en güzeli ve henüz tek olanı, onun elinde kaldı. Şimdi bir tavuk civcivine döndüm, uçuyorum ama yön değiştiremiyorum. Anneciğim, bizim durumumuz ne olacak acaba, kuyruğum çıkacak mı? Amcayla, abla büyük doktormuş ama, ben onlara bunu soramıyorum, dilimi anlamıyorlar, su istediğimizde yem veriyorlar, bol bol yeşillik ikram ediliyor, yiyoruz seviniyorlar, zararı olur mu acaba? Ara sıra, yakında bir ressamda, bizim akrabalar yaşıyormuş, onlardan duyduk. Rahatları da iyi imiş. Keşke bizi de alsalar oraya, burada işler ters gibi geliyor bana. Bize aynı adresle acele bir yanıt ulaştır. Öperiz. Kuyruksuz Civciv E. Aydın. KARIŞIK VE AYDINLIK BİR RÜYA Sokrates'i okuduğum bir gecede, O bana geldi. Boşlukta seçilebilen görüntünün dışında dalgalanan bir lekeydi fuluğ. Sonra seçikleşti, yaklaştı, anlamsız ve derin boşluğa bakıyordu. Göz göze geldik. Belirsiz ve çağırgan bir gülücük geçti, heyecanımı cesarete dönüştürdü. Yaklaştım selam verdim yerlere kadar eğilerek. Bir baş işaretiyle karşılık verdi. Sizin tanrı Zeüs'le konuşmanızı okudum, çok etkileyici buldum dedim. Ben hiç yazıt bırakmadım, bütün zamanlarda insanlar, ürettikleri tezleri bana dayandırarak beni büyüttüler. Tanrıyı da öyle bulmadık mı? Ben, filozof Eflatun'un ürettiği bir kişiliğim, devlet teorilerini yazarken sık sık beni devreye sokması inandırıcı olmak istencesinden kaynaklanır. Yani siz siz değil misiniz, Zeüs'le konuşmadınız, ona "şans, kader ne demektir, bunun dağıtımını en büyük tanrı olan sen yapmıyor musun?" demediniz mi? Hayır onun ayrı bir tanrısı, ilgisi var. Öyleyse "sizin büyüklüğünüz nerede kaldı?" deyince Zeüs size kızmadı mı? sonra sizi kovmadı mı?.. Çağlar boyu beni eflatun kullandı, şimdileri kullanıldığım gibi. Kendisi güçlü bir sofistti, benimle büyüdü, yani ben doğdu dedi. Fuluğlaştı, yüzü güzelleşti, saçları bukle bukle, Boticelli ve Venüs oldu, dalgalandı, Leonardo, Monaliza olurken asimetrik bıyıklarıyla zamana kaydı. Meriç oldu, Tütüner oldu, Akbulut oldu. Eyvah görüntü yitiyor derken Anamur oldu, durakladı. Filmin, termodinamiğin ikinci yasası gereği geriye kaymakta olduğunu gördüm, uyandım sizleri gördüm. E. Aydın BAŞLIKSIZ Hep merak ederim, rüyalar olmasaydı, şu zavallı bizler, hem dünde, hem günde, hem de yarınlarda yaşama duyumsamasının görkemini yaşayabilir miydik?! Bellidir ki, rüyalar da, dayanıklı olmasa bile verelerden hareket ederler. Eğer aklımız, eteğimize doğru boy veriyorsa, huri melekler görür, bastırılmış bin bir hoşluğu gerçekte yaşarız. Mal mülk konusu da öyle, İspanya'da şatolarımız olur. İnsanlığa, gelecek kuşaklara dönük bilgi istencemiz varsa, varsıl da değilsek, geceler ne güzeldir, ay, yıldızlar, kaos uzaklıklarını yitirirler, yahut da biz onlara kadar büyürüz. Eşkere bir dost, geçmiş güzel günlerden bahsederken, Müderris Oğul Kitaplığı'ndan kitap okuduğundan dem vurmuşsa ve siz de böyle bir şeyi zaman zaman kurmuşsanız kafanızda, olmayan, olmayacak olasılıklar çocuksu bir çizgide sarar da sarar! İşte tam da böyle bir rüyanın fuluğ derinliklerinde kolan vurup, zevkler içinde uçar ve nihayet tatlı bir iç rahatlığıyla uyanınca, gerçeklerle burun buruna gelince, hayalleri geri getirmek için tekrar umarsız çabalar vermeye başlar, elinizde bulunan basit olanaklarla, uzun ve zor günlerde ve gecelerde size beşiklik etmiş kendi coğrafyanızda, doğduğunuz yerde, bir karış toprağınızla, Ata nal çakılmış, kurbağa ayağını uzatmış örneği, yekinirsiniz umutlara. Umutlar ki, sizlerden dağlar kadar yüksek. Ama olsun, hayal yiğidin katığı, ye Hamit ye.... Yine de kitaplık, on on beş öğrenci barındıran yurt kurulur. Vakfın başına, araştırmayı seven, alçak gönüllü, özveri sahibi, kitap kurdu birilerini düşünür. Kendine açarsınız, beklenti gocamaz. Yıllar sonra bir daha agşıtırsınız, yarı sitem yarı ciddi tekrar yazarsınız. Artık o yörenin ekşilerine, geçmişin bıraktıklarının peşine düşmüş, Karacaoğlan'ın şiirlerinin namusunu nasıl koruruz düşüncesinde, özneyi yitirmiş, kalıcı sandığım bir öneriyi düşünmeye zaman bulamaz. İşte bu çizgide, işte yüksek duyguları, yol yöntem değil, yolsuzluk öldürür. Rüya ve hayal ürünü burada biter. Havaya bakıyorum, yağış yok ama puslu, ilerisi gözükmüyor. Cumhuriyet gibi, devlet gibi, partiler gibi, gelecek gibi..... Ama Ethem Aydın olarak seni sevmekle ışıklı, ısılı ve yazma gücündeyim. Daha şimdiden taa uzaklarda bir dostun beni okuduğunu umarak, rahat, yeni rüyalara dalacağım. Seni, yeni yıl için öper, sağlıklı günler dilerim. E. Aydın KELEBEĞİN RÜYASI Gerçek olsa, siyaset krizalit dönemini bitirse. 1923 kuruluş 1924 eğitim birliği 1927 yeni yazı 1940 Köy enstitülerinin kuruluşu 73 yıl okuduğumuz yetsin artık!! Kozamızı delip, mavilere özgürce kanat açsak Benek benek kanatlarımızla Onuncu yıl marşını,hep bir ağızdan tekrar söylesek Çoşkuyla gülsek ağlasak ÇIKTIK AÇIK ALINLA, O YILDA HER SAVAŞTAN ON YILDA ONBEŞ MİLYON GENÇ YARATIK HER YAŞTAN BAŞTA BÜTÜN DÜNYANIN SAYDIĞI BAŞKOMUTAN DEMİR ĞLARLA ÖRDÜK ANAYURDU DÖRT BAŞTAN TÜRKÜZ, CUMHURİYETİN GÖKSÜMÜZ TUNÇ SİPERİ TÜRKE DURMAK YARAŞMAZ, TÜRK ÖNDE TÜRK İLERİ BİR HIZLA KÖTÜLÜĞÜ GERİLİĞİ BOĞARIZ KARANLIĞIN ÜSTÜNE GÜNEŞ GİBİ DOĞARIZ TÜRKÜZ, BÜTÜN BAŞLARDAN ÜSTÜN OLAN BAŞLARIZ TARİHTEN ÖNCE VARDIK, TARİHTEN SONRA VARIZ. ÇİZEREK KANIMIZLA ÖZ YURDUN HARİTASINI DİNDİRDİK MEMLEKETİN YILLAR SÜREN YASINI BÜTÜNLEDİK HER YÖNDEN İSTİKLAL KAVGASINI BÜTÜN DÜNYA ÖĞRENDİ TÜRKLÜĞÜ SAYMASINI ÖRNEKTİR MİLLETLERE AÇTIĞIMIZ YENİ İZ İMTİYAZSIZ SIZ SINIFSIZ KAYNAŞMIŞ BİR ÜLKEYİZ UYDUK,GÖRÜŞTE,BİLGİYE GİDİŞTE ÜLKÜYE BİZ TERSİNE DÖNSE DÜNYA YOLUMUZDAN DÖNMEYiZ Kelebeğin rüyası...... E. Aydın, 25Nisan1996 BENDEN SİZE Bir rüya gördüm, hayırdır inşallah. Evet evet, yanlış değil bir rüya görülen. Rüya gördüm diyen kim biliyor musunuz? Ethem Aydın. Demek ki oda şu yıllar boyu renkli bir rüyaya hasret gitmiş. Bu mektubu teşekkür babından ele almıştım, görüyorsun ne kadar derinden taramaya başladım. Ne yaparsın, içimden doğruyu söylemek geçti. Doğruların bu denli tehlikeli çevre kirliliği yaptığı bir ortamda, zavallı insancıklar yaşamın özünde olan ama toplumların hep zorladıkları, öz bene inmek suçunu işledik. İnsan sevgisi olmasa yaşamın ne tadı kalırdı? Geveleyip duruyorum görüyorsun, nedeni ise bizler sevmeye, sevilmeye hasretiz. Yoklukta çokluk bir garip geliyor. Mutluluğu uzakta anlatırlar isteyince, özden isteyince ondan yakın ne var acaba.! Çevrenin kem bakışlarına karşın katılaşmış tabulara karşın, hakim çizgileri yıpratmadan balonlu hoş bir zaman geçirdim. Bunu sana senin orada olmana, inceliğine ve özverine borçluyum. Binlerce teşekkürler. Bu kadar içten sevgiyle dolu mektuplar yazarken, düşünmeden edemiyorum. Acaba bu mektubu üçüncü göz okusa durumu nasıl değerlendirirdi? Görüyorsun ben ve biz demeden ne kadar korkuluyor. Zaman büyüyor, günler oluyor, otobüs yürüyor, aralık büyüyor, kilometreler oluyor ve sen büyüyor büyüyor sevgi oluyor, özlem oluyorsun, artık seni içimde duyuyorum. E. Aydın, 9Ekim1990 BİR YAKIN RÜYA Galiba Mersin'de kardeşim Kemal'in evindeyiz. Bol ışık var, yüzler seçik ve gülücüklü. Ben salonda şimdiki gardrobun yerinde pencereye yakın iki veya üçüncü sandalyede oturuyorum, yanımda Kemal'le konuşuyoruz, bir başka akraba da olabilir. Kapı yanında bir sandalye sıkışması olduğunu kardeşimin işaretiyle anladım. Baktım Doğan Atlay'ın başını saçından tanıdım. İlgilenmek için kımıldadım. Kendisiyle galiba konuşamadan mekan değişti. Bir takım ilgilenmem gereken kişiler oluştu. Çok kalabalık olduğundan oturacak yer bulunup bulunamayacağı tedirginliği içindeyken, görüntüde kopukluk oldu. Bir loş odada bir arkadaşla veya daha önceden tanıdığım bir erkekle beraberiz. O bir şey arıyor, ya sigara ya da ona benzer bir şey. Bir gardrobu açıyor, araştırıyor, gizli bölümlere başlıyor. Gizlilik akorduyon gibi körüklü bölümler içinde dokundukça yeni şekiller alıyor. İşte o sırada loşluğun içine kapıdan daha önce tanıdığım bir hanım giriyor. Galiba evin o bölümüyle ilgili, ben karşıda pencereye yakın kapıyı gören pozisyondayım ama diğer kişi göremiyor, bakışma, gülüşme dekor değişiyor. Biz dış mekandayız, yokuşu olan bir yol, bir kalabalık ve Hüseyin Gezer'le görüşüyoruz, esinleşiyoruz. Bana gelmesini söylüyorum, galiba Akademi gibi bir yere gideceğini, ama muhhakkak geleceğini söylüyor. Ayrılırken, eğer istersen gel ama eğer işlerin yoğun olursa gelmeyebilirsin diyorum. Ben bir yerlerde takılıyorum, beklenti yerinden uzak, kalabalıklarlayım. İçimde verilen randevular nedeniyle bir sıkıntı, ama koşulumu hatırlıyorum, rahatlıyorum. Hayırdır inşallah. E. Aydın, 21Ekim1994 BİR İLKBAHAR RÜYASI (31MART1999 akşam ve gecesi geçer). Ben balköseyi, içten/aşk/kertesinde sevdim, severim de... Bilirim ki sevgi kolay oluşmaz. Dolu dolu yürek ister. Sıcağı soğukla denkleştiren, olumsuzu olumluya taşıyan.!! (*) Ali Aydın akrabamdır. Babası Necmi bey, benim yiğenim Nihal'in beyi Feyyaz'ın kardeşidir. İnsanlar değer verdikleri kişilere karşı, duyarlı olurlar. Bu yazı onun için yazıldı. Görüldü ki; Ben sizden daha çağdaş, özgür, art niyetsiz olabiliyor ve sizlere duygu ve yerine gelememiş beklentilerimi yazıyorum. Yani sizi hala sevebiliyor, dostluğunuza gereksinim duyduğumu kanıtlamaya çaba veriyorum. Olaylar gerçekte en ağır bir Nisan şakasıydı... diyorum. Sizleri seviyorum, sevginin bedeli olmalı..! Sayenizde çok görkemli, hayat dolu bir bahar rüyası gördüm. Ama rüya kelebeğin mi, benim mi belirsiz. Öperim. E. Aydın, 31Mart1999 DEYİNTİ Oturdum, düşünüyorum. Neyi düşünüyorum?, hayret kendimi kuşatılmış hissediyorum! Nerede, nasıl? kanıt yok! Geçmişe gidiyorum, fuluğ! Güne bakıyorum, ele gelir bir şey yok! Yarınlara sığınmak istiyorum, tutunacak dal bulamıyorum! İnsan dünde, günde, yarında olabilir mi? O da anlamsız! Öyleyse nerdeyim, neyi istiyorum? Yanıt yok! Düşünmekten vazgeç diyorum, beynimde kıpırtı var! Oku diyorum, tümceler, maskaralık edip yer değiştiriyor. Okuduğumu anlayamıyorum! kalkıp göbek atmak istiyorum, ses ve oylum bozuk! bir şeyler atıştır diyorum, neyi atıştıracağımı bir türlü bilemiyorum! Kendimi ekmek yerine mendili kemirirken yakalıyor, gülüyorum! Yürüyüşe çıkıyorum, yol yetmiyor! Kafamda bir bozuk şerit! Telefon çalıyor, tavana yapışıyorum, açıncaya kadar kapanıyor! Çalmıyor ona da, aramayana da bozuluyorum! Yoksa ben bozulmuş muyum diye telaşla ayağa kalkıyor, edavatlarımı dinliyorum, hayır her şey yerli yerinde, tıkırtıkır, hem de domuz gibi çalışıyor! Kırk birinci sigarayı yakıyorum, yakmak istiyorum, son kibrit yanıyor, başından kopup pantolonumu yakıyor! Fırttırmamak için otobüsle yolculuğa çıkıyorum, elimde bir börek, bir meyve kutusu, naylon çöpü düşmüş, ağzını açmaya çalışırken, gömleğime bir damla, doğrulurken bir büyük damla da pantolona! Tepem atıyor, hepsini üstüme boca ediyorum, bir otobüs dolusu seyircisi önünde! Sakinleşiyor, bu olanlar sanki bana olmamış gibi cama yaslanıyorum, kırları seyrediyorum! Aa Aa ne göreyim uyumuşum, rüyamda sen! Öyle bir rahatladım ki, öyle bir rahatladım ki! Dostlar buna bağımlılık diyorlar! Bunun neresi bağımlılık Allah aşkına siz söyleyiniz.! E. Aydın ASLAN YÜREKLİ YİĞİT DOST Sevmek, sevmek, sevmek, sevilmek; zor zenaattır. Yürek ister, bıkmayan emek ister, savaşım, tek seçenek, doğru seçenek. Pınarların kaynağına ulaşmak için, akıntıya karşı yüzmeyi göze almak gerek... Adamın biri, bir rüya görmüş; Bir bilge kişiye danışmaya gitmiş. "Rüyamda, renkli bir kelebektim, ılıman mavi bir gök yüzünde yumşak dönüşlerle uyumlu, oylumlu, yeşil bayırların, binbir çiçeklerin üzerinde, giz dolu kokuların termiğinde, alçalıp yükseliyordum, sanki hiç ağırlığım yoktu" der..!!!!!!! Bilge: Bu senin rüyan mıydı, kelebeğin rüyası mıydı????!!!! Biz öğretmenler, hep kelebeğin rüyasını gördük, boşluklarda, boşluğa sanısıyla uçtuk. Mutluyduk... Sizlerse, kendi rüyanızla mutlusunuz. Görülen, bürüncekli bir rüyadır, yaşamın kendisi gibi sanal, kendisi gibi paradokslarla dolu bir rüya.. Varlık, sıradandır. Her doğan bir varlıktır. Varlık "özün" dışında bir saksıdır. Öz kol atıp, dallanıp mavilere tırmandıkça kişilik, insana doğru yol aldıkça; Gazanferane savaştıkça; Öz büyür, insanlık büyür, biz büyürüz Size yapmakta olduğunuz; "insanlık için değerli edimleri" yaptıran sevgidir, İnsanlığın vazgeçilmezi, yapıştırıcısı, zayıf çekim gücü, <>'dir. Yaşamı dürüstçe algılayabilen, edime çeviren sizlerle öğünmek, ana babalardan, çapı ne olursa olsun, öğretmenlerin, vatanın ve insanlığın hakkıdır diye düşünüyorum. Güzellik daima ayrıntıda, kıvrımların arasındadır, görenlere, duyanlara binlerce şükran...!!!!! Yine, yeni yıllarda, "İdeo"daki insana koşmayı sürdüreceğin umuduyla. E. Aydın, 22AralıkI998 SÖYLEMEDİKLERİMİ İŞİTİN LÜTFEN RESİM Bana aldanmayın! Yüzüm bir maskedir, sizi aldatmasın. Binlerce maskem var, çıkartmaya korktuğum. Ve hiç biri ben değilim...Olmadığımı göstermek ikinci doğam oldu. "kendinden emin biri" dersiniz. Sanki güllük gülüstanlık, benim için her şey... Adım güven belirtir ve oyunumun adı, ağırbaşlılıktır. İçimde ve dışımda denizler sakin, her şeyin kumandanı ben... Kimseye gereksinim duymayan ben... Fakat inanmayın bana, Lütfen!.. Her şey dışta düzgün ve cilalı, her zaman saklayan o maske!.. Altta ne güven, ne rahatlık...Altta karışıklık, korku ve yalnızlık içerisinde bocalayan, gerçek ben! Ama saklarım bu gerçeği savunuculukla.. Kimsenin bilmesini istemem.. Zayıf taraflarımı düşündükçe, titrer ve sararırım..Ya başkaları görürse iç dünyamı, gerçek beni ve yalnızlığımı!.. İşte maskelerimi onun için takarım..Onun için arkalarına saklanacak maskeler yaratırım..Onlar gösterişle kullanabileceğim, parlatılmış yüzlerim. Beni korur bakan gözlerden.. Beni olduğum gibi kabul edecek, sevecek bakışlar bulamazsam, solacak, kuruyacak gerçek ben.. Ve ben bunu biliyorum. Beni kendi maskelerimden kurtaracak, kurduğum hapishanelerden kaçıracak, diltiğim engellerden aşıracak, beni seven, beni anlayan bakışlar olacak. Bana, "sen değilsin" diyecek, "maskesizken daha bir insansın", "daha bir bendensin", "daha yakın, daha bir dostsun" diyecek bir bakışa, beni gören bir bir bakışa muhtacım.. Benim yanıma sokulman kolay olmayacaktır! Uyarırım seni dost! Uzun yıllar kendini yetersiz hissetmiş ben, sana kolayca açılamayacaktır..Bütün gücümle tutunacağım maskelerime, ne kadar sokulursan yanıma, o denli şiddetli geri iteceğim seni.. Kim olduğumu merak ediyor musun?, hiç merak etme.. Ben çevrendeki her erkek ve kadınım.. Maske takan her insanım. E. Aydın SATILIK ŞEHİR !! 14ARA1989Milliyet Gazetesi'nde, (Elli milyarı veren, Kars'ı satın alır). ???????..!!!! duyurusu, bir tükenmişlik çığlığının, dalga dalga yansımasıydı.! Ulusal kimliğimize, etiğimize, uymayan, bu satış ilanı, uykularımı bozdu....!!!!!. Şehirler de satılır mıydı? İstanbul, İzmir, Ankara, Mersin satılır mıydı? Satılırsa, parasal değeri, ne olmalıydı!. Belleğimdeki durağan vereler, sorunu çözmeme yetmedi. HayırKars satılamazdı! 1944 Öğretmenliğe Kars'da başlamıştım. Donna'ya orada, sırılsıklam aşık olmuştum. Şehir planlı, insanları sağlıklı, oylumlu, gönülleri sevecen, düşünce ötesi saygılı, sevgi dolu. Memura, konuğa, özveriyle yaklaşan, dahası, bir öğretmeni, devlet töreniyle askere yollayan, ütopik ülkenin örneğiydi, Kars. İçimde duygular, Dolaşık yumak, sevgiler, ebemkuşağı, Yollardayım. Görülen; yürekler acısı. Kars boşalmış, Göç vurgunu.! Konutlar, semtler boyu boşalmış, ana yollarda in cin top oynuyor. 1992Kafkas Üniversitesi açılıyor. Bir avuç gönül adamının da çabasıyla; artık Kars satılmayacak 30Ekim Kars'ın kurtuluş gününde, devlet oradaydı. Anlatmakla bitmeyecek; çok görkemli bir tören yapıldı. Devletin ve sanayicilerin, koruyucu, besleyici ışığı, artık geç de olsa, Kars'a düşmüştü.... Artık Kars satılık değil...... Dadaşların çoşkulu diz vuruşları, izleyicilerin mutluluk gözyaşları, sel oldu, gönüllerden gönüllere aktı.. (ironik bir ileti) E. Aydın, 10Aralık1999 ATATÜRK PARKI KİMİN? Yerel bir televizyonda, çevredekilere muzipçe soruyordu spiker Kadir Kaçar, Atatürk Parkı kimin? onlar da aynı biçimde bir sahip arıyorlardı Atatürk Parkına. Bana sorarsanız, bu park Adanalının değil, Türkiye'nin değil, en geri kalmış ülkelerden (yabancı) birilerinin de değil. Olsa olsa uzayın kuzluğunda unutulmuş yoksul bir doğa parçası diyeceğim, ama yalın değil kullanılmışlığı var. Adanalım yeşili çok sever, korur, en sıkışık ve eski yerleşim alanlarından biri olan Tepebeğ'da, her mekanın oturduğu yerden çok yeşilliği, çiçekliği var. Yine dünyanın hiç bir yerleşim bölgesinde, bu denli bakımsız bir park alanı bilmem düşünülebilir mi? Öyleyse bu park, uzayda unutulmuş bir köşedir. Ama ben bu parkı bir güzel anılar saklambacı içinden anımsıyorum. Gölgelerimde ilk aşkların, çiçeklerle çiçeklendiği ayak izleri, unutulmaz unutulamaz. Ben bu parkı anılarımın fuluğ derinliklerinde bir yerlerden anımsıyorum. Ya bende uzayda bir gezginim, yahutta o benim rüyalarımın içinde otağ kurmuş bir hece idi. E. Aydın KADIN CEBİMDEKİ CÜZDANI ÇEKTİ Aslında hemen herkes bir yerlerden bir şeyler yürütüyor. Türkiye çalınıyor da bilincinde değiliz. Cüzdanın lafı mı olur.! Baştan anımsatmağa çalışayım. Hırsız dışarıda değil, içimizde. Ulusal radyomuz, televizyonumuz Türkçe'mizi kirletiyor. Ticarethaneler firma adlarını Fransızca, İngilizce, Almanca, Arapça, İtalyanca isimlere dönüştürdüler. Berber, kasap, terzi, attariye, marangoz, daha bir çok anlaşılır sözcükler ecnebi bürüncek giydiler. Çarşı pazara çıktığımızda dil bilmiyorsak alışveriş etmek olanaksız oldu. Para birimimiz, dolar, mark, liret, riyal oldu. Güzelim dinimiz satılık meta haline geldi. Laiklik satıldı. Şeriat gelmek üzere. Fabrikalar, işletmeler, limanlar, posta, telefon, elektrik satışta. Demiryolları sırada. Kültürümüz, etiğimiz, göreneklerimiz, namusumuz, şerefimiz parayla ölçülüyor. Doğa güzelliklerimiz, havamız, suyumuz, kafamız, gözümüz, yabancılara, yabancılaşan idarecilerimize emanet. Bankalar soyuluyor, devlet kasaları boşaltılıyor. Herkes bir ağızdan çoşkuyla bağırıyor: "HIRSIZ VAR!" diye. Eminönü'nden Sarıyer'e körüklü otobüs doldu. Yağmur ince ince yağıyor. Saatı geldi. Otobüsümüz yürüdü. İğne atsanız yere düşmez. Tek vücut gibiyiz. Önce arkalardan bir ses: "cüzdanlarınıza mukaat olun". Ortaköy'e doğru aynı ünlem bu defa önden duyuldu. Uzunca bir süre sonra, sırtımda bir kadın göksü sıcaklığı duydum. Döndüm baktım, gülüştük. Yol istiyordu. Ceketimin düğmelerini de açarak, sağa yanaşmaya çaba harcadım. Önüme geçmişti. Arkasından ikinci ve üçüncü genç hanım öne geçtiler. İlk durakta indiler. Otobüsün içi biraz ferahlamış, kendi öz bedenimizi duyumsamaya başlamıştık. Yine arkalardan bir ses: "Eyvah cüzdanım". Derken ünlem beşe çıktı. Arka cüzdan cebimin bulunduğu yerde bir serinlik, bir hafiflik hissettim. Yokladım. Ben altıncı idim. Çoğunluk, otobüste, iç arama isteminde bulundular. Kaptan: "onlar indi, paranızı koruyamıyorsanız ben ne yapayım" dedi. "İnin karakola başvurun" dedi. Kemik hastahanesi durağında indik. On beş kişiydik. Emniyet sözcüsü olan genç polis bizleri topluca dinledi. Sonra hepimizin üzerlerini titizlikle aradı. Araması bitenlerin adreslerini, kimliklerini alıkoydu, geç vakit serbes bıraktı. Abonman bileti olanlar, olmayanlara son yardım biletlerini uzattılar. Dönüş başladı. İstanbul'da yaşam hep zevkli ve heyecanlıdır. Acılıdır. Ama yine, herkes, hala "ah İstanbul" der. Kimbilir, şimdileri, yankesiciler, üçkağıtçılar, madrabazlar daha ne yenilikler bulmuşlardır sade vatandaşı soymak için.? Daha sonra memurlarımız da işini bilir oldu. Soygunun adabını öğrendiler. Sağolsun devletimiz de ekmeğe, gaza, tuza, petrola, sigaraya derken düzende yerini almakta gecikmedi. Mantık çizgisini aşan zamların modasını ülke çapında serbes bıraktı. Vatandaş, gücü ve zekası seviyesinde yolunu arıyor ve buluyor. Sade vatandaşın canı sıkkın, bezgin, Allah'a sığınıyor, O'ndan ve O'nun pişdarlarından medet ummağa başlıyor. Bütün bunlardan neden, radikal çizgi öne kayıyor, totaliter devletçilik göz kırpıyor. Kurnazca. Dünya küreselleşiyor, cebimiz bile saydamlaştı. Sözün özü: üryan geziyoruz. Ülkemi arıyorum. Galiba yitirdim. Lütfen bir bulan olursa bana da haber versin E. Aydın EVLENMEYİN BEKARLAR NAYLON KIZLAR ÇIKACAK Naylon, yapay bir dokuma maddesidir. Hemen hemen herşeyin yapayına, naylon ismi verilir, nedeni pek net değil. Bu sözcüğün dile girmesiyle, doğal ile yapay arasında somut bir çizgi yakalamak olasılığı da doğdu. Yapaylık son elli yıldan buyana aids virüsü gibi önce görüntüye, sonra da duygu ve duyumlarımıza göz dikti. Çiçeğin, bitkinin, yiyip içeceğin, giyeceğin, siyasetin, ekonominin, ticaretin, insanlığa özgü değerlerin, iradenin, mantığın, aklın, düşüncenin, sevginin, aşkın; dahası, atalardan devraldığımız kültür ve eğitimin içine sessizce sızdı. Yapaylık çağdaş olmak erdemliliği uğruna, dokunulmazlığını sağlamlaştırdı. 19201950'ler kuşağının ideal saydığı tekmil değerler, yok oldu veya körleşti. Bundan neden o kuşak çağ dışı kaldı, kelaynaklar örneği nesli tükenmekte. Artık onlar nostalji, yani geçmişin özlemiyle avunuyorlar. Tanığı olduğum bir kaç örnekle, günümüze gönderme yapmak istiyorum. Öğretmenlikle ödüllendirildiğim, 1944 yılında başlayarak öğretmen olarak girdiğim bütün sınıflarda, öğrencilerimin isimlerini, soyadlarını, numaralarını, geçim durumlarını, aile yapılarını, ders içi ve ders dışı her tür etkinliklerini bilmek ve öğrenmekle yükümlüydük. (yönetmelik böyle buyuruyordu). 1950'de Mersin lisesine geldiğimde, seve seve öğrencilerimle ilgilendim. Özellikle isim ve numaralarını, yavaş yavaş diğer yönlerini tanımaya çalıştım, sınıf yoklamalarını kendim yaparak, belleğimin yavaş algılamasına karşın, kısa zamanda çoğunlukla isimleriyle çağırıyor ve bunda haz da duyuyordum. Yine bundan dolayı da kendi isim ve soyadıma da saygılıyım. 1994 yılında, Adana Belediyesi Altın Koza Etkinlikleri kapsamında, üç belediye başkanlığı onayıyla, beni yılın sanatçısı seçmişler. (görünürde bir etkinliğim olmadan).. İsim ve soyadım isim kitapçığına yanlış geçmişti. İlgililer, başvurmama karşın ödül törenine kadar yanlışlık sürmüş, geleneksel sevgi de yara almıştı. Bu durumu İçel Sanat Kulübünde dostlarıma türlü nedenlerle anlatmıştım. Doğan Akça da bu seranominin çarpık hikayesini ilgiyle dinlemişti. Geçtiğimiz ay içinde, İçel Sanat Kulübü, iletişimde bir yeni aşama yaparak birde gazete çıkardı. Çok büyük bir incelikle, benden yeni bir özgeçmiş istendi. Kısaca, bende birkaç değişiklik yaparak kendilerine; yani o zaman gazeteyi yönlendiren, Sühan ve Doğan Akça'ya verdim. Abartılı bir şeyler yazmamak koşuluyla değiştirebileceklerini de söyledim, rica ettim. Gazete elime geçtiği zaman, ismim ve soyadım yanlış yazılmış ve benimle ilgili gösterilen fotoğraf yanlış dizayn edilmişti. Bu olanlar benim kuşağım için onur kırıcı bilinirdi. Avuntum; on parmağında on beş hüneri olan bir öğrencimle özdeşleştirilmiştim. Öğretmenlik adına büyük bir mutluluk! Orta öğretimde, işresimyazı dersleri, sanattan öte, genel bir amaca dönüktür. Bütün öğretim bilimlerinin, tabanını ve gerçekçi temelini oluşturur. İyi görmek, doğru görmek, gördüğünü kusursuz çizmek, sanatın ve estetiğin kuramsal yönlerini izlemek, iş içinde eğitim, pedagojik manada iş diğer taraftan ulusallaşmış yazı karekterlerimizi kuramsal ve estetiksel olarak öğrenmek ve uygulamalı çalışmalar yapmak, Resimiş öğretmeninin, birincil vazgeçilmez sorumluluğudur. Olaya bu açıdan bakıldığında, ders saatlerini aşan bir çalışmalar gurubu ortaya çıkar. Halen maaşını devletten alan öğretmen, doçent, prof.ların sergi davetiyelerine bakılırsa, ressamlık kimliği öylesine abartılmış; öğretmenlik kimliğinden hiç dem vurulmamaktadır. Üzücüdür! Resim öğretmeni, bilimsel bir programın temel yapısını oluşturmakla görevli bir kişidir. Ressam olmak ikincil ve özel bir durumdur. Ben hep resim yaptım, kırkta sergi açtım, ama ben bir resim öğretmeniyim. En iyi olduğumu söylemiyorum. Uzun öğretmenlik yıllarımda, beraber olduğumuz öğrencilerimin, bugün bana ışıltılı gözlerle günaydın deyişlerinde, geçmiş beraberliklere dair olumlu imler sezinliyorum. ÇİÇEĞİ SEVERSEN ÇİÇEK BÜYÜR ÇOÇUĞU SEVERSEN ÇOCUK BÜYÜR İNSANI SEVERSEN İNSAN BÜYÜR SEN BÜYÜRSÜN İNSANLIK BÜYÜR. E. Aydın 5 OCAK ADANA'NIN KURTULUŞU (ÖYKÜ) (Editörün Notu: Bu öykü, bir 5Ocak (Adana'nın kurtuluşu) bayramında, radyo konuşması olarak Ethem Aydın tarafından yayınlanmıştır). Yıl 1919, Tarsus Fransızların işgali altında, erginler silah altında, çocuklar, orta yaşlılar, malullar için sokağa çıkma yasağı var. İşgalciler hergün, sabahtan evlerin nevalesini dağıtıyorlar. Süt, yoğurt, yağ, boy boy konserve, yiyecek eksiksiz dağıtılıyor. Kuşun sütü eksik! O zaman Tarsus'da evler seyrek, genelde tek katlı, toprak damlı. Bizim savaş artığı malullar, gizli gizli, hemen her gün damdan dama geçiyor; çelengilerin duldasında yerenlik ediyorlar. Biri yahu şu Fransız'lar iyi mi ne; biz günlerdir besleyip, doyuruyorlar, kılıçtan geçirip de kurtulmuyorlar? Gene de Osmanlı'dan korkuyorlar mı ne? Osmanlı'da korkulacak ne kaldı? Onu da İstanbul'da İngiliz'ler besleyip, doyuruyormuş? Asırlardan beri, biz onları kanımızla besledik; biraz da onlar bizi beslese çok mu olur! Bizi dev bellediler, erimerim eridiğimiz heç ağnayamadılar! Bizi besleyip durduklarına ne bakıyorsunuz, akademizi zehirliyorlar akademizi! Padişah Amerika'ya habar salasıymış, bize sahip olun deyesiymiş! Bir çok böyük ulema da böyle düşünüyormuş. Osmanlı donuna güvense gene savaşırdı yaaa! Ülen bizim gibi özürlülerden ne köy olur ne gasaba! Baksağıza hepimizi seyipleyiverdi, yularımızı üzerimize attı goyuverdi! ne sorduğu var ne düşündüğü! Eskiden canı istediğinde cendermesini salar, erginleri kulağından tutar, sınır boylarına yollardı. Öl babam öl... Ellahim, hepigiz bezginleşmiş, her şeylerden umudu kesiksigiz, üzerigize ölü toprağı serpilmiş. Bu milletin ölüsü de bir işe yarar bellerdim! Ne diyon, gambır, ağzındaki baklayı çıkar! Eyi deyonuz eyi de, işsiz güçsüz, şu çeleni duldalarında kaçamak kaçamak buluşmalarla, geçirdiğimiz günlere gün mü deyonuz, gafes kuşu gibi! Böyle yaşayabilir mi goca yörük! Önümüzdeki sokaklar, şu bağlar bahcalar, arkadaki yeşil tepeler doruğu karlı, allı morlu, enişli yokuşlu, sovuk sulu pınarlar, boz bulanık dereleriyle, goca toroslar bizim değil miydi, ebencet ölenleriz neyin uğruna öldü bellesiniz, ta karşı mezerlikte yatan, yediden yetmişe ölülerimiz vallahi galkıp yüzümüze tükürürler; böyle böyle densiz gonuşursagız!.. Baştan beri konuşmaları hep dinleyen sakallı güdük Osman: Gulağıma çaldığına göre; sarı paşa dedikleri biri varmış, düşmanla girdiği savaşları hep gazanmış; şimdi de işgalcilere hepten gafa tutmuş, yurdumuzdan çekilin demiş; dağlardaki çeteler de onun emrindeymiş. Buralarda miskin miskin siftinip duracağımıza, tez zamanda dağlara çıkalımın, çetelere garışag. Belkime bir işe yarar ölürsek de, milletin nezdinde bir yerimiz olur, derim! Tarsus'ta üç gün koyu bir sessizlik yaşanır. Zulaladan, tek horozlu, çift horozlular çıkarılır, namlıların karıncası gazla temizlenir, boy boy saçmalar dökülür, güherçile, söğüt kömürü, toz kükürt, kalın bezler içinde harmanlanır, tülbentlerden geçirilerek diremsiz barıt hazırlanır, güdüllere doldurulur, azık dürümlenir, bütün keseleri çakmak gayıtı da unutulmaz. Seher vakti, kuşlar kurtlar destur alıp ötmeden, ev halkıyla sarmaş dolaş vedalaşılır; göz yaşları sel olur, umut barajlarında gelecek özgür günlerinde buluşmak, düşleri; o, Türk'ün gizil gücüyle, bir avuç savaş artığı, yel hafifliğinde evlerinden çıkar, yola revan olur. Sayıları yirmidir; ama içleri dolu dolu! Dağ başını duman almış Gümüş dere durmaz akar Güneş ufuktan şimdi doğar Yürüyelim arkadaşlar! Kısa aralıklarla, Verdön kahramanı Menile taburuyla toroslarda, Karboğazında çetelere teslim olur. 1920 de Fransız'larla Ankara anlaşması imzalanır. Bu anlaşma Türk'lerin uluslararası ilk anlaşmasıdır. Ethem AYDIN BOLLUKYOKSULLUK Cinler, yarı tanrı yarı insandır. İnsanlarla tanrılar arasında iletişim sağlar, yapıdaki büyük boşluğu onlar doldurur, onlarda tanrı soluğu vardır. Sevgi de cinlerden birisidir. Afrodit dünyaya geldiği gün, bütün tanrılar bir şölende buluştular. Zeka nın oğlu bolluk da orada imiş. Yemekten sonra, yoksulluk şölenden payını almaya gelmiş, kapının önünde durup beklemiş. Tanrı şerbetiyle sarhoş olan bolluk Zeüs'ün bahçelerine dinlenmeye çıkmış, bir yere sızmış. Çaresizlik içinde yaşayan yoksulluk, bolluktan bir çocuğu olsun istemiş, gidip yanına uzanmış, bugünde gebe kaldığı için, sevginin talihi de ona göre olmuş. Her zaman yoksul, kaba, pis, evsiz, yalınayak, dağda, bayırda, yol köşelerinde yatar kalkar, anası gibi yoksulluktan kurtulamaz. Babası bolluğu çeken tarafları, güzelin, iyinin peşindedir, sürekli atılgan, yaman avcıdır, tuzaklar kurar, fikirlere buluşlarla geçer. Yaman bir büyücüdür. Aslında ne ölümlü ne de ölümsüzdür. Bakarsın bir günde gelişir ve ölür. Sonra babasının tabiatı gereği bir çaresini bulur dirilir. Varlık var olalı beri, anlam da anlamsızlık da çelişkideki gizini koruyor. Akılcı olmağa özenen insan, yaratıcılığa tutsak, sevgi ise varlığın tek ve koşulsuz gerçeği. Anımsanacağı gibi sevgi pek öyle asil soylu bir duygu değil. Aç, çıplak, yalınayak sokaklarda gezen, oralarda yatan, her yerlere davetsiz girip çıkan, bir garip haspa..! Anası olan yoksulluğa çekmiş. Bir de baba yönü var (babası zekanın oğlu bolluk). Atak, akılcı, yaratıcı, savaşçı, eleştirel, kısa günde kırk defa ölen, ne yapıp ne edip dirilebilen baba yönüdür. Yine mistik söylencelere göre, sevgi, cin gibi, peri gibi, görünmez uzam ve zamanda hep yakın çevrede bulunan, varlığını var oluşundan algıladığımız, gizil güçtür. Yerçekimi örnekli, çekici, yapıştırıcı , bağlayıcıdır. Nötür olmasına karşın, yönlendireceğiniz hedef bütün gücüyle koşar, biçem kazanır. İyiliğe derseniz, sonsuz çoğalarak iyiliğe ayırımsız koşar. Kötülüğe hedeflerseniz, amansız, acımasız, kötülüğe dönüşür. Kırmak, dökmek, öldürmek, kıskanmak, yok etmek gücüne ulaşır. Özde, yaşam kısacıktır, sınırlı uzunluktadır. Derinlik amaçtır. Onu zengin tutanlar, renkli ve derin tutanlar, onun evrensel insana bir geçiş olduğunu bilen, duyumsayan üstün yaratılışlardırki; topluma hep ışık tutarlar, fener olurlar.... E. Aydın, 8Haziran1996 BAŞLIKSIZ Medeniyetin 16.ıncı asırdan zamanımızın, göz kamaştırıcı seviyesine gelinceye kadar, sadece ve sadece "ilimden, bilimsellikten" yüzde yüz faydalanarak gelmiştir. Biz ona "müspet ilimler" diyoruz. İlkokuldan başlayarak, orta, lise, üniversite bize ne vermişse, biz, neleri deneysel olarak iyi öğrenmişsek, onlarda başarılarımızla kanıtlanmıştır veya kanıtlanıyor. İyi bir doktor, iyi bir matematikçi, iyi bir fizikçi, iyi bir öğretmen dediğimizde, öğrendiklerini hazmetmiş uygulamaya sokabiliyor demiş oluyoruz. Öğrenilebilen, öğretilebilen, uygulaması kontrol edilebilen, kısacası, nedeni, niçini içinde olan her türlü bilgiyle donatılmışız. Başarı ve başarısızlığımız bu uyuma bağlı. Pozitif ilimlerde, tüme varım, tümden gelim trafiğinde her hangi bir aksama düşünülemez. Hemen söylemek gerekirse, kainat sadece müsbet ilimle algıladığımız gerçekler çizgisinde kurulmuş değil. Ancak insan, hayvanlıktan zekaya geçişte eliyle tutup, gözüyle gördüğüne, duyumsayabildiğine "gerçek" demiş. Tek veresi de bu. Bu perspektiften bakarak bir kaç olguyu inceleyelim: Bir Yetişmiş Ağaç Niçin Kesilir: aOdun gereksinimi için. bBulunduğu yer, geniş kullanım alanı içinde, gereğinden çok yer işgal etmiştir ondan. cHastalanmıştır. çBulunduğu yerde, hırsıza, böceğe, şuna, buna, güneş gelişine bağıntısı vardır. dBir kaç ağaç yan yana dikildiği zaman, fidan olduğu için çok aralıklı gözükür, halbuki büyüyünce birbirlerine çok yaklaşırlar, meyve veremezler, beslenemezler, güneş alamazlar. Seyrekleştirmek gerekir. Şimdi bizim bahçedeki durum budur, bir kaç ağacı kesmekle, hem daha çok meyve, hem de normal meyve almayı bilmen gerekli. Kitaplar böyle yazar. E. Aydın BİR CANLI DİĞER CANLIYI NEDEN ÖLDÜRÜR? Tabii, mantıksal nedenleri anlatacağım. a Et oburlar et yemek, ot oburlar ot yemek içindir. Bu bir yaşam biçimidir. Genel yaratı prensipleri, bu duruma uygun olarak programlanmıştır. İnsanlara ve toplumlara gelince, sosyal yapıyı ayakta tutmak için kanunlar oluşmuştur, yasalar vardır. Yasa koyucular uzun uzun düşünmüşler, araştırmışlar. Çoğunluğun yararına olmayan hallerde ölüm cezasını koymuşlar. Annem, babam, çocuklarım yaşasınlar mantığı ile bazen ölümü bile mantıken kabul etme durumundayız. Askerlik gibi. bCanlı hastadır, topluma zararı dokunacaktır. cAyaklarıyla iş gören bir hayvandır, ayağı veya ayakları kırılmıştır. Öldürmek en iyisidir. çÇoğalmaya ekonomik bir açıdan bakarak, nüfus planlaması şart olmuştur. dİnsanoğlunda egolar oluşmuştur. İsabetli vuruş denemesi yapmak için, tüfeğini kuşa, kurda, domuza, çakala, şuna buna çevirecektir. Yeni yeni vurulan canlının, çocuğu olmaması düşünülür oldu. Onun için av mevsimi belirlendi. Bakınız, anlatmaya çalıştığım her olay bilimsellik çizgisini koruyor. Çünkü ben bu günlerime bilimsellikle geldim. İyidir, kötüdür o ayrı bir sorun. Bilimsel olabilmek ve bilimsel düşünebilmek için bu yolu izlemek zorunluluğundayım. Yeni ve alışmadığımız, varlığını duyumsayıp da kanıtlayamadığımız durumlar yok mu? Elbette var. Onlara da açık olacağım. Ama ikircimli olup elimdekileri de yitirmeyeceğim. Zaten bilgilerim tam değil. O eksikli bilgilerin eşliğinde bir takım yeni bilgi kanalları varsayımlar peşinde koşmaya kalkarsam, bu da bir nevi aşure olur ki, adına şaştım aşı denir. Müsbet ilmin ışığında her türlü ide gelişimlerine açık olmak, bence sınırda nöbet beklemek gibidir. İşin en doğrusudur. FelsefeMetafizikİlim: Felsefe, metafizik, ontoloji, spekülatif adlarını alırlar. Bu gurupları onların özel kanunlarının üstüne yükselen insan zihninin çabasıdır. Niçin bu alem vardır?, nasıl oluyor da olduğu gibidir? Neyi bilebilirim, ilim nasıl meydana geliyor. Varlık ve onun örttüğü sır? Bilgi şartları, metodları. Bunlar çok derin, asırlar boyu araştırma konusu olarak gelmiş. Şimdileri daha da dal budaklanmış. Psikoloji, Pedogoji gibi ilimlerin katkısıyla daha da yeni boyutlara ulaşmış gidiyor. Zaman ilerledikçe, araştırmalar çoğaldıkça umudum odur ki, daha yeni gerçeklere varılacaktır. Yaratı da her şey bir ölçü biçiminde gelişmiştir. Rasgelelikten eser yoktur. Simetrik, parabolik, geometrik, sarmal ama ölçülü biçili. İnsanın tanrıdan önce var olduğunu kanıtlamaya gerek yok. (Tabii burada kasıt tanrı değil, tanrı fikridir.) Toplumlar geliştikçe bugünkü inançlara ulaştılar. Gelişme devam ettiğine göre, daha yeni anlayışlara ulaşmak, olası normal bir bekleyiştir. İlerlemeye açık olduğumuzdan bu böyledir. Böylece bugünkü dini bilgiler, eserler ilerleme için bağlayıcı ve tutucu değillerdir. Sınır da olamazlar. İnsanlar ölümlüdür. Gelişmeleri biz görmeyeceğiz. Bizden öncekilerin bugünküleri görmedikleri gibi. Ama gelişme sonsuza kadar sürecektir. Bugünkü kurban kesme olayına gelince: O bir Hz.İbrahim olayı değildir. Efsanesi de öyle. Ama bize bir şeyi unutmamamız gerektiğini, her yıl hatırlamamızı, gözümüzün önüne biraz önce, biraz önce ot yiyip, suyunu içen bir canlının bıçak altına yatırılışını ve kanın tazecik, köpük köpük akışını, bir de evlat sevgisi miti ile karıştırarak önümüze konuşu. Var oluş için milyonlarca nedenin dramatik tek anlatımı oluyor. Bütün bu değinmeye çalıştığım konuların dışına çıkabilir, olaya ordan seyredecek kadar güçlü olabilirsen, ressam Goya'nın ne demek istediğini anlarsın: "Ben onu, elinde orantörü, pergeli, cetveli ile, görkemli doğayı yaratırken gördüm". Diyeceğim şu ki, elindeki müsbet verileri sağlam tut, onların ışığında yeni şeyler görmeye gayret et. Ama sakın olasın kerat cetvelini gevşetme, acabalardan kaçın. Biraz da felsefe okumanı, bilhassa okumanı tavsiye ederim. Zira bütün ilimlerin babası felsefedir. E. Aydın, 30Ocak1990 FISTIK SÖZCÜĞÜ ÜZERİNE, ETİK, ESTETİK, ETİMOLOJİK, EROTİK, BOTANİK YAPI ÖZELLİĞİ ÜZERİNE BİR İNCELEME Genellikle insanlar, bitkileri besin değerleri üzerinden sınıflandırmışlardır. Aslında dar bir açıdır, böyle değerlendirme. Fıstık genelde Antep, Şam, yer fıstığı olarak dilimize oturmuştur. Yağlı, besin değeri yüksek, iştah açıcı, zevk verici, doyumsuz bir bitkidir. Etikde dolgun, besili, hayat dolu, canlı, çok güzel, albenili bağlamında yoğunlaşan bir anlam kazanır. Yer fıstığı aslında kök yumrusudur. Familyası değişiktir. Belki de fıstık ismini, yanal,özdeş,duyumsal ve doyumsal,damak tadı nedeniyle bu isme uygun görülmüştür. Şam, Antep fıstığı çift çeneklilerdendir. Erkeği ayrı ağaçta, dişisi ayrı ağaçtadır. Kayalık, ılıman, esintisiz, kurak bölgelerde yetişir. Dulda bitkisidir. Çoğunlukla aşılayarak yetiştirilir. Meyve, sert, karmaşık, sarmal hem de çok yönlü sarmal bir kabuğun içindedir. Kolay ulaşılmaz. Kahverenginden kırmızıya ve karmene ulaşan, ikinci gevrek bir zarla örtülüdür. Eviğin, sarıdan yeşile kayan, erotik, çekici, kaygan, çağırır, çağrıştırır. Kabuktan ayrılmasında belli direttiren, beklenti dozu yüksek ama bilinçli ve beklenmesini bilen bir güç de gerektiriyor. Narin, nazenin bir gize gelişmenin nedeni olacak bence. Doyurucu değildir. Belkide yukardaki vurguladığım nedenleriyle birazda caydırıcıdır. Ondan neden olacak doyumsuzdur. Fıstığın oluşumu, girift ve görkemlidir. Ceviz için, nar için de aynı türden ama ayrı amaçlı yorumlar sezinliyorum. Bu üç meyve kanımca insandan önce vardı ve birer "BEYİN" idiler. Koruyan, kollayan, yaratan, oluşturan, kendine yeten. Belki de üzüm de bunlarla sayılabilir ama bence hayır demek için bazı nedenler var. Sizin vurguladığınız gibi, kadınlar için "fıstık gibi" deyimi insan belleğinin, iç nedenli erotik, durumlarının etiğe yansımış dirençsiz, doğrudansız, ama yaşaması ve sürmesi istenen "istinck divin" dediğimiz haldir. Taslak yaparken yazdıklarımı okumakta zorluk çektiğimden, dikiş makinamın akışına uydum, ara sırada olsa dikiş uğramamış boşluklar varsa lütfen bağışla. Düşünceme çıkış noktası olabilecek kanıtlar da verebilirdim, ama domatik doğaçlama olsun istedim. Sizin yirmibirinci asrın, benim de yirminci asrın hilkat garibeleri olduğumuza dayatırsak düşüncelerimizi; yorum da yine çağ ötesi olan bizlere düşüyor, bir asırcık farkla!... E. Aydın BAŞLIKSIZ Bugün 18 Nisan Pazartesi. Dün akşam saat 20'de otobüse bindim, sabah sekizde garajlarda. Ama uyku dünek yok, nedense yolculukta ben de uyku hiç olmaz. Yanlışlıkla biraz dalsam, mankafa olur çıkarım. Böylece kulaklarım, beynim ve düşünce mekanizmam, hepsi tehirli ve yarım dikkatli oluyor. Daktilonun sesini duyuyorum ama işte o kadar. İstanbul garip bir kent. Herkesi koynuna almıyor, aldıklarını da öldüresiye bastırıyor, veriyor, alıyor, özdeşleşiyor. Bütün kentler böyle değil midir? Analar gibi önce sıradan ama özde ayrıcalıklı, onu keşfetmeye çıkarsanız, aradıkça aramadıklarınızı bulur, zenginliğin sonsuz çizgisine dek uzadığını görürsünüz. Kasaba insanları bize görece bir sıra içinde dizilir, Ahmet sarhoştur, yalancıdır, hırsızdır, ama zekidir, ilginç bir tiptir. Mehmet ise zengindir, dini bütündür, Hacca gitmiş, kimsenin helalında gözü yok, asker kaçağıdır, karısı sözüm cemiyetten dışarı kötü yoldadır. Kazancın bereketi de ondandır denir. İbrahim'in çocukları çoktur, geçimleri kıt, el hizmeti ile ekmek parasını kazanır, çocukların okulda dersleri iyidir, elleri ise hepsinin keldir. Osman Efendi, okumuş, zaman zaman taraflar arasında ayrım yapar, rüşvet alırmış ama kimseyi incitmezmiş, iyi adammış. Ali baba heykelle resme yatkın, Ziya matematikten önde, Ziyetti'nin dokuz çocuğundan biri saz çalar, üç tanesi ayakkabı boyar, biri hızarda çalışır, okuyanları da iyi okumaz. Ya kavga çıkarır, ya top oynar, ya da sağa sola bulaşmıştır. Sık sık karakoldan aranır durur. Yirmi yahut otuz sene sonrasını isterseniz bir daha gözden geçirelim. Sarhoş Ahmet banka müdürüdür, iş bitiricidir, sevilir, sayılır, Zengin Mehmet köşeyi çabuk dönmüş, kasabanın mühim alanları onun olmuş, ama kalbi teklemekte, ara sıra bayılmaktadır. İbrahim'in çocukları hep okudular, ikisi gedikli çavuş, biri jandarma zabiti, biri radyoda saz çalar, biri de yüksek okudu, ressam heykeltıraş oldu. Osman Efendi okumuş, zabıt katibi olmuş. Ziya mühendis olmuş, iyi de yer tutmuş ama erken hastalık getirmiş, sizlere ömür. Ziyetti'nin dokuz çocuğuna gelince, şimdi biri sevilen bir başkan, diğeri Ankara'da mebus, ara sıra gelir gider. Sonra bunlar da evlenecekler veya evlendiler, çocuklar yalarını seçtiler veya seçecekler. Şüpheniz olmasın, hep olacağın en iyisi oluşa oluşa devam edecek. Toplumlar geleceklerini hep mozaikler de ararlar çünkü mozaikte pırıltı vardır, yaşam ışığı vardır. E. Aydın BENİM ÜNİVERSİTELERİM Böyle bir başlık altında yazı yazmağı çok öncelerden düşlerdim. Düşüncenin özünde, öğrencinin organize eğitimi yanında, bazen onu da geçen aile içi toplumla yakından ilişkin, zorunlu imecelerini, katılımlarını, katkılarını, bunun gerekliliğini, eğitimdeki gücünü ve iş içinde eğitimin sevgi bazında besleyiciliğini, yaklaştırıcılığını, bağlayıcılığını konu edecektim. Ancak geçen 17Nisan'da, köy enstitüleri için konuşmak için hazırladığım, hazırlık yazım dosyada elime geçti. Üniversite çevresince desteklenen bir dergiye yazacağım yazının bir de bilimsel tabanı bulunsun düşüncesiyle yazıma ordan başlamağı uygun gördüm. Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber eğitim alanında yenilenme çalışmaları; bu çapta, bu yerindelikle, nasıl plan ve programa alınmış, uygulayacak olan isimsiz kahramanlar nerede nasıl idealize olmuşlar, anlayamadığım bir şey...! Bir taraftan düşman bir taraftan saray, kapitilasyonlar, anlaşmalar, Latin abc'si, medreselerin kapatılması, iktisat kongreleri, bankacılık, demiryolları, karayolları, tarım her şey sıfır noktasındaydı start verildiğinde. Bu çok yerindelikli ideal karar, hazırlık uygulama alanı buldu ve ulaştı. Bu uygulayıcılar, nerde nasıl bu denli bezenmiş bilenmişlerdi? Anlayamıyorum? Kesin kez uzaydan gelmemişlerdi. Araştırıyorum. Saffet Arıkan, asker. Ordu komutanlıkları, ataşelikler yapmış, Atatürk'ün yakın arkadaşı, eğitim bakanı. Hakkı Tonguç İskeçe'de doğmuş, yatılı öğretmen okullarına girmiş, Almanya'ya eğitime gitmiş, dönmüş, kuruluşta görev almış. Hasan Ali Yücel asker kökenli, sonraları Milli Eğitim bakanı. Kendilerini yetiştirmiş kişiler. Bildiğimiz gibi Osmanlı'da eğitim yetersiz, yok denecek seviyede idi. Asırlar boyu savaşlar sürmüş, tarım yapılamamış, sanayi yok, okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eskiyeni. Kuzular bize söyler yılların geçtiğini. 1925 yılında, Amerika'dan Jon Dewey çağrılıyor, uzun ve titiz programlar hazırlanıyor. İçtenlikli ilgimiz çok hoşuna gidiyor. İçtenlikle kutluyor. Nasıl mevsimler döner, yağmurlar yağar, ağaçlar uyur uyanır, işte sanıyorum bizim uyanma zamanımızın mevsimiydi. Bütün şartlar yan yana, peş peşe gelmişti. 1940 larda Türkiye haritası üzerinde en ücra köşelerde peş peşe köy enstitüleri papatyalar gibi açıldı. Sayısı yirmi bire vardı. Çadırlarla, barakalarla başlandı. İş içinde eğitimin gizil gücüyle, kendi yağlarıyla kavrularak geliştiler binalar yaptılar, pencere kapılarını koydular, betonu döktüler, geniş tarlalarda ekim yaptılar, hayvan yetiştirdiler ve okudular. E. Aydın ABUKSABUK DÜŞÜNCELER Doğrular eğri olarak doğar. Bu hep böyledir; Çünkü doğrular, aklın ürünüdür. "Eğri" diye adlandırdıklarımız; henüz çözemediğimiz ama duyumsadığımız oluşumun: kendince koruyucu, kollayıcı, süregenliğinin gizi, bir garip sigortası gibi vardır, sipiritüeldir. EĞRİ: doğanın temel doğrusudur. Kaosa bakarsanız, adından anlaşıldığı üzere, karmaşa, belirsizliktir. Bulgular ise, zıtlıkların ürünüdür. Düşünce, aklın eşliğinde kendi doğrularını yaratır. Bu doğrularsa, uzam ve zamanda değişkendirler. Bazen günün doğrusu, yarının eğrisiyle çeliştiği gibi örtüşür de.! Bazen, her ikiside doğrudur ama uyumlu değildir. Sayın Balbay, bir özdeyiş vermiş: Savaşta, babalar çocuklarını gömerler, barışta da çocuklar babalarını.! İkisi de doğru ama uyumsuz. İnsan ve insanlık ideosuna ters. Ben derim ki: Osmanlı, çağının en doğrusunu yapmış, fiziğin, fizyolojinin, pedagojinin, biyolojinin, psikolojinin, sosyolojinin evrensel verilerini duyumsamış. (ama bilincinde olmayarak).. E. Aydın PALALIM, BELALIM BENİM Trafik kazaları ölümlerinde bir şok tedavi vardır. Çoğunlukla değil ama yarar sağladığını birçok kez gördüm. Biraz önce Cumhuriyet bitti, şezlonkta miskinliğe geçmiştim. Chow'un bir lafı vardır, yapılacak iş çoksa, sakın başlamayınder. Ben de çeşitlemeler arasında öncül bir seçim yapamadığım bunaltı içindeyken, postacı selamınızı getirdi. Tutmayın Ethem Aydın'ı - cinlerim, perilerim, bildiklerim, bilmediklerim silah başına! Her insan, şöyle veya böyle dünyaya gelir. Bu bir varlıktır, sıradan, milyarlarca insanın bir kopyasıdır. Yavaş yavaş, öz oluşmaya başlar. Varlık, özün yaşam kaynağıdır, o kadar. Öz oluştukça, varlık diğerlerinden farklılaşmaya da başlar, bir dem gelir ki, parmak izi kadar orijinal, seçkin olur. Sanıma göre insan dediğimiz, geleceğin oluşumuna katkıda bulunan, bu öz ve özün sıfatlandırdığı kişidir. Öz nasıl gelişir? Düşünerek, duyarak, çevresine duyarlı olarak gelişir. Sen de, Doğan da, Sıtkı da, ben de, oluşumun doğrudan veya duyumsal bilincindeyiz. Bugünün şablon insanı, düşünmeye, duymaya zaman ayıramıyor, bunu kazanç hanesinde arıyor, böylece öz benine yolları tıkalı oluyor. İşte bu çizgide bizler, parkurumuzda, diğerlerini solluyor, fark atıyoruz. - Aslında farkımız yok birbirimizden, ama biz Osmanlı Bankasıyız! Bizden önce de dedeler, nineler dünyaya gelip gittiler. Doğaldır ki, biz de gelip gideceğiz. Öyleyse, başlı başına uzun yaşamak hüner değil. Eğer bu acımasız başlangıcı ve sonu özümseyebilir, bilincinde olabilir, ölüm gerçeğine bir başka salt felsefeyle karşı durabilecek görüntüde, hiçlik, boşluk gibi gözüken yaşamın kendisini ciddiye alabilecek kadar yürekli isek; zamanı tespih çekerek doldurmayı yeğleyen kaderci kişilerin, burnundan kıl aldırmayan, havalarından yanına varılamayan zavallıların yanılgısını, gelecekte evrensel insanın mutluluğu bazında bir şeyler ( bu herhangi bir şey olabilir) yapabiliyorsak; okuyabiliyor, araştırabiliyor, yazabiliyor, çizebiliyorsak, sanıyorum farklı ve faydalı yaşıyoruz demektir. Ethem Aydın, ne seviyede bu dediklerine uyuyor? Bilemem; ama karınca kararınca önemli, çok özel ve güzel bir şeyler yaptığım inancında ve bilincindeyim. Doğaldır, inanmasam yapamam. İnanmazsanız yapamazsınız, inanmasalar yapamazlar! Aydınlanma Dönemi'nde Volter sıradan biri gibi gözükür ama Fıransız İnkilabı içinde bakılınca, o kadar büyüktür ki, yazmakla bitiremezler. Türkiye Aydınlanma Dönemi'ni yaşıyor. Muzaffer Kılıç gibi mayası sağlam bir dost göreve soyunmuşsa övünülesi, övülesi bir seçkidir derim. Mut'un şansı derim. Müderris Mustafa Efendi, Mut'ta ilk Türkçe ezanı okuduğunda ki, o geceyi hatırlarım, Müftü Nadir Efendi, Hakim Rıza Bey, bir de galiba kaymakam, bizim evde sabahladılar, ezanın okunuşundan sonra sabahleyin yerleşik Mut'lular babamı tebrikte yarıştılar (Tanrı uludur, Haydin namaza, Namaz uykudan hayırlıdır, Haydin felaha, Haydin namaza ), sözcüklerini beş yaştan yetmiş yaşa ilk defa duymanın, anlamanın mutluluğu içindeydiler. Müftü Zade Hüseyin Efendi, öğleyin camide babama sataşmış, onu dine aykırı işler yapmakla suçlamıştı, ama coşkunun gücüne karşı çıkışı bir benek olarak sürüklenip gitmişti... İşte Muzaffer, burası o eski aydın Mut'tur. Olanlara bakarak çelişkiye düşmeyesin. Ezanınızı rahat okuyunuz, o benim bildiğim Mut'lu, sizi anlayacaktır. Yuvarlanan taş yosun tutmaz. Siz orada çok faydalı ve gereklisiniz. Göz kendini görmez, Karslı'nın dediği. Büyük kenttir diye bir yerlere gidip yitmeyiniz. Sıtkı, Mut'a niye döndü dersiniz???! Geçen bir fırsatta Karacaoğlan'la karşılaştık, Zodyak açıklarında. Üzgündü, beni tedirgin ettiler, yurdumdan yuvamdan ettiler, her göçerin her obanın tanıdığı, çadırlarında baş konuk olarak ağırladığı, dizelerim ezbere içten okuduğu, güzel günler, gelecekler konuşan, söyleyen Karacaoğlan, böyle yoksun mu olacaktı bu yaşlılıkta, nerede benim pınarlarım, beş çınarlarım dedi, ağladı, Muzaffer..Dayanamadım, ben de ağladım, Muzaffer. Dağların çocuğu, dağlar gibi Karacaoğlan'ın göz pınarlarında biriken billursu yaşlar öyle bol, öyle arınmış bir akışla önce saka, sonra sazının göbeğine ulaştı. Muzaffer, kulağına söyleyeceğim, Eski Kale Pınarı, kara ekşi suları serinliğinde, arınmışlığında, dinlendiriciliğinde idi. Artık konuşmak istemiyorum, söyleyen kadar ve daha fazla okuyan, dinleyenin de arif olması gerek. Öperim. Benden bu kadar. E. Aydın, 3Kasım1995 İLKELER VE EDİM Kars'ta bir küçük gezegen, üzerinde cansızlar, canlılar ve biz; ayakta durmak için çabalıyoruz. Her an yok olabileceğimizin bilinci ve bilinçsizliği içinde, yaşana gelmiş, yaşana gidiliyor. İnsanoğlu bu umarsız yalnızlığı, milyonlarca olumsuzluğu, bir doğru orantıda birleştirmeyi başardı. Tanrıyı yarattı. Yaratana çevirmenler, peygamberler, sözcüler, (imam, papaz, keşiş), yorumcular atadı. Çevirmenler ve sözcüler, kaosa kendilerine görece ağırlıklı anlamlar getirdiler. Acımasız kurallarla, düşünce bastırıldı. Orantı bozulmazdı, çünkü din tek doğruydu. Sığınmacılığın kaderciliğe uyumu için ön koşuldu. Böylece ön asırlar, on asırları kovalarken; akıl ve düşünce, uyanmaya ve sorgulamaya başladı. Dünya yuvarlaktır dedi, dönüyor dedi, çekim kanunu dedi. Din savunucuları karşı çıktı, engizisyon mahkemeleri çalıştı, giyotinler indi çıktı, ölümler ölümleri kovaladı.... Dünyamız yörüngesel dönüyordu, bilim de yavaş yavaş da olsa ilerliyordu, baskıya karşın. Bugün, nasılsa ilerde dünyamızın dengesi bozulacağı bilinciyle, başkaca dünyalar, gezegenler, ilenekler arıyoruz. Yirminci yüz yılda, Adana'da bir camide, çok üstün konuşmacı, ünlü bir vaiz, kadınlarını okutanlar günahkardır Kolları omuzlarına kadar açık gezen kadınlar or........., onlara göz yuman erkekler pez.........tir gibi konuşmalar yapıyordu. Cami hıncahınç doluydu. Bir öğretmen el kaldırıyor, söz istiyor vaizden, veriliyor. Hocam, bu tür yazıları gazetelerde bol bol görüyor okuyoruz, bize biraz Kuran'dan bahset diyor. O an da bir yerlere bomba düşmüş gibi cemaat hep birden ayağa kalkıyor, öğretmeni linç etmelerine ramak kalıyor. Durumun farkına varan vaız, namaz çağrısı yapıyor, saflar tutulmaya başlıyorken, Öğretmen Ethem oradan canlı olarak sıvışıyor. (Editörün Notu: Babam bu olayı AdanaÇifteminare camisinde yaşamıştı) Bilim ilerliyor, mehter adımlarıyla da olsa ilerliyor. Biraz duyarlı olmak da, sanırım biz, Cumhuriyet Çocukları'na düşer. Biz özgürlüğü kolay elde etmedik, bedeli vardır ödemek gerektir diye düşünüyorum. E. Aydın ALICI KUŞ Zamanımızdan üç bin beş yüz yıl önce, Mısır'da Terzi Hermess adında birisi yaşamış. Bu adam ilk kalem tutan ve papürüs üzerine yazı yazan kişi imiş. Kendinden öte bin yılın da bilincini taşırmış. Ondan aktarma bir Suriye söylencesi var. İlk insan yaratıldıktan sonra Merkür gezegeninde yerleşmişler. Kendilerine cennet taamı diye bir de yiyecek gösterilmiş. Bu yiyecek insanı beslediği gibi, artıkları vücuttaki gözeneklerden tekrar havaya karışıyormuş. Günlerden bir günler, bizimkiler nereden buldularsa peksimet ellerine geçmiş, seve seve yemişler fakat olacağa bak ki çıkaramamışlar, ağrılara, sancılara kalmışlar, bir melaikeye sığınıp durumlarını anlatmışlar, çare istemişler. Melaike onları Merkür'ün kenarına kadar götürmüş, oradan parmağıyla uzakta küçücük mavi bir yuvarlağı göstermiş, oraya gideceksiniz, bize yirmi bin güneş yılı mesafededir, yeriniz de orası olacak, demiş. Ondan beri biz dünyalılar, hep fazla fazla, fazlanın da fazlasını, yiyerek, dönderip (*)okumuzu birkaç kere daha yiyerek yaşıyor veya ölüyormuşuz. Yunus'ların, Karacaoğlan'ların mideleri birincil değildi, gözlerinden, gönüllerinden doyabiliyorlardı. Her ne kadar, at gözünden çayır almaz, dense de.. Bana göre, sanırım, mastürbasyonun özünde bu ide yatar. Yani at gözünden de çayır alıyormuş. Özürlü inancıma göre, pazartesinden sonra hemen cumartesi geldiğine göre, kılasik zaman artık dar geliyor. Diyeceğim o ki, sen 65 yaşında değil, tam 650 yaşındasın. Ölümü ise düşünmeye değmez, nasıl olsa karşılaşmayacağız, birbirimizi görmeyeceğiz. Büyüklere illa da bir mezar aramak bağlayıcıdır, avuntudur, ayrıntıdır. Yine bana göre, insanlar büyüdükçe, yani insanlaştıkça, yani tanrıya yaklaştıkça, mazruf yırtılır, yok olur. Öyle olması da gerekli. Yunus'lar, Mevlana'lar, Karacaoğlan'lar, Muhammet'ler, Atatürk'ler, Edison'lar mezarı yıkmış, evrensel olmuşlardır. Münasibi de böyledir. Senden başladık, sende bitirelim. Ete, kemiğe büründün, Doğan diye göründün. Öperim. E. Aydın DOĞRULARDAKİ ÇEŞİTLİLİK. Ansiklopediler doğruyu tarif etmezler, yorumlarlar. Doğruyu dilimin ve bilincimin yettiği ölçüde sıralamaya çalışacağım. I Teknolojik verelerin hesaplanabilir doğruları 2 Nedensel doğrular. 3 Tabulardan gelen doğrular. 4 Çıkar doğruları. 5 Yerindelikle istenen doğrular. 6 Evrensel doğrular. Örneklemek istersek: I Matematikseldir, iki kere iki dört eder gibi sonuçlar verirler. Yaşamın büyük bir bölümünde geçerlidirler. Bilimsel araştırmaların omurgasıdır. 2 Belli bir hedefe ulaşmak için kullandığımız, bireysel doğrular. 3 Tabu ve etiğin getirdiği din, ahlak ve inanç doğruları, olguyu münasibe ulaştırma amaçlıdırlar. 4 Çıkar doğruları ise kişi ve kişilerin kurmak istediği bütünlüğe hizmet eden doğrulardır. Savaşlar, ihtilaller, kavgalar bu türdendirler. 5 Evrensel doğrular ise, her durumda kullanılmadığı için muattal durumda olurlar. İnsan evrensel doğrular amacına uygun şablone edilmiştir. Çeşitlilik içinde, doğaya paralel, koruyucu, besleyici, günler, aylar, yıllar, asırlar ötesine bakan doğrulardır. Uygarlık için vardırlar. Dinler, keşifler, buluşlar, uygarlık için, geleceğin insanı için yaratılışın özüne giden doğrulardır. Aristo'lar, Sokrat'lar, Galilea'lar, Nevton'lar, peygamberler, Kolomp'lar, Mikelanj'lar, Leonardo'lar, Şekispir'ler, Mevlanalar, Yunus'lar, Pastör'ler, Edison'lar, daha binlerce saygın ve evrensel isimler bu tür doğruları hedefleyerek, belki de ızdırap çekerek, ölümsüzlük uğruna, evrensel insan uğruna ölmüşlerdir. Tanrı fikri evrensele açılan bir penceredir. Ayetler, hadisler, bu pencerede ışık verirler. Gündemi öğretir ve anımsatırlar. İyilik derler, yardım derler, temizlik derler, bağışlayıcılık derler, özet olarak, insancıkların insan olmasının öğretisini olabildiğince somutlaştırarak örneklerle verirler. Ancak insan beynini örümcek ağı gibi sarmalamazlar, düşünce ve duygular örgüsüne ve daha iyiye açıktırlar. Bu sağlamda zaman zaman bizim kendi kendimize sormamız gerek, ben bu doğruların hangisini izliyorum? Zira yörünge düzeltmek sonsuza değin vardır. Yeter ki kişi öz beni sorgulamak cesaretini göstersin. Akan zaman içinde insanlar, hızdan çılgına dönmüş (mahşer)i yaşarken; Dingin, ışıklı, yüksek, yörüngesinde ışıldayan, yansıyan, yansıtan yüzler de var. Gönül adamıdırlar. Onlar ki, dünden bugünlere, solmayan incelikleri bağışlarlar. Ve insanlık ideosu bu pırıltılarla varolur. E. Aydın, I ITemmuz1992 DÜŞÜNME BİÇİMLERİ DÜŞÜNCENİN SINIRLARI NELERDİR? Düşünmek, insanlara vergi bir yetidir. Veya biz insanlar öyle düşünüyoruz. Bir sarmaşık, tutunacak bir dal ararken, hayvan yiyeceğini, sevgilisini veya sevdiği nesneyi ararken, bulduğu dolaylı düşünce ve tasarım sezilir. Varlığını çevresine kabul ettirmek için, her canlının irs dışı davranışları inceleme konusu edilse, sanırım enteresan bulgulara varılır. İnsanlar düşündüklerini kanıtlamak için, çare, oranlanan sonuç, müteala, fikir, mülahaza, metotlarını kullanır. Düşünce, kişilere göre değişken olması, değişkenliğin de toplumca onaylanabilir olması, öze katılık ve görecelik getirmektedir. Görecelik, bir düşünün bireysel olmasına sınır getiriyor. Öyleyse düşünmek, düşünce üretmek, toplumsal yapının istek ve ihtiyaçlarıyla sınırlıdır. Örf ve adetler, dinsel inançlar, tinsellik, bireysellikle karşı karşıya geliyor. Düşünce üretmenin tekeli başlıyor. İnsan oygusu, çağlar boyu, bu tekelin, cenderesinde ezilmiş, ancak düşünmekten geri kalmamıştır. Cinselliği ele alalım: Bireylerin cinslik gereği olarak gösterdikleri (iki cinsten her ikisinin, ötekini araması, kendine çekmesi, birleşimdeki özel rolleri, yavruları karşısında davranışları ve her birinin yaşamdaki ruh durumları gibi) cinsel özelliklerin tümü. Bu anlatım, diğer canlılar için geçerli ise de, insanda değişkenliğini korur. Başta, estetik ve sanat olmak üzere, evrensel kaygılar ve felsefe, istense de istenmese de kendini var saydırmıştır. Düşünmenin, itici gücü duygulardır. Günümüzde sergilenen doğa olaylarını, duyularımızla onların değişkenliği ve sonsuzluğu ile süsler, insanlığımızı yüceltiriz. Cinsellik, tarifte görüldüğü gibi, üreme iç güdüsü gibi ele alındığında, insan sözcüğü özel kayıplara uğramaktadır. Sevmek ve sevilmek, sonsuza dek ulaşacak üretken mozayik motifleriyle yüklüdür. Nükleer enerjiye sahiptir. İlk sevgi ve ikincil sevgiler, yeni sevgi birimlerinin oluşmasına kaynaktır. Ben sevgisinden kurtulmağa çalışan insan, anne, baba, akrabalar, vatan, millet sevgileri, karşı cins sevgisiyle güçlenir, yeni boyutlar kazanır, cinsellik sentezinden süzülerek evrenselliğe yol alır. Cinsellik birimi, bireyler için, iyi bir eğitici faktördür. Ahu gözlü bireyin, 25 ile 30 yaşları bölümünün yadsınamaz uğraşı kişinin insanlık hinterlandını yapan duygusal ve fakat onsuz olunamaz malzemesidir. İnsanlık sevgisine bu yoldan geçilir. E. Aydın BAŞLIKSIZ Ünlü ingiliz yazar Bernard Shaw, Oscar Wild için, o çiçek gibi güzelliğinizin, sizin için mutlaka büyük bir engel olmuş olmalı. Bu güzellik, tabiatın babanızın kötü karekterine duyduğu bir isyandan kaynaklanmış olmalı, der. Ayrıca, derki: İyi Amerikalılar ölünce Paris'e gelirler. Tutarlılık düşünceden yoksun olanların son sığınağıdır Eğer insan bir kitabı birkaç kez okumayacaksa, o kitabı hiç okumasa da olur. Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını bilirler, hiçbir şeyin değerini bilmezler. Yaşama bir skandalla başlamamalı, yaşlılığını ilginç yapmak için yaşlılığına saklamalı. Düşünmek dünyanın en sağlıksız işidir, insanlar her hangi bir hastalıktan, öldükleri gibi düşünmekten de ölebilirler. Gelecekleri olan erkeklerden ve geçmişleri olan kadınlardan hoşlanırım. Benimle aynı düşündükleri zaman yanıldığım duygusuna kapılırım. Inkılaplar halk için ve halka rağmen yapılır. Inkılapçı, ınkılabın manivelasını gevşettiği gün, eğilen yay süratle gevşer. Halk kendini tekrar eski yerinde bulmak için, o güne kadar fethedilen siperleri hızla boşaltır. Halk kalabalığı aslında ınkılabın aleyhindedir. Halkın yapıp, yürüttüğü ınkılabın, tarihte bir misali yoktur. Demokrasilerde ekseriyetler, halkın insiyatifini daima göz önünde bulundurmayı, partilerinin geleceğini garanti etmek için şart sayarlar. Böylece devlet makinasının bütün vidaları ile oynarlar. Sonuç, bugünkü durum ortaya çıkar. Bunu önlemek için köklü demokrasiler, üst düzey planlama ihtisas komisyonları oluştururlar. Bunlar partiler üstü çalışır ve ülkenin yıllar sonrası, hatta asırlar ötesini hesaplayarak programlar yaparlar, siyasiler uygulamada kesin, zamanlamada serbest olurlar. (Altın kitaplar.) Kanımca bu bizde de gereklidir. Bizde de bu tür kuruluşlar konulmuştur, vardır. Yargıtay gibi, Sayıştay gibi, yüksek planlama gibi, talim terbiye gibi. Ülke savunması hariç hiç biri siyasilerin etkisinden korunmuş değildir. Bundan böyle Atatürk yelkenlisi yönü bellisiz rüzgarlarla çalkalanır durur. Yol alınıyor gibi gözükürsek te, yıldırım vurmuş çınar gibi büyüyoruz, yaralı bereli. Eğitim politikası yaralı, tarım politikası yaralı, sanayi politikası yaralı, ticaret politikası yaralı, daha neler neler yaralı. E. Aydın BAŞLIKSIZ Dün akşam oğlum diş doktoru Murat Aydın'a yemeğe çağrılıydım. Sofrada torunum Oğuz Aydın'ın okuldan kaçtığı ve gerek sınıf öğretmenigerekse müdürün telefonla durumu bildirdikleri karakola da haber vermeyi düşündüklerini onun için eve telefon ettikleri ve suçlunun evinde bulunması nedeniyle olayın açıklığa kavuştuğunu konu ettiler. Dondum kaldım. Durumu irdelemeye yılların deneyimi yeterli olmamıştı. Kendimi sokakların dinginliğine bıraktım. Bütün gece ilkokul yıllarından başlayarak öğretmen okulu, Gazi terbiye, otuz sene öğretmenlik, muavinlik, müdürlük günlerimi sayfa sayfa, satır satır gözden geçirdim. Bu davranışın bir benzerini duruma ışık tutacak bir anımı bulamadım. İlkokulda çocuk okuldan kaçmaz. O, kaçmak sözcüğünü algılayamaz. Hırsız dense (*), veya (*) dense yine algılayamaz çocuk..! Ama şimdi kendisine yüklenen bu tür bir sözcük O'nun iç karteksine yerleşir. Zamanla sözcüğün yüklemi bazen yergi, bazen de sevgi, tutku durumuna geçer. Bu olay, daha çok sessiz, sakin, içe dönük çocuklarda; yüze çıkmak, var sayılmak için yenilenir. Çocuklar uzun yol yolcularıdır. Onları korur kollarken eğitir; öğretirken geleceği için leke olabilecek her türlü varsayım ve kişisel duygusallıktan korumamız gerekir. Yılların deneyimi ve düşüncemin ışığında, bu durum, size gelmeden, sınıf öğretmeni tarafından, yumşak bir dille çocuğa anlatılmalıydı. Size iletildiğine göre, siz, rasyonel, akılcı metotla öğretmeni uyarabilirdiniz: "Hocam, toplumda suçlu hep vardır. Biz eğitimcilerin asli görevi suçu ve suçluyu azaltmaya çalışmak olmalıdır." E. Aydın, 10Haziran1997 SÜNNET Yine bir yeni yıla daha giriyoruz, ne kadar da çabuk akıyor, kumarcı parası gibi! Ama can dostlar bu nedenle de olsa hatırlanıyorsa, işin içinde bir gereklilik de var sayılır. İçilen bir bardak çay veya kahve ve bazen de tavlada bir parti, hepsi demek ki, şimdi dün oldu! Ama can dostlar hep hatırlanacak, anılacak. Aslında tabular görenek, geleneklerin sünnet düğününden farkı yoktur. Birilerinin bir yerlerinden bir şeyler kesilecektir, işte bu gerçektir. Bin yaş daha yaşlanmak da böylece bir karambol çizgisinde yutturulmuş oluyor. Nice nice sünnet düğünlerine aile boyu sağlık, afiyetlerle koşalım. E. Aydın BU, DÜNDEN BUGÜNE BİR TINIDIR Şu insan olgusu ne garip, ne şaşılasıdır. Sokakta burnu sümüklü, üstü başı toz toprak içinde bi çocuk görüyorsunuz, kız erkek ayrımı gereksiz, ismi de önemsiz, Sezar, Neron, Nabakadonasır, Ramses, Napolyon, Mustafa Kemal, Edison, Markoni, Mikelaj, Rafael, Vangogh, Sinan, Hüseyin, Gezer, Tunalı, Ethem Aydın olmuş farketmez. Bunlar görkemli yapının, giz dolu olgunun ilkel malzemeleridir. Yaratmayı veya yaratılmayı beklerler. Niceleride yaratılmadan ölürler. İnsan olgusu nükleer bir yapı için planlanmıştır, doğuş bu olgunun sıradan bir nedenidir. Önce ana baba, okullar ve çevre oluşumun potalarıdır, deney tüpleridir. Yönsemeler burada belirginleşir. Cinsellik iksiriyle bütünleşerek evrensel insana, ilahi kurgunun amaçladığı yüksek platformlara doğru uçulur. Artık insan felsefe olur, bilim olur, ilim olur, sanay olur, şiir olur, müzik olur, sonsuz kaosta öz benini aramaya koyulur. Napolyon olur, Sezar olur, Edison olur, Markoni olur, Mustafa Kemal olur ve öteleri. Ölümsüzlüğe doğru yol alır. Medeniyet tarihi, sanat tarihi, bilim tarihi bizlere bu türden binlerce örnek sunar. E. Aydın, 4Kasım1992 1997 DEN 1998 E Perşembe akşam... Unutmadım... yarın da Cuma Zaman akarken, sanki biz oturuyor muyuz!? Dünyayı, insanla ilişkin her şeyi; şöyle veya böyle kemirmeye devam ediyoruz. Sonuçta, yaralı bereli bir sürü anı kalıyor ortada. Demek oluyor ki, insanı koşturmak için önce coşturmak gerekiyor. Bir filizi, hep budar durursanız, meyveye ulaştırmak sorun olur. Çoğunlukla kozaya ulaşırken, kozasının yeri değiştirilmiş ipek böceği gibi. Yirmi yıl önce yapılmış bir resmi, bir nedenle karşıma aldım, yeni bir yorum için. Geriye gidiyor da, ileriye bir çizgi olsun değişmiyor. Demek ki anlıklarla yaşıyoruz. Anlara saygı..!! Dostlukları da aynı şekilde kocatmıyor muyuz? Elhasılı bu insanoğlunu, öldürmeli değil dövmeli... Irmak boyunda üç kişi gördüm. Biri galiba kızın kardeşi, öbürü de nişanlısıydı. Gergindiler, bir süre sonra nişanlı kızı tokatlıyordu. Bu çizgide bu olay bitmeli değil mi, hayır bitmez.! Neye bitmezyanıtı çok karmaşık. Radikallerin ramazanıyla, entelin yılbaşı bir tenhada karşılaşmışlar. Ne olacağını veya ne olduğunu kestirebiliyor muyuz? yaşadığımız halde... Tozu dumana katarak mehter adımlarıyla yürüyoruz. İnsanlar insana dost değil, düşman da değilmiş. Kadın kadındır, erkek de erkek. Türün sıradan varlıkları. Gel gör ki, ikisi de "sakıncalı piyade", daima mesafeli olunur. Seversin, öpersin, ama daima bir yasak bölge ilan edilir. Hayvan atalarımızda bu böyle değil. Doğal.. Özgür her kadın, bir erkek cinsi arar, erkek de kadını arar, bulur; şöyle veya böyle bir zaman kesitinde, beraberlik konudur, bu beraberliği kullanmakta iki tarafta aynı duygularda, neden samimi olmazlar da, karşı tarafı zor durumda bırakırlar.? İlk davranışlar, "zor yaptırım" çizgisinde; erkekden beklenir!! (*) Deyeceğim şu ki, samimiyet degörecelişartlar ne olursa olsun. Bu ne biçim samimiyetse...... Sizin yılbaşını, nasıl geçirdiğinizi bilmiyorum, ama ben Namrun yaylasındaydım. Öperim, sağlık esenlikler dilerim. E. Aydın KARABULUTLAR Her şeyin kolayı ülkemizde. Başta para kazanmak, köşeyi dönmek. Elektrik bütün iller ve kasabalarda çalınıyor. Diyarbakır(% 54), Van(%50), İstanbul'da sayılamıyor, Ankara'da sayılamıyor, doğuda en yüksek, batıya doğru azalıyor. %15' ler gibi. Su için bir inceleme henüz yok. Onun için bizler çok bedel ödüyoruz, görünüşe göre ödeyeceğiz de. Türkiye'mizde, aslında zenginlerimiz, kurnaz. Altı minareli Merkez Camii'ni Sayın Sabancı yaptırıyor. İmamlarını devlet atayacak. Nerede cami yapılmışsa imamlarını devlet atar. Plan program hak getire. Yurt yapar, vergiden düşer. Devlet başkanının açışıyla, Adana'da süper market (Karfur) açılır. Fransız malı mutfağı orada, çevre düzenlemesi bulvarlar devletten.... İtibar dost kazanmak, Diploma almak, İmalat yapmak, Sanayici olmak, Paradan para kazanmak, İş bitirmek, iş bitirici olmak, Tamir etmek, Kariyer yapmak, İşi yokuşa sürmek, veya inişe getirmek, Adamını aramak, Adam soymak, devleti soymak, banka soymak, Kargayı bülbül diye satmak, Vitrine etiket koymamak, %50 indirim yapmak, Elektrik çalmak, su çalmak, Eksik tartı aracı kullanmak, ölçü aracı kullanmak, Trafiğe bilhassa uymamak, Ülkeyi tüketime özendirmek, Üretmemek, üretilene yabancı marka uydurmak, Yerli üretimi durdurmak için, şekeri, buğdayı dış ülkelerden almak, milli sanayii hiçe indirmek, Zengini daha zengin etmek, fakiri daha fakir etmek, memuru, öğretmeni süründürmek, acı acına çalıştırmak, Öğrenciyi başarısız kılma çabalarıyla ilgilenmek, Üniversiteleri kendi dallarında halka hizmetten uzak tutmak, ilkokuldan başlaması gereken inceleme, araştırma, derleme yapmayı yük saymak, Dilde, kültürde özlü ve sürekli, sicilli çalışmaların başlatılmaması, Vergi kaçırmak, yanlış beyanda bulunmak, sahte fatura vermek sanat haline gelmesi, Resmi kuruluşların, gergin, uyuşmaz politikaları, Özal'ın mirası: "benim memurum işini bilir" özdeyişi, v.s..... E. Aydın DEVLET BABA VE SANAYİCİ. Sanayici ulusun doğal kaynaklarını emek gücüyle, akılla besleterek, yine ülkesine yararlı iş sahaları yaratan, kendi çıkarlarını, ulusun çıkarları üzerinde tutarak büyür. Devletine gözle görülür vergiler ödeyerek, kalkınmada motor görevi üslenen, yüksek yetenekli kişi ve kişilerdir. Ulusal çıkarları devletin çizdiği, planladığı doğrultuda yapmak sorumluluğunu taşımaları ön koşuluyla ulusca ve devletce hep saygı görürler. Sayın Sabancı Adanalıdır. Kendisiyle, yaptıklarıyla hep övünürüz. Adana'mıza SA rumzuyla damgasını vurmuştur. Sabancı Kültür Merkezi, Sabancı Öğrenci Yurtları, Sabancı Merkez Camii, tekstil fabrikaları, Kabasakal köyü civarında Fransa ürünleri satan büyük süper market, Karfur, sayamadığım diğerleri... Devletin planlama kurulunun ulusal çıkarların doğrultusunda mı olmuştur yoksa bir türlü dayatma mıdır? Cemaati uzaklardan gelecek Merkez Camii; şehirden bugün için 15 km uzaklıktaki sadece arabası olanların ulaşabildiği süper market (*) E. Aydın, 23Ocak1999 ADANA 1938 Adana, okalüptüs ağacına benzer. Yaprakları, doğanın yedi rengini her mevsim taşır. Gövdesi, ara renklerle ebrulu yumak. Gölgesi bol, dalları salkım söğüt gibi yerlere ulaşır. Gövdesi sağlam, boyu uzun. Rüzgarda ırgalanışı oylumlu, uzun boylu agül yanaklı, gülgümü kerakeli, mor hareli nesimi şiir gibi gelir bana. E. Aydın, 5Mayıs1996 DEMİRYOLLARI Şu radyoculara şaşmamak elde değil. Hele hele T.R.T gibi has kumaş olanlar.! Birkaç gün önce bir konuşmanızı dinledim tren yolları üzerine. Benim çocukluğumda doğrular tek ve güçlü olurdu. Doğruyu Ankara ölçer, biçer, halkına duyururdu. Bize, onu katmerleştirerek uygulamak kalırdı. Yeni yazı günlerini anımsarım... Onuncu yıla gelindiğinde, Ankara şahlanıyor bütün yurdu ayrıcalıksız gözetiyordu. Onuncu yıl marşı Ankara'nın verdiği tek doğru senetti. Tilcik tilcik sözcük, tümce tümce yaşanan, inanılan tek doğruydu. Aynı zamanda komut kadar açık ve sağlamdı. Neler oldu bizlere, böyle rüzgarda savrulup duruyoruz.! Devletimiz devletlikten, hükümetimiz hükümetlikten, medyamız medyalıktan uzak kaldılar. Bu kadar yaşamsal olduğu kanıtlanmış demiryollarının üzerinde gereğince konuşan yazan olmuyor. Düşünen yok gibi.! Daha anlaşılmazı, az bir çabayla, o kadar çok yapılabilir gözüküyor. Bu cennet vatana hep birlikte düşman mı olduk yoksa? Radyo konuşmanız beni çok etkiledi. Darısı sağır sultanlarımıza.! Saygılar, teşekkürler. E. Aydın, 10Ekim1998 UZAYIP GİDEN TREN YOLLARI 2Temmuz2000 İstanbul Sirkeci garında, duygusal bir olay yaşandı. Türkiye'de Cumhuriyetlin kuruluşuyla önem kazanan, ulusun büyük bir gereksinimine yanıt veren, köylünün, kentlinin, sevgilisi olarak uzayıp giden tren yolları; kapitalizmin azgın canavarı, karayollarına yenildi, o gün bu güne değin, trafik kazalarında bir Çanakkale savaşları kadar insanımız hiç yere, gittikçe artarak ölüyor, ölüyor. Demiryolları özlemi, nostaljisi, ülkeyi ayağa kaldırmışken Boray Uras, Hilmi Çamurdan, Edirne'den Ardahan'a raylar üzerinden aylarca süren bir tepki yürüyüşü başlattı. Otoyol gitsin, ölüm bitsin. Doğayı kesmekten yaralamaktan geri dönülsün, otomobil çöplüğü istemiyoruz. Çöplükte ölmek istemiyoruz diyorlar, ulusun isteğine sözcü oluyorlardı. Ced sözcüsüydüler. Sirkeci garı yurdun dört bucağına yolcu taşır, dört bucaktan gurbetci getirir, trenler yolcunun seyyar evidir günlerce. Orada oturulur, orada yenir içilir, uyunur, gezilir. Pencerelerden yolculuk boyu, yurt doğası izlenir mevsim mevsim. Bir çay içimi durulan istasyonlar yerleşik halkın günlük gezi yerleridir. Yöresel yaşamı vurgulayan ev yiyecekleri, işleri bir andaç gibi sunulur anıtlaşır. Vagonlar bir evdir, konuklarla dolu. E. Aydın, 2Temmuz2000 SEVERKEN DÖVMEK ÜZERİNE BİR ÖZELEŞTİRİ. İslamiyet'te ve Osmanlı'da, büyüklük mertebesine ulaşmış kişiler genellikle büyük olarak ölürler, öldükten sonra da yerleri tabularca korunurdu. Genelde bu böyleydi, istisnalarda olmuştu ama sayıları çok değildi. Cumhuriyetle beraber biz Türk'lerde, büyük yeme hastalığı belirdi. İnsan kendi kendine soruyor, büyüklerimiz mi kapasitesiz, yoksa biz mi beğeni özelliğinden yoksunlaştık?. Sade vatandaş, doyumsuz esnaf, tüccar hakkına razı değil. Öğrenci öğrenmemekte direniyor, öğretmen yetersiz deniyor. Seçilmişlerin, seçenleri, onların gereksinimlerini bildikleri yok. Siyasiler ülkenin öz sorunlarını tanıyamıyorlar, uzman kadrolar daima teorik, pratikten haberleri yok. Anlaştığımız tek nokta hepimiz bu ülkeyi canımız gibi seviyoruz. E. Aydın, 10Aralık1991 BAŞLIKSIZ Pınar sözcüğü halk arasında (göze) oluşumu itibariyle temiz, ilk çıkış kaynak demektir. Pınarlar sürekli akışlarıyla durulur, suyu arınır. Kıymeti artar. Sağlam bir pınar kolay oluşmaz, oluştuğu zaman da diğerlerine göre farkı fark edilir. E. Aydın BAŞLIKSIZ Bu sabah mızkımda bir meymenet vardı. Güneş közde kalmış mayalı hamur gibi, irenge irenge geçerek, fes rengi, bal rengi, bezük, alacasarıları da geçerek, karlı dağların önünde, kavak sıralarının arkasından, defrenin sazlarına, sonra da benim pencereye uğradı. Tüylerim ısındı, kaşık düşmanıma işaret ettim, dürttüm. E. Aydın İNSANLIK KOMEDİSİ Çağımız, hız üzerine endekslidir. Günü dolu dolu yaşamak; (dün)ü belleğimize sıkıştırmak, (yarın)ı heyecanla gözlemek olgusu yalnız biz insanlara özgü bir yanılsamadır. Bu bağlamda insan, yaşamı bencillikle bağdaştırarak, doğayı; dağlar, ovalar, ırmaklar, bitkiler, hayvanlar, hava, su ile algıladığımız doğayı, toplumun düzensiz, hoyratça kullanımına açar. Böylece bütün varlıkları kapsayan yaşam;ben merkezli olur. Günlük yaşam otobanda seyrediyor; hızlı, daha hızlı, geri kalmak, geriye dönmek yasak!.. Bilindiğine göre, biyolojinin fizyolojik güdünün, kendi iç değişmezleri; akıl, mantık, düşünce, algılama, karar yetisi, oluşumun bütün evreleri ister istemez devre dışı kalırlar, anlamlarını yitirirler, ağırlıklı edim güçlerini, yarınlara bırakırlar. Kuşkusuz, evrim sürdüğüne göre, bu düzensizliğin, zaman içinde kendi düzenine kavuşacağı, avuntumuzdur. İnsan, var olduğundan bu yana, doğayı değiştirmeye çaba vermiş; buğdayı, mısırı, bize sunmuş, hayvan soyunu kullanıma açmış, ateşi, tekerleği, buharı, gazı, daha binlerce bulgusunu bizlere ulaştırmış. Atalarımızın belleği, kitaplarda, kitaplıklarda saklanarak, korunarak bizlere ulaştı. O yüzdendir ki, zaman zaman, hatta sık sık, otobandan çıkarak, arkaik, hatta kılasik olmuş zamanlarda, bellek tazelemek gereksinimi duyarız. Zaman bu denli hızla akarken, gerçekte dünlerde yaşar, yarınları hayal ederek mutlu oluruz. Bana öyle geliyor ki, yaşamın en verimli mevsimi, rüyalarda, hayallerde, ütopyalarda gizlidir. Hayal; yaşamın gerçek motifleriyle, düşün gücünün renkli bezeklerinde, ilmik ilmik işlenir. İmgelerimiz, gerçeklerden türeyen, gerçek üstü ideolardır. Yeni buluşlar, keşifler de, kuşkuyla zenginleşmiş hayal gücü ürünüdürler; yaşanan gerçeklere tepkiyle başlar, bireyin kendi özgürlüğüne saygısıyla büyür. Toplumların yapısı, bireylerin tepki ve kuşku nedenleri, karmaşık, ama yaşamsal sorunları da beraberinde getirir. Bir sosyal yapının bütünlüğü ve onun korunması, güçlenmesi gereği, kuramlara gereksinim duyulur. Yasalar, yasaklar, zor yaptırımlar, tabularla da güçlenerek, bireyin özgürlüğü sarılıp sarmalanmış, kuşatılmıştır. Özgürlüğün bilincine varmış birey, tek umarı, kendini sanatın uçsuz bucaksız okyanuslarına atmakta bulur!..... Burada; SANAT ve SANATÇI sözcüğü, AYDIN anlamında olup, genel kapsamlıdır. Toplumunu, onun geleceğini, gerek düşünerek, gerek sezinleyerek, özgürce konuşan, yazan, çizen kişi anlamındadır. Artık, okyanusların amansız dalgaları arasında özgür ve yalnızdır; toplumun çağdaşlaşmasına engel olan yasalara, tabulara, zamanında gereken değişimleri yapmayan ERKEye karşıdır. İnsanı sevdiği için, onun, güne ve geleceğe ait her türlü sorunlarını yakından izler, araştırır, düşünür; sezgileriyle besleyerek konuşur, yazar. Yasa koyuculara ve şöyle veya böyle çarkın bir dişlisi olmuş olanlara, isteksiz de olsa uyumlu çalışanlara, düşüncesini iletmeye çalışır. Şiirler yazar, öyküler, taşlamalar, romanlar, sahne oyunları yazar, resim yapar, yontu yapar, karikatürler çizer, toplumunun her türlü sorununu dile getirir. Sivil toplum, sanatçıları sever, sayar, korur. Onları, kendi geleceğinin temsilcisi, pişdarı, şıvgarı olarak görür. Dünya genelinde, çağlar boyu sayısız örnekleri vardır. Türkiye'mizde ise Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Ruhi Su, İbrahim Balaban, Mehmet Aksoy , tükürülesi Heykelin Ustası , hatırıma hemen gelen sanatçılarıdır. Nazım Hikmet, özgün şiirleriyle, Aziz Nesin, kara mizahı ve konuşmalarıyla, İbrahim Balaban, ezilmişliğin kompozisyonlarıyla, Ruhi Su, absoli halk türkülerinin içli anlatısıyla, toplumu derinden etkilemişler, hapislerde bile yatmışlardır. (Sözlük Açıklaması : pişdar: Önde giden, öncü, ön tarafı güvene alan, tutan. Şıvgar: koşulu topçu terimidir. Topu, dört iri at kadana çeker. En önde, yükte olmayan, delişmen, neşeli, cesur, boylu boslu, bakımlı bir at bulunur. İlk hareket komutu ona verilir. Engebeli, tehlikeli, yol dışı hareketlerde, o yürür, yürütür. Dinamik, devingen oluşuyla olası önemli sarsıntılarda çırpınarak denge kurucudur.) E. Aydın İÇERDEKİLERDIŞARDAKİLER Tutukevleri doldu taşıyor. Depremzedeleri bıraktık, onlara ev beğendirmeye çalışıyoruz. Daha çok çalışacağız.! Aysberkin, buzdağının aşağısı, sanal büyüklükte. Devletimiz, sağolsun, suçlu aramaya, yaratmaya çaba veriyor. Yazarı, çizeri, konuşanı, düşüneni, içeri almak için yasaları hızla çalıştırıyor. Böylece en verimli sektör, tutukeviinşaat sektörü olacak.! İşçi, memur, sade vatandaş, emekli, köylü, nerde yatıyor, ne yiyip ne içiyor, nasıl geçiniyor?, hİç önemli değil sanki! Taşları bağlamışız, köpekler serbest. Suçlular, sanal suçluların oranı öylesine büyüyor ki, suç kavramının, tekrar bir yargılanması;bizi bize, yönlendirip, aysbergi görmemize yardım etmez mi??. Dışardakileriçerdekiler.... E. Aydın BİR ZAMANLAR TANRI VARDI İnsan O'nu yalnız bırakmamak, yalnızlıktan ölmemesi İçin tanrıçalar yarattı, sundu.... Başlangıçlar, raslantıların karmaşık ve sarmal, dingin ve devingen, ölçülemez zamanların potasında, olabileceği en kusursuzu, süregen yapısına ulaşmışlardır. Yaratılışın başlangıcında sayısız raslantıların, birbirlerinin üzerine, doğrudan, dolaylı, dolaysız, düz ve sarmal etkileşim hatta siberne katışımı sonucu, o görkemli, bir türlü anlaşılmaz gözüken yapısına, milyarlarca belki trilyonlarca zaman dilim içinde ulaşmıştır. Raslantılarda ayrımına varamadığımız bir gizil güç vardır. Zamanlar içinde insan beyni, matematiği tanıdı, onun yaşam kolaylıklarından pek hoşlandı, işte ondan sonra bütün bilimler ona, onun değişmez veya az değişir yapısına sığındılar, bundan neden bugün, hesaplanabilir, gizemden yoksun bir çağın şablonları içinde, zaman zaman da olsa da taşarak, evrensel yataklarımızın özlemini duyarak, çalkalanıyoruz. Duygular gerçeklerin talanına uğradı. Hayalin yüksekliklerinde gezinmeye zamanımız kalmadı. Natürel yapının özdekleri olan, aşk, sevi, seks ve duyumlar da bu gidişten payını aldı. Sıradanlaştı, bodurlaştılar. Kanıma göre, her türlü iç tepkiler, onlar nedeniyle ortaya çıkan görünüm ve duyumlar, parmak izleri kadar değişmez, bireye özgedir. Yine bir raslantısal nedenle çok çok geç öğretide (Sevmek dokunmaktır) sözü gündemime gelmişse, bu gerçeğe sıcak bakabiliyorsak, aşk da, sevgi de, seks de, romantizmin kelebek kanatlarında özgür, kendi başlangıçsız ve sonsuz kaosuna yükselir ki, orada ideo insan bulunur. Örneği hemen yanımızda. Uzay morötesi, Zaman sonsuza eğri! İlahi tınılı. Savruluyor, koyu ipeksi saçlar esinde! Gökkuşağı. Güçlü iki yürek pompalıyor, seviyi sonsuzluğa, Ak soluğun rüzgar, deniz dalgalı, Kayık yalpa. Zaman uzayda özgür. Kayıkta biz İnsana doğru...... Bu dize bence, çağın kısırdöngüsünü kırmış, zincirlerinden kurtulmuş, sizin de özlemini duyduğunuzu umduğum, belki şiir kuramlarını bilmeyen, ama yüksekliği olan bir anlatı değil midir? Bu hiçbir zaman bir paraloji değildir. Elli milyon yıl sonra, eylülde buluştuğumuzda yine ( sevmek dokunmaktır ) temasını işlemek umusuyla öperim. E. Aydın BAŞLIKSIZ Gazetelerde ezanın Türkçe okunması düşüncesini alkışlamıştım. Televizyon konuşmalarında Cumhuriyet kuşağı konuşmacılarından birisi bu öneriyi duyunca tüylerim diken diken oluyor dedi. 22Ocak1932 yılında Yerebatan camiinde ilk Türkçe ezan okunduğunda halkımız çoskuyla karşılamış, hemen arkasından Türkiye genelinde uygulama başlamıştı. Sizlere Mersin'in Mut kazasında tanığı olduğum Türkçe sabah ezanının müderris olan babam tarafından okunuşunu anlatmak istiyorum. O akşam müftü Nadir Efendi, hakim Ali Rıza Bey bizim evde sabaha kadar değişik tınılarda tekrar tekrar okundu. Bizler bitişik odada yataklarımızda dinliyoruz, heyecanlıyız. Babamın sesini uygun buldular. Sabaha doğru herkes namaz hazırlığı yaptı. Tanrı uludur.. tanrı uludur... Namaz uykudan hayırlıdır... haydin namaza... Haydin felaha... E. Aydın, 4Eylül1996 EZANIN TÜRKCESİ Tanrı uludur tanrı uludur Şüphesiz bilirim bildiririm tanrıdan başka yoktur tapacak <üç kez> Şüphesiz bilirim bildiririm tanrının elçisidir Muhammed Haydin namaza Haydin felaha Namaz uykudan hayırlıdır (sadece sabah ezanında) <7 kez> Tanrı uludur Tanrıdan başka yoktur tapacak Türkçe ezanı düzenleyenler, arapça ezanın okunuşunda olduğu gibi, türkçesinin de usulsüz olarak sabarast, hicazevcıraknevasegah İsfahanHüseyni makamında okunabileceğinin notasını yapmışlardı. 8Kasım1997 Cumartesi sabah GELİP GİDENLERE GÖNDERİ Gelenler giderler. Bu bir birleriyle sarmaş dolaş iki sözcük arasına bir ömür bile sığar. Günü, saati, ayı, yılı bir yana bırakarak geldi ve gitti. Geldi, gönüllerde yerleşti ve gitti de olumsuz. Güney Batıdan bir yerlerden geldi, resim öğretmeniydi, hanımdı, insandı, ak bir bulut gibi sevgi doluydu. Yeşilin dostu bir mavi yumağıydı, bilgileri gülücüklerle daha bir sağlam ulaştırıyordu çevresine. Bu belki bir yetiydi asil soyundan getirdiği. Gitti, Güneydoğuya gitti, şimdi güneşe daha yakındı. Yansıdı, yansıttı, bizleri unutmadı,uzun uzun mektuplarla özlü, tilciklerle uzakları yakın etti, içli ve içtenlikli, içerikli mektuplar ulaştırmaya, gecelerden artı zamanlardan zaman ayırdı. Bir gün yine geldi, daha ışıklı daha sevecen, mavi mavi girdi iç boşluklara. Sevgi ekiyor, sevgi biçiyordu, çiçekçi kızdı o. Bir dosta gereksinimi olan herkesin yanındaydı, ogmaz yaralara merhem olmak ister, zamanından zaman ayırırdı. Metin kişiydi vesselam, ama yine gitti.... Kapı boşluklarında, sımsıcak izlenimi, gönüllerde doldurulmaz yeri kaldı bizlere. Öğrencileri soruyor nerede, ben soruyorum, Ey bülbül, güzel kuş, şimdi sen nerdesin?. E. Aydın, 5Ocak1993 SUYA ÖZLEM İLETİSİ Akşam üzerleri olunca, dağarcığımı yollarım biriken önemli önemsiz neler var? İyi fikir ve düşünceleri ertelerseniz bayat ekmek gibi değişikliğe uğruyor. Kötü ideler ise çökeltiye bırakılmalı, onlarda aktivite vardır, zaman içinde kristal değerlerine ulaşabilirler. Hiç olmazsa yönüne göre sarkıt dikit gibi görüntü yalınlığına ulaşırlar. Para da bayatlamaya gelmez, onları da ertesi güne veya zamana bırakmak akılcı değil. Hiç olmazsa benim için. Daktiloyu bulan adam, başlangıçta sanırım çok eleştiri almıştır. Kaligrafiyi dışladı, kişinin yaratma gücünü, ideotizm'ini yok etti diye. Ama bir büyük iyiliği var ki, hiç unutulamaz, kenara itilemez. Yazma kolaylığını, fikir akışını yıldırım hızına ulaştırdı. Ondan neden, benim elimin altında daktilo, vazgeçilmez bir gereksinim ve araç. İyi kadirbilir bir arkadaş. Önüme çektiğimde bir de hedef belirledim mi, basıyorum tuşlara, dum dum... Hedefe isabet önemli değil. Dum dum dum tetikle gitsin. Bazen, hedefi vurduğun da olur, ses gelir, dum..dum... Evci işi (kırk gün taban eti, bir gün av eti), genelde hedefleri büyük seçerim, serde miyopluk var. Sevgi gibi, Cumhur reisi gibi, bakan gibi.. Geçen gün öğretmenler günü nedeniyle Mersin'li resim öğretmenleri bir sergi düzenlemişti, içlerinde ben de vardım. Vali onur vermişti, işin daha enteresanı benim resimlerle de çok ilgilendi, kamera karşısında uzun uzun konuştuk, iyi kokteyl tüketti, ama görüldü ki, sergiden bir tek resim almadan ayrıldı. Bende sanat evine geldim, silahımı aldım, dum dudum, dum... Kendine bir mektup yazdım, sergilerden resim almanın asaleti, anlamı, vali olarak gerekliliği bağlamında. Bu ayın onunda yine Mersin'de bir başka sergide karşılaşacağız bakalım, isabetli bir vuruş yapmış mıyım? Biz insancıklar, tavuskuşuna benzeriz, yalbırtımız vardır, ama içimizde boşluklar tümen tümendir. Onun için bizi tanıyanların gerçeklerini ve hayallerini besleriz ve saygılı oluruz, işimizede geldiği için. Biliyorsun, sanat ve kişilik duygulardan yola çıkar, onlarla yaşar ve yücelir. Duygular ise büyük bir karmaşadır. Çocuk annesinin memesini emerken, cinsel bir doyuma da varır. Ama biz ona anne şevkati, çocuk muhabbeti der geçeriz. Zira kültür ve tabularımızda öze yakın düşünmek bile yasaklanmıştır. Seni seviyorum demek, hala kuşkuyla beraber yaşar içimizde. E. Aydın, 6Ocak1993 SUNU1 Güzel insanlar Hepinize Merhaba 8.inci Altınkoza festivalinin en iyiye ulaşması için gece gündüz demeden özveriyle çalışan isimsiz kahramanlara merhaba. Bu akşam burada kadirbilir Altınkoza organizasyonunun lütfettiği bu onur belgesini günümüze değin resim sanatına gönül vermiş amatör ve profesyonel olarak katkıda bulunmuş sanat eğitimine soyunmuş öğretim üyeleri adına Ethem Aydın olarak alıyorum. Sevgi ve saygılarımın kabulünü sunuyorum. Kutluyorum. E. Aydın SUNU2 (Editörün Notu: 3 numaralı kaynakta bu konuşma sesli olarak şu şekildedir:) Güzel insanlar merhaba. Hepinizi kucaklarım. Altınkoza çok iyi düşünülmüş, Adana için ilgi emekle ortaya konulmuş bir olaydır. Bu olayı yaratanlara saygım sevgim sonsuzdur. Sayın Adanalılar, bu onur belgesini Ethem Aydın'ın şahsında bütün Adana'da yaşayan sanatçılara verilmiş kabul ediyorum. Güzel insanlar hepinize merhaba. Candan kucaklarım sizleri. Adana'mızda Altınkoza 8.inci çalışmalarını yoğun bir şekilde ortaya koydu. Bin bir müşkülatla bu olayı ortaya koymaya çalışan isimsiz kahramanlara merhaba. Bu gün Ethem Aydın adına burada vereceğiniz plaketi, Adana'da başlangıçtan bu güne, sanatta iz bırakmış ve emek vermiş amatör profesyonel ve fakülteler seviyesinde öğretim yapan bütün arkadaşlarımla paylaşıyorum ve onların adına kabul ediyorum bunu. Sizlerin adına, sanatçılar adına, bu incelikli, güzel olayı ortaya koyan kişilere sonsuz sevgi saygı.. Unutmayınız, hatırlayınız bizleri. Hatırlanmaktan mutluluk duyarız bütün sanatçılar. E. Aydın BAŞLIKSIZ (Editörün Notu: 3 numaralı kaynak bir ses kasetidir, Ethem Aydın ve Feyyaz bey arasında geçen konuşma şu şekildedir:) Ethem Aydın Şimdi... şeyin.. Feyyaz'cım.. birer kahve içelim mi? Feyyaz bey İçelim. Ethem Aydın Başıma bir iş geldi benim... Feyyaz bey Söyle abicim. Ethem Aydın onun etkisi altındayım... Bu kız beni ağlarken görmüştü.. Feyyaz bey Allahallah ? Ethem Aydın Ondan sonra.. ilgilendiler sağ olsunlar.. Beni altınkoza yılın sanatçısı seçmiş Feyyaz bey Yaaa. Gayet güzel hocam haberim var (Sigara yakmak için çakmak sesleri) Ethem Aydın Bu benim zoruma gitti. Bu kadar genç insan... buna layık insan varken neye beni seçtiler diye bir haylı..... o sırada bunlardan bir doçent arkadaşımız gelmişti.. ve bu da O'nun yanındaydı... geldiklerinde ben bardakla burda baş başa vermişim gözlerimden de yaş akıyordu. Ne yapacağım ben bu kadar insanın karşısına ne yüzle çıkacağım filan diye kendi kendime ağlarken bunlar geldiler. Anlattım. Çok mutlu oldular, yanındayız dediler, bundan daha isabetli bir şey olamaz dediler, üniversite olarak orada olacağız dediler, filan sağ olsunlar... işte böyle bişey.. şimdi kahvemize geçiyoruz.. Feyyaz bey Kutlarım hocam... Ethem Aydın Ne yiyeceğiz.? (sohbet devam ediyor) BAŞLIKSIZ Anday derkiBen yazdığım her şiiri yeniden yazar cebime korum, sonra yayımlanmak için şiir isteyene cebimden herhangi birini çıkarıp veririm der. Zamanlar üstüne zamanlar örtüşmüş, yine zamanlar içinde, ne olmuşsa olmuş, insan (var) olmuş. Varlık, kendi evrensel nedenini, öz'de bulmuş. Varlık, özyargı kategorisiyle, seçilebilen zaman boyutlarında, değişmeyerek türleri, onun farklılıklarını, cinslerin çeşitliliğini koruyarak, kollayarak elle tutulabilir, gözle görülebilir gerçeğimize ulaşmış. Sonlu olarak. Öz ise, bu radikal, sonsuza sınırlı kabuk içinde, ve de dışında, özgür, ışık, hava kadar akışkan, göreceli! Özlemin coşkusu ve hoyratlığıyla, düşüncenin kendisi olmuş. Bu çelişkili sarmal oluşum, yine zamanlar içinde, (dil ile kuşatılarak), geleceğin insancıklarına, sevgi adına sunulmuş. İnsancıkların dille başı derttedir. Saatler boyu daktilo başında geniş kapsamlı sözcükler arıyorum. Sevgi ve sevgili bağlamında. Meğer, yaşam ne kadar anlamlı, güzel, dayanılmaz çekicilikte imiş!...Özbenin hamuruna, yüce bir im, sevgiyi fısıldamışsaa........ Yüklüce bir yaşam şeridinde, uyuşmuş, uyuşturulmuş, dinginleştirilmiş, öze ilişkin duyu ve duyumlar, barajlardan kurtulan seller gibi, varlığı siliyor, süpürüyor... Gerçek bilinmiş, emek verilmiş, akıl, irade, karar, kararlılık, onur, konfeti gibi serpilmiş, anlamsız pırıltılardır, sevgi esintisinde.... Zaman zaman kendimi sorguluyorum, Sevgi karşılıksız vermekse, ereği niçin sel kapsamına alıyor, yansımayı umuyorsun? Bu edim coşkusu, bencillik olmuyor mu?? Ethem özbenin labirentlerinde yiten, çırpınan, klasik romantizmden medet uman, eziyeti bunaltıyı seçerken ,sevgiyi topluma, bütün insanlığa yaymak için, açık denizlerde pupa yelken, bilinçli, soluk soluğa koşarken; bu senin öznel sevgin, çelişik, ayak bağı olmuyor mu??!..İkincil hatta üçüncül olman gerekmiyor mu? Bunun da bilincindeyim, şüphesiz! Ama seviyorum işte, yazıyorum işte, yansıma bekliyorum işte var mı diyeceğin. Böylece çoğaldığımı anlıyorum. E. Aydın, 24Şubat1996 BAŞLIKSIZ Mektuplar özgür olmalı, insanlar değilse bile!! Tutsağım, uzamlar içinde, zamanın getirdiği soyut düşlerime..Yaşanmışlık içinde ulaşılmamış sevi panoramasının sonsuzluğun tavanını delen duyum ve doyumlarına.... Abislerde (okyanuslarda onbin metrenin altı), dingin, durağan loşluklarda hayat, yavaş görkemli algılanabilir yoğunlukta gizemle sürerdi. Su yüzüne, kimler, neden çıkardı beni? Esintiler, dalgalar, sıcak soğuk akıntılar, fırtınalar, boralar, tayfunlar, siklonlar bu garip martı için ne demek? Üşüyorum,tedirgin umarsızım. Niçin martı (Jonathan), mesihinden, onu ışığından, ısısından! Zaman zaman da olsa, aloo diyen çağırgal sesin tınısından yoksun olmaya itiliyor! Bu ışıklı suskunluk bilinçli midir, bunda da alınacak bir dersin nuansları mı var? Düşülen girdabın acımasız budaklarına çarpa çarpa yiten güzellikler, seiler, yitiren için de ezgi ve ezi olmayacak mı? Çaplı ve devasa dalgaların tepesinde patlayan köpükler, Abislerin çocuğu, yetisiz martıya dayanılma yük değil mi? Diyorsun ve diyeceksin ki, zamanla ve mekanla sınırlı olmayan dostluklar için, uzak diye bir yer yoktur. Her zaman olduğu gibi sevgi ve saygılarımla. E. Aydın BOZUK BİR ŞEY ÜZERİNE DEYİNTİ Bugün kuruluşa, çocukluğa, çocuklukla geleceğin ilintisine övgüler ve özlemlerin anımsanmasına açılmış düşüncenin sıradan insanın öz beninde yükselen saf, katışıksız, duygu ve duyumların, dahası çocuğa ve çocuksuluğa övgülerin anlatımı için konulmuş bir gündür. Çünkü insan yitirdiği çocuksuluğunun özlemi içindedir. Zaman oldu çocuksuluğumdan utandım, maskeler takarak büyük gibi gözükmeye çaba verdim. Büyük olamadım, oldum ama büyüyemedim. Tekrar çocukluğuma dönmek istedim, ilk etapta seni buldum, bir yetişmiş eğitimci olarak beni tanıdın, değerlendirmeye çaba verdin, çocuksuluğuma övgüler yağdırdın, ödüllendirdin. Coşkularım seninle dirildi, nefesinle dalgalandı,seninle yelkenim doldu.Yürüyorum insana doğru Senin yanında çocuklar kadar içten, seçmesiz konuştum hiç bir zaman olmadığım kadar çocuk oldum. Bütün zamanlarım içinde seni düşünür oldum. Seninde bir insan olduğunu unuttum, Mesih dedim. Yaptığım puta tapmaya başladım. Hala bir çocuk olduğumla kıvançlıyım. Yine de biliyorum ki, sen bir tüzel kişisin, Hükmi Şahsiyetsin, toplumun hizmetindesin, yalnız benim için olamazsın. Benim züremde ilgini odaklayamazsın. Ama bir yerlerde bir bozuk bir şey olmalı. Çocuk bayramında çocuksu bir ışık altında yazılmıştır. Onun saf pür duyumlarını izleyerek. E. Aydın, 23Nisan1996 BAŞLIKSIZ Bir şeyler düşünüyorum. Düşünceler yumak yumak eski iplik. Yeniden düşünüyorum. Doğumu düşünüyorum, ölümü düşünüyorum. Bu seferde varlığın anlamı ve önemi devreye giriyor, çatal kazık oluyor yere geçmiyor. Bir ömür, yıllar önemli değil. Kendine uğramadan yaşar mı? Yaşarsa yaşamış sayılır mı? Kendine uğradığında, kendinde kaldığında suçlu mu sayılır? Kime karşı suçludur? Neden? İnsan inandığıdır. (Chow) Kalpten kötülükler, elin ele, dudağın dudağa deymesiyle atılabilir. (Williams) Sizi, sizi anlayan bir arkadaş yaratır. (Rolland) İnsan çevrenin yaratığı değil, çevreyi yaratandır. Sadece yeteri kadar sevebilirseniz, dünyanın en güçlü insanı olabilirsiniz. (Fox) Hayatın gerçek amacı, bilgi değil eylemdir. Her disiplinli çabanın, birden çok ürünü vardır. İlginç olan, en iyi, in iyiyi isteyenin olur. Nesneler değişmez, biz değişiriz. Yalnız iki durum değişmez, mezarlıkta yatanlarla, yaşlılar yurdunda kalanlar. İlimler ve sanatlar, medeniyetin gelişmesine yardım etti mi? (J.J. Rousseau Yıl: 1750) E. Aydın BAŞLIKSIZ Yöresel, gelenek, görenek, yöre için çalışma (*) varlığıyla anonim olmaz kişiler. Yemek yarışları, iyi ana çocuğunu her türlü yeni buluşlara karşı emziren, karısını seven, öven, çamaşır yıkamadan haz duyan, ekonomik yaşamı seven, modern, reklama aşık olmayan, çorabı gömleği yamayan, ekmeği, gazete, kitap parçasını öpen, bütün olanaksızlıklara karşı (*) E. Aydın BAŞLIKSIZ Mevsimler dönüyor. Her yaratılmışın yaratmağa en uygun olduğu zaman, oluşumun zaman içinde belli sürecidir. Bir olgu belirgin evrelerden belirli zamanlarda geçer. En iyi bir yayladır. Dağın en başıdır. E. Aydın SEVGİLİ MAKİ Bodur ağaçlar canlı olurlar, dirençleri olur, toprağa yani halka yakın oldukları için, onu konuşur onu konuştururlar. Zamanı yuttukları için çağlara tanık olurlar, dahası geçmişin belleğini yarınlara taşırlar. Hoş geldin dünyamıza, sefalar getirdin. Emek verenlere bin şükran...... E. Aydın, 24Mayıs1997 HALK BİLGİSİ, GELENEK GÖRENEKLER : Bahçe sahibi, bir kaç kişiyle ağacın dibine gider, aralarında yüksek sesle konuşurlar: Bu ağaç marul gibi büyüdü gitti, meyve vermiyor, sizlerin de bağınız bahçeniz var, deneyiminiz var, ne dersiniz? Bana bir akıl verin, dallarını budattım, bu sefer daha güçlendi ama meyvesi yok. Meyve vermeyen ağacı ne yapalım? Keselim de, yerine daha başkasını dikelim. . Mal sahibi derinden, içli bir ağıt tutturur: a, benim soylu ağacım, boylu ağacım senin ne derdin var?, maşallah kocaman oldun, bir tanecik olsun meyve veremez miydin?, seni bin emek ve umutla taa nerelerden, özene bezene kucağımda getirdim, uz ellere diktirdim. Yoksa sen sıla özlemim mi çekiyorsun?, suyunu verdim, gübreledim, kökünü gevşettim; beş mevsim döndü, komşu ağaçlar meyveye durdu. Konu komşu bundan odun bile olmaz, ocakta tüter, marsık olur, sobayı gorumla doldurur, diyorlar.!! Mal sahibi, hemen döner kalabalığa bağırır: Aman ağacımı kesmeyin, siz onu gelecek sene görün, baharda, pembeli, yeşilli bürünceğini giyecek benim kızım, mevsim de onat giderse bizleri utandıracak, inşallah. Bu seferlik de kesmeyelim, bahara Allah kerim. Draması, çoğunlukla etkili olduğu görülür.. E. Aydın BÜYÜME ÖZENDİRME Deneyimlerle görüldüğü gibi, tek ağaç yavaş büyür, hele soylu bir ağaçsa.!. Aynı türden fidanlar arasına arasına daha çabuk büyüyen ağaçlıklar, yıllık bitkiler, sarmaşık türleri tohum olarak atılırsa genel büyümenin hızlandığı, neredeyse büyümede yarıştıkları görülür. Saksı bitkilerinde daldırma, , üzeri ışık geçirmeyen bir bezle örtülürse, ışığa özlem duyan gövde çabuk gelişiyor. Ethem Aydın RENK ELDE ETME YÖNTEMLERİ Kırmızı: Kök boya, yabani gül, itburnu. Yeşil: Şeftali yaprağı, göz taşı kaynar. Sarı: Nar kabuğu, safran, sığır kuyruğu, nevruz otu, sütleen. Siyah: Naturel, yarpuz Kahve: Ihlamur, çam kabuğu, armut yaprağı, ceviz çirki. Mavi: Ayva kabuğu, çekirdeği, paslı çivi. E. Aydın BAŞLIKSIZ Kaos nasıl yorumlanır, nasıl dengeleri korunur. Yaşam ve yaşamsızlık nasıl ayırt edilir. İnsan beyni algılayamadığı bu olaya yaklaşırken benzerleri nedir? Algıladığımız herşey hava, su, toprak, uzay dönüşümlü canlı dersek canlılık nedir, nedensiz midir? Nedenliyse, nasıl yorumlayalım? Isı, düşünce, zeka, yaratı, varlığın tümü, ilerdeki olduğu düzenin aynı zamanda koruyucu, kollayıcısı oluyor. Saatler, günler, aylar, yıllar, mevsimler bir örnekse ereğe yönelik. Bulut, yağmur, fırtına, sarsıntı nedenleri, bir irade özelliği taşır. İnsanda obje şey, varlıkta soyulamayacağına göre, tüme varımı için bir demek olamaz mı? Biyoloji dışındaki davranışları psikoloji konu etmiştir. Bu ağır boyutlu çalışmaya soyunduğumuza göre. Bilimsel, duyumsal bir (*). E. Aydın SEVGİLİ ARKADAŞIM Narin, nanemolla, mızmız, beceriksiz bir Ethem vardı bir zamanlar, üstüne üstlük ona erkek de demişlerdi, öyle olmayada özendi. Ona erkeğide tarif etmişlerdi: Kırıcı, cesur, korkusuz, kadınlardan daima güçlü, her halükarda işin en zor tarafını üstlenir, ağlamaz, hasta olmaz, olursa da çaktırmaz. Şu günlerde oldukça sıkıcı, ikircimli, çelişkili gerçeklerle doluyum. Seçmek, hele hele gerçeklerden birini seçmek durumunda olmak eksi ve artıyla sınır sınıra olmak eh epeyce zorlayıcı! Uzaydan bir sava getirdi postacı sabah, düşünü ve düşüncelerim, kıraç ve bitek bir tarladaki ekinlerin seyrek, sabah şebnemleriyle dikelmesi gibi dirildi ayağa kalktılar, sonra nedendir bilmiyorum iki damla göz yaşı ve arkasından diğerleri...... Ne diyorsun, erkekliğim bozuldu mu sayılır? Şu canlıları yaratıp yeryüzüne salıveren yukardaki acaba neyi amaçlamıştır? Bu denli çeşitlilik, çelişki nasıl anlaşılırlığa ulaştırılabilir? Hayvan atalarımıza bakıyorum, onlar rahat, çünkü hiç birşeyi yargılamıyorlar. Herşey gerektiği gibi, olması gerektiği gibi, ya bize ne oluyor? Bu denli sorunları kendimiz icat ediyor, sonra da of puf ediyoruz. Toplum din, tabular, diller, renkler, cinsler ve cinsiyetler. Onlar üzerine kestiğimiz ahkamlar! Tamam biz belayı bulmuşuz, yaşamı çıkılmaz, dayanılmaz etmişiz. İşin garip yanı sanki bu ikinci saydığım etkenleri de o yapmış gibi anlaşılmaz, değiştirilemez. Eksi ile artıyı bir uçta toplayabilir misiniz? Topladığınızda yepyeni bir olay, yepyeni nedenler zinciriyle karşılaşıyorsunuz. Bu konuyu galiba biraz saptırdım, neredeyse unutuyordum ben mektup yazıyordum. Buralara neden geldiğimi anlatmaya başlarsam, bana fırttırmış diyebilirsin. Bir şeye çok içten inanıyorum, hanımlar özür dilemez, dilememeli de. Zaten onlar hep affedilir, hoş görülür, cinselliğin kutsal ve değiştirilemez değeri bu olsa gerek. Nedenine gelince bende bilmiyorum. Ama öyle olunca daha bir güzel, daha bir yerindelik kazanıyor. Benim öz kannatıma gelince: Bana bu kadar içli, bu kadar içerikli bir mektup yazmışsınız, beni düşünmüşsünüz, bundan büyük, bundan kutsal ve değerli ne olabilir ki?! Dün akşam (*) burada idi. Hep seni konuştuk, niye yazmıyor, durumu ne ki, ne kadarda sevmiştik onu, acaba bu kadar sevmenin özünde ne vardı ki, gibi. Onu çok çok güzel bir okul sergisi oldu, biraz da ondan söz ettik, ocağım bozuktu kahve içemedik, Pazartesi dönmek için Ankara'ya hareket ettik. Bundan sonra belki bende Mersin'de olacağım ve oradan yazacağım. Bana yazıları yazdıran bu ilaheyi öperim. E. Aydın, 24Mayıs1991 AH SEVGİLİ KARDEŞİM Bileceksin, hanımlar uzun süre beylerinin en zayıf taraflarını yakından tanırlar. Bir fırsatta, bir dalaşta, o en zayıf tarafınıza dumdum kurşunla ateş ederler ve kişi tavanlarda gezinmeye başlar. İşte ben de öyle oldum, şu yazın üzerine. Çocukluğumdan beri ben cebe ile yatar onunla kalkarım. Sivrisineklere karşı Adana'da evimin pencere kapılarını Amerikan çelik teliyle iki kat kaplattım, cibinlikte kurdum, olmadı olmadı. Hep sabahın dördünü zor ettim ve sokaklara düştüm, yürüyüşe verdim. Yatakta kaldığım süre içinde senin yaptıklarının yüz katını yaptım, önce cibinlik, sonraları duvarlar kan içinde kaldı. Uykusuzluğa ve duvarların kirine dayanamayan karım beni boşadı da kurtuldu. Her tür haşere, kedi, köpek benzer insanlar hiç nedensiz bana saldırdılar. Sanki ellerinde ayrıntılı, fotoğraflı, çok isabetli zabıta kaydı varmış gibi tanırlar. Geçmiş bir zaman kesitinde babama anlatmıştım, güldü, onları seveceksin dedi. Anlattı: Ben camiilesherde okurken, gün iner inmez gözlerime rüya ağırlıklı uykular, memleket özlemi, ailem, sevgililer birikir, uyuklardım yatardım, o sivrisinekler yok mu, işte onlar diğer mollalara değil bana tebelleş olurlardı, uykumu kaçırırlardı, öylece okuyabildi; sen ve ablan bana çekmişsiniz, uykucusunuz, teniniz ondan sevimli, eğer diğer iki kardeşin ve annen gibi olsaydınız, sizde okuyamazdınız dedi. Mersin'e geldiğimde, bana sanat tarihini yüklemişlerdi, şimdi hatırlayabildiğim kadar, Rafet'in ablası, Nuri Munsuz, Nejmi, Podalar Şen Pekak'ların bir sınıfına girerdim, onbeş kişiydiler, sanat tarihi bilgimde yetersizdi, iki üç tümce anlatır, onlara görev verirdim. Haftaya her biri onar sayfa ödevle gelirlerdi, nereden nasıl bulurlardı bilmiyorum. Ödevleri toplar, zavallı Ethem'ceğiz eve götürür, okumaya çaba verirdi. Ne mümkün uyku gözlerimden akarken!.. Sözün özü, aslında onlar beni eğittiler. Eğer bugün iki satir birşey biliyorsam o üniversiteli yapılı çocuklara çok borcum var. Sizin orta ikinci sınıfta sınıf öğretmeninizdim, hepiniz çok çok zeki, civa gibi akışkan, her halikarde konuşan birer "sivrisinek"tiniz, sınıfınızda kalabalıktı, hatırlarsan sana ayrı bir de sıra yaptırmıştım. Öğretmen okulunda, Naci Eser'in tercümesi, "Karıncaların Hayatı"nı okumuştum, hem de çok iyi okumuştum. Öyle uygar, öyle sosyal, öyle iş bilircilerdi ki, insan yanlarında çırak olamazlar. Sivri sinekleri uzun süre inceledim, kitaplar hep baştan sona yanlış, zaten de özlü bir bilgi yok. Deneyimlerimle tanıdığım kadarıyla, sivrisinekler karıncalardan çok çok medeni, onlara uzaylı dense yeridir. Sizden ricam, üniversitenize bir haşere dalı açınız, bölümün başına da beni getiriniz, söz veriyorum kısa zamanda bir or prof'luk getiririm. Sayın profösörüm, bu konuda o kadar söyleyecek sözüm var ki, şu anda dum dum kurşun yemiş gibiyim. Ne olur onları sev, onlar olmasaydı ben ben olamazdım. Deyintiler: Bazı kalın bazı ince, kemanıyla bütün gece kulağımda öter durur sivri sinek. Esintiyle savaşa tutuşmuşlar sivrisinek esintinin önünden yavaş yavaş gitmiş bir çatı aralığına sığınmış. Esinti meltem olmuş, yerinden çıkaramamış, poyraz olmuş, tayfun olmuş, çatı sarsılmaya başlamış. O zaman sivri sinek bağırmış, "terbiyesiz rüzgar bana bir fakirin çatısınımı yıktıracaksın"...... Size teşekkür ederim bana sivrisineklerle hoşça bir zaman verdiniz. Öperim. E. Aydın, 29Ocak1996 17. YÜZYILDA YAŞADIĞI SÖYLENEN KARACAOĞLAN'IN BİR PORTRE ARAŞTIRMASI Önce eldeki vereleri sıralayarak, akla gelen olasılıkları yargılayarak araştırmanın açılması. 1 Karacaoğlan bir efsane miydi? 2 Bugünkü toplumda ona benzer tipler var mıdır? 3 Günümüzde, özellikle köy çeşmesi başında oturup saz çalan, kızlara, kadınlara şiir söyleyen bir yabancı nasıl karşılanır? 4 Geçimini yalnız saz çalarak, şiir söyleyerek mi sağladı? 5 Amele mi idi, çiftçi mi idi, ırgat mı idi? 6 Mirasyedi mi idi, dilenci mi idi? 7 Sağlıklı veya hasta mı idi, uzun boylu veya kısa mıydı, sakatlığı var mıydı? 8 Temiz giyimli, üstü başı bakımlı mı yoksa derviş bektaşi aptal mı idi? 9 Hoş sohbet, karşılaştığı kişiler veya toplumlara karşı hemen etkileyici havası mı vardı? 10 Okur yazar mı, yabancı dil biliyor muydu? Dilinde, değişinde, zikrettiği o sonsuz değişik ülkelerde yansımadan ve yansınmadan nasıl dolaşabildi.? 11 Sesi güzel, etkileyici mi idi? 12 Hayvanı var mıydı? 13 Güçlü, kuvvetli, bazen de zorla alan biri mi idi? 14 Beyler, ağalar, aşiret reislerinin kendisine itibar edip, birbirlerine salık verdikleri biri mi idi? 15 Devlet düzeni içinde de bulunduğu anlaşılıyor, bu nasıl gerçekleşmişti? 16 Saraylarda konaklarda bulunmuş muydu? 17 İletişim araçları yavaş ve eksikli olmasına karşın dünya bilgisi bu denli nasıl özlü oluşmuştu? 18 Bize aktardığı sağlam bilgileri nerelerden, nasıl alıyordu ? 19 Askerlik yapmış mıydı? Evli miydi? 20 Doğayı ve doğa olaylarını o kadar içten gözlemleyen, canlı cansız dünyanın incelikli ve duyumsal davranış inceliklerini dizelere nasıl aktarmıştı? Değerini biliyor mu idi? 21 Aşkın, sevginin evrensel yapıştırıcılığına bu denli eğildiğine göre, görevinin sonsuz değerini kim ona duyumsatmıştı? 22 Aşkın, sevginin emek verilecek değişmezliğini nasıl yakalamıştı? E. Aydın DÜŞÜNÜLMESİ YAPILMASI GEREKENLER Hepsinden önemlisi, kendine karşı dürüst olmandır. Gece gündüz bu doğruluğu izlersen kimseye karşı yanlış olmazsın. Eğer istediğiniz şeyler için içtenlikle dua eder ve isteklerinizin gerçekleştiğine inanırsanız dilekleriniz yerine gelecektir. Bu sanki elde etmişim gibi davranırım ve elde ederim meselesidir. 1. Kendiniz için ideal zihinsel imajı belirleyin. 2. Çaba göstermeden, yalnızca inanmak hiçbir işe yaramaz. 3. Düşüncelerinizi kendinize saklayın. 4. Esnek olun; gerekirse plan değişikliği yapın. 5. Gözlerinizi hedeften ayırmayın, işi yarı yolda bırakmayın. Düşündüğünüz, inandığınız ve güvenle beklediğiniz şeye mutlaka ulaşırsınız. Aranmadan ansızın akla gelen düşünceler çoğunlukla en değerli olanlardır ve bu yüzden korunmalıdırlar; çünkü nadiiiren tekrar gelirler. Dikkatimizi yoğunlaştırdığımız şeyi yaşarız. Kendine güven, aklın bir kesin bir inanç ve güvenle büyük ve gurur verici işlerde kullanımıdır. Düşüncelerine hakim olamayanlar kısa zaman sonra davranışlarına da hakim olamazlar. Geçmiş ve gelecek yoktur; yalnızca sonsuz bir ŞİMDİ vardır. Sonuna dek çaba verin ve asla kuşkuya düşmeyin; Hiçbir şey o kadar zor değildir, araştırın yeter. Cesaretin en korkunç düşmanı, korkunun kendisidir, korkulan şey değildir; içindeki korkuyu yenmeyi başarabilen insan en büyük kahramandır. Bir düşünce eken bir eylem biçer, bir eylem eken bir alışkanlık biçer. Bir alışkanlık eken bir karakter biçer, bir karakter eken kaderini biçer. Son derece huzurluyum. Hayatımdaki iyiliğin gücüne inanıyorum. Koşullarda hiçbir güç yok: kişiliklerde hiçbir güç yok: yalnızca iyilikte güç vardır. Şu anda içimde bulunan güce engel olabilecek hiçbir insan, yer, nesne, durum veya ortam yok. Hiçbir şey bana karşı değil: hiçbir şey beni rahatsız edemez. Geçmişimde olanların beni incitecek hiçbir gücü yok. Şu anki düşüncelerle geleceğimi hazırlıyorum. Bugünü yaşıyorum, geleceğe güveniyorum; geçmişten hiçbir pişmanlık duymuyorum. Tüm hayatım benim iyiliğim için el ele verdiğine inanıyorum. Rahatım. Huzurluyum. E. Aydın, 17Mart1997 GELİBOLU SEFERİ "Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindeler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır. " diyor : ATATÜRK.! E. Aydın BAŞLIKSIZ Bizim insanımız hep öyküler üretir, şiirler düzer, öykülerle yatar, şiirlerle kalkar. Ondan neden belediye otobüslerinde taşınan insanlarımız değil öykülerimizdir. Çisentili bir gün, Eminönü'nden Sarıyer'e giden çift salonlu otobüs zınk diye dolu. Hareket edildi. Duraklardan yeni binenler oluyor, kaptan; ortaları üçleyelim diyor. İki ayağı yere basanlar tek ayak üzeri yaklaşıyorlar. Aynı zamanda arkadan ve önden, sıkışalım arkadaşlar diyor, Beşiktaş önlerinde birkaç kişi daha otobüse biniyor. Yine arkalardan gür bir ses, cüzdanlarınıza sahip olun buyruğunu veriyor. Herkes para koyduğu yerleri yokluyor. Ortaköy geçiliyor, inenlerde oluyor. Yeniköy durağında bir hanım, Eyvah! cüzdanım yok diye figan ediyor. Bu ünlem otobüste şok yaratıyor. Herkes eksiksiz cüzdanım, para çantam korosuna katılıyor. Kaptan oralı değil. Bereket versin yedek biletler, dönüşü kolaylaştırıyor. Ertesi günler, yeni olaylara gebe, organize aşırma sistemi eksiksiz sürer gider. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ellili yıllara kadar seçilmişlerle, atanmışlar halka hizmete yarış halinde olurlardı. Vali (bir ilde hükümeti temsil eden, onun yetkilerini kullanan, yetkili yönetim görevlisi), belediyeler, üyeler, başkanlar, yerleşik birimin gereksinimlerine hizmete soyunmuş seçilmiş kişilerdir. Bir yerde, vali, belediye başkanı, kaymakam elele verdikleri zaman ki böyle olması gerekir, çözümlemeyecek sorun bulunmazdı. Neler olmuşsa oldu şimdileri, bu yetke sahipleri, makamlarını hiçbir koşulda dolduramıyorlar. İl sayısı ne kadar artarsa artsın, nüfus patlaması bir yandan, yetkisiz olma istencesi bir yandan sürüp gidiyor. İnsanlar mı küçüldü? E. Aydın BERABERLİKTEN KUVVET DOĞAR İNSAN SOSYAL BİR VARLIKTIR 1 Biz burada niçin varız? 2 Amacımız nedir? 3 Bizi birlikte kılan güç ne olmalıdır? Bu birlikteliğin amacı, ideal bir ereğe dönük çağdaş, bilimsel, faydacı olmalı. OLASILIKLAR: 1 Regriatif, güncel konuların irdelenmesi 2 Bireysel sorunların üleşilmesi, deşarj. 3 Bilgilenme, ilgilenme değişimi 4 Yapıt okunarak, eleştirel konuşmalar 5 Edim olarak, sanatsal etkinlikler; Şiir, resim, el işleri 6 Sabah yürüyüşleri, çevre gezileri, birlikte arifane, yemek yenilmesi. 7 Sinema, tiyatro, bale, dinletilere gitme 8 Günlerin rutin bir düzeliğini zorlamak, bireyin varlığını öne çıkararak, yaşamışlığı duyumsamak. 9 Kısıtlı bilgilerimizin veya yanılgılarımızın labirentlerinde bocalayarak, Amerika'yı tekrar keşfetme yerine, uzman gönül dostlarını konuk ederek, aydınlanmayı sürdürmek. 10 Pigpong, satranç, dama, tavla turnuvaları düzenlemek toplumsallık. Toplumumuza katkı için birşeyler yapmalıyız Bunun için ayrıca organlaşmalıyız. Birlikteliğimizin, yakın ve uzun vadede amaçlarını belirleme, bir isim altında sunmalıyız. v.s. İletişim, söz ve yazıyla doğru orantılı olarak güçlenir. Dil, yazı ile olgunlaşır. E. Aydın BAŞLIKSIZ İnsan önce işaretlerle anlaştı, sonra dili buldu ve sonra yazıyı. Bu ögeler insanın olmazsa olmazlarıdır. Bilim ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin iletişim sözle ve yazıyla kalacaktır. Bundan neden konuşmak ve yazmak sonsuza değin iletişim aracı olarak kalacaktır. Sizler (*), (*), (*) , çağdaş yaşama talipseniz eğer, elinize geçen her fırsatta yazmak okumak konuşmak fırsatları yaratmalısınız. Yoksa çağdışı kalırsınız. İnsanın dindar olması iyi birşey ama aile boyu namaz kılan fotoğraf çektirmek iyi olmadığı gibi günahtır. Çünkü ibadet teşhir etmek, kullanmak anlamına gelir. Dini ancak dinsizler, yobazlar, ticaret için kullanırlar. İbadet gizlidir. Kişinin inançları ile ilgilidir. Muhteremdir. Yazmamanıza Okumamanıza Yapmacık dindarlığınıza Çağın gerçeklerini yanlış yorumlanıza karşıyım. Bana mektup yazın demiyorum. Bir çok kez söylemiştim sonuç vermedi. Vazgeçtim. Ama kalemle kağıt hep var olacaktır. Kullanmazsanız sıradan olursunuz: doğdu, yaşadı, öldü !!!! Bu tümceleri kağıda dizen kişi otuz sene Türkiye Cumhuriyeti okullarında öğretmenlik yapmış birisidir. Deneyimlerin bana öğrettiklerini istiyorumki alt kuşaklarıma aktarayım. E. Aydın BAŞLIKSIZ Alman Erhard Dr. Ludwig 1949 yılında başbakanlığa çağırıldı. Dünya savaşından eli ayağı bağlı çıkan Türkiye 16 Ekim'de kabinesini kurdu. Nerde o eski liderler? Ülkemiz seçime gidiyor. Kurulacak hükümete aday olan partiler konuşuyor. Konuşmalar yalın, yalçın, anlaşılır, inandırıcı ve geleceğimizi kapsayan bir söz söylemiyorlar. Yıllardır birikmiş sıkıntıları, ülkenin içinde bulunduğu çıkmazları, nasıl düzelteceklerini ya bilmiyorlar yahutta söyleyemiyorlar. Biz gelirsek her sorunu çözeceğiz diyebiliyorlar. Bu söylemler demokrasilerde hamasi sayılır. Seçmene kesin projeler sunmak gerekir. Dr. Ludwig Erhard, korkunç Alman gibi. E. Aydın, 7Eylül1996 BAŞLIKSIZ Büroda yine canım sıkılıyor. İnsanların yapmacık şekilde birbirlerine gülmeleri daha sonrada arkalarını dönerek yüz ifadeleriyle etraflarına nefret kusmalarını görmek, inanılmaz derecede üzüyor beni. Ne kadar görmemeyede çalışsam da olmuyor. Görmemi engellemek için iki çare var. Ya gözlerimi kapatacağım, ya da başka şeyleri düşünerek kendimce hayal düyası oluşturup o dünyayla transa geçeceğim. İki çözüm yoluda umutsuz. Ne gözlerimi kapatarak kendimi kandırma oyunu oynayacak, nede hayal dünyasında yaşayacak kadar vaktim var. "Oturmak ve olaylara tepkisiz kalmak kolay olan" diyorum kendime, "Bu bana göre değil. Kendim neysede burda böyle oturarak Kübra'ya yazık ediyorum" der demez: Hemen çantamı topluyor, zaman boşa gitmesin diyede kendimce günün değerlendirmesini yapıyorum. Sonuç pozitif. Ufak tefek bikaç şey öğrenmişim. Polyannacılık oyununa başlıyor, doyumsuz olduğum öğrentilerime bana yeter şimdilik - diyorum. Gün değerlendirmeside; karşıma arkadaşım Aykut; düşünceleriyle, kişiliğiyle, tavır ve hareketleriyle bilinçli kişiyi tanımlamasını bilen herkesten tam not alan arkadaşım çıkıyor. Onun artık üniversiteli olduğunu bilmek üzerimdeki stresi atmama ve yüzümde hafif bir tebessüm oluşmasına yetiyor. Mutlu oluyorum Aykut adına seviniyorum. O sevinçle yetkili mercilerden gerekli izinlerimi alıp kendimi dışarı atıyorum. Hızla açtığım kapıda oluşan aralıktan seni göruyorum. İyi adam düşüncenin üstüne gelirmiş diyorum. Gülüşlerimi çoğaltıp seni bekliyorum kapıda. Sevincini paylaşıp, tebrik etmek istiyorum seni. İsteklerim kısmen gerçekleşiyor. Seni tebrik ediyor, iyi dileklerimi dile getiriyorum. Fakat paylaşmayı beklediğim mutluluktan, sevinçten eser göremiyorum. Biraz daha sohbet ettikten sonra sen büronun, bende sana çaktırmadan gizlice aldığım sıkıntılarla evin yolunu tutuyorum. Sıkıntılı olduğunu kendine kabul ettirmiş olman ve Polyannacılık oyununu (belkide insanın kendini kandırması olarak nitelendirdiğin ama gerçekte insanın hayata boyun eğmesini önleyen ve acımasızlıklara karşı yüreklendirerek dimdik ayakta kalmasını sağlayan kimine göre aptallık bana göreyse matıklılığın ta kendisi olan oyunu) gerekli yerlerde kullanmaman canımı sıkıyor. Düşüncelere dalıyor, o dalgınlıkla da otobüse biniyorum. İçerisi yapış yapış insan kokuyor. Havadar olsun diye şoförün yanında ters yöndeki bölüme oturuyor, paramı ödüyor ve düşünmeye devam ediyorum. Belkide senin içindekinin iki katı bir sıkıntı oluşuyor içimde. Şoför amcanın aniden firen yapmasıyla irkiliyor, bir an için düşünmeyi bırakıyor ve pencereden dışarı bakıyorum. Ters yönde oturuyor olduğum için tekrar hızlanmaya başlayan otobüste herşeyi geçtikten sonra gördüğümü fark ediyorum. Tıpkı yaşam gibi. Sonuçları yaşarken bile göremiyoruz, ancak yaşadıktan sonra görebiliyor ve iyi yada kötü olarak değerlendirebiliyoruz. Gözlerimi kapatıyor ve sana kızıyorum. Elbetteki elinden geleni yaparak, acı çekmek senin hakkın ama lütfen; herkesin gıpta ederek baktığı ve geleceğin yükünü çoktan sırtlamış, bu günün değil geleceğin adamı olan Aykut'a böyle davranmamalısın. Bu günün olmayan sıkıntıları kafanda tasarlayıp, kendince tahminler yaparak morallini bozması ve tahminlerle yola çıkarak olayları değerlendirmesi gereken en son kişi olduğunu bilmen ve her zaman mutlu olmayı hakettiğini unutmaman dileğiyle. Hoşça, dostça ve mutlu kal. lütfen yarının adamı olan Aykut'a iyi bak!!! E. Aydın, 2Ağustos1996 SUYA DEYİNTİ Bizim bu mekanda birçok değişiklik yaptım. Galerinin hemen hemen yarısına ulaşan bir duvar, ördüm, karşı duvarlara boydan boya kapaklı dolaplar yaptırdım, içlerine, çevredeki vazgeçilmez kıvır zıvırı doldurmak için, ama meğer bütün yapımız kıvır zıvırmış, bir türlü sığdıramadım. Bana öyle geliyor ki, herşey yine eskisi gibi ortalıkta dolaşıyor. Bir yerde dağınıklık karakterimiz olmuş. Denebilir ki, sadece sarf etmek için sarf edilmiş bunca paracıklar. Birkaç öğrencim var. Onları da pek istemiyorum ama başladım bir kere. Ben resim yapamıyorum, yapsam da iştahsızım. Şefik Bey, Tuncay Bey ve daha birkaç arkadaş, zaman zaman geliyorlar ve sohbet kaynatıyoruz. Konuşmaları bilimsel oluyor ve yararlanıyorum. Dün Mersin'de, üç sergi açılışı vardı, oraya gittim, eski öğrencilerimle buluştuk. Mersin bu yönden, galiba Adana'dan daha ilgili ve verimli, izleyiciler çoktu. Burada da Neşet Günal'ın sergisi oldu. 15 Ocak da Bedri Rahmi Sergisi geliyormuş. O adamı ben hep severim, halka dönük bir çalışma düzeni var. Sırası gelmişken söyleyeyim, Şefik Bey ve hanımı, sizin ilginizden çok memnunlar. Burada havalar biraz meyhoşu, ama sabahları aksatmadan bir saat kadar yürümeme mani değil. Saat altılar gibi Demir Köprü'ye, oradan Eski Baraj üzeri dönüp geliyor, kahvaltımı edip, çeşitli çalışmaya koyuluyorum. Başta günlük gazeteler, Gün ve Cumhuriyet gazetelerini izlerim. Gün fena değil, haberleri tazecik ve gerçekçi oluyor. Akşam saatleri ise, bir gelip giden yoksa, belli olduğu gibi, daktiloya oturuyorum. Füsun Adana'daki özel okuldan ayrıldı, Ankara'ya taşındı, Berrin İngiltere'de okuyor, zaman zaman yazıyor, Asuman İstanbul 'da çalışıyor, ara sıra uğruyor, Adil ise evlendi, iki çocuğu var, butik işi yapıyor. Burada, tezgahta, çizgi değişiyor, motifler ve renkler değişiyor ama kumaşlar hala top top dokunuyor. Buralarda, elinde birkaç poşet biriken hemen herkes sergi açıyor, trafik biraz da karışıyor. Biz izleyiciler de, oradan oraya koşturmaya mahkumuz. Ayın on beşi, sıkışık bir trafik yine var. Biraz önce telefon ettiğimde, daha önceki mektuplar okundu mu, okunmadı mı öğrenmek istemiştim. Bütün çeşitli olanların yanında, bir de mektupla taciz etmiş olmayayım, yazıyı burada kesiyorum. Öperim. E. Aydın, 11Ocak1993 YEŞİLDE NE ARAR DA BULAMAZ İNSANOĞLU. Sevgiyle sarılmış insanlardan uzak dururum. Sıraya da girmem. Sevgiyi içimde yoğunlaştırırım gerekirde kullanmak üzere. Ben hep birebir seçerim. Öğretmen olmama karşın! Konuşurken, yazarken, kendimi karşımdakinin yerine korum. Öylece alternatifler üretir, seçeneklere açılırım. Bir başkası olarak çokca konuştuğum ondandır. Canavarları severim. Onlardan çok şey öğrenmişimdir. Van gibi, Mehmet gibi, Yeşil gibi ve diğerleri. Mesleğim gereği, insanları severim. Geleceğe açık insanları.!! Çünki ben yarınları düşler, yarınlarda yaşarım. Dün ve gün sıradandır, koklanmış çiçek gibidir. Beni anımsadığınıza sevindim. Yeni yeni yıllara iyi yolculuklar Selami... Öperim E. Aydın, 30Aralık1998 SEVGİLİ VE SAYIN BAŞKANA BAYRAM TEBRİKİ Demokrat parti günlerindeyiz.... Ethem Aydın, Mersin Lisesi'nde resim öğretmeni... Eniştem Rıza Özcan, meclis üyesi olarak Mersin'de oturuyor. Mersin limanının temelleri atılırken sık sık Refik Koraltan Mersin'e geliyor. Enişteyle sıkıfıkı... Bir gün Koraltan enişteye bir sır açar. İsviçre'li sevgilisiyle cinsel ilişkide sıkıntı varmış. Mersin Aslanköy dağlarında derde deva bir ot duymuş. Onu nasıl elde edebileceğini sormuş. Düşünmüşler..... Benim daha önce Düziçi Köy Enstitüsünde bulunduğum, orada çok sayıda öğretmen yetiştirdiğim, köyün sevgilisi olduğum konuşulmuş. Beni bu konuda görevlendirmeyi düşünmüşler. Enişte birgün beni bir köşeye çekerek meseleyi dolambaçlı yollardan, ıkınasıkıla anlattı. Bilirsin işgüzarfadimelik benim yapımda var. Kabul ettim. Program: Aslanköy müftüsü Demokrat parti sempatizanıdır. Ben, iki torununu okuttum, dostumdur. Gece olunca Refik Koraltan ile köye gideceğiz. Müftüye musafir olacağız, durumu tıbbi bahanelerle açacağız. O da, dağa ağzı sıkı bir köylü yollayıp, adamotu'nu getirtecek. Yine gece, sabaha doğru Mersin'e döneceğiz. Program anlatıldığı gibi gerçekleşti. Gidiş ve dönüşte İnönü'yü kastederek: "Sen şu sağırda ne buldun ki hala O'nu seversin? Halk partisi görüyorsun silindi gitti. Hala akıllanmadınız mı?" dedi. İki gün sonra (veya ikinci bir gelişinde) limanın açılış töreninde iğne atsan yere düşmez bir kalabalık..... Koraltan halkı coşturuyor...... coşturuyor.... Herkes türlü methiyeler düzüp, bağırıyor.... Ethem farklı bağırmasa olur mu...? "limanımızı yaparsanız buraya heykelinizi ben yapacak ve dikeceğim" dedim. Mesaj kulağına dolaylı ulaşmış. Enişte anlatıyor: "bu çocuğu ikna et, partiye sok, üstünü bana bırak" demiş. Birkaç yıl sonraydı... Trenle Istanbul'dan geliyorum.... Ankara'yı geçtik. Konya ovası.... Toros 'lara kadar yeşilden yoksun... Acaba birşey yapılamaz mı? diye düşünüyordum... Bende domuzluk bitmez. Mersin'e gelirgelmez Menderes'e deli işi bir mektup salladım. Göksu yatağı için önerdiğim gibi, Mut'ta turizm havacılığını düşlediğim gibi, mantık ölçülerinden kısmen yoksun, ama vurucu ve uzun bir doğaçlama yazdıktan, bu ovaların dağların bir Menderes'e rağmen hala yeşilden yoksun oluşunu kınadıktanm sonra sonra, elime fırsat geçse, yetki verilse, çok az masrafla, yeşil olur bu sarı dağlar dedim. "Asırlar boyu ataların suçluluğunu silerdim" diyerek, saygılar sunarak mektubu zata özel postaladım. Olsun.... aslında hayaller gerçeklerin yaramaz çocuklarıdır... Bu garip vatandaşın, sivri öğretmenin, mektubu kurucular arasında Refik Koraltan'ın bulunduğu bir ortamda okunmuş olacakki, Tarım Bakanlığı'nı ayağa kaldırdı. Müdürler geldi, genel müdürler geldi. Projemi istiyorlar..... Olmayan proje nasıl verilir? İlgi hoşuma gittiği için sustum. Bu işin benim takibimle gerçekleşebileceğini anlatmaya çalıştım. Kendilerini dışladığım izlenimine vardılar sanıyorum. İlgi tavsadı. Sonraki bir Koraltan karşılaşmamızda "seni Ankara'ya istiyoruz, arın ve Cumhuriyet Halk Partisi'ni suçlayan bir dilekçeni bana yolla'" dedi. Şimdi, bana soracakları tutar... projen neydi? diye.. Çok basit. Birkaç ton akasya tohumunu birkaç helikopter filosuyla mevsiminde, kuş uçmaz, kervan geçmez boşluklara serpmek. Bu birinci etaptı. İki ve üçüncüsü de ayrıca vardı. E. Aydın, 29Ocak1998 BAŞLIKSIZ Şu derbeder görünüşlü Aydın Sanatevi, sevgilerim, sevgililerimle tıka basa dolu. Duvarlardan durdurulmuş zamanlardan anılar. Şövalyelerde bilmem hangi baş yapıtın ilk izleri. Zamanlara direnme gücünü hala koruyan vantilatörüm. Artı zamanlarımda karanlık oda başında sabahladığım agrandizör. Miniklerin oturduğu öğrenci tabureleri. Modellik etmiş alçı ve çamur kırıntıları. Kırk yılda bir gerekecek olan avadanlıklarım. Üzerinde boyaların kuruduğu paletim. Dışardan bana iletişi sağlayan bilge dostlarımın oturduğu sandalyelerim. Zaman zaman da olsa sesini duyduğum radyom. Doyumsuz alolar beklentisiyle yanında oturduğum telefon. Sabah loşluklarında binbir çelişik ama yüksek duygularla bahçelerden çaldığım güller. Yaprak yaprak, benek benek, renk renk, beni bana söylerler sessizce. Raflarda kitaplarım. Her gün yenilenen ve çoğalan belleğim. Düşünüler arasında mavi beyaz uçuşan sigara dumanlarım. Kül tablasında sayısal çokluğa ulaşan izmaritlerim. Dosya dosya yazdıklarım, odalara sığmayan yazamadıklarım. Her dem harekete hazır daktilomun şariyosu. Bir Nasrettin kapısından sonra başlayan duyumlar dünyası. Geceler boyu, bana sevgi sıcaklığını tattıran, konuşa konuşa, sevişe sevişe sevmenin, dokunmanın gizemini yaşadığım yatak. Ağızdan ağıza aktararak yudumladığımız nektar, çukulatalı sevişmeler, değişmeler. Sıradan örneklerden, yaşanmışlıklardan kurtarılmış, balonlar dolu zamanlarımız. Gecenin bilmem hangi deminde, yazanın da yazılanın da bir türlü hatırlayamadığı uzay mor ötesi zaman sonsuza eğri, ilahi tınılı. Savruluyor koyu, ipeksi saçlar esimde ebem kuşağı. Güçlü iki yürek pompalıyor seviyi sonsuzluğa. Ak soluğun rüzgar. Deniz dalgalı, kayık yalpa zaman uzayda özgür, kayıkta biz insana doğru, yağmur çisem çisem,toprağıma taşıma, çisemde sen nergiz kokusu, bulutlardayım (yahutta mitlerdeyim). İçten içe çoğalıyorum, pınarlarcasına.. Kaynağım sen... Dışardan sarılmış, içimde gelgitler, kıyılarım sen. Köpüklü dalgalar kıyıda açılır, soluğu sen. Ben çoğalıyorum seninle, azalıyorum sensiz. Devamı uzun..... Hele hele uzun beklentilerden sonra, beklenmeyen bir zamanda kapımda gözüken kardelenim. Burayı seninle daha çok seviyor, özlüyorum. E. Aydın KENDİSİNE YAZDIĞI MEKTUPLAR (Editörün Notu: aşağıdaki yazıların hepsi Ethem Aydın tarafından kendi kendisine yazılmıştır) BEN Önümde uzayıp giden geçmişimdir. Kendimi ona farklı gözlerle bakar kılmalıyım. Onu görmemezlikten gelerek yapamam bunu. Ya da küçümseyerek, ya da yücelterek, ya da yatsıyarak, onu yaşamımın, kişiliğimin geçirdiği evrenin kaçınılmaz bir parçası olarak kabullenmekle, tam yapılabilir bu ancak: "Acısını çektiğim herşeyi onaylamakla" (Oskar Wideu). Değerli dost. Yıllar önce verilmiş, defalarca ertelenmiş, yakınlığını koruyacak hala anlamlı şeyler var mı? Kestirilemeyen tartışmanın bir bitiş olacağı paniğin, fırtınalarıyla, küçücük bahanelerle uzaklara atılan, buluşma sonunda gerçekleşti, "BEN" benle buluştum. Toplumsallığa ilişkin, bilime ilişkin, sanata ilişkin tüm üniformalarımı bir kenara bıraktım. Onlarla "kendime" gidemezdim. Artık boş, bembeyaz, daha önce hiç yaşanmamış, hiç bir anı bırakılmamış, çırılçıplak bir mekanda onunla karşılaşabilir, belki birbirimize eski tanıdıklığın sıcaklığıyla merhaba diyebilirdik. Benimle yaşayan, beni isteyen, gelişen her durumu devinimsiz bir sabırla kucaklayan, unutulmuş olayı çoktan kabullenmiş olan "BEN" bu kez hoşgörülü değildi. Sıcak bir karşılaşma gerçekleştiremedik. Bir süre birlikte olmaları zorunlu iki yabancının can sıkıcı huzursuzluğunu duyumsadık. Tanımadığım bir otel odasında, tanımadığım biriyle yapılmış zorunlu bir buluşmaydı sanki.. Yüreğim çarpıyordu aşılmazın üzerinde "ateşe düğüm yapıp gölgenle kavuş" dedi büyücü... İletişimimizin son olanağıydı, ya aşacaktık bu buluşmanın sıkıntısını, ya da bir daha karşılaşmayacağımı söyleyerek vedalaşıp dönecektim, gündelik dünyama. Ve "BEN" tamamen unutulmuşluğun içinde kaybolup gidecekti. Kucakladım onu, son sınırlarına varan bir güçle, sesim boş odada bir kaç kez yankılandı, büyüyerek geri döndü. "SENİ ÖZLEDİM". Seninle özgürce özgürce buluşamadık. Bir eşit tamamlanmışlık düzeyinde, hep bir yana kayık oldu ilişkilerimiz, dolanıp durduk gerçeklerimizin çevresinde onlara hiç ulaşmadan, dokunmadan. Her şeyi geciktirdim, erteledim, hep etrafında döndüm diğer insanların yaşamının. Hep çarpıcı biçimde anımsadım yüzlerle, şaşırtıcı biçimde anımsayamadığım adlar arasında gidip geldi dünyayla ilişkin. Rüzgarın çoktan ters taraftan esmeye başladığı anda kıyıya vuran gecikmiş bir dalganın masum fısıltısıyla özür diliyorum "BEN". Beni bırakma!. Yeniden deneyelim bütünlenmiş, tamalanmış soluk alışı... Güneşi başka dünyalara uğurlamadan önce, yeniden ısıtalım usumuzu, yüreğimizi... Duydu beni "BEN" buluştuk yıllar sonra yeniden başlamak üzere birlikte soluk almaya... Zaman karşı yarışırken, içinde kaybolmuşum anıların. Bazen o kadar hızlı koşmuşum ki, geçip gitmişim, zamanın üzerinden, dışında kalmışım kendi zaman diliminde.. Değerli dostum.. Benim "BEN" le buluşmanın ardından beraberliğimiz artık doyumsuz bir paylaşıma dönüştü. E. Aydın HOCAM Ben de öğretmenim, methiyelerden hoşlanmam ama bazı gerçekler var ki, konuşmak zorunluluktur. Bin özlerden, bin gözlerden, bin pınarlardan su içen gençlik elbet bir yerlere gelecektir. Hocam ne kadar iyiydiniz, ne kadar bizden, içimizden biriydiniz.! Coşardınız, coştururdunuz, koşardınız, koştururdunuz, gençliğe birşeyler vermekten zevk alırdınız, denize atar gibi verirdiniz. Ama görülüyor ki! bilenler de oluyor ve olacak. Öperim. E. Aydın, 2Haziran1994 HOCAM Daha önce APS ile yolladığınızı söylediğiniz mektupları henüz almadım. Bugün 581995 tarihli mektubunuzu aldım. Bu nedenle tanrıların neden üçüncü şahıs çoğul kullandıklarının ayırımına vardım. Tanrıçalar da aynı yolu izliyorlar. Böylece tümceler, geçmişe, geleceğe, bugüne şamil oluyor. Mevhum oluyor. Kapsamı düşünce sınırıyla örtüşüyor. Bizim zamanımızın en büyük mutsuzluğu, sözümona, zamanın kıtlığıdır. Toplumlarımız gelirleriyle zekalarının büyük bir bölümünü, işleri daha çabuk yapmanın yollarını bulabilmek uğruna harcarlar! Ama bundaki amacın ne çıkarsız bir bilim tutkusu ne de daha ulu bir bilgeliğe ulaşmak kaygısı olmadığını sezeriz. İnsanoğlunun en büyük ve son hedefinin kusursuz insanlığın doruğuna erişmek değilde bir şimşek, bir yıldırım olup çakmaktır sanki.! Sizin öğreti, aydınlanma konuşmalarınızı her kes ama herkes anlıyor, seviyor, zar zor lise bitirmiş kişiler anlıyor da Ethem anlamıyor. İyi, yüksek şeyler konuştuğun gerçek! Ama salt absoli içerik metalik geçirgen olmayan petekler içinde çok çok titizlikle, bin emekle sıkıştırılmış gibiler. Galen veya dedektör gibi. (Galen, silisyum kurşun ve kömür karışımıdır. Onu alır geçirimsiz bir nesneye asarsanız binlerce gözeneğinde sayısız radyo dalgaları saklı durur. Eğer bir yine yalıtılmış ince bir iğneyle frekans ayarlı yine bir runkof bobini ucuyla dokunur ayarınızı sabitlerseniz değişik dalgaların yayınını alırsınız. Gözeneği değiştiridiğiniz sürede değişik yayınlar karşınızda olur.) İşte ele. Tanrıçalar anlaşılmaz, tapılır, sevilir. Bir paragrafınızda benim yazdıklarımı (duyarak yazdıklarımı) özentili buluyorsun imajını verdinki, yanıt vermem için hazırlık gerek diyorsun. Çok büyük iltifat ettin, ve belkişde tam tersi, sıradan buldun. İkisini de kabul etmiyorum.! Size olduğum gibi ulaşabilmek için doğaçlama, paldırküldür yazdım, çünki size yazacak o kadar çok şeyim varki.... Yazdıklarımı okumağa kalkasam bozulur diye korkuyordum. Yine inanıyorumki, yazmak için masaya oturmak, yüzmek için suya girmek gerekir. Aslında insan da bir galendir. Yeterki gözenek gözenek araştıran dinleyen olsun. Sartre varoluşçuluğun kısa tarifinde her nesnenin bir özü (sürekli nitelikler topluluğu) ve bir varlık (yani varoluş, dünyada etkin bulunuş)'ı olduğunu söyler. Çoğu kimse özün önce; varoluşun sonradan geldiğine inanırlar. Hayır.! Çünkü O özünü kendi yaratır. Nasıl mı? Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak kendini belirler. Hasan gibi. Hepimiz gibi. Bir kişi felsefi anlamda acı çekiyorsa, Sartre Ca, özü büyür. Yaşamak budur bence. Yoksa solucanın bile karnı doyuyor. Sözün özüne gelirsek sayın beyefendi, çok şeyler taşımağa soyundunuz, dayanın başaracaksınız. Siz varlığınızın bilincinde olduğunuz sürece, soluk almak doğal sıradan motorunuz olarak rölantide emrinizde olacaktır.. Gaz pedalından sakın ayağınızı çekmeyiniz. İyi yiyip içiniz. Bilirsin benzin de gerek. Her zaman böyledir: Yerinde sayanlar yürüyenlerden daha çok ayak patırdısı ederler. Seni yine çalışmaktan alıkoydum. Eh ne yapayım seviyorum. Hep seninle olmak istiyorum. Öperim. Lütfen yanıt vermeğe kalkıp benim düştüğüm yanılgıya bir de sen düşme. E. Aydın, 7Ağustos1995 ÖĞRENCİSİNDEN ETHEM AYDIN'A MEKTUP Mayıs ayının ilk haftası geçti bile. Havalar kararsız. Ya bulutlu ya rüzgarlı. Güneşin bile tadı yok. Adana'ya emekli sandığına gitmem lazım. İki aya yakın zamandır gitmemek için sebep uyduruyorum. İçerlikliğim senden. Gelirsem seni ziyaret etmem lazım, oraya gelip sana görünmeden geri dönmek var ama buda kendime yalan söylemek olur. Kontur'un otobüsü herhalde uzun bir yoldan geliyor. İçerisi sıcak ve yapış yapış insan kokuyor. Klima çalışıyor, hafif bir sesle radyo çalıyor. Başımı cama yaslıyorum. Otobüs trafik lambalarında durup kalkıyor. Ne ağaçlar ne gerilerdeki mor renkli toroslar, ne de onlara kontras sağlayan yeşil sarı regarenk tarlalar, bahçeler birşey ifade etmiyor. Beynimin ta içlerinde biryerlerde bir kadın bir şarkı söylüyor ayrılık üzerine, aşk üzerie. Bir türlü susturamıyorum. Beynim ne kadar gereksiz şey varsa tekrar tekrar anımsatıyor bana. Resim oyunu oynamaya, doğayı tuallerle gözlemeğe, parçalara ayırmağa başlıyorum. Beynimdeki müzikte anılarla yavaşlıyor, öteleniyor. Adana'ya az evvel yağmur yağmış.Yerler su içinde. Köprünün altıdan geçip emekli sandığına doğru gidiyorum. Dudaklarımda istemeden alaturka bir şarkı var. Buram buram efkar kokuyor. Sağ ayağımdaki çorap ıslanıyor. Demekki su kağıtlardan ve kartonlardan yukarı işlemiş. Ayaklarıma bakıyorum. Ayaklarımda benim gibi yıpranmışlar. Kötü ve çirkin görünüyorlar. Şarkı daha bir yükseliyor beynimde. Çelik kutunun içinde yukarı çıkıyorum. Görevlilere evrakları veriyorum. Devlet memuru olmanın gizli çalımı ve aşağılayıcı bakışlarıyla bakıyorum. AÇS'nin sanat galerisine gidiyorum. Açılacak bir serginin telaşı var. Sema önce hatırlamıyor sonra abartılı sesle odasına alıyor. Genç bir öğrenci var yanında. Sergi açmam için başvumamı istemişlerdi. Dilekçeyi ve birkaç fotoğrafımı veriyorum. Güncel şeylerden, krizden, sanattan bahsediyoruz. Birşeyler ikram ediyor. Beynimin ta derinliklerinde şarkılar çoşuyor, bir ses bir güç "gitme sakın gitme" diyor "üzüleceksin gene kırılacaksın" diyor. Köprünün yayalara ayrılan kısmından değil araçlara ayrılan kısmından yürüyorum. Göğsümde o erotik ağrıyı duyuyorum. Küçük ısırıklar artıyor. Köprünün en üst noktasında duruyorum. İki yönden gelen araçları seyrediyorum. Kaç kez geçtim, neler neler düşündüm, neler yaşadım. Bir anfor oluşuyor beynimin içinde. Bulutların arasından çıkan güneş gözlerimi yakıyor. Büyük bir sessizlik oluşuyor önce, sonra yine şarkılar beynimin her yanını kaplıyor. Kapın yarı aralık. Yerinde oluşuna seviniyorum. İki gençle konuşuyorsun. Herzamanki karışık feylozofça sözler. Ben feylozof yakıştırmasını sevmiyorum söylüyorsun. Beni gördüğün için sevinmedin. Hatta hafif bir rahatsızlık duygusu kaplıyor yüzünü. Huzursuzlanıyorsun. Gençlerle konuşmayı uzatıyor kahveden sonra ki hiç yapmadığın şeylerden biri çay hazırlıyorsun. Kitaplara bakıyorum. Duvardaki resimleri izliyorum. Kitapların kalitesi ve çokluğu içimi sızlatıyor. Yarınlarda ne olacak bu kitaplar. Sanane diyorum kendi kendime. Kayıt ediciye bakarak konuşuyorsun. Çekim bitiyor. Gözüm saatte. Geldiğimden beri yirmi beş otuz dakika geçmiş hiçbir şey konuşmadık. Bir öğrenci kız arka tarafta eşyaları düzeltiyor. İletişim lisesinde okuyor diyorsun. Gazanfer'den bahsetmek istiyorum. Sözü değiştiriyorsun. İstanbul'daki sergiyi anlatmak istiyorum. Geçiştiriyorsun. Benim dışımdaki sözleri ediyorsun. Sıkılıyorsun. Sorunlarım olduğunu biliyorsun. Anlatmamdan korkuyorsun. İstemiyorsun. Yıllar önce gülerek bana anlattığın oyunu sahneye koyuyorsun. "Konuşma benim insiyatifimden çıkıyorsa ve konuşmayı kesmek istersem hemen tavlayı çıkarırım" demiştin. Aynı oyunu oynuyorsun benimle. Hayır diyorum. Kalkıyorum. Eski bir heykelimi geri veriyorsun. Tren bir hızlanıyor, bir yavaşlıyor. Karşımda oturan kız bir roman okuyor. En ön vagonda gidişe ters yönde oturuyorum. Aynı yaşamım gibi. Bitiş, giderken arkamı zamana dönmüşüm. Herşeyi geçtikten sonra görüyorum. Gözlerimi yumuyorum. Sana kızıyorum. Gelmemem gerekirdi diyorum. Beynimde o sırada bir kahkaha yükseliyor. Batan güneş tarlaları renk oyunlarına boğuyor. Tuval oyunlarına tekrar başlıyorum. Küçük ısırıklar kaplıyor göğsümü. Keyfalıyorum. Gözlerimi yumuyorum. Herşeyin bitmesini istiyorum. Herşeyin bir de sonu vardır. Saygılarımı sunuyorum.! E. Aydın, 18Eylül1995 SEVGİLİ ÖĞRETMENİM Size yazarken, bin kez de temize çeksem gereğince, gerektiği yoğunlukta sözcükler bulamıyor, tümceler kuramıyorum. Bağışlayacağınızı umarım. Nikos Kazancaksi ideal öğretmeni şöyle tanımlıyor: Öğrencisinin geçmesini istediği bir köprü olma işlevini üstlenen ve öğrencisinin geçmesine yardımcı olduktan sonra sevinç ve çoskuyla söküp aradan çekilerek öğrencisini kendi köprüsünü kurmak için yüreklendiren "öğretmen"dir der. Toplumumuzda olaylar yaşanırken ÖVGÜ, nedense unutulmuş bir değer yargısıdır. Geçen zamanlar içinde, cömertce, açıklıkla, her fırsatta, hafife alınması olasılığına karşın, övgülerimi çocuksu bir tema içinde sundum. Yukardaki içerikli söylence beni destekliyor. 1994 lerde başlayan 1996 lara uzanan "sevmek dokunmaktır" konulu tek ders! yoğunluğu, parentezi, paragrafı, incecik ayrıntıları ile T E K D E R S !. Ama yaşam sürecinde alınan bütün derslerin üzerine kurulmuş, kurgulanmış, hepsini kapsayan ! yaşanacakların değeri ve sonsuzluğunu çağrıştıran.! Tek ders... ama dersler boyutunu aşan, pırıltılar ülkesinin kapısını açan....! Öğretmen konuşmadı, hep dinledi, deneyselliği bilinçle seçti. Yukardaki özlü tümcenin gereğini yaptı. Onun da bilincindeydi. Tam da gerçeklik yansımasına, yanılgısına kendimi kaptırmışken...! Bir sunuda dediğiniz gibi: Hiçbirşey söylemeden, hiçbirşeyi açığa vurmadan! düşmek.... göktaşı gibi...! Gecenin nasıl yırtıldığını unutacak tek insan olmak..... istiyorum...... dostum..! Gökyüzündeki yıldızlardan birinin, bir garip rastlantıyla yanıbaşımda ateş böcekleri fısıltısında "mum" şiirini, tansığın bir başka ayrıntısında duyumsuyorum. Sevgiler, saygılar, teşekkürler. E. Aydın, 19Haziran1996 SEVGİLİ ÖĞRETMENİM (20Haziran1997, İsa'dan sonra) Kendini yetkin duyumsayanlar (aileler için çocuk, öğretmenler için öğrenci, toplumlar için birey), önce yakın çevresini sorgulayarak, yargılayarak, eleştirerek, kişiliğini kanıtlayabileceğini umar. Hep böyle başladığı için eğitim, bilimlerce yüreklendirilerek baş tacı edilir. Toplumsal hiyerarşi böyle başlar. Zamanla demokrasi dediğimiz düzen ortaya çıkar, "yoklukta bal da katık" özdeyişiyle yerini korur. Bilge dostumuzun mektubu ülkemden uzaktayım herşey düşündüğüm gibi!. Ülke'nin sözlük anlamını araştırdım. Bir erkenin egemenliği altında bulunan toprakların tümü. Daha da açıldığında, tümcenin anlam alanı pek değişmiyor. Burçlardan yıldızlardan geldiğinizi düşlediğim için, acaba satır aralarında bir ayrı mesaj mı verilmek isteniyor diye düşündüm. Öyleyse eğer, Mersin'in seçilmişliğini ülke ve kozmos genelinde düşünmenizi ve de ona soyunmak istediğinizi ummak isterdim. İsa'dan önce, İsa'dan sonra ünlü bilgelerin vurguladıklarına göre: aşk gelirken yıldırımlar, seller gibi, görkemli, alkımlı, görkemli, seçicidir. L'amour est l'enfant de boheme, il n'a jamais connu de loi. Zamanla gücünü yitirerek yerini sürekli olan eğitimle verilebilen"sevgi"ye bırakarak yok olur. Gel git olayı olamayacağını düşünüyorum. İmzanız anonime koştuğunuzu ele veriyor. Saygılar sevgiler sunar o yaratkan ellerinizden öperim E. Aydın, öğrenciniz, 20Haziran1997 MUHTEREM HOCAM Bindokuzyüzyirmiyedilerden buyana yaşanmışlığın görkemini, hızını, halkla bütünleşmenin, asırlar boyu yoksunluğu, çekilen bu duygular girdabının içinden geliyorum. Atatürk ummanının tansığ dalgalarıyla, tıpkı deniz kıyısınaki, uyumlu, oylumlu çakıl taşları gibi, sürtüne sürtüne Cumhuriyet'i yaşadım. Ona candan inandım. Yine bundan neden, görüntüde Atatürk'çülere savaşım vardır. Bu duyguların ışığında size yazıyorum. Onuncu yıl marşı, inananların dilinde, ezeli mutluluk türküsüdür. Ağlatan, coşturan, insanı insana götüren... E. Aydın, 10Kasım1997 MUT'A ÖZLEM (Editörün Notu: Ethem Aydın bazen karşısındaki insana kuvvetle empati yapardı, karşısındaki insanın düşündüklerini onun ağzından kağıda dökerdi. Oğlu Cumhur'un ağzından yazılmış, burada verilmeyen buna benzer mektupları da vardır. Bu yazı Ethem Aydın tarafından Hidayet Uysal'ın ağzı ile kaleme alınmıştır.) Şu günlerde özlemini duyduğum şeylerden biri de Mut. Neden diye sorarsanız aslında özlediklerim çok ama hangisinden başlayacağımı bilemiyorum. Çünkü bütün sevdiğim insanlar Mut'ta. Kaldıki benim için bu ayrılık iyi oldu. Neden derseniz: Adana benim için hayata açılan yeni bir kapı. Bu kapının içerisinde o kadar güzel şeyler varki.... Bunların başında, yeni başlayan güzel dostluklar, kitaplar, resim, bilgisayar, daktilo bunlar bana sunulmuş imkanlar. Bu imkanların büyüğü de dershane. Ben bu imkanların hepsine elimden geldiği kadar cevap veriyorum. Ama bu olaylar içerisinde en önemlisi dershane. Sebebi ise gelecek için bir güvence. Çünkü bu sınavın sonucunda benim idealim var. Resim öğretmenliği. Bu arada resimden bahsetmedim. Şu anda başlayabilmiş değilim ama en kısa sürede resme de başlayacağım. Şu sıralar defter köşeleri ile idare ediyorum. Resim nede olsa bir yetenek işi ama bir süreçten geçmesi gerekiyor. Genelde herşey öyle değil mi? 29Ocak1999 SAYIN ADANA VALİSİ (Editörün Notu: Bu mektup çöp toplayan bir çocuğun adına Ethem Aydın tarafından kaleme alınmıştır) Benim, başımdan, yaşımdan kat kat büyük bir derdim var. Ben ondört yaşındayım. Ortaokula gidiyorum, sonsuza dek okumak istiyorum. Sekiz kardeşim var, biri lisede okuyor, babam okuryazarlığı yok, gerçi imamlık yapar. Anam babam öz, ama hemen hergün beni döver, sokağa atarlar, eve para getireceksin diye. Derslerden arta kalan zamanlarda ayakkabı boyamaya çıkarım, 150 ile 200 lira kadar kazanırım, bir kısmını biriktireyim, ilerde lazım olur diye saklarım. Şu tatilde gazete kağıdı toplamaya başladım, daha çok kazanıyorum ama hepsini bize ver diyorlar, yoksa evi terk et diyorlar. Diğer kardeşler ve babamın eve bir katkıları yok gibi, hiç birisi de kötü muamele görmüyor. Ondört yaşında bir erkek çocuğuyum, ailem evden kovabilir mi? Ben kendi isteğimle mi dünyaya geldim? bana neden böyle yapıyorlar? Bu ters gidişe bir çare ararken, konuştuğum amcalar, ağabeyler durumu size yazmamı söylediler. Hakikaten Vali evlerin içinde dayak yiyen, falakaya yatırılan çocuklarla da ilgilenebir mi? Ama durumum bu, kazanıyorum, iki kuruşunu yarın için biriktirmek hakkım yok. Yarın lise, üniversite yıllarında çok paraya gereksinim olacak, bunu düşünebiliyorum. Onun için az az biriktirmek istiyorum. Günde yüz kilo kadar gazete ve kitap toplayabiliyorum, bu iş faydalı bir iş gibi geliyor bana, seviyorum ama sen kazançlı çalışıyorsun, bizden gizliyorsun diye dövüyorlar. Evi terk edeceğim ama bu yaşta ben nereye sığınırım, ben bir çocuğum, aklım ve gücüm yetmiyor. Bana sadaka değil bir yol gösterebilir misiniz? Yardımcı olabilir misiniz? Bir derdimi dinleyen amca bana bu mektubu yazıverdi, ben de son umut olarak size ulaştırıyorum. Ya yırtar atarsınız, ya da bir çıkar yol gösterirsiniz, o artık sizlere kalmıştır. Ellerinizden öperim. Ramazan REÇBER YÜKSEK BİR ORUNA İLETİ (Editörün Notu: Bu mektup çöp toplayan bir çocuğun adına Ethem Aydın tarafından kaleme alınmıştır) Çocuklar hep bağışlanarak büyürler, bu büyük kusurum için beni bağışlayınız. Çaresizlikten, bilgisizlikten, sizlere içinde bulunduğum, kendimce çıkmazda olan bir durumumu yazmıştım. yanıt vermek büyüklüğünü gösterdiniz, bu şerefte bana yetti. Bu kafasızlığımın cezasını hergün daha fazla dayak yiyerek ödüyorum. Kaburgalarım sızım sızım sızlıyor. Oh olsun bana Akılsız başın cezasını bütün vücut çeker. Bu böyle gelmiş böyle gidecek, yazgıya boyun eymek varken, otur oturduğun yerde, neye yükseklere bakıp iç çekiyorsun, amcaların, abilerin, ablaların verdikleri öğütlere uydum da başıma gelmedik işler kalmadı. Hepsine küstüm artık, ama size küsmedim. Büyüklere ve tanrıya küsülmez. Kenarından da olsa beni dinleyip yanıt vermeniz benim için çok büyük övünce kaynağı oldu. Ellerinizden öper, teşekkürler ederim. Ancak evime neler yazdığınızı merak ettim, bu kadar dayak yememi gerektiren neydi? öğrenmek için makamınıza geldim ama, Vali bey yorgun dediler, içeri almadılar, siz büyüğümden dileğim, aman bana mektup yazmayınız, uslandım, haddimi öğrendim, artık iyi bir ayakkabı boyacısı olacağım, vali olmayı kafamdan çıkaracağım. Ellerinizden saygıyla öperim. Ramazan REÇBER SAYIN VALİM (Editörün Notu: Bu mektup bir seyyar kebapçı adına Ethem Aydın tarafından yazılmıştır) Eskiden evin başında, köyün başında, kasabanın başında, ilin başında, belediyenin başında katı olmayan, halkın sesine duyarlı kimseler bulunurdu. Her duruma rağmen, kanunlara rağmen münasibini arayan kişilerden bahsediyorum. Doğduğumdan beri feleğin sillesini yiye yiye ellibeş yaşına geldim. Hırsızlık bilmem, beceremem. Karanlık işleri sevmem, dobradobra alnımın teriyle kazanmak beş nüfuslu ailemiş geçindirmek istiyorum. Dün gene belediye geldi bir daha vurdu. Ölmeği düşündüm. Kime ne yararı olacak dedim. Evim viran, çocuklar öksüz kalacak. Adana Kurttepe Anadolu Lisesi kavşağı civarında, büyük göbeğin uç kenarında, gelen geçene çay ikram etmek, gücüm yeterse bir çorba da pişirebilmek umuduyla küçük bir baraka kurdum. Çiçekler diktim, sarmaşıklarla, sazlarla oturulabilir hale getirdim, evime üç beş kuruş götürmeğe niyet ettim. Ne göze kötü gözüküyor, ne de manzarayı bozuyordum. Bir süre daha böyle çalışmayı düşlüyordum. Yerde mülkte gözüm yok, varsın devletin olsun. Dünyanın dört bir yanına yardım eli uzatan bir ülkenin çocuğu olarak , bir fakir vatandaş olarak, bu milletin bir mozayiği olarak, benim hiç mi esamem olmayacak. Akşam gelip yıktılar. Ben öksüz, çocuklarım öksüz. Hiç benim ne yapacağımı, ne olacağımı düşünen, kalbi yüreği durmamış bir büyüğe rastlayamayacak mıyız? Gelen vuruyor, giden vuruyor. Ellerinizden öperim. Kusurum olduysa bağışlayınız. Halil (*), 22Ağustos1993 Kebapçı, KurttepeAdana BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ BAŞKANLIĞINA (Editörün Notu: Bu mektup Ethem Aydın'ın bilgisayarında bulunuyordu) BütünDünya dergisini çok seviyorum. Üniversiteye giremedim. Köyümde oturuyorum. Zaman zaman bir dostumuz adresime yolluyor. Hem geç geliyor, bazen de unutuluyor. Köyümde okuyabildiğim bu değerli hazineden yoksun kalıyorum. Daha önemlisi, köyümde gençler bu derginin yolunu gözlüyor, okumak için sıraya giriyorlar. Bizlerin bu güzel güneşten yararlanması için adresime bir adet dergi postayla yollanamaz mı? Aile durumumuz abone olmağa uygun değil. Saygılarımı sunar ilginizi beklerim. Ayşe Uysal, 25Ağostos2001 ADRES:. Axxx Uxxx Çaltılı köyüMutİÇEL EĞİTİM ÜZERİNE DÜNYADA VE TÜRKİYEMİZDE EĞİTİM ÇIKMAZI.... Eğitim ve öğretimde, bilgi üretimi ve birikimi çok önemli bir etken, bir gerekçedir. Tüketimin hep pompalandığı bir garip zaman kesitinde yaşıyoruz. Çağımız bilgi çağıdır diyoruz, bu bir gerçek. Ama üzülerek söylemeliyim ki, çocuklarımızı papağan gibi yetiştirmeye çaba veriyoruz. Tarih boyunca, düşünürlerin fikir birliği ettikleri, insan tanımına göre, (düşünen,bulan, üreten, kullanan) canlı insandır. Genel görünüme göre, Amerika dışında hiç bir ülke bilgi üretimi ve değişiminde olumlu bir adım atamıyor. Japonya yeni bilgi ve bulguları, çok çabuk kullanım alanına sokarak bir üstünlük sağlıyorsa da pedagojik karekterli değildir. Türkiye'mize gelince, olaylardaki hızlı değişimi hayran hayran seyrediyor, bulguları hazır satın almaya çaba veriyoruz. Satın aldığımız nesneler hızlı değişim sürecinde olduğu için, elimizde demode araç ve gereçler birikiyor. (Teknik Üniversite Elektronik Bölümünde olduğu gibi), bir nevi çöplük oluşuyor. Bu acıklı senaryo karşısında, resmi uzman kadrolarımız konuya gerektiği ciddiyetle eğilip geniş anketler dizisiyle, sağ duyu sahiplerinin önerilerini de derleyip toplamalı, kısa sürede uygulanabilir, dinamik eğitim ve öğretim programlarına gidilmelidir. Yörüngesini yitirmiş bir akan yıldız durumundan böylece belki çıkılabilir. Özlü bir bilgi birikimi için, devletin organize eğitim sistemi içine giren, her bireyi zorunlu görevli saymamız gerekir. Tutarlılığına inandığım bir örnek vermem gerekirse, bir resim öğretmeninin, Ethem Aydın'ın uygulamalarından bir kesiti aktarmak durumundayım. Fasa fiso dersler anlayışına karşı ortaya elle tutulur ve kalıcı birşeyler koymanın isteği ve sorumluluğu içinde pratikler aradım. Sayısız alternatifler de ürettim. Resimİş dersini, önce kendime, sonra öğrencime, sonra da çevreme sevimli ve yararlı kılmayı hedefledim. Alternatiflerden bir tanesini, bütün eğitim kademelerine uygulanabilir, bilgi birikimine temelden ve büyük katkıları olabileceğine inandım. Öğretmen okullarında göreve başlarken ilk dersimde öğrencilerime önce bir yıl süreli ödevler dağıttım. (Köyde hayat, kılıkkıyafet, düğünler, nişanlar, söz kesmeler, oyunlar, imece, urasalar, hurafeler, oranlamalar, dualar, beddualar, yöresel yemekler, folklorik ve etimolojik her konuda seçme hakkı tanıdım. Sınıflar arasında benzer seçimlerde gurup çalışmasını saptadım. Yılın sonunda, ödevler güzel br dizayn içinde bana ulaştı, not vermede birinci etken oldular. İkinci, üçüncü sınıflarda bu konuları tekrar istekli araştırmacı öğrencilere mezuniyet tezi olmak üzere dağıttım, ortaya çıkan şeyler göğüs kabartıcı güzellikteydiler. Özgündüler, araştırma idiler. Öğretmen, öğretim görevlisi, öğretim üyesi, doçent, profesör el birliğiyle ve inanarak, böyle bir uygulamaya başladıkları gün, bilgi birikimi ve bilgi üretimi konusu çözüm yoluna girer, ülkemiz bilgi dar boğazından kurtulur. Rantabıl bir sistemi başlatmış olur. Sirano'nun tiradı sanki hep bizi söyler gibi gelir bana;Felsefeyi severdi, fizikten de anlardı, şairdi, musikide bir hayli benresi vardı, zavallının Siranı de Berjeraktı adı, herşey olayım derken hiç bir şey olamadı. Okuyan, duyan, düşünenlere saygılarımla. E. Aydın, 1Ocak1991 DÜNYADA VE TÜRKİYE'DE EĞİTİM KARGAŞASI Kendi kendinize sormanız gerekiyor; İnsan ömrü bir asırla sınırlı olduğuna göre, bilgilendirmede, eğitimde genç kuşağa gerçekçi, akılcı bir koşu parkuru hazırlamak, devletimize, eğitimcilerimize düşen görev ve sorumluluktur. Bunun bilincinde olmamız yetmiyor, bir şeyler yapmamız gerekiyor. 1936'larda hazırlanan ortaöğretim programı artık çok yetersiz kalmaktadır. Çağını bile yakalamaya yetmiyor. 1 Genç kuşağı nasıl eğitmeliyiz? 2 Bizim gibi ezberci, taklitçi mi? 3 Güncel, yüzeysel bilgilerle donatım mı? 4 Robotlaştırma mı? 5 Kuşağı eğitimine göre yönlendirme mi? 6 Özgür düşünen, okuduğunu yorumlayan, önce güncele sonra geleceğe bakabilen yaratıcı kişiler olarak mı? 7 Anlamadan bilgilerin depolanması için mi? 8 Devinimden, iletişimden yoksun, koruyarak mı? 9 Dünü mü, bugünü mü, yarını mı, uzay çağını mı ölçüt alacağız? 10 Hepsi olamayacağı, geçmişi, günü, yarını onun üzerinde arayarak, ondan umarak, okul sıralarında yorgun silahşör olarak yaşlandırmak mı? Olası yanıtlar: 1 İnsan yaşamı ölümle sınırlıdır. Yaşam bir bayrak yarışı özelliği taşır. Her kuşak kendi etabını koşar. Önceki zamanlarda da böyleydi. Bundan sonraki zamanlarda da konumuz gereği böyle olacaktır, olmalıdır. Bunun üzerine kesin bir karar almak durumundayız. 2 Ezber ve taklitle ulaştığımız çizgi, bana göre değil. Dışarda üretilen bilgi ve teknolojileri, taklit edilerek üretimin etiketini onurumuza ters olarak "Türk malıdır" diye yazarak, büyük ülke, büyük Türkiye olunmaz. Soy asaletimiz yara alıyor. Her halde benim gibi duruma özgün bakan çok insanımız vardır. Sokaklarımız, köylerimize kadar, ecnebi tabelalarla dolu, burası Türkiye'dir diyen bir devletlim çıkmayacak mı? Yoksa ülkemiz işgal altında da haberimiz mi yok??!!! Benim dilim, tarihin derinliklerinden doğarak, gümbür gümbür, aka aka arınmış, anlatımda güçlü bir dildir. Onu kullanırsak demeye hakkımız olur. 3 Şimdileri eğitim, çocukları robot olarak ele alıyor. Çocuk uyumaz, oynamaz, evin sosyal gereksinimi ile ilgilenmez o, çocukluğunu duyumsayarak yaşayan birisi değil, makinadır. Bilgi dağarcığına, anlamasa da, sevmese de birşeyler doldurur, okulunda satar not alır. Bizler de öyle yaptık. 4 Çocuğun eğilimi konu olunca, lisedeki vereler inandırıcı olmaz. Organize eğitim ilkokulundan başladığına göre, çocuğun ilgisini araştırıcı, deneyimci çizgiye taşımamız, ancak oyun içinde, yardımıyla; önce toplumsal, elbirlikçi olur. Herhalde benim gibi duruma özgün bakan çok insanımız vardır. Birileri gündeme getirmelidir diye düşünüyor, Çukurova Üniversitesi'nin öncü olmasını diliyorum. E. Aydın, 22Nisan1996 TÜRKİYE'MİZDE, ÇAĞDAŞ ,GELECEĞE DÖNÜK EĞİTİM VE ÖĞRETİM ÜZERİNE DÜŞÜNCELER. Bu iki sözcük, yani "eğitim" ve "öğretim" yanyana geldikleri zaman yüklem ve anlam kargaşası yaratıyor. Eğitim sınırsız bir zaman boyutunda edime dönük olmak zorundadır. İş içinde eğitim amaçlanıyorsa, olabilirse toplumsal, ulusal ve kültürel olabilir. Pedagojik anlamda yani eğitim yoluyla öğretim izlenecekse: ilköğretim, orta, lise programları tekrar gözden geçirilmeli. Ders kitapları ilerde seçeceği üniversitelerde karşılaşacağı ön bilgileri vermeli, ders saatları azaltılarak, bol bol deney ve edimlere zaman ve yer yaratmalı. Konserve bilgilerle sınıf geçmek yaratıcılığı bağlar. Öğrenciyi araştırma ve deneylerden yoksun tutar. Her sınavı bilgisayarın hesap makinalarının kolaylığı çerçevesinde düşünür, başarıyı eksiartıların verelerine emanet edersek, ilerde çarpan tablosunu, matematikte dört işlemi yeniden öğretmek zorunda kalabiliriz. Kuramsal bir yazı öğrenilmeden, sade bir vatandaş olmak bile olanaksızdır, iletişimi zorlaştırır. Doktor reçetelerini hatırlayınız. Türkçe derslerinde kompozisyon yapmayan, izlenimlerini yazmayan öğrenci, ileride bir memur, bir iş adamı olamaz. Bütün bu konuştuklarım cumhuriyetimizin kuruluş döneminde çok çok güzel programlanmıştı. Okullarımızın eğitim programları çok sağlam taban üzerine oturtulmuştu. Yaşadık, gördük.... Ethem Aydın, 1Kasım1995 SAYIN GENEL KOORDİNATÖR Bugün Hürriyet Çukurova ekinde reklamınızı ve ön yazınızı okudum. Eski bir eğitimci olan ben, eğitimde devletin yetersiz kaldığını yıllardan beri görür söylerim. Böylece özel okul kuruluşlarına, eğitimin kurtuluşu adına saygıyla bakar, bu dala sermaye yatıranları idealist vatandaş rütbesiyle tanımlarım. Devlet okullarında eğitim tamamen laçka olmuştur, bakanlık müfettişleri de bunu biliyor ve kabul ediyor olmalılar ki, özel okulların teftişinde acımasız olurlar. İkincil olarak bu nedenle de özel okullarımızın hepsi de çok çok güzel, uyumlu eğitim vermeye soyunmuşlardır. Yakın çevre olarak Adana'daki özel okullar, kar amaçlı kuruluşlar değildirler. Uzun vadeli bir yatırım, ticari bakımdan tercih edilmeyen bir iş dalıdır. Burada tek itici güç ideo'lardır. Sayın yönetici veya üst düzey idareci dostum, benim öğrendiğim kadarıyla, eğitim bireysel bir olaydır, mikrodur. Bireyleri tanımadan, onları eğitmeden toplum eğitimine ulaşılamaz. Bireyler için eğitim, toplumlar için medeniyet, düşünceli şuurun, düşüncesiz şuura galebesini temin eder. Eğitimde, koordinatör terimi yoktur. Pedagok terimi vardır. Zira eğitim, bilimsel ve psikolojiktir. Çocuğu tanımak, çocuk ve toplum psikolojisini bilmek, öğretimin ilk ve değişmez verelerine ulaşmak işidir. Çok da zordur. Anayol edilgenlikten geçer, reklamdan asla geçmez. Eğitim anlayışınıza gelince: Teorik diyorsunuz, nasyonal diyorsunuz, enternasyonal diyorsunuz, o zaman bana benzeyen insanlar yetiştirmeye devam edeceksiniz demektir ki, çağdaşlığa ters olur. Yani Sirano De Bergerak'ın dediği gibi; "felsefeyi severdi, fizikten de anlardı, şairdi, müzikte bir hayli behresi vardı, zavallının Sirano De Bergerak 'tı adı, herşey olayım derken hiçbirşey olamadı". Kafam üst düzey yönetici sözcüğüne de takıldı, bence yönetici hep düzeyli olmalı, hele hele özel okulda bu böyledir. Yine anladığıma göre, okulları üst düzey yöneticiler değil, öğreti yetisi olan öğretim kadrosu bir yerlere götürür. Bütün bu yazdıklarım, bir dost kalbi açısından, sevgiyle donatılmış öz eleştirilerdir. Saygılar, sevgiler. E. Aydın, 26Mayıs1992 SAYIN MİLLİ EĞİTİM BAKANI Sizinle konuşacak o kadar çok şeyim var ki, neresinden başlayacağımı bilemiyorum. Sizin de bir şey yapacağınızı sanmıyorum. Ama bu yeni Türk neslini ilgilendiren konuları ancak Milli Eğitim Bakanına yazabilirsiniz. Çocukluğumda okul kitapları o kadar güzel yazılır, o kısıtlı bütçeye rağmen en iyi kağıda, en iyi ciltler, içinde en güvenilir bilgiler sunulurdu çocuğa. Şimdileri okul kitapları çamur gibi. Kaynakça olarak kitaplığa koyacak kadar inanılır ve kavi değil. Hele hele şu ansiklopedi savaşları, sanki yeni bitmeleri bilimden caydırmak için el ele vermişler. Lisede öğretmenken sık sık GRAND LAROUSSE su karıştırdım. Öylesine zevk duyardım, öylesine saygıyla kitabı elime alırdım, ibadet eden kişinin duygularına ulaşırdım. Cilt, kağıt kalitesi seçilen resimler, krokiler, baskı güzelliği, kaynak sağlamlığı beni kendimden geçirirdi. Bilmiyorum bu eserleri devlet mi organize ederdi, özel kuruluşlar mı bu ciddiyetle hazırlarlardı, yoksa bizim özel yapımcılardan onlar mı daha namuslu idi bilemiyorum. Gazeteler okurun bir saf damarını yakaladılar, hepsi birden hücum ediyor. İsmi ingilizce veya fransızca soylu ansiklopedi isimleri, (grand mastermemo larousse) olmadı, tekrar Grand Larousse ile, incecik kağıda iki taraflı baskı, resimlerin kimileri yalnız leke halinde, içeriği bilimsellikten uzak, tek sayfaya basılmış, bazen aynı forma bir kaç defa cilde girmiş, ciltler sadece kamofle. Kitaplığım bu sevimsiz şeylerle ister istemez doldu, beni sadece üzüyorlar, yeni nesle böyle mi hizmet götürülür? Bence bunun bir ilgilisi, bir sorumlusu olmalı, birileri veya bir resmi kurum olaya dur demeli, kontrol altına almalı. Yoksa bilimin namusu zedeleniyor. İnandırıcılığını yitiriyor. İşin garibi, bu kampanyalar nedeniyle, namuslu kişiler ciddi, özverili, soylu eserler yayınlayamıyorlar. Biliyorum sizin de yapacak bir şeyiniz yok, ama ben bir eski öğretmen olarak duygularımı yazıyorum, bir yerde topu size attım, siz de bunca bürokratik güncel işler içinde bu ayrıntıların koşacak haliniz yok ya, iyisimi boş veriniz. Saygılar sunar, beni okuduğunuz için teşekkürler ederim. E. Aydın, 20Ekim1993 MİLLİ EĞİTİM BAKANINA MEKTUP Siz Türk ulusunun gözü ve kulağı vede diline hitap eden bir mevkidesiniz, bu her faniye veya her idealiste nasip olacak bir makam ve görev değil. Bilirsiniz Mustafa Kemal o mevkiye gelinceye kadar, yani okul yıllarından itibaren modern Türkiye'yi düzlemeye, fikirlerinde işlemeye başlamış ve en müsait zamanı buluncaya, yetkiye kavuşuncaya kadar çok çok kıymetli zanalarını, inanmadığı fakat, Osmanlı'nın sanını düşündüğü için savaşlara savaşlara girdi çıktı. Çok geç olsa bile yalın ve çok tehlikeli yetkileri aldı ve Anadolu'da İstiklal savaşını başlattı. Siz ise bu dirayetinizle büyük bir şans, tabii memleket bakımından iş başındasınız veya iş başına davet edildiniz. Çok şükür ne tersanelerimiz işgal edilmiş ne de İstiklalimiz tehlikededir. Diyeceğim, büyük Türkiyenin sizin gibi bir elemana ihtiyacı olmuştur. Ben bu kadar genellemeye girmek istemezdim, ancak bir takım kısır yayınlardan rencide oldum, doldum. Konuya kendi yönümden yaklaşıyorum: İğneye diken, dikene batan, emekliye olgun demeye alışmamız gerekmez mi? Emekli yılların hazırladığı bir büyük nimettir. En verimli, her şeyi gerek deneyimleri ile, gerek okudukları ile değerlendirmesini öğrenmiş insan potansiyelidir ki bundan çok çok faydalanmak kaçınılmazdır. Hatırlarsınız, Orta Asyalardan buyana liderlerin yanında bir ihtiyarlar heyeti vardır. Hulaguler, Kublaylar, Attilalar, Kaanlar, Bilge Hanlar, Timurlar, daha kimler kimler bu potansiyelden faydalanmışlardır. Halbuki siz hep radyolarımızda, televizyonlarımızda, emekliye bir zavallı, posası çıkmış, yardıma muhtaç, korumaya muhtaç kişiler olarak bakıyoruz, öyle taktim ediyoruz. Bu uzmanlar kadrosunu gerek devletçe, gerek çevrece görmezlikten geliyoruz. Yüksek müsadelerinizle ben bu konuya bakış açısına karşıyım. Karşıyım çünkü, konunun özü bu açıya terstir. Fırsat verilse bu durumu kamu kesimine televizyonda, radyoda anlatmak isterdim. Ama nedense bu olay davasına, inancı kalmamış kişilere veriliyor ve ortaya garip bir tablo çıkıyor, yanlışların doğrultusunda. Sizi idealist bir vatansever gördüğüm için bu yazıyı yazmayı üstlendim. Yoksa hepsine lafı güzaf diyebiliriz. Uygulanabilir birkaç da örnek yazacağım, pratik kullanımlı. Mesleğinde başarılı olmuş öğretmenler kendi okullarında veya bulundukları bölgenin okullarında saygın ve uzman olarak her zaman kabul görmeliler, saygıyla karşılanmalılar, gerekirse fikir danışmalılar, (uygulamayı etkilemeyen danışmalar veya bağlayıcı olmayan). Memurlar, amirler kendi çalışma alanlarına rahatça uğrayabilmeli, hüsnü kabul görmeli sırasında danışılmalı ki, bir takım sakat çift görüşler, gereksiz arayışlar önlenmiş, zaman kazanılmış olsun. Biz şimdi garip bir tabloyla karşı karşıyayız. Memur, amir, yetkili kişi kim olursa olsun yalnız çalıştığı sürece güvenilir sayılır oluyor yani hayatın bir kesimde namuslu, itimata layık, resmi görevi bitince de inanılmaz, güvenilmez uzmanlığı elinden alınmış oluyor. Acaba bu olay dünyanın hangi ülkeside (seçimle gelinen bölgeler hariç) bizdeki gibidir.? Ben Adana'da otururum.Şimdiye kadar da orda resim hocası idim. Türkiye ve dünya genelinde yapılan her tür genç kuşak yarışmasına bol bol eserler ulaştırırdım. Bir kaç gün için İstanbul'a geldim ve Kültür sitesinde bir çocuk resimleri sergisini gezdim. Bir kaç idealist öğretmen dışında bu sergiye eser yollanmamış, Adana'dan ise sadece iki adet sıradan eser yollanmış. Çünkü ders, bilhassa ilkokul çocuğu için anlaşılmamış öğretmenlerce, idarecilerce. E. Aydın SAYIN HİKMET ULUĞBAY MİLLİ EĞİTİM BAKANI Eğitimci Prof Olcay Kirişoğlu'nun Cumhuriyet gazetesi'nde "sanat öğretmeni yetiştirme sorunu" başlıklı yazısını ilgiyle okudum. Eğitimsel bir yanılgıyı vurgulamak için bu yazıyı sunuyorum. Ortaöğretimde ilköğretim okullarında uygulamalı olarak verilmesi düşünülen dersin adı yanlış konulmuştur. Programın içeriğinden sapılarak sanatçı öğretmen yetiştirme düşüncesi, (özellikle eğitim fakültesi resimiş öğretmeni yetiştiren bölüm başkanları, öğretim üyeleri, doçent proflarca) sanatçı kimliği doğrultusunda değerlendirilmeye medyatik yöntemlerle umar aranmaya başlanmıştır. Resim iş öğretmeni yetiştirme konusuna gelince: 1924'lerde, Cumhuriyetin kuruluşundan hemen bir yıl sonra, Mustafa Kemal Atatürk, ulusal eğitimimizi belirlemek için yurtdışından ünlü uzmanlar davet etmiş raporlar hazırlatmıştır. Amerika'lı eğitimci Prof. John Dewey, İtalyan eğitimci Maria Montessori bunlar arasındadır. Prof John Dewey'in okunması gerekli yapıtları= okul ve ruhbilim, okul ve toplum, mantıksal kuram üzerine çalışmalar, demokrasi ve eğitim, insan doğası ve davranışı, deneyim olarak sanat, özgürlük ve kültür, insanın sorunları. Maria Montessori'nin yapıtları çocuklar evi, bilimsel eğitim yöntemlerinin çocuk eğitimine uygulanması, ilkokulda özeğitim, çocuk eğitimi, ailede çocuk, insanın yetişmesi, çocuğun zihin yapısı. Ecnebi uzmanların da eşliğinde geliştirilen ulusal ortaeğitim programı içerisinde resimişyazı dersleri, idealizme yaklaşan gerçekci bir anlamı kapsıyordu. Rasyoneldi. Akılcıydı. Pedagojik, psikolojikti. Odak noktası "ulusal çocuk eğitimi" idi. Gazi Eğitim Enstitü'sü bu yüksek amaç için kurulmuştu. Programı çok amaçlı ve çocuğa dönüktü. Giriş sınavı yime şimdi olduğu gibi yetenek ve çizgi bütünlüğüne dayanırdı. Güzel Sanatlar Akademisi ayrıca vardı. Onlar ulusal eğitimin çok amaçlı formasyonundan arındırılır özgür sanatçı adayı seçilirdi. Ortaöğretim programlarına işresim öğretmeni nasıl yetiştirilirdi? Gerçekçi, rasyonel amaçlar ne idi? Ulusal yazının karekterize edilmesi: doğru yazılması, istif, dizyan, sayfa düzenlenmesi, aralıklar, yükseklik, kalınlıklar, dekoratif araştırmalar. (Haftada 4 saat) Grafik çalışmaları: çevreden seçilen konular üzerinde,özlü araştırma ve (afiş,markalar) hayvansal, bitkisel, geometrik veya karışık kenarsuları, kilim, halı, cisim, silin araştırmaları, örgüler. (Haftada, ağırlıklı 5 saat) Fotoğraf makinası kullanma, çekme, banyo, tab, agrandize. (iki saat ve serbes zamanlarda) Resim: modelden desen çalışmaları, sanatsal araştırmalar. Kuramsal ve uygulamalı sanat, içeriği, sanat nasıl olmalı, evrensel yapıda sanatın işlevi, dünü, bugünü, ünlü sanatcılar, özellikleri,yapıtları, sanat ekolleri, düşünce tarzları, zamanlar içinde sanat. (6 saat). Modelaj, röliyef, tahnit, (2 saat). Demir ve tel işleri,ölçü ve alet kullanımı(4 saat) Tahta işleri, masif, programlı kullanım objeleri, testere planya, torna kullanımı. (4 saat). Cilt ve kağıt işleri, ebru, alaca kağıt, kola kağıtları albüm, cilt, dekoratif iş kutuları (4 saat). Planör model kursları, türkkuşundan gelen uzman tarafından, (haftada 2 saatlık kurs halinde) Lisan eğitim usulü, pedagoji, pisikoloji, çocuk pisikolojisi sosyoloji, sanat tarihi, mitoloji. (ağırlıklı olarak ikişer saat) okutulurdu. Gazi terbiye enstitüsüne ilk başvuru kademeliydi: Öğrenci, kendi yöresinden kültürel bir konu seçer, inceler,çizimler yapar, gerekirse boyar, (20 sayfadan az olmamak koşuluyla) okula yollanırdı. Beğenilirse: desen, boya resim, mülakat için Ankara'ya çağrılırdı. Başaran öğrenciler; her yıl için birtez 3 yılın sonunda verilmek üzeremezuniyet tezi hazırlardı. Üç yıllık birikimin getirdiği bilgi ve estetik ve öğrencinin yaratma gücü toplamı, mezuniyet tezinde titizlikle aranırdı. Tezin içeriği folklorik, etik, kültürel, gelenek görenek, dualar, beddualar, adetler, yöre tarihi, menkıbeleri, oyunlar, üretimde yerel usuller, düğün gelenekleri, sanatlar,zanaatlar olabilirdi. Aslında bu tür çalışmaların ilkokul sonunda başlatılarak üniversite bitimine kadar neden sürdürülmediğini her dalda inceleme araştırmalarla zengin kültürümüze genç kuşağın katkısının neden düşünülmediğini anlayamıyorum..!! İlköğretim okullarının programları, (ortaöğretim de dahil) bir bütündür. Amaç bilgilendirme ve ilgilendirmedir. Eğitimdir. Ortaöğretimde ondört uzman öğretmen, kendi dallarında uzman öğrenci yetiştirmeye çalışsalar ulusal eğitimin durumu ne hale gelirdi diye düşünmek, gerçeği görmemize yeterlidir. Ortaöğretimin müfredat programında "temel kitabı" çok çok güzel düşünülmüş yazılmış, açıklamalar da verilmiş, şimdi bile ideal, yüksek amaçlı içeriğiyle ortadadır. Resimiş öğretmeni sadece sanat öğretmeni deyildir. Resim İş dersleri okutulan derslerin hepsiyle ilintili, her dersin tabanına serilmiş sağlam bir temeldir. Resim dersleri, doğru görmeyi, gördüğünü doğru çizmeyi öğretir. Geleceğin doktoruna, mühendisine, tüccarına, ayakkabıcısına, sokaktaki adama kadar ulaşır. Ulusal eğitimden amaç budur. Yanılgı, öğretmen yetiştirme yerine sanatçı yetiştirme amacından kaynaklanıyor. E. Aydın, 12Şubat1998 SAYIN HİKMET ULUĞBAY MİLLİ EĞİTİM BAKANI Ayrımındayız, zor günlerde zor günleri üstlendiniz. Deliler, kuyulara o kadar taş doldurdular ki, bir çırpıda temizlmek olanak dışı gözüküyor. Ama özveri sahibi bir kişi, demokrasimiz adına ortaya çıkmalıydı; yerinde bir seçkiyle, size bu görev verildi. Biliyoruz, işiniz çok zor, hem de çok boyutlu olmasına karşın; kısa sürede övülesi işler yaptınız, yapıyorsunuz. 1950'lerden buyana Kemalizm öylesine savsaklandı, öylsine labirentlere sürüklendi, toz dumana boğuldu ki, gerçekle seçilemez oldu.. El yordamıyla da olsa, önemli olaylara ışık tuttunuz, gelecek ufukta seçilir oldu.. Zor zamanlarımızda, geçmişe bakarak Atatürk 'ün "Güncel çıkmazlar bütün ağırlığıyla sürüp giderken" ulusumuzun geleceğini de düşünerek Amerika'dan, (Prof. Eğitimci John Dewey'i, İtalya 'dan Maria Montossori'i davet etmiş, ulusal eğitimimizde yapılabilecek reformları incelemeye, araştırmaya, tartışmaya açmışt. (yıl 1924). Örneğimi yalın, belki de duygusal bulabilirsiniz; Ama siz Atatürk'ün Milli Eğitim Bakanısınız! Umudumuzsunuz!!!!..... Bundan neden, beklentilerimiz de çok olacaktır Sizden öncül beklentimiz ve dileğimiz: Türk dilini konu alan bir kurultay toplanmasına olanak tanıyınız.. (Kapsamlı ve her yıl uygulanan.) Güzel Türkçemiz, sokak çocuğu gibi sahipsiz kaldı, yazarlar, çizerler, gazeteler, radyo ve televizyon sunucuları elinde yozlaşıp, çalkalanıp gidiyor. Kuralsız dil olmaz. Dilsiz ulus olmaz. Kurultay yapmak için, Atatürk olmak gerekmez. Uluğbay olmanız yeterli. Ben sıradan bir emekli eğitici olarak görevimi yaptım; Sıra uygulamada söz sahibi olan, "Eğitim Bakanı" Hikmet Uluğbay'da.. Saygılarımı sunar, başarılarınızı dilerim. E. Aydın, 11Haziran1998 SAYIN METİN BOSTANCIOĞLU MİLLİ EĞİTİM BAKANI 1944 yılında İşbilgisiResimYazı öğretmeni olarak Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirdim. Almanya'dan yeni dönen, donanımlı hocalarımız, özverili çalışmalarıyla genç Türkiye Cumhuriyet'inin, eğitim öğretim ideolojisini; <1924Atatürk yeni kurulan Cumhuriyet'in, eğitim programı nasıl olmalıdır? diye dışardan John Dewey, Maria Montesorri'yi davet etmiş, pedagojik ilkeleri üzerinde uzun uzun araştırmalar yaptırmıştı.> Eğitimcilerimizin çalışmaları sonucu, ortaöğretimin eğitim ve öğretim programı oluşmuş, her dersin bütünlük içindeki yeri ve amacı belirlenmişti. Çokta iyi düşünülmüştü. Geçen zamanlar içinde, eğitim fakülteleri, orta öğretimin amacını bilinçli veya bilinçsiz dışlayarak , bu kargaşada en çok yara alan, öksüz kalanUlusal, kuramsal yazı oldu. Programlanmadığı için, her öğrenci kendi Stenosunu yazıyor. Tomarlar boyu sınav kağıtlarını göz nuru dökerek okuyan, miyoplaşan öğretmenlere sabırlar dileyelim. Otuz sene yurdumun değişik yörelerinde, İşResimYazı öğretmenliği yaptım. Mersin Liselileri Derneği'nin onur günü anısına hazırladığı dergiyi size yolluyorum. Yaşam öykü arasında, uzun yıllar okuttuğum öğrencilerimin de anılarını bulacak, yaşanmışlığın, edimlerle zenginleşen öyküsünü seveceksiniz. Beni okuduğunuz için teşekkürler eder, saygılar sunarım. E. Aydın, 14Kasım2000 SAYIN BAKAN METİN BOSTANCIOĞLU BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ Sıradan bir yuva; üç civciv, ana, baba, beş kişiler. Baba devlet memuru. Civcivler büyüyor, okullar okullar, üniversiteye sıra geliyor. Dersler, dersaneler, gider gider.! Baba da babaymış ha; her geçen gün, canavarlaşan hayat şartları karşısında bir donkişot... Yılmadan çalışıyor, kızlarım okuyacak da okuyacak.! Merkezi sistemde Birsen kız, Malatya İsmet İnönü Üniversitesi Fizik bölümü kazanıyor. Evler tutuluyor, dört sene okunuyor okunuyor, Fen dersleri öğretmenlik diploması alınıyor. Aileye tezelden katkı için, çünkü arkadan gelenler var. Bakanlığa baş vuruluyor, görev isteniyor. Yanıt, branş öğretmenliği kadromuz yok, taşrada sınıf öğretmenliği verelim. 1996 yılında çalışmaya başlanıyor. 2000 'deyiz, değişen ne? Eş durumunda Gümüşhane'ye atanıyor. Bulunduğu ilköğretim okulunda sınıf öğretmenliği yapıyor, fen derslerindeki açığı da dolduruyor. Haklı olarak, istiyor ki, beni uzmanlaştığım dala, kadrolu veriniz, labaratuvar kurayım, daha verimli olayım. Okul müdürlüğü, ilköğretim müdürlüğü katına yazdığı dilekçeler, mevzuat gereği sümen altı ediliyor, sizlere ulaşamıyor. Mutsuz oluyor, uzmanlık için hazırlanamıyor. Niçin bu dalı seçtim dediği de oluyor.! Hele hele yıllarca, aile boyu oy verdiğimiz sosyal demokratlar egemenken, bu tutarsız, katı mantığın sürmesi, gelecek için varolan renkli umutları da sarsıyor. Dahası, bir hanım olarak böylesine dışlanmak onura dokunuyor, öğretmen konuşamazsa, fen derslerinin önemini, ayrıcalığını anlatmaktan yoksun olursa, bir yerlerde bir bozuk şey vardır. Karınlarının doyması, genç kuşağa yetmiyor, ülkesine katkıda bulunmak da istiyor. Öyküyü okuduğunuz için teşekkürler ederim. E. Aydın SAYIN KÜLTÜR MÜDÜRÜ YUSUF ZİYA AK Sizinle Mersin Öğretmen Evi'nde ir çay içimştik, neden olduğunu bilmiyorum çok yi bir izlenim bıraktmıştınız. İşte bu mektubu o imajın bağlamında yazıyorum. Kültür konusu, gerek sözcük olarak, gerekse içerik olarak, sınırları ve organizasyonu bakımından, düşünürleri yanılgıya itmeye açık bir yapıya sahiptir. Elbette kökleri binlerce yıllara ulaşan bir olayın eğitimi, öğretimi nasıl olmalıdır? dediğimizde, karşımıza felsefe kadar yalın ve onun kadar labirentleri olan bir uzay boşluk çıkıyor. Bu kaosta doğru bir yol alabilmek için, resmi iradeler sabırlı, araştırıcı, toplayıcı, henüz yaşamakta olan kültür birikimlerini kendi kopukluğu içinde ortaya çıkarmak, boşlukları karine yoluyla araştırmaya açmak, ama hiç bir durumda müdaheleci olmamak durumundadır. Klütür baknalığımızın konuya yaklaşımı çok çok güzel sizler gibi değerlerin büyük çabalarıyla az zamanda büyük işler kotardınız. Ramada yani gökdelende İçel Sanat Kulübü şerefine verilen yemekte Mualla hanım'la da konuşmuştuk, acaba bu devasa çalışmalarınıza bizlerin de bir katkısı olabilir mi? düşüncesi gündeme gelmişti. Önce ulaşabildiğimiz çevre sanatçılarımızdan, sonrada Türkiye genelinde eser bağışı kampanyası başlatsak; ilk gelenleri, koridorları uygun gördüğünüz salonlara assak, birikim çoğalınca bir kültür müzesi oluşturmanın kapısını açsak diye düşündüm. Eğer uygun bulursanız, bir sürkiler yeterli olacaktır. Sevgiler saygılar. E. Aydın, 4Mart1994 BAŞLIKSIZ 21 Ocak Tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Ozan Yayman tarafından yayımlanan, "D.E.Ü. Tıp Fakültesi aktif eğitimde çağ atladı" yazıyı ilgiyle okudum. Uygulamanın nasıl olacağına değin bir ipucu verilmemiş. Bana göre yüksek öğrenimle ilgili uygulamalar, bireysel çıkışlarla olumlu sonuçlara ulaşamaz, kargaşa yaratır. Atatürk, Cumhuriyet'in ilanından hemen sonra, 1924'de yeni Cumhuriyet'in "Ulusal Eğitimi nasıl olmalıdır" düşüncesinden yola çıkarak; Amerika 'dan ünlü eğitimci (Prof. John Dewey), İtalya'dan (Dr.Maria Motessori) çağrılmış, iki sene konuk edilmişlerdir. Araştırma ve inceleme raporları esas alınarak, "Aktif Eğitim", yani iş içinde eğitim, Pedagojik anlamda eğitim, ortaöğretim programlarına girmişti. Yıllar sonra; "Köy Enstitüleri" bu amaçla kurulmuş, başarılı da olmuştu. Aktif eğitim, Ütopik değil,gerçekciliktir, çağdaşlıktır Gerçek ise görülendir. Görmek,sevgiyle yoğunlaştığında,daha somut olur Uygulama öylesine basit ki; başarı ortak mal olunca, coşku nükleer olur, çoğalır çoğalır... Çağdaş dünya, hemen hergün yeni buluşların peşinde koşarken; bizim üniversitelerimizde bayatlamış konservelerle genç beyinleri, kıymetli zamanları bilinçsizce sarfediyoruz. Ülkemizde üniversiteler,araştırmadan yoksun, etik kültür, folklörümüzden kopuktur. Ulus aslında sonsuz bir hinterilanttır. Ulusal bilgi bağımsızlığına ulaşmadan, evrensel bilgiyi edinmek, ütopya olur. Bütün üniversitelerimiz, fakülteler bazında halkla ilişkilere zaman ayırmalıdırlar. Önce bağlı oldukları ili ev ev, sonra kasaba ve köylerine kadar ulaşıp, kendi branşlarıyla ilgili bilgi ve sorunları saptamalı, bulgularını dönem tezi olarak hazırlayıp, ödev olarak sunmalı, arşivlendirmelidir. Ders programları yine vardır. İncelemelerde, genel değerlendirmelerde etkili olmalıdır. E. Aydın, 22Ocak1999 YAŞAYANLAR VE YAŞATANLAR. İLGİLENDİRİP, BİLGİLENDİRENLER Eğitim, öğretim: İlgilendirme ve bilgilendirmedir. Varoluştan bu yana, ilgilendirip bilgilendirenlere bin şükran.! Bilgi vardır. Pasiftir. Teknoloji ise, bilgiden doğar, aktiftir. Özgür düşünce; yargılayan düşünce, sorgulayan düşünce, sıradan varlığın, özde çiçeklenmesini; ısıyarak, ışıtarak, koruyup kollayarak, besler, büyütür. Nükleerdir.! Okullar: düşünme biçem ve biçimlerini, salt örnekleriyle ortaya kor. Öğrenici, gerçek ve gerçek üstü yaşama, verelerin ışığında yaklaşarak;nesnel ve öznelin labrentlerinde, (ideo) ya doğru yol alır... Sayısız çokluk da, labirentlerin karanlığında kaybolur.! Yürüyenlere bin şükran.! Eğitim, öğretim, dünyada ve Türkiyemiz'de, rotasını yitirmiştir. Gerçek yolu görüp duyumsayan, sürdürenlere, bin şükran.! Dağ başını duman almış, gümüşdere durmaz akar, güneş ufuktan şimdi doğar; yürüyelim arkadaşlar Tersine dönse dünya, yolumuzdan dönmeyiz..! E. Aydın BAŞLIKSIZ Devlet, bizleri savaş yıllarında, işe dayalı, yüksek amaçlı "(Pedagojik)", yani iş içinde öğretim ve eğitim programları için özene bezene, idealize etti(İşbilgisiResimYazı) öğretmeni yetiştirdi. Devletin eğitim politikaları gereği; (orta eğitimde), dersler organik bir bağ içindedir. Bir bütündür. İşbilgisi, resim, yazı/, bu bütünün (harcı), yapıştırıcısıdır. Edebiyatta, yazılı kağıtlarda, kimyada, fizikte, matematikte, geometride, coğrafya, tarihte; (İşbilgisiResimYazı), eğitim, öğretimin kan dolaşımıdır. Olmazsa olmazıdır. Batı bunu hep böylebilir. Hemen, 1924'te çağrılan dünya çaplı eğitimciler, Türkiye'nin eğitim sorunlarını, incelediler. (Prf John Dewey), (Dr Maria Montessori) Uzun yıllardan sonra, ulusal karakterimize uygun, dinamik, topyekun kalkınmayı hedef alan, orta eğitim programı kanunlaştı. Gazi Eğitim Enstitüsü bu amaçla kuruldu. Çağdaştı, ulusu kapsıyordu. Ellili yıllardan sonra; o, güzelim program yozlaştırıldı Olmasa da olur, diye diye, iletişimden yoksun, kendi çalıpkendi oynayan, akortsuz, temposuz bir toplum olduk. Sanki birileri, bu işbilgisiresimyazı da neyin nesi diyesi.! Bu sanal savaşta, en çok değer yitire işbilgisi, resimyazı öğretmeni;Entel toplumunda beklencesi gereği, amacı dışında varolabilmek için sanatı seçti.!İyi bir işbilgisiresimyazı öğretmeni yok artık Resim yapan, sergiler açan ressam öğretmen var. Ekim ayı için öneriniz de bu bağlamda olduğu için, yazıyı kotarmaya iki gün az geldi. Dersimizin ideodaki gerçek yerini gücüm yettikçe vurgulamaya çalıştım, sözde uzadı. Teknoloji, zaten çizimle birlikte varolabildiğine göre, görmeyi, gördüğünü doğru çizmeyi, estetiği, dizaynı dışlamada, gerçekçi bir bakış açısını, oturuşun kural ve kuramlar içinde, doğru çizimler yaşam boyu başarı ve başarısızlığın anatomisinde etken olacak bir öğretmen Üstlendiği yüksek, evrensel görevin bilincindeyse; yaşamışlığın, üstüne aldığı sorumluluğun onuru, bir faniye yetmez mi?.. Öğretmenler isimsiz yaşarlar. Anonim olmak büyük mertebedir. Sizlerin gönlünde yer etmekten büyük ne vardır?.! E. Aydın EMEKLİ ÖĞRETMENLERE ONUR BELGESİ DAĞITIMININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ 18Aralık1987 Cuma günü, daha önce imzalatılan bir genelge gereği Adana Öğretmen Evinde çaya davet edildik. Emekli öğretmen, seçtiği dalda otuz senesini vererek uzmanlaşmış kişidir. Saygın ve öyle olması gereken eğitim sanatkarıdır. Bugün çeşitli kademelerde çalışan, aynı yolun yolcuları genç meslektaşlarımızın bunu daha iyi bildiklerini sanırım. T.R.T'de uzun uzun işlendiği gibi, emekli ne muhtaç, ne de zavallıdır. Emekli de en azından devlet güvencesi altındadır. Ancak, bu denli yoğunlaşmış meslek bilgisine ve pratiğine karşın, kendisinden, yarınlara dönük bir şeyler istenmemesinden şikayetçidir. Emekli insan o kadar haklı bir gurur içinde ve hassastır ki, şimdiki seçilen yollarla, O'na yaklaşmak imkansızdır. Sıfır ve sonsuz onlar için, büyük değerler değildir. Her türlü yapmacıktan soyutlanmış, yılların deneyimleri, pratikleri ile, üst uzman kariyerine ulaşmıştır. Gerçek budur. Türkiye genelinde, bu uzman zümrenin hiç kullanılmaması, kendilerinden hiç faydalanılmamasıdır. Öneri kişisel değil, ulus boyutludur. Özellikle Türk Milli Eğitimi gibi, çok titiz olunması gereken hassas çizgide gereksinim daha da çoktur. Yetke, makam, sandalye, branş sahipleri, her defasında, Amerika'yı yeniden keşfetme yerine, bu uzman kişilere danışmayı, gelenek ve zorunluluk haline getirmelidirler. Böylece, yaklaşım hem muhterem hem de Milli olacaktır. Emekli müdürler, öğretmenler, branş öğretmenleri, (resim, müzik, beden eğitimi öğr.) İlkokul, ortaokul, liselerde örnek ders vermeye veya duruma göre konferanslara davet edilmelidir. Bu tür olaylar, idarelerin desteğinde halka da indirilmelidir. Emekli Eğitim Şuralara gidilmelidir. Baltacıoğulları, Hamdullah Suphi'ler, Tarcan 'lar, Türkiye'mize bu türden az mı hizmet vermişlerdir? Onlar uzaydan inmemişlerdi. Emekli kişi yazmasını, okumasını, çizmesini, boyamasını, kısaca zamanı değerlendirmesini öğrenmiş kişidir. Darısı gençlerimizin başına. Onun tek isteği, daha mutlu, daha mamur, Türkiye gerçeğine katkıda bulunmak özlemidir. Yılda bir kere Sürmeli Otelinde yemek, Öğretmen Evinde çay, sıradan onur belgeleri, konuya ters bir perspektiften bakmaktır. Daha rantablı, daha öze dönük kalıcı yaklaşımları, sayın yetke sahiplerinden, içtenlikle bekliyoruz. Bu büyük şeref, bakalım kimlere nasib olacaktır!. Saygılarımla E. Aydın BİR ÖĞRETMEN ARANIYOR Bir öğretmen aranıyor dostlar, Dağların arasından kopup gelecek Ak, ak akacak çağlayacak Bir sel gibi anadolumun dört bucağına Yayılacak, yayılacak, yayılacak Bir sel gibi Anadolu'nun dört bucağından Yayılacak, yayılacak, yayılacak Cümle kötülüklere karşı Bir öğretmen aranıyor dostlar Bir öğretmen aranıyor... Cesur, inançlı, kalem kırıldıkça yazacak Dudakları kilitlense, konuşacak Yasaklar susacak önünde Aldırmayacak gecenin baykuşlarına Tuttuğu kapıyı açacak, Bu çöl sessizliğinde Perdelerin ışık geçirmezliğinde Tutup sarsacak, sarsacak... Bir öğretmen aranıyor dostlar Anadolu'mu kalkındıracak... SAYIN PROF. DR. DEKAN EMİN ALICI 21Ocak tarihli Cumhuriyet gazetesinde Ozan Yayman tarafından yayımlanan "D.E.Ü. Tıp fakültesi aktif eğitimde çağ atladı" başlıklı yazıyı ilgiyle okudum. Uygulamanın nasıl olacağına değin bir ipucu verilmemiş. Bana göre yüksek öğrenimle ilgili uygulamalar bireysel çıkışlarla olumlu sonuçlara ulaşamaz, kargaşa yaratır. Atatürk Cumhuriyetin ilanından hemen sonra 1924'te yeni cumhuriyetin "ulusal eğitimi nasıl olmalıdır" düşüncesinden yola çıkarak Amerika'dan ünlü eğitimci Prof. John Dewey, İtalya'dan Dr. Maria Motessori çağrılmış, iki sene konuk edilmişlerdir. Araştırma ve inceleme raporları esas alınarak , "aktif eğitim" yani iş içinde eğitim, pedagojik anlamda eğitim orta öğretim programlarına girmişti. Yıllar sonra köy enstitüleri bu amaçla kurulmuş, başarılı da olmuştu. Aktif eğitim ütopik değil gerçekçiliktir., çağdaşlıktır. Gerçek ise görülendir. Görmek sevgiyle yoğunlaştığında daha somut olur Uygulama öylesine basitki, başarı ortak mal olunca , coşku da nükleer olur, çoğalır, çoğalır. Çağdaş dünya hemen her gün yeni buluşların peşinde koşarken, biz üniversitelerimizde bayatlamış konservelerle genç beyinleri ve kıymetli zamanları bilinçsizce sarfediyoruz. Ülkemizde üniversiteler araştırmadan yoksun, etik, kültür ve folklorümüzden kopuktur. Ulus, aslında sonsuz bir hinterlandtır. Ulusal bilgi bağımsızlığına ulaşmadan evrensel bilgiyi edinmek ütopya olur. Bütün üniversitelerimiz, fakülteler bazında halkla ilişkilere zaman ayırmalıdırlar. Önce bağlı oldukları ili, evev sonra kasabakasaba, ve köylerine kadar ulaşıp kendi branşlarıyla ilgili bilgi ve sorunları saptamalı, bulgularını dönem tezi olarak hazırlayıp ödev olarak sunmalı, arşivlenmelidir. Ders programları yine vardır. İncelemeler de genel, değerlendirmeler de etkili olmalıdır. Tıp fakülteleri öncü olmalıdır. Ancak sayın dekan yalnız başına ünlenmeyi düşünmemeli, Türkiye genelinde üniversitelerle yazışarak anketler düzenleterek kamuoyu yaratarak yapmalı. Bu güzel akılcı olay, dekanlık süresiyle sınırlı olmamalıdır. Ülkenin reforma şiddetle gereksinimi vardır. Düşüncenizden neden sizi içtenlikle kutlarım. Saygılar E. Aydın, 22Ocak1999 SAYIN MÜDÜR. KURUCULAR, YÖNETiCi, ÖĞRETiM ÜYELERi 8Eylül günü torunum nedeniyle okulunuzun ders yılına başlayış seranomisinde bulundum. İyikide gelmişim. Yirmi, belkide daha fazla yıllardan beri okullarımızda eğitim ve öğretimin nasıl yozlaştığını yaşaya yaşaya, göre göre nasırlaşan özbenlik duygularımın yaratılıştaki büyük patlama benzeri şoklarla anlatılamaz çalkanışını peşpeşe birbiri üzerine bindirilmiş pırıltıların pirizmatif yansımalarının şemsiyesi altında hayallerimle gerçeklerim örtüştü. Bu bir rüya mıydı! Gün boyu süren, soyuttan somuta gidip gelen tavuz kanadı gökkuşağı görkeminde tansığ. Günde, gün vardı. Dünler vardı. Geçmişten geleceğe uzanan sağlam köprüler vardı. Övülesi.. övülesi.. övülesi... Gemsiz hayallerimi gerçeklerin şablonuna sığdırmaya çalışırken Darwin ekrana düştü. Dünya bir haftada yaratılmamıştı. İ.Ö. 4004 yılında yaratılmadığı da kesindi. Aklın alamayacağı kadar yaşlıydı. Yaratıldıktan sonra tanınmayacak ölçüde değişmişti, ve değişim süregelmekteydi. Yaşayan bütün canlılar da değişime uğramıştı. Evrim sürmekte olduğuna göre ülkemizin içinden geçmekte olduğu bunalımlar, sancılar makro ölçüde doğallığa ulaşıyor Ulusumuz büyüktür. İnsanımız zor günlerin koşullarını sayısız çoklukta deneyimleriyle zorlamış ve başarmıştır. Uzak ve yakın tarihimiz kanıtlarla bezelidir. Gördüğüm duyumsadığım odur ki; bir avuç öz veri sahibi isimsiz kahraman, kısıtlı olanaklarını birleştirerek Türkiye'nin geleceğini onarmaya soyunmuşlardır. Yalnız değilsiniz, öncüsünüz. Artık tohum bitek toprağını bulmuş, güneş ılıman doğmuştur. Daha şimdiden ürünün yalbırtısı, kuruluşum görkemi, işleyişteki ideonun güvenli tınıları, aramsarlığın imleyen peyzajıma turkuvaz mavisi , tavuz kuyruğu, ebem kuşağının sonsuz tonlarını üstün insan ve yaşam kıvancının müziğini de sunmuştur. Sonlu yaşamda sonsuzu sergileyen insana doğru koşmayı seçen sanat edinen yönetim ve öğretim kadrosunu kutlar, saygılar sunarım. Türk insanının sizlere şükran borcu sonsuzdur. Edimlerinizle övünüyoruz... E. aydın, I7Eylül1997 AÇIK ÖĞRETİM LİSESİ YÖNETMEN VE DENETMENLERİNE. Akşam Devrim Tarihi dersinizi izledim. Kurtuluş savaşının en duyarlı bölümü konunuzdu. Bir öğrenci, öğretmene sorular yöneltiyordu. Elektrikli, yanlış anlamaya yatkın, paradoksal, ön bilgilerden yoksun (belkide kasıtlı gibi anlaşılacak) sorular beni çok üzdü. Atatürk'çü düşünce, bütün Türkiye'den izlenen bir ulus radyosundan böyle yayımlanabilir miydi? O isteseydi Büyük Millet Meclisi'ne de el koyabilirdi, başkomutanlığa da el koyabilirdi, ama O'nun yüksek ideolojisi Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmaktı. Başlangıçtan beri demokratik meclisi ve onun iradesini korudu, kolladı. Bütün dünya tarihleri Çanakkale zaferini Mustafa Kemal'in üstün savaş gücüyle kazandığını yazar. Kurtuluş savaşı da böyle oldu. Değerli komutanları da vardı. Yalnız Fevzi Çakmak'ı söylerseniz, Kazım Karabekir'i, Fuat Paşa'yı, İsmet İnönü'yü ve diğer kıymetli komutanları atlamış olur, dahası bilgiyi, acabaların labirentlerine sunarsınız. Ders konusu "Devrim Tarihi" idi. İnkilap tarihi deyil. Aydınlatıcı bir yazınızı beklerim. Saygılarımla E. Aydın, 1Mayıs1998 BAŞLIKSIZ Öğretmenin yüreği verimli bir topraktır. Yarının büyüklerine adanmış türkülü gökyüzüdür. Öğretmeninin yüreği bir tohum umuduyla dekinerek, mayalıyarak A'dan Z'ye ekerek kokulu ama daima yaprak yaprak yıldız çoğalmış, solmamış hep canlı kalmış Cumhuriyet gülüdür. Öğretmenin yüreği, alınteri güneş örneği. Toplumun bilincinde ışıyınca bir güvercin olur, şiir şiir kanatlanır öğretmenin yüreği. E. Aydın SEVGİLİ GAZANFER DOST.. 19992001hazırlık süreci. Mersin liselileri dayanşma derneği 1985 yılında Gazanfer Uğural ve , ileri görüşlü, çoğunluğu Mersin'li gönül adamlarının özverili çabalarıyla kurulmuş. Düşünenlere,üretenlere,yüzakıyla yürütenlere bin şükran... Yönetmeliği, bir kaçkez, satır aralarına kadar okudum. Güzel, özlü, etkleyici buldum. "Türk insanının aydınlanması amacıyla hukukun, sosyal adaletin, uluslararası,çağdaş değerlerini topluma sunmak, üretilmiş plan ve modelleri desteklemek ve geliştirmek maksadıyla, Atatürk ilkeleri doğrultusunda, ulusal dayanışmayı sağlamaktır" deniyor. Ama bu iş nasıl olacak?. Belirtilmemiş, konferanslara katılmakla sınırlı tutulmuş. Katılımın, otokontrola bağlı, ilgili maddenin içeriğine dönükgerçekci, güncel, edimlerle beslenmesinin, ülkenin geleceği için, daha akılcı olacağını düşündüm. İlkokulda, her sabah, sınıfları okul girişinde sıraya dizip "Türküm, doğruyum, çalışkanım......" deyerek, bir ağızdan bağırarak mı? Yoksa öğrencilere, edime dönük, gözetili, basit ve güncel, çağdaş, görevler vererek mi işe başlamalıyız ? Çağdaş eğitim bilim; okuma yazmağı öğrenen bireye yaşamak istediği çevrenin, nasıl olması gerektiğini sorgulayarak, düşünmesini,düşüncesini, güncesine yazmasını, sırası geldikce, okulunda, evinde ve çevresinde konuşarak, uygulayarak, genel düzene katkıda bulunma,sorumluluğunu da yükler. Buyurganlık, eğitimde ve öğretimde, düşünceyi körletir. Görev bilinci, ise uygulanabilir edimlerle zenginleştirilebir. İlkokullarda öğretilen kültürel aktarımalar,ileriki yıllarda, biraz azalarak da olsa, üniversiteye ulaşır. İşte çağdaşlık; etik, kültür, ahlak, görenek, gelenekler eşliğinde tekrar imbiklenmesi, güncel, yaşadığımız gerçek yaşamla kesin kez buluşması, bilinçde yoğunlaşmasıyla; geleceğin güvencesi olur . Yüksek öğretim kurumlarımızın, ummanlar kadar eksiği genç kuşağa sosyal görev verilmemesinden kaynaklanıyor. Mersin liselileri yardımlaşma derneği, sanırım bu öncülüğü başlatabilir . Her üniversite öğrencisi, bulunduğu çevrede, kendi dalılıyla ilgili konularda, halkla ilşikiler içinde bulunmasından sorumlu tutulmalıdır. Burs verilen öğrtencilere sosyal, kültürel, etik edimleri kapsayan görevler verilerek, klasik üniversite anlayışı katılımcı ve, eğitime ulusal bağlamda öncülük edemez mi.? Çağdaş pisikoloji, karşılıksız vermeğe "sadaka" olarak bakar. İnsan onurunu, bu üzünç verici yükten kurtarmağı önerir. Bursiyer öğrenci, kendi dalında, özlü incelemeler yapar. Sizce belirlenecek jüriye sunulur. Bu tezler, yıllık olduğu gibi, eğitim boyu da olabilir. Yayımlanabildiği gibi,arşiv olarak da saklanabilir. Bilimsel incelemeler, konferans haline getirilerek yurt çapında, çağrılara açılabilir. Halkla ilişkiler bölümü oluşturulabilir. Önce Mersin'liler olmak üzere, hasta, kör, yaşlı, sakat kişilerden, isteyenlere, günde birkaç saat gazete kitap, yazı okumaları düşünülebir. Dahası kurumlaştırılabilir. İnsanlık tarihine bakılırsa düşünce hep suçlanmıştır, örnekleri saymakla bitmez. Çarmıha gerilenlerin, zehir içirilenlerin, yakılanların, kiyotine baş koyanların, kazığa oturtulanların acıklı öyküleri saymakla bitmez.! Bu düşünce, sizinle benim aramızda başladığına göre gerekirse öylece bitebilir. Atatürk, uzamda kaldı. Atatürk düşüncesi çoğalarak zamanları kapsar. Düşüncenin kanatlarında ışık hızıyla yol alır.. Uzam aynı hızla, geriye doğru akar. Doğanın, canlılığın varoluşundan, Toroslardan, atalarımızın, sizin bizim, anımsadığımız duyumsadığımız, belleklerimizde iz bırakan, yaşanmışlıktır. Tarihe benzer,ama tarih değildir. Biz bilinen uzamın vereleriyle, bilinmezin zamanın akışını, düşünce, yordamıyla yönlendirebiliriz. Çağdaşlık, sözcüğünü sosyalbilimlerinin, yeni yönsemeleri doğrultusunda, yoruma açma zamanının geldiği kanısıyla, ulaşabildiğim yeni bilgileri size yazmağı düşündüm. Toplumbilimler, çağdaşlığa öykünürken kuram ve kurallarını kendi yapısındaki, dini, kültürel, ahlakietikgörenek gelenek gibi törebilimin, öz değerlerini yıpratmadan, yozlaşmağa karşı, yaşamsal direncini, yaşayarak, yaşatarak sürdürebilir. Çinlilerinsana yardım etmek istersen, balık tutmağı öğret der. Yahudiler, sadaka vermezler, iş verirler. Bizler, nereye gideceğini düşünmeden, isteyene acır sadaka veririz. Boynunu bükmüş, yılışmış, kişiye varsıllığımızı, sanki kanıtlar gibi.. İşte Ethem böyle düşünüyor, böyle de yazıyor. Öperim. Sizleri seven sayan E. Aydın MİLLİYETÇİLİK VE ATATÜRKÇÜLÜK ÜZERİNE Bindokuzyüzyirmiyedilerden buyana; yaşanmışlığın, türk insanındaki evrelerinin görkemini, ulaşılmaz hızını, halkla bütünleşmenin asırlardır yoksunluğu çekilen bu duygu ve duyumlar girdabının anaforlarından geliyorum. Atatürk denizinin tansığ dalgalarıyla, deniz kıyılarında uyumlu, oylumlu çakıl taşları gibi; sürtüne sürtüne Cumhuriyet'i yaşadım. Ona candan inandım. Yine bundan neden, görüntüde Atatürkçü'lerle, savaşım sürüyor. Bu duyguların ışığında size yazıyorum. Onuncu yıl marşı, ona ve devrimlere inananların dilinde sonsuza dek çınlayacak mutluluk şarkısıdır. Sevinç gözyaşları döktüren, coşturan/insanı insanlığa taşıyan..!! E. Aydın, 10Kasım1997 ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCENİN EVRENSEL YORUMU Atatürk, her insan gibi sıradan varlık olarak dünyaya geldi. Her varlıkta farklılığa açık bir (öz,bir çekirdek)'i vardır. Türün özelliklerine uygun olarak, dal budak salar salkım salkım, çiçekler açar renklere bürünür, burcu burcu kokular saçar. Özgün birey olur. Beyin gücünün, düşüncenin kanatlarında yükselir. Namık Kemal olur, Aziz Nesin olur, Nazım Hikmet olur, Uğur Mumcu olur, Yaşar Kemal olur, çağına kanat geren Atatürk olur.... Zamanlar içinde, anonim olur. Çanakkale kurtarıcısı, Sarıpaşa, Ulusal kurtuluşun simgesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, eğitim ordusunun öncüsü, halkının sevgilisi, yurtta barış, özgürlük diyen evrensel insan olur. Savaşın kartalı, barışın güvercini olur. Lozan barış antlaşmasında, Yunan delegasyonlarıyla barışık olur. Cumhuriyet kurulduktan sonra; Çanakkale'de şehit veren ülkelere... "Ey dünya anaları!, Uzak diyarlardan evlatlarını savaşa gönderen analar, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizimde evlatlarımız olmuşlardır" deyen olur. Ruhları Şadolsun Deyen olur.! Ulusunun özgürce, bir ağızdan söylediği, her zaman söyleyeceği "Onuncu Yıl Marşı" olur. Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan On yılda onbeşmilyon genç yarattık her yaştan Başta bütün dünyanın saydığı baş kumandan Demir ağlarla ördük, anayurdu dört baştan Türküz, Cumhuriyetin, göğsümüz tunç siperi Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız Türküz, bütün başlardan üstün olan başlarız Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız Çizerek kanımızla özyurdun haritasını Dindirdik memleketin yıllar süren yasını Bütünledik her yönden İstiklal kavgasını Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını Örnektir milletlere, açtığımız yeni iz İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir ülkeyiz Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye biz Tersine dönse dünya, yolumuzdan dönmeyiz Söyleyen de bizlerdik.!(1933) Çağdaş ve yalın bir bakışla: Artık Atatürk bir portre değildi, fotoğraf değildi. Barındığımız evler, Yürüdüğümüz yollar, Bindiğimiz araçlar, Latin A,B,C' si, Okuduğumuz okullar, Tüten bacalar, fabrikalar, İş yerleri, hasteneler, Tarlada ürün bereketi, Tüneller, köprüler, Barajlar, göletler, Demir yolları, Enerji kaynakları, Minarelerde türkçe ezan, Uçaklar, savaş araçları, Spor alanları, dinlenme yerleri, Gazeteler, radyolar, televizyonlar, dahası, saymayı unuttuğum binlerce gerçek Atatürk'ü simgeleyen öğelerdir. Dağlar, taşlar kadar heybetli, yıldızlar kadar yüksek, güneş kadar parlak, ılıman kaus kadar tansığ. Eğer yazdıklarım gerçekse oyunu oynuyor, oynayacaksak eğer; Bizler Atatürk'üz.. Atatürk ölmedi. Atatürkler ölmez. Çoğaldı, hem de nükleer olarak....şaşırmamız, duraksamamız bundandır. Düşünme,yaratma,umar üretme sırası bizlerde Başaracağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmasın.! Dağ başını duman almış Gümüş dere durmaz akar Güneş ufuktan şimdi doğar Yürüyelim arkadaşlar E. Aydın BÜYÜK OLMAK Yüce dağların doruğunda, amansız rüzgarlar eser, zirvede olmak zordur. Türk insanı fırtınaların çocuğudur. Asya bozkırlarından savrula savrula Anadolu'ya, bu cennet vatana gelmişiz. Türkülerimiz, söylencelerimiz, imparatorluklar kurmuşuz. E. Aydın MUSTAFA KEMAL'İN VALİLERİ, MEBUSLARI Yaman adamlardı onlar, pılılarını pırtılarını alıp, prensipleri kültürleriyle birlikte ülkeyi terketmiş olamazlar. Bir zamanlar vali, her evin işinde, aşında, zorunda, kolayında var olurdu. Geceleri koruyucu, ılık ve rahat bir yorgan gibi insanlarımızı sarar, doğacak her yeni günle, ısıtır, ışıtır, dertliye ilk elden derman olurlardı. Canımız nerede ise orada idiler. İnanır, güvenir, sever, özlerdik, onların gölgelerini bile.! Bu insanlar doğayı, çevreyi, bölgesinde var olan herşeyi bilir, severlerdi. Sırasında ve zamanında, her türlü olaylara kanun, çekinmeden kullanırlardı. Sorumluluktan kaçmazlardı. Böylece var olmayı severlerdi. Bu yazımda iki örnekle yetineceğim. Mersin valisi Tevfik Sırrı Gür, İçel Mebusu Pepe Ali Efendi. Mersin peyzajını, kültürünü, iklimini duyumsayan bu anlayışla Akkahve, Halkevi, daha bunun gibi zamanların ötesinde öz varlığını koruyacak yapıtların ortaya koyucusu idi. Buna eminim ki, ondan isteyen de olmamıştı. Her sabah saat dokuzda gelir, dolaşır, oturanları soru yağmuruna tutardı. İçtenlikle anlatılan zorları anında çözüme kavuştururdu. Köy ve kasabaları ağaç dikmeye özendirir, köy çevrelerinin yeşertilmsine ayrıcalıklı ilgilenirdi. Enteresan bir olayı da ben yaşadım. Vali, doğduğu yer olan Ermeneğe gitmek için, Mut'a gelmişti. Onkilometre uzaktaki Göksuya kadar gitti, o zamana kadar kullanılmakta olan sal ile karşıya geçmedi. Kaymakamı çağırdı, "bu iki akraba kasaba arasında niye bir köprü yok? siz niçin ve kimden maaş alıyorsunuz?" dedi. -"Ben buradan geri dönüyorum, hemşerilerimin yüzüne nasıl bakarım" dedi. Döndü de. Sene 1929, Mebus Ali Efendi, Mut Silifke arasındaki yolun yapımıyla yakından ilgileniyor, bütün gece amelenin başında bulunuyordu, makamından soranlara Ankara'da önemli bir toplantıda olduğunu, mescliste bulunmasının gerekli olduğunu söylettiriyordu. Yanıt: "Ben, bu yol bitmeden Meclise gelemem, mazeretimi Paşa'ya iletiniz" olur. Nerde o eski Valiler, Nerde o eski Mebuslar. E. Aydın, 29Mart1989 BAŞLIKSIZ Türküler, maniler, ağıtlar, uzun havalar, kaya başları, bozlaklar. Türk ırkı çok üstün yaratılmış bir ırktır. Dış tepkimesi yoktur. İç tepkimesi sonsuz örneklerle doludur. Onda gerçekler hemen hayallerin melodik, mistik, duyumsal girdabına dönüşür. Yazar çalar söyler. Dinginliğe ulaşır. Şiir ve müzik, doğrudan tepkisi olmayan, tepki almayan bir dil olşturmuştur. Yün eğirirken, çıkrığıyla dokuma tezgahında mekiğiyle, süt sağarken hayvanıyla, yemek pişirirken, ekmek atarken senidiyle, tenceresiyle, gergefinde renkleriyle, iğnesiyle, ipliğiyle konuşur söyleşir. Oduncu eşeğiyle, binici atıyla, çoban sürüsüyle barışık ve dost, gardeştir. Konuşur dertleşir. Dağlar, pınarlar, bitmeyen yollar, dereler, tepeler, ağaçlar, taşlar onu anlar onu dinler sanki. Böylece yaşamında yaşanmamış boşluk kalmaz. Onun böylece çağdaş insanın yanlızlığını çekmez. İncecik düşlerinden binbirçeşit incelikte düş üretir böylece. Devlet onun için bir gerekliliktir. Severek, sayarak. Ondan beklentisi hiç yoktur. Vatan için savaş buyruğu gelincede koşa koşa ölüme gider. Canı, malı, mülkü onun gözünde sınırlı değildir. Boşluk, onun bitmeyen not defteridir. Yazar, çizer, söyler, karalar. Sazında söz, gergefinde renk renk dokur, akideleşmiş kült boyutta. E. Aydın BAYRAĞIMLA KiM OYNUYOR.?!! Türk bayrağının üzerinde bulunacak simgeler anayasanın güvencesi altındadır. Boyutları, rengi, altın orana göre sınırlanmıştır. Evrensel bir yapısı, ulusal, derin bir anlamı vardır. Tabusaldır. Şimdileri görüyorum, bayrağın üzerine "yetmiş beşinci yıl" yazılmıştır. Bilinmez yarın neler yazılacağını. Siyasiler yarınları unuttular. Dünü unuttular. Geride tek gücencemiz dürüstlük örneği kamu üst görevlileri kaldı. Sivil toplum örgütlerimiz ise hala etkili olamıyor. Hemen hergün onurumuzdan birşeyler koparılmağa çalışılıyor, canımız hep yanıyor, yüreğimiz sızlıyor. Öksüz kalan güzel türkçemiz Ulusal yazımız Ne dediği belirsiz ecnebi tabelalarımız Bazı gazetelerin anlatış düzeni Televizyon radyo sunucuları Dili yanlış kullanmakta adeta direniyorlar. Mağluplargalipler yerine, yenenyenilen diyemiyorlar. Böylece ülkemiz genelinde iletişim sıkıntısını hep birlikte çekiyoruz. Şimdi de bayrağımızla oynuyorlar. E. Aydın EMEKLİ ÖĞRETMEN ETHEM AYDIN'A MEKTUP Küçükyalı/İstanbul 07Aralık1998 Bayrak, bir ulusun simgesi, bir ulusun yaşam kaynaklarından biri, uğruna can adanan bir ulusal değer. Aslında her ulus bireyinin saygı göstermesi gerekli olan, bir "millet olma" unsuru bayrak. Ama gel gör ki, beklenen o saygı unsurların bireylerine göre değişebiliyor. Örneğin ülkemizde kırmızı, beyaz, ay ve yıldız, insan vücudunun belden ve üst kısmında ve sol tarafına yakın bir yerlerde yürek kabartırken, Amerika Birleşik Devletleri'nde kırmızı, beyaz, lacivert ve yıldız, at çobanlarının blucin denilen pantolonlarının kıç kısımlarında bir yama veya Florida sahillerinde gösterime çıkmış şuh bir sarışının vücudunu sımsıkı saran bikinisinin alt parçasının malum bölgesine bir simge olabilmekte. Ulusların simgesi, bazen de çeşitli ulusların kültür ve eğitim yoksunu bazı bireyleri tarafından değişik bir şekilde yorumlanabilmekte. Örneğin PKK taraftarı bir kendini bilmezin, herhangi bir Avrupa ülkesinde Türk bayrağını yakarken yürekleri sızlayanlar, hırslananlar arasından bir başka kendini bilmez, Öcalan olayları nedeniyle İtalyan bayrağını nasıl yakabilir? Bu soruya cevap vermek oldukça güç. Bu arada Yeni Adana gazetesi'nin 20 Ekim 1998 tarihli sayısında, emekli öğretmenlerimizden Sayın Ethem Aydın'ın düşüncelerindeki hassasiyet, içeriğine yansımış yazısını okudum. Kendileri, Cumhuriyetimizin 75. yılı nedeniyle oluşturulmuş özel logoya, Türk bayrağının üzerine "Yetmiş beşinci yıl" yazılması nedeniyle tepki göstermiş. Değerli hocam, düşünceleriniz ve hassasiyetiniz önünde saygı ile eğiliyorum. Lakin hocam, o bir 75. yıl özel logosu. Yani yakalarımıza taktığımız değişik şekil ve boyutlardaki kırmızı, beyaz, ay ve yıldızdan oluşan rozetlerden hiç bir farkı yok. Kaldı ki, Türk bayrağı için çıkartılmış yasa ile bu yasaya parelel tanzim edilen tüzükler, böyle bir logoyu şekillendirmeye kanımca engel değil. Yukarda da belirttiğim gibi hassasiyetinizi anlıyorum ve saygı duyuyorum. Ama acaba siz, yıllardan buyana gözlemlediğim, aşağıda sıralayacağım durumlara nasıl bir tepki vereceksiniz, merak ediyorum? Bayrak, vatandaş tarafından evinin balkonundaki çamaşır ipine mandalla asılmış. Ertesi gün, evin hanımı çamaşır yıkamış ve yıkanan çamaşırların asılması için, bir gün evvel mandallanmış bayrak ipin kenarına çekilmiş, yanına çamaşırlar asılmış; hep beraber dalgalanıyorlar, rengarenk. Bayrak, bir başka vatandaş tarafından evinin balkonundaki çamaşır ipinin bağlı bulunduğu demir ayaklara yine mandalla asılmış. Başka bir evin penceresine asıldığı düşünülen bir başka Türk bayrağının uçkurluğundan geçirilen ip, uçkurluk kenarlarına sabitleştirilmemiş ve ip uçkurluğun içinde serbest kalmış. Bir zaman sonra bayrak rüzgardan, pileli bayan eteği gibi büzülmüş ve ipin orta erinde toplanmış. Bayram günü olmasa, evin penceresine asılı olmasa, bu yalnız kırmızısı belli olan görüntünün bayrak olduğuna bin tanık ister. Muhteremin başka bir bayrak almaya parası yetmemiş herhalde. Rengi atmış ve galiba kullanılmaktan alt kenarı saçaklanmış bir bayrağın bu zedelenmiş kısmı sözde onarılmış. Ne yapılmış? Zedelenmiş kenar kesilmiş, yeniden kenar yapılarak dikilmiş. O zaman ne olmuş biliyor musunuz? Boyu, genişliğinin birbuçuğu olan dikdörtgen şeklindeki Türk bayrağı, dört kenarı birbirine eşit kare şeklindeki bir bayrağa dönüşmüş. Adamın evindeki bayrağın ölçüleri ile astığı yerin ölçüleri tutmamış. Bakıyorsunuz bayrağın yarısı kayıp, ay ile yıldızın yarısı görünüyor, yarısı görünmüyor. Daha sıralayacağım ama, hem mektubum uzayacak, hem de gönlüm elvermiyor hocam, gönlüm elvermiyor. Galiba bazı kafalara, bazı değerleri tam olarak sokamıyoruz. Ne dersiniz? Saygılarımla, Zühtü Çatık SAYIN ZÜHT'DÜ ÇATIK Kıymetli mektubunuzu birkaç defa okudum. "Logos" sözcüğünü sözlükten aradım. Logos kelimesi, (söylemek, konuşmak, söz, düşünce, kavram, evren yasası, mantıksal deyiş, bir şeyi anlaşılır kılan temel, insan ruhunun us'la ilgisi, yaşamın bilinçsiz güçlerinin karşısına, etkin bilinç ilkesi, evren usu, evren yasası, tanrı sözü, tanrı ve evren arasında aracı, her bilgiyi olanaklı kılan, tanrısal ışık, bilgi kaynağı) anlamlarında kullanılmış. Benim anladığıma göre, logos kelimesi, canlılığın değişmezleri olan atom ve benzerlerinin genel adıdır. Tarih sahnesinde egemenliğin potasında kendini kanıtlamış her ulusun logos'u bayrağıdır. Kalitesi, kaligrafisi değişmez. Ne sebeple olursa olsun, üzerine birşey yazılamaz. Reklamda araç yapılamaz. Ölçüleri ve grafiği bozulamaz. Sanal ve psikolojik değeri yıpratılamaz. Her bayrağın ölçütleri geometrik oranları sabitlenmiş, dibağçelere resmedilmiş, kanunlarla koruma altına alınmıştır. (Bakınız ansiklopediler) Mektubunuzda günlük yaşamdaki olumsuzlukları örneklemiş, üzüntünüzü dile getirmişsiniz. Hepsine katılıyorum. Düşüncede, mikroda olaylar sıradandır, olağandır, evrimin gereğidir. Bir düşünceyi insanlığın geleceği bazında ortaya koyarken, ölçüyü mikro olarak değil makro olarak söyleme getirmek kaçınılmaz bir olgudur. Yazanlar, çizenler, çok ileriye bakarak söylemlerini kurarlarsa görevlerini yapmış olurlar. Söylemi biraz açarsak: Issız, karanlık, çamurlu, bir dağ yolunda, olumsuzların tuzağındasınız, geri döneme şansınız da yok, çamurlara bataçıka, ilerleyeceksiniz... Ağzınızda şarkılıktan çıkmış iniltilerle: Dağ taş deme ilerle Dağ başını duman almış Gümüş dere durmaz akar Güneş ufuktan şimdi doğar Yürüyelim arkadaşlar Yaşamın yüksek bir anlamı olması gerek, yoksa, yaşanmışlığın ne tadı olurdu. Geçmişin belleği bize yarınlarda nazıl olmamızı söylemiyorsa veya anlamada zorlanıyorsak, yaşanmışlık adına eksikli sayılırız. Büyük Türkiye Cumhuriyeti her türlü olumsuzluklara karşın dev adımlarla ilerliyor. İç dinemiğini de koruyarak.! Biz onmilyon iken onuncuyıl marşını hep bir ağızdan söylerken de şeriatçılar vardı, 65 milyonken de aynı oranda varlar. Umarımızı koruyarak, Atatürk'ü tekrartekrar okuyarak, satır aralarına da dikkat ederek sorunları veya sorun sandığımız engebeleri aşacağımızdan hiç kuşkunuz olmasın. Saygılar sevgiler. E. Aydın, 29Ocak1999 ÜLKEDE DEMOKRASİ VAR! SAHİBİ NEREDE ? Sanırım dünyada örneği olmayan başbakanı da biz seçtik. Biz doğma büyüme hep birinciyiz dünyada. (şöyle veya böyle). Dış ülkellerde mal varlığı,tecimsel kuruluşları olan. Ülkesinde (kırallardan daha özgür,sorumsuz) Yasalar kanunlar,ona karşı yetkisiz. Devlet kurum ve kuruluşlarının yaptırımlarından muaf. Olanları sağır sultan bile duydu inandı. Herkes "malı götürüyorlar" diye bağırıyor. Askerden başka duyarlılık gösteren yok. Bu ne biçim demokrasidirki EVİMİZDE YANGIN VAR çığlığına yanıt veren söndürmeye gelen yok. Benim bildiğim yangında demokrasi kuralları deyil, acil önlemler uygulanmasına gereksinim vardır. Yanan vatansa, kanunlardan önce insiyatif harekete geçmelidir. Kamu vicdanı böylesine bekliyor, oyalanıyor. E. Aydın, 20Nisan1998 LATIN A.B.C , MİLLET MEKTEPLERİ. TÜRKOCAKLARI Anadolu insanı asırlar boyu sessiz doğayla uğraşmış kendiyle barışık yaşamayı becermiş, böylece kendine özgü bir felsefesi de oluşmuş. Zaman olmuş ağaçlarla, dağlarla konuşmuş, otaçiçeğe hayvana haşada esgiler türküler düzmüş. Sevincini kederini onlarla üleşmeyi seçmiş. Böylece yalın, zengin dünyasında devleti dirlik için saymış, devlet ise onu sadece vergide ve savaşlarda aramış. Zamanlar zamanları, asırlar asırları kovalamış. Yine asırlar boyu Asya, Avrupa'yı kapsayan Osmanlı İmparatorluğu kendi içinde bozulmaya sonsuz gibi gözüken gücünü yitirmeye başlamış. İsyanlar, sonu gelmeyen bitmez kanlı savaşlar, işgaller... Karagün, kararıp kalmaz. Bir gün güneş doğar. Cumhuriyet kuruluyor. Başta bütün dünyanın saydığı başkomutan....Gazi Mustafa Kemal.! Cumhuriyeti kurmaya soyunan özveri, öngörü, sağduyu örneği bayrak insanlar: Atatürk ve arkadaşları.! Asırlar boyu geri kalmışlığın nedenlerini iyi biliyorlardı. İleri görüşlü ve cesurdular. Onlar için eğitim ve öğretim öncüldü. Bütün atılımların ilk koşuluydu. Bundan neden, savaş biter bitmez 1924'te Amerika'lı Prof John Devey bir uzmanlar gurubuyla Ankara'ya çağırılmıştı. Devrimler başlatılmıştı. 1927'de latin a.b.c üzerinde uzun tartışmalardan sonra kanun hazırlandı. 1928'de uygulama bütün yurtta "halk mektepleri"yle başlatıldı. Gündüzleri bizlerin doldurduğu sıralar akşamları önce memur, amir, esnaf, tüccarlarla doldu. Din adamı olan babam ve müftü Nadir efendi yeni yazıyı ilk sökenlerdendiler. Dahası Onlar da halka ders vermeye soyunmuşlardı. Daha sonra yaşlılar, orta yaşlılar, köylüler, kasabaya akın etmişler, davullar zurnalar eşliğinde alanları doldurmuşlardı. Alfabeyi sökenler mukavvadan, kapıdan yazı tahtası, alçıdan tebeşir yaparak şölene katılmışlardı. Kahvehaneler tıklım tıklım olmuş A,B,C sesleri ayanılmaz bir güçle ağızlara yer etmişti. Kahveci "bağırana çay yooookk" diyor, A,B,C tümcesiyle "ağalar", "beyler", "çay" nakarat ediyorlardı. Hele hele evlerde öğrenciler harfleri havada çizerek ağızlarını koca koca açarak tekrar etmeleri suskunluğa alışmış aile yapısının sınırlarını aşıyor dayanılmaz olunca baba: "kafa şişiriyorsunuz, siz yavaşı bilmez misiniz" diyordu. Okulda başöğretmen "tavan sallanıyor susun!" Camide imam gürültü üzerine konuşurken cemaat :"Hocam bizi susturaman gayrı, sen de yüksek konuş" diyordu. Suskun millet konuşmaya başlamıştı. Artık susmayacaktı. Kaymakam saat 12 den sonra sokakta bağıra bağıra konuşmayı yasak etmişti. Gece bekçisi düdük çalıp sarhoşları uyarınca yanıt melodili abc geliyor. O da dayanamayı aynı makamdan ses veriyordu. Davullar abc vuruyor, çoşkulu kalabalık abc yoğunluğunda oynuyor, sallanıyor; güneş abc ile doğuyor, batıyordu. Vatandaş yolda bir yazılı kağıt parçası görmeye görsün. Onu yakalamak için rüzgar oluyor, sökmeye çalışıyor, beceremezse gelen geçeni başına topluyordu. Bu, zaten yığınların eğlencesi oluyordu Biz küçükler, ödev dışı çabalar harcar ertesi gün sokak şenliği hazırlardık. Sabah okula giderken sezdirmeden birkaç kağıdı rüzgara emanet ederdik. Bu, öğretmenlerimizin bizler için olduğu kadar halkımız için de yararlı, dahiyane bir buluşuydu. Dil devrimi öylesine bitek bir toprağa rastlamıştıki; tohum yere düşmeden boy üstüne boy kazanıyordu. Bir gün bir diğer güne denk değil; aylar yıllar, asırlar kadar farklı oluyordu. Herşey rüyalar kadar hızlı, onlar kadar görkemliydi. Sanki bir gökkuşağı altından geçiliyordu. Tansıktı.! Nükleer bir patlama olmuştu. Toplumun yapısı akıl almaz bir hızla gelişiyordu. 1930 lara gelindiğinde, Türkocakları, Halk evleri, okullar, Müsahipzade Celal'den; İstanbul efendisi, Macun hokkası, Yedekci, Fermanlı deli hazretleri, Aynaroz kadısı, Bir kavuk devrildi, Mum söndü, Pazartesiperşembe, Balabanağa, Namık Kemal'in; Vatan ve Silistre'si sahnelere konmuş, halkımız bir hafta boyu dönüşümlü olarak izlemişti. Amele, berber, kaymakam, komutan, öğretmen, öğrenci, hakim, tüccar, esnaf, kasap, fırıncı, imam kolkola halay çekmiş, dünyada bir örneği görülemeyecek kadar bütünleşmişti. Hele hele cumhuriyetin onuncu yılına gelindiğinde, 1933'de, sözleri Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel'e ; müzik Cemal Reşit Rey'e ait onuncu yıl marşını bütün yurt bir ağızdan, içten, inanarak yüksek sesle söylüyordu. 5Mayıs1998, Mut'tan anılar SEVGİLİ KEMAL. Yıl, bindokuzyüz kırküç. Ankara Gazi Eğitim Devrim Tarihi imtihanındayız. Oldu bitti belleğim zayıf olmasına karşın Lozan ilgimi çekti. İsmet Paşa ve Lozan konferansı isimli soy kitabı derinlemesine okudum. Sindirdim. Üç soru çıktı. Biri Lozan'dı. Yirmibir sayfa arkalı önlü yazdım. Yoruldum. Sınav saatı da dolmuştu. Kağıtları verdik. Prof Cevat Memduh Altar bana sıfır vermiş. Dünyam yıkıldı. Ağladım sızladım, zaman zaman intiharı düşündüm. Yemeklere inmiyorum, yatağa girmiyorum, öğrenci arkadaşlar hep çevremde. Kimseyle konuşmuyorum. Durumu her kimse Müdür Esat Altan'a iletmişler. Bir gece gelip beni koridorda buldu, odasına götürdü. Seller gibi akan gözyaşlarım arasından konuştuklarımı dinledi. Gece araç yollayıp bir devrim tarihi doçentini okula çağırttı. Yazılımı buldurup okuttu. En azından bu ödev geçer not alır yanıtını aldı. Müdür kalktı, beni bağrına bastı. Türk çocuğu bu demektir. Lütfen git huzur içinde ol bu dava artık benim davamdır dedi, öptü, öptü...!! Ertesi günler Prof da dahil, bir bilirkişi yazılı okudu, sınıfımı geçtim. Cevat Memduh bey'in tezi de yanlış değildi. Bu çocuk sınava mı giriyor yoksa Lozan konulu bir konferans mı veriyordu? Tez mi hazırlamıştı? diyordu. E. Aydın, 7Ağustos1998 SEVGİLİ BABACAN (Editörün Notu: Bu mektubu vefatından 8 gün önce yazmıştır) Bu sabah radyoda sizi dinledim. Sesinizde, inanmışların ilahi tınılarıyla örülmüş anlatılamaz bir zenginliği duyumsadım.! Atatürk'ü anlayanlar da çok değil. Televizyon ve radyolarda, O'nun üzerine hamasi konuşmalar bıktırıyor. Siz, "başkanlık" sözcüğüyle çok olgun bir konuşma yaptınız. Duyguda düşüncede Türk insanına ulaşabildiniz. Sizi kutlarım. Hani dağ başlarında sessiz mırıltılarla yavaş yavaş akan pınarlar vardır.... insana dinginlik ve güven verir... mutlu eder.. duygulanırır... Öperim. E. Aydın, 19Kasım2OO2 ULUSAL YAZI Her ulusun, ulusal bir dili, ulusal bir sanatı olduğu gibi ulusal bir yazısı da vardır. Bizim ABC miz latin alfabesinden alınmıştır. Ünlü ve ünsüzler nedeniyle vurgulamalar, hece bölünmeleri, bağlantılar, kaligrafik düzende farklı özellikler kazanır. Alfabe kategorisinde yumuşak okutacak işaretler konulamadığı için anlam kargaşası olur. El yazısıyla harften harfe geçişlerde yazış kolaylığı, kesintisiz yazma, uzmanlarca bir sistematiğe bağlanmış, zaman kazanmak istenmiştir. (*) E. Aydın SEVGİLİ MEHMET Mektubunuzu aldım. Satır araları dahil okudum. Aslında Türk insanı üstün bir ırkın soyu, diğer uluslar tanrının insanı yaratırken ortaya koyduğu taslaklardır. Bizim dilimiz, sanata bakışımız, sanat yapışımız, hiç de öyle sıradan değil. Türkçe, tarihlerin derinliklerinden pınar pınar, imbik imbik süzülerek, anlm ve anlatım bakımından zengin ama işlenmemiş bir dil. İnsanımız da öyle.! Kendinden örnek ala ala, deneye deneye, yanıla yanıla, iflahımız kesile kesile bir yerlere gelindi, ömür dediğin bir karış. İnsan beyni ise sonsuza açık. Sonsuzu ararken, saat tiktakları tempo olunca, düşünce tökezler. Bir şeye karar vermek gerek: İnsan düşünen, düşüncesini uygulayarak mı erinç duyar, yoksa çarkın dişlisi olarak mı? Türk insanı, hiçbir zaman çarkta dişli olmadı. Onu da hiç seçmedi. Sanırım seçmez de. Onun farklılığı, (sosyal bir kusur -uyumsuzluk gözükse de), özgün ve özgür naturası, paradoksal süregenlikde kalıcı, seçkin bir yüceltisidir. Milli eğitim politikamızda "okullarımız uyumlu vatandaş yetiştirmekle yükümlüdür" dense de, ilimleri, bilimleri, sanatları yapanlar, yaratanlar uyumsuzlardır. Bizim düzeni, hep düzensizlikte aramamız, boşuna değil. Onlarca düzeni bozarak bir düzen kurmanın doyumsuz zevkini bir düşün hele.! Yaşam bir bayrak yarışıdır. Etap koşulunca, flama yenilere devredilir. Böylece amaçlanmış olan evrensel kişilik oluşur. E. Aydın, 26Ekim1999 TERETE BAŞKANLIĞINA Devlet radyoları da zaman zaman kendi reklamını yapıyor. "Doğru haber bizdedir Maçlar en iyi bizde izlenir" gibi. Bütün yurda ulaşmağı prensip edinen bir kuruluş, ulusal konuların da sorumlusudur. Radyo kendini yenilediği gibi, halkı da yönlendirecek kadar inandırıcı, dinamik olabilmeli. Örneğin: Türkçe sözcüklerin kullanılması amaçlanmalı, yenmekyenilmek varken mağlup etti mağlup oldu denmekte ısrar direnmemeli. Yabancı sözcükler kullanılırken seçici olunmalı. Ticarette işyeri reklamları için de buna özen gösterilmeli (*) E. Aydın, IHaziran2001 P.T.T'den DEVLET FİKRİNE PROVOKASYON Sağduyu sahibi, yetke sahibi ve seçilmişlere sesleniyorum: Üst düzey yöneticileriniz içinde, halk topluluklarını size karşı kışkırtmak için ayrıcalıkla fikir üretenler var. İnsanlarının ödeme gücünün sıfırlandığı şu günlerde, P.T.T.'nin mantık dışı ödeme isteği duruma bir örnektir. Yarın aynı yöntemle elektrik işleri, su işleri de aynı sistemi uygularsa şaşmayalım. Türk vatandaşının, bir sığınmacı bir göçmen özlemi taşıması durumuna düşürmeye kimin hakkı var.! Saygılarımla. E. Aydın, 16Ağustos1991 BU GÖK DENİZ NEREDE VAR? Nerede bu dağlar taşlar, güneş ufuktan şimdi doğar yürüyelim arkadaşlar. Ağzında şarkılıktan çıkmış ıslıklarla, dağ taş demeden yürüdük. Cumhuriyetin gizemli yüceltisine ulaştık. Özgürlüğümüze, bağımsızlığımıza, ideal ülkümüze ulaştık. Öylesine mutlu, öylesine şendik ki, onuncu yıl marşı sanki bizi söylüyordu. Ülkede herşey o kadar iyi gidiyorduki, arı gibi çalışılıyor, ailece sofraya topluca oturuluyor, güle oynaya yarınların umutlarıyla mutlu olunuyordu. Ankara, insanımızın gücünü, inancını hesap ediyor, yeni atılımlara program hazırlıyordu. E. Aydın BAŞLIKSIZ İnkilaplar, halk için ve halka rağmen yapılır. İnkilapçı, inkilabın manivelasını gevşettiği gün eğilen yay süratle gevşer. Halk kendini tekrar eski yerinde bulmak için o güne kadar fethedilen siperleri hızla boşaltır. Halk kalabalığı aslında inkilabın aleyhinedir. Halkın yapıp, yürüttüğü inkilabın tarihte bir misali yoktur. Demokrasilerde ekseriyetler halkın inisiyatifini daima göz önünde bulundurmağı, partilerinin geleceğini garanti etmek için şart sayarlar. Böylece devlet makinasının bütün vidalarıyla oynarlar. Sonuç, bu günkü durum ortaya çıkar. Bunu önlemek için köklü demokrasiler, üst düzey planlama ihtisas komisyonları oluştururlar. Bunlar partiler üstü çalışır ve ülkenin yıllar sonrası hatta asırlar ötesini hesaplayarak programlar yaparlar. Siyasiler, uygulamada kesin, zamanlamada serbes olurlar. Kanımca bu bizde gereklidir. Bizde de bu tür kuruluşlar konulmuştur, vardır. Yargıtay gibi, sayıştay gibi, yüksek planlama gibi, talim terbiye gibi.. Ülke savunması hariç hiçbiri siyasilerin etkisinden korunmuş değildir. Bundan böyle Atatürk yelkenlisi, yönü bellisiz rüzgarlarla çalkalanır durur. Yol alınıyor gibi gözükürsek de yıldırım vurmuş çınar gibi büyüyoruz, yaralı bereli... Eğitim politikası yaralı, tarım politikası yaralı, sanayi politikası yaralı, ticaret politikası yaralı, daha neler neler yaralı. E. Aydın SEVGİLİ İLHAN SELÇUK Arnold J.Toybee, "bir devletin doğuşu" isimli yapıtında, Anadolu'daki beylikleri, koyun sürüsü, çoban ve köpekleri olarak incelemeye almış. Betimleme değil, güya inceleme, araştırma.! Sevgİlİ İlhan Selçuk da çok okunan köşe yazısında, O'nun bu bilimsel eğrisini; güvenilir bİr vere gibi alarak bir yazı oluşturmuş, hiç kızmamış. Çin 'den sonra altıyüz sene, egemen olan tek imparatorluğu hayvan sürüsü olarak irdelemiş.! Daha şaşılası olan, imparatorluğun yıkıntıları üzerinde, pırıl pırıl, bir Türkiye cumhurİyetİ doğmuş Sürüçoban, çoban köpekleri, Atatürk, İlhan Selçuk ve ben...!!! E. Aydın, 15Ocak2000 SANAT ÜZERİNE Yaşam: doğum süregenliğiyle sonsuza koşar. Sanat: uzamda bırakıtlarıyla evrensele uzanan köprüdür. Ohalde ölümsüzlük için yegane silahımız sanattır E. Aydın, 5Mayıs1996 Her insan dünyaya seçkin ve ayrıcalıklı özelliklerle gelir. Üyesi bulunduğu toplumun çalkantıları, yetilerin yüze çıkması ve belirlenmesine yardımcı olur. Yetiler, atalarımızın birleşik maşeri vicdanlarından bizlere ulaşan birikimlerdir. Bulgularımızın temelini oluşturacak, geleceğin bulgularına olanak tanıyacak, hazırlayacaklardır. Şair James Joce ne güzel söylemiş: "Ey yaşam hoş geldin! Milyonlarca kez gidiyorum karşılamağa deneyimin gerçeklerini, ve dövmeye ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını". James Joyce'un anlattığı bağlamda, sanat kısa bir sürede oluşmuyor. Çaba, soylar boyu uzayıp gidiyor. Çağımızın büyük bir çarpıklığı; sanatçı bir zenaat sahibi gibi para kazanmak çabasına kendini kaptırıyor. Bu istek sanatın doğasına aykırıdır. Yaratı, özgürlük, sonsuz özveri ister, karşılıksız vermeği bekler. İşte o zaman göklerin en uç katmanlarında gezinmeğe,zaman zamansızlıkla hesaplaşmağa hak kazanır. Artık o bir "en" dir. Çağımız yarışma ve yarıştırma çağı olduğu için, hiçbir olgukendi çizgisine ulaşmağı beklemiyor. Yumurtadan tavuğa geçiş, sebzelerin kış uykusu, okuma ve algılamanın yapısına ters düşen hızlandırılmış okuma, dalında bir türlü olmağa ulaşamayan bütün meyveler hormonlarla, antibiyotiklerle, vitaminlerle kendi karekterini yitirirken, sanat da olabildiğince hızlandırıldı, sulandırıldı, bodurlaştırıldı. Yıllarca sanat dışı bir görevde çalışıp emekli olmuş birisi artık rahatca sanata soyunuyor, ve başa oynayabiliyor. Sanata olan ilgisini çok geç sezinleyen birileri, bir yerlere gelebilmek için çalmadığı kapı kalmıyor. Türkiye genelinde ünlü bir sanatçıyla yanyana fotoğraf çektiren büyük usta olduğu kanısına ulaşıyor. Aslında zamanlar içinde, yarış atı olmayan sadece sanatçıdır. O kendisi ile yarışır, değirmenlerle değil, devlerle savaşan bir donkişottur. Böylece büyür büyür, ruzimahşer olur, David olur, kayalıklarda Meryem olur, son akşam yemeği olur, boşluklarda yaygın bir tını olur, zaman içinde erimeyen ruh olur. Bizler bodur sanatçılar ata nal çakıldığını gören kurbağalar gibi ayağımızı uzatıyoruz, nal çakılsın diye. Bütün sanatlar göz nuru, alın teri,akıl, zaman ile beslenir. Bunlar verilmeden sanat alınamıyor. Onun ardışık kurallarına göre, öznel anatomisi, metafiziği, yoğun bir emek ve bitmeyen bir çaba ister. Her yerde ve her zaman yaşayan insanların kalplerini aynı heyecanla titreten, bilinçleri sihirli bir bağ ile birbirlerine bağlayan deha, insanlığın birleşik servetidir. Sanat evrensel, sanatçı ölümlüdür. O, sanatın ölümsizlüğü uğruna seve seve ölüme bile razı olur. Bütün insanlığın üzgüsünü, sevincini, zahmetini tek başına taşıyan dehalara saygımız sonsuzdur. E. Aydın Resmin klasik olmuş tarifine bakılırsa "doğayı incelemek, görmek, esinlenmek ve duygu, düşüncelerimizi bir düzlem üzerinde, ışık, gölge, renk yardımıyla düzenlemek" denildiğini görürüz. Eğer, resim doğayı yorumlamak, ondan esinlenmek kavramını getiriyorsa, doğa, simetri, geometri ve matematiksel yapı özelliği taşır. Ve tarih içinde bu konuda üstat diyebileceğimiz kişiler rönesans öncesi ve rönesans sonrası ustaları, doğanın bu gizemini bulmuş sanata esas almışlar ve dünyanın dört bir köşesindeki müzelerde hayranlıkla seyredilen erişilmez değerde eserler vermişlerdir. 18.yüzyılda başlayan İmpresyonizm, sanata yeni bir bakış açısı getirmiş, ama resmin tarifine ters düşmemiştir. Bu görüşe dayalı ekollar bir tür araştırmalar dizisi getirmiş, ancak son sözünü söylememiştir. Sanat'ın ömrü, insan ömründen çok uzundur. Son söz, zamanların ötesinde söylenecektir. Görünen odur ki sanat, resim sanatı büsbütün, kuralsız, rasgele, boya ve şekil karmaşasından sanata da varılamaz. Duygu ve düşüncelerden, incelemelerden soyutlanmış sanat olamaz. Seyirci ve sanatçı bir bütündür. Bir toplum ve reis, bir ulus ve başkan, bir peygamber ve ümmeti arasında diyalog gereklidir, şarttır. Günümüz sanatçısı seyirciyi kenara iterek yalnız kalmaya çalışıyor. Eserlerinde bir mesaj ve yorum bulundurmuyor, neredeyse mesajı suç sayıyor. İnsan olgusunda mesaj vardır. Ne kadar soyutlar, ne kadar simgeleştirirseniz, deforme ederseniz ediniz ama seyirciye bir çıkış yolu bir mesaj vermek durumundasınız. Yoksa yapılan iş sanat olmaz, anlamsız bir uğraş olur. Böyle çalışan sanatçılarımıza güncel bir konuyu getirdiğinizde "Atatürk'ün 100.doğum yıldönümü" dediğinizde, hemen acemileşir. Resmin en geçerli kurallarını bile kullanamama durumuna düşerler. At üzerinde bir silahşör, yerde yığın yığın iskeletler anlatmaya kalarlar. Halbuki Türkiyemiz 'de nereye bakarsanız Ata'yı görürsünüz. Esen yelde, uçan kuşta, çalan sazda, gün ve gece boyu yurdun her yanına hareket eden otobüste, tüten, üreten bacada, öğrenci dolup taşan okullarda, elektrik üreten barajlarda, dağların arasındaki göletlerde, bin derde çare olan hastanelerde, tarlaları derin kazan tıraktörde, ıldır ıldır dalgalanan ekin tarlalarında, denizde ağ atan balıkçıda, hergün yavaş yavaş yükselen apartuman, ilden ele uçan uçakta Atatürk vardır. Görmek, duymak, özveri ve emekle işlemeyi göze alanlar. Sanat duyma, görme, düşünme işidir, kolay olmaz, kolay olmuşsa sanat olmaz. Emekli Resim Öğretmeni Ethem Aydın SANAT VE YAŞAM İKİLEMİ Güncel trafiğinizin dışına çıktığınızda, tatlı, endişeli bir ürperti duyumsarsınız. Her obje sizi ilgilendirir. Dikkatiniz derli toplu, duygularınız alestedir, yani istim üzeredir. Sevdiğiniz, sevmediğiniz, beklediğiniz, beklemediğiniz her görüntüyü ayakta bulursunuz. Sizin için zamanın saat tiktakları duyulur hale gelir. Yeni çıkacak bir dergiye yazı hazırlamak da benim için aynı duyguları harekete geçirdi. İnsan, ilk tanışmalarda bir iç tedirginlik duyar ve ölçülü uyumlu olmak çabasına düşer. Yazdıklarını, konuştuklarını belli bir ölçüde tutmağa çalışır. Yaşam ve sanat sonsuzluk kavramlarıdır. İnsan ise yorumcu ve ölümlüdür. Yaşam çizgisinde insanoğlu ölümsüzlüğe ulaşmak için sanata öykünür. Bu, onun tek dolaylı umududur. Genel anlamda sanat, ayrıntıda duyarlılıktır. Günaydın demek, vedalaşmak, çiçeği görmek meyveyi yorumlamak, mevsimleri, mevsimler içinde canlıları bilinçle gözlemek, yürüyen zamanı adım adım izlemek bir sanattır. Bir ev temizliği, bir yemek pişirme, ütü yapmanın bir sanat yönü de vardır. Kısacası yaşamak bir sanattır. Buraya kadar anlatılanları bir kaç somut dize ile irdeleyelim. Beni bir dağda buldular Kolumu kanadımı yoldular Dolaba layık gördüler Derdim var inilerim (Yunus Emre) Çukurova bayramlığın giyerken Çıplaklığın üzerinden soyarken Şubat ayı kış yelini kovarken Cennet dense sana yakışır dağlar (Karacaoğlan) Mitoloji, halk türküleri, efsaneler, masallar, bize hep ayrıntıları getirir. Selvi boylum, sisam bellim, gül yanaklım, keklik sekişlim, şahin bakışlım sözcükleri günümüzün önüne sunulan benekli ayrıntılardır. Van Gogh bir fırtınadan sonra Ren kıyılarında gezinirken kardeşi Teo'ya şöyle yazıyor: "Azizim Teo, bugün Ren kıyısında gezintiye çıktım. Gördüğüm şeylerden çok duygulandım. Sanki kıyıdaki çeşitli bitkiler, taşlar, çakıllar, fırtına ve dalgalara karşı kendilerini korumak için birbirlerine içten sarılmışlardı". İnsancıkların insan olabilmeleri için yalın doğadaki tınıları algılayacak antenleri açık tutabilmeleri gerekir. İsmail Baltacıoğlu'na bir gün bir öğrencisi gelir, "sayın hocam, bana bir ödev verildi, şu Sultan ahmet çeşmesinin özelliklerini ve güzelliklerini anlatır mısınız" der. Profesör, söze başlamadan önce sorar: "şiir yazar mısın?" yanıt hayır. Resim yapar mısın?" yanıt hayır. "Bir enstrüman çalar mısın?" hayır. "Şarkı söyler misin?" yine hayır yanıtını alınca: "Be genç dostum, şiir yazmıyorsan, resim yapmıyor, müzik bilmiyorsan, ben sana Sultan Ahmet çeşmesinin özelliklerini ve güzelliklerini nasıl anlatırım? Her düşünce dalga boyu olan bir titreşimler çokluğudur. Her güzellik, düzen ve estetik düşünceden doğar. Ethem Aydın Mavi Çizgi Dergisi Haziran1991 Doğada, canlı cansız bütün varlıklar, sanat örgüsüyle bezenmiş. Yaşamın, sonsuz, gizemli ilkeleri, onun üzerine kurulmuştur. Yine diyeceğim ki, hiçbir varlık sanattan soyutlanamaz. Hiç sorguladığınız oluyor mu? Arı niçin bal yapar, kelebek, o kısacık ömründe neden bu kadar görkemli, tavuk, bu kadar ölçülü, biçemli yumurta yapar? Tohumun büyümesi, dal yaprak vermesi, çiçeğe, meyveye gitmesi, doğum, ölüm, hepsinde, aklımızın almayacağı kadar sanat vardır. Doğanın bir parçası olan ve bir türün temsilcisi olan insan, iç bükey olarak da sanata yatkındır. Ancak çoğu zaman bu dürtü, bazen hayat boyu ilgilenilmediği için kör kalır. Ben sanattan anlamam, ben sanat yapamam deyişi, buradan üretilmiştir. Tamamen iğretilemedir. Zenaat için, en iyi sözcüğü vardır çünkü zenaat, fayda esasına göre çalışır. Sanatta ise, fayda, kazanç, dış dünyada kalır. Yapmak, daha çok yapmak, bozmak, tekrar yapmak, olayın karakteridir. Sanat nasıl öğretilir sözcüğü, hala tartışmalıdır. Bu tartışma sürmelidir ve sürecektir. Zira sanat, öz benle baş başa kalarak yaratılırsa, anlamına uygun olur ki, yalnız başına emek bile muhteremdir, saygıdeğerdir. En iyi, henüz bulunmamıştır, aranmaktadır, asırlar boyu aranmıştır ve aranacaktır. Çağımızda, bütün dünyada sanat medyanın tuzağına düşmüştür. Kim daha çok sansasyon yapmışsa, o en büyük olmuştur. Hemen demeliyim ki, az da olsa "Has Sanat" da yapılmaktadır. Az olması onun öz karakteridir. Eğer her methedilen sanat olsaydı, sanat tarihleri dolar, taşardı. Sanat gözden sızan bir soğuk pınardır. Yani insan beninden, eğitim, görenek, türlü etkileşimden, kendini kollayıp, yüze çıkabilmişse, "en" olur. Eğitim, öğretim, sadece ve sadece öz bene giden yolları, bilimsel ve denenmiş seçenekleriyle kolaylaştırır. İşte hepsi o kadar. Bu yüzden sanatçı, her dem amatör kalmalıdır. Tarihte de hep öyle kalmışlardır ve çünkü sanat, müspet ilim değildir, ölçütü olmamıştır, olmayacaktır. Biz öğretmenler ve gelecekte sizler, öğrenci karşısına bir takım somut verelerle çıkmaya çalışacaksınız, perspektif diyeceksiniz, enteriör diyeceksiniz, rakursiden dem vuracaksınız, altın orandan bahis edeceksiniz. Not verebilmek için gereklidir ama dozunu kaçırırsanız, hem siz hem de öğrenci, erekten uzaklaştırılmış olur. Her insan doğası gereği sanat yapabilir. Yeter ki, kendi öz benine, kendi içine bakacak gücü kazanmış olsun. Bilirsiniz, sanat ayrıntıdan yola çıkar. Böylece, farkını, fark ettirir. Duygularla ve hayallerle beslenir. Böylece bütün kaosun sınırsızlığında gezinir. Böylece bütün bilimlerin üstüne ve ötesine geçer ve rehberlik görevini üstlenir. İlk insandan günümüze doğru bakarsanız, mağara duvarlarındaki eserler, Astek ve Mayalar'da totemler, fetişler, Mısır Sanatı'ndaki gerçekçilik duyguları, ayrıntıdaki zevk cümbüşü, Elen Roma Dönemleri kiliseler, katedraller, camiler, ölü kuyuları, hala, derin ilgimizi çeker. Hele hele, Çin Sanatı 'ndaki ayrıntı cümbüşü, hep saygıdeğerliğini korur. Sanat evrensel bir sözcüktür, ola gelmiştir, ola gidecektir. Hiçbir sanat, kendi çağı içinde yargılanamaz. Olay, bayrak yarışı gibi, etaplara bölünmüştür, her nesil kendi etabını koşar, sonuçta, başarı ve başarısızlıklar, evrensel çizgide yoruma açılır. İnsanın var olduğu her yerde, şöyle veya böyle sanat vardır. Dünyada olduğu gibi, bizde de sanat vardır. Özgün olanı vardır, taklit olanı vardır, şablon olanı vardır. Böylece İslam'da veya Osmanlı'da sanat yok, diyemeyiz, vardı ama göreceliydi. Bir şeyi iyi bilmek gerekir. Sizler, Türkiye'nin eğitim, öğretim kurumlarında, çocuğa iyi ve doğru görmeyi öğreteceksiniz. Zira her vatandaş, ne iş yaparsa yapsın, iyi görmekle, doğru görmekle başarılı olabilir. Bundan sebep yetiştiriliyorsunuz. Sanatçı olmanız hedef değil, bunu iyi bilesiniz. Eğer bu arada, sanat yapmaya da zaman bulabilirseniz, yani artı zaman olarak yapınız, yine bayrak yarışındaki yerinizi koruyabilirsiniz. Ben, iyi bir resim öğretmeni olmak için çok çaba verdim, olup olmadığım tartışılır. Bu arada resim de yaptım. En çok çalışmayı, emekli olduktan sonra yapabildim. Ama bana ressam denildiği zaman hala utanır ve bir güvensizlik duyarım. Kanımca, ressam sözcüğü, Tanrı sözcüğü ile ve hatta, daha kapsamlıdır çünkü tanrıyı da, ressam yarattı. İnsan yarattı. Resim öğretmenlerinin izleyici sorunu yoktur. Toplum içinde hep birincil yer alır, doğaldır ki, çocuğa inebildiği derecede. Resim öğretmeni, bütün bilimlere vakıf olmak durumunda, artı felsefe de bilmelidir, pisikolojiye hakim olmalıdır. Daima, verdiğinizden fazlasını alırsınız, toplum sizler sayesinde eğitilmiş ve başarılı olur. Daha ne istersiniz? Şayet, halkımızdan kopmadan, onun nabzını elinizde tutarak, sanat yapabilirseniz, izleyiciniz hep olacaktır. Sanatın para getirmesini düşlüyorsanız, yanılırsınız, içtenliğiniz zarar görür, çalışmalarınız klişeleşir ve siz, yok sayılırsınız. Bu olguyu, tavuğun yumurta yumurtlamaktan men edilemeyeceği bağlamında düşüneceksiniz. Fayda, konu değil. Etkilenme konusuna gelince, Edison'u düşün, Rayt Kardeşler'i düşün ve bugünkü teknolojinin vardığı çizgiyi düşün. Her binanın bir temeli vardır. O temel çok eskilerde atılmıştır. Biliyorsunuz, ressamlık diye bir meslek yoktur, ama kendilerini ressam sayan hayalperestler vardır. Öğretmen, doktor, tabelacı, tüccar, say sayabildiğin kadar. Ama önerim şudur, sorularınızı daha gerçekçi seçiniz, iyi bir öğretmen, iyi bir resim öğretmeni olmak için ne yapmalı diye düşününüz, inanarak deyiniz ki, ben bir resim öğretmeni olacağım, en büyük benim. O zaman belki, size, bazı önerilerim olabilir. Eğer yeniden bir meslek seçmek duru(*) E. Aydın İSMAİL DOST Sanıyorum bütün öğretmen çocukları, sizin gibi, radikal yargı yetisine yatkın oluyorlar. Organize, disiplin içinde, hep emir ve komuta sistemi geçerli. Halbuki yaşamın kurumları tam bunun tersine işler. Herşeyi bileceksin ama münasibini yapacaksın. Bunun için kanunlar var ama hakimler de var. Yumurtadan yeni çıkmış civciv gibisin, çevrende bir kaos, bir karmakarışıklık görüyorsun, kendine görece yorum ve yargılara varmak istiyorsun, neyin ne kadarının size gerekli olduğunu bilemiyorsun, kanunun hazineleri içine düşmüş bir insan gibi sakin, kararsız ve obursun. İşte öz yaşam bu çizgide başlıyor. Gücümüz yettiği kadar bir ömür boyu gerekliliğine inandığımız zaman ve mesafelere uygun şeylerin seçimi gerekiyor. Yine bu çizgide akıl, eseme değişkenliğine ulaşıyor ve tutarlılıklar değer kazanıyor. Bir Atatürk'ü, İnönü'yü, bir Demirel'i, bir Mikelanj'ı, Renuar'ı, Wangok'u düşün, bunlar bu çizgiye sıradanlıkla gelmediler. Farklılıklarını yaratmak için, fayda çizgisinde çok emek verdiler, yoruldular, iyi veya kötü, isim veya eser bırakıp öldüler. Yaşam böyledir, ölüm hep vardır, var olacaktır. Öyleyse var olmak için tutarlı bir felsefeni kuracaksın, karamsarlığa bilet kesmeyeceksin, olan herşey olmuştur, olacaklara kendini hazırlayacaksın. Bunun içinde nikbin olacak, yarınlara umutla bakacaksın. Yaratılışın özünde hesap, geometri vardır, simetri vardır, rasgelelik körlüktür, sanatın körlüğe tahammülü yoktur. İyi gören, iyi ve içten duyan insan için sonsuz seçenekler vardır, ama akıl, göz nuru, alın teri, emek gerekli değişmezlerdir. Tarihe ve sanat tarihine bakarsan bunların yalın örneklerini görürsün. Senin adalet kanunu örneğini beğendim, bu uygulama şimdiye değin cisimler için vardı, hesaplanabilirliği de beraberinde idi. Siz bunu psikolojiye ilk uygulayan genç mucit olacaksınız, hesaplanabilirliğini de getirmek şartıyla. Dünyadakini bilmiyorum, Türkiye'mizde sanat, artist mankenlerin elindedir, raslantılarla bir yerlere varılacağı umuduyla, boya boyayabildiğin kadar, hele bir de medyanız varsa keyfine doyum olmuyor İsmail, yaratı hiç bir çağda kuralsız olmamıştır, olmayacaktır, bunu kafana iyice yerleştir. Kaosa bak, galaksilere bak, yaratılışın kendisine bak, her yerde ince ince hesaplar dansediyor. İşin garibi, güzel dediğimiz herşey de bu evrensel kuralların çizgisindedir. Övünelim ki, tanrılar atalarımızı çok seviyorlarmış, bir takım kuramları onlara ilham etmişler. Öperim. E. Aydın, 17Mayıs1993 NURİ BEY DOSTUM Çok zaman varki hep hatırımdasın, Allah'tan bugün pekmezci geldi, sinekler havalandı. Şu sanat dediğimiz ucubenin meğer ne çok çeşidi varmış. Üç beş baldırıçıplağı peşine takan herkes siyasi, üç beş sanat çığırganının okeyini alan, her fırça kullanan sanatçı oldu. Ortalık öylesine toz duman ki, insanın kendini göstermesi zor oldu. Nuri, ilk insandan buyana ortaya konan ve bizlere ulaşan bırakıtları müzelerde, rüprüdüksiyonlarda görüyoruz, topluca insanlık olarak ilk hayran olduğumuz şey alınteri, göz nuru, akıl oluyor. Öyle ki bu öge hiç değişmeyen ölçektir evrensellik için. Sanat bir raslantı olamaz, zaten ismi üzerinde bir raslantı. Yoğun düşünce, yoğun kaygı, us görünün kanatlarında, sanatın otağının önünden belki geçilebilir, yoksa yapılan herşey bir avuntu, bir moda olur. Bizler zor kazanılmış birer diploma aldık ve sanatın öncül elemanlarını yeni yetmelerimize ulaştırmak görevi ile maaşlandırıldık yıllarca, inanarak yeni yetmenin karşısında güya görev yaptık ama zaman zaman sanat nedir, ne değildir diye sormak gereksinimi duyuyoruz bu karambolda. Eğer bu sorgulamada, eğer ben yanıtımı veremiyorsam, bir yerlerde birşeyler ters gidiyor demektir. Nuri, sergiler geziyordum, büyük başların beğenilerini görüyor, kendi beğenimle karşılaştırıyorum, neyin peşinde olduğunu anlayamıyorum. Bazen kirli bir tuval üzerinde kargacık, burgacık renk lekeleri, bazen boya kimyasından yoksun renk akıntıları arasında kurşun kalemle çizilmiş anlamsız figürler, boya çanağına düşmüş fasulye taneleri, ünlü sanat eserlerinden aktarılmış kötü kopyalar, sanat eseri kisvesinde karşınıza çıkıyor. Çağımızda evet herşey makroya doğru gidiyor, hüzmesel değişkenlik kaçınılmaz ama, o, sanat dediğimiz olay varya, o, sonsuza kadar mikroda yaşayacak, bunu bilesin. Kanıma göre sanat bir kılcal olaydır. İmbiklerden süzüle süzüle mikroya gider, aksi düşünülemez. Eğer çit dediğimiz herşey keçi olsaydı, dağ taş keçiye keserdi. Bu neye benzer biliyor musun? Bayrak yarışına benzer, herkes kendi etabını, kendine uygun saniyelerde koşacak, değerlendirme yarışın sonundadır. Eğer öyle olmasaydı koca sanat tarihi bir avuç ustayla temsil edilir miydi! Geliyorum, bunları size niye yazıyorum, biliyorum siz yazacak çok şeyi olduğu halde, buna sorumlu olduğu halde yazmayan birisiniz. Bense her fırsatta, her elektriklendiğimde birilerine yazmak isteyen birisiyim. Karşıma aldığım kişi ilgilensede ilgilenmesede, okusa da, okumasa da, bir nüshası benim dosyama girmiştir. İşte benim için gün içinde yapılmış en iyi işlerden birisi bu olacaktır. Öperim. E. Aydın, 11Ekim1993 ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ RESİM BÖLÜMÜ ÖĞRETİM ÜYESİ MUZAFFER TİRE'NİN RESİM SERGİSİ ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ 2Şubat1988 Salı akşamı Adana Kültür Sitesinde bir resim sergisi izledik. Eserlerin tümü, Sanatta yeni bir soluk idi. Bilindiği gibi sanat; uygar, bağımsız olması gereken bir olaydır. Çağlar içinde sanat, hiçbir zaman şimdiki kadar özgür olamamıştır. Geçtiğimiz çağlarda olduğu gibi halklar, inançları siyasetleri doğrultusunda, bugün sanatı yönlendirmeye çalışmıyorlar. Artık sanat bugün, sanat için yapılıyor. Sanat eseri yok artık, sanatçılar var. Bilindiği üzere, görsel olaylar hep görecelidir. Böyle oluşu düşünülerek, daha önce asırlar boyu denenmiş, kurallaştırılmış sistemler, perspektiv, rakursi, modöle, altunoran, klorobüskür gibi kavramlar, yeniden ameliyat masasına yatırılmış, yeni sentezlere tabi tutulmuştur. Böylece eski kuram ve kavramların paralelinde veya dışında yeni, yepyeni yollara çıkılmıştır. İnsan, içinde bulunduğu şartlar icabı, çevresinde bulunan eşya ve eşyaların değişik münasebetleri üzerinde, şartlanmış, psikolojik bir baskıya uğramıştır. Bu görecelik, 17.ci asra kadar bir zorunluluk, bir gereksinim idi. Fotoğraf icad edilip, hatıra konusu ona devredilince, artık sanatçı bir soluk aldı, silkindi, kendi asıl görevini aramaya başladı. Hem de aklın, mantığın sınırlarını zorlayarak insanın araştırmasına, onun duyu ve düşüncelerini delik deşik ederek, özün peşine düşüyor. Herşey buluş, yenilik için. Sanatçının yükü ve görevi, böylece ağırlaştıkça ağırlaşıyor. O da bundan yılmış değil. Bugün daha yürekli ve daha cesur. Büyük üstat Goya, "O, elinde pergel, iletki, cetveli ile görkemli doğayı yaratırken ben oradaydım" dedi diye, engizisyondan az mı çekmişti. Koca usta Mikelanj, Ruziceza, ruzimahşer'i görülür düzeye getirmek için, az mı İblislerle boğuşmuştur? Hem de dinin, mistizmin paralelinde olmasına rağmen. Çağdaş sanat ve sanatçı, artık dizginlerini kendi eline almış, sanatın girdaplarında boğuşmakta, görülmezi görülür, duyulamazı duyulur etmek çabası vermektedir. Artık görünen onun için ölmüştür, yeni formlar, dokular, imajlar yakalamak durumundadır. Picasso, MatisseJean Arp, Fernand Leger, Vilademir, Paul Clee görülenin ötesini anlamak, anlatmak için yaşadılar ve öldüler. Villiam Carlos diyordu ki: "haydi yürü de yap, eylemlerin adını koy ve onları uygula kendin... İşte şimdi sanatçının tanrısal işlevi denilene girilmiş bulunuyorsun". Ürkütücü sözleri bir yana bırakalım ve diyelim ki doğasın, eylem halinde. Bu bir eylem, hareket halinde bir süreçtir. Fiil ağır basıyor, yaratacaksın. Sayın sanatçı Muzaffer Tire, bu anlamda güzel eserleriyle bizlere ışık tutmaktadır. Ancak renklerin kimyasal yapısı ve kalıcılığı için de bir çaba verseydi, zamana karşı da önlem almış olurdu. E. Aydın SANAT VE BİLİM ÜZERİNE BİR ÖZELEŞTİRİ Eğer Türk tarihi yanlış yazılmamışsa bizde sanat en az OrtaAsya ile başlar. Soyutlama, stilize, deformasyon, detaydan arındırma sanatımızın özelliği ve güzelliğidir. Dokumalarımızda geçen motifler, çadır yapımız, mekan fikrimiz, mekanı süsleme özelliğimiz, derin bir özgeçmişi yansıtır. İpekyolu dizisi bizi söyler gibidir. Özde kültürümüz ve kültür birikimimiz bu kadar sınırlı da değildir. Yakın devirler içinde, beylikler, fütuhatlar, Osmanlı'lar ve islam dininin daha değişik görüş ve anlayışları sanat denizine pırıl pırıl kaynaklar halinde boşalmış, sonuç olarak Anadolu uygarlıklarıyla bütünleşmiş, zenginleşmiştir. Dünyada hiçbir ülkenin ulaşamayacağı kadar görkemli ve özlü olmuştur. Türk ve islam sanatları doğayı enteresan bulmaz. Doğada her görüntünün yanıltıcı olacağını, bulgu, duygu ve sistematik düşünce , geometri ve matematikle zenginleştirilerek, öz sanat, bugünün ve dünün düşünce açısının tavanına ulaşmıştır. Osmanlı'ların labirentlerde gezindiği bir dönemde, rönesans rastlantı olarak Avrupa'da patlamıştır. Bilim ve sanatta Avrupa karanlık çağlarını yaşarken, biz mekaniği, sibernetiği, balistiği biliyor ve kullanıyorduk. Ancak din anlayışımız bireyselliğe açık olmadığı için, kişisel çıkışlar baltalanmış ve destek görmemiştir. Rönesans ve sonrası düşünceler dizisine bir göz atılırsa, "yaşadığın dünyaya, insanlara, canlılara, kendi gözlerinle bir bak, açık ve seçik olarak gör, hepsini kendi bulacağın bir düzene göre sıraya koy" der. Bu, bize ait olan ölçütler, rönesansın ana teması olmuştur. Sanat alanında ise, empresyonizm dahil bütün ekoller bu çizgide olmuştur. Cumhuriyetten sonra biz, önceden tanıdığımız şeyleri Avrupa'ya aramağa gittik. Görüşlerini tabulaştırdık, tabirimi hoş görün, çöl bedevisi gibi, her gördüğümüzü sarıp sarmalayıp yeniliktir diye Türkiye'ye getirdik, empoze ettik. Bazı sağ duyu sahibi Bedri Rahmi, Avni Lifiji gibi sanatçılar "buradan alacağımız bir şey yok" diye yurda döndüler. Sanatı kendi içimizde aramamız gerektiğini savundular. Bazıları ise şövalye kılıklarında döndüler ve uzun süre üstat olarak boy gösterdiler. Bu kargaşa hala sürer gider. Evrensel kanıya göre, sanat, bir hesap kitap işidir, geometri işidir. Mısır ve Elen sanatlarına bakılırsa, durum daha açıklık kazanır. Kuralsız sanat olmaz, rastlantıların sanatta yeri yoktur. Akıl, göznuru, emek, bulgu değişmeyen yaratı yoludur. Bizler her nedense, hemen hemen her konuda yanılgı içindeyiz. Şehirleşme, ekonomi, betonarme, sanayi, sıpor, zıraat, hep dış ülkelerin yanılgılarından nasibini almıştır. Türk evi, kendi iç görkemini, kulanışlılığını, apartumanın bir düze ve sağlıksız yapısına terk etmiş; zıraat, yerli, ömürlü ve binbir özellikli bitkilerimizi soysuz, tatsız, dış korunaklı bitkilere terk etmiş; ticaret, düzenbazlıkla eşdeğer bir kavrama ulaşmış; yabancı sıporcular sahalarımızda cirit atar olmuş; nerede ise, güreş için bile Avrupa'dan hoca aramağa başlamışız. Sanki Aliço'lar, Mümin pehlivanlar, koca Yusuf'lar bizden, bizim kısır saydığımız imkanlarımızdan yetişmemişler gibi. Aslında bu denli aşağılık duygusuna düşmemize gerek yok Bir Japon duyarlılığıyla kendimize dönelim yeter. E. Aydın (*) HOCAM Akşam serginizi zevkle izledim. Sanatçılar özgün yapıtlar koymuşlar hepinizi kutlarım. Bana sorduğunuz soruyu ben de hep kendime sorarım. Özellikle resimde "çerçevenin vazgeçilmezliği nedendir"? Çünkü çerçeve boşluktaki yapıta sınır kor. Sayısal çoklukta buna gereksinim vardır. Yontuda ise bu kural çok çok önemlidir, Ankara'da olduğu gibi. Sanat nesnesinin formu, bulunduğu boşlukta uyumlu çevresinde dolaşabilmesi, modeleye olanak tanıması gerekir. Hele böylesi anlamsız salonlarda uygun malzemeyle sınırlamak gereksinimi vardır. Yoksa güzelim yapıtlar uzamda yiter gider. Saygılar Sevgiler. E. Aydın, 5Mart2002 SANAT VE İNSAN'IN ÖTE YÜZÜ Fas'ın güneyinde çölde yaşayan bir göçebe kavim, (Taureqler), kumun üzerine inanılmaz güzellikte, içten gümbür gümbür taşan duyumlar ve onun coşkusuyla resimler çizerlermiş. Sonra, kavuran sıcaklar, sam rüzgarı, yavaş yavaş veya birden bire resimleri kapatır, ertesi günler yine ve yine yaparlarmış. Yaşamın gerçek anlamı, insandaki bitmez çaba ve değişmeyecek, yok oluşa karşı, sessiz bir direngenlik, ezelden ebede bir ses değilmidir. İnsanın kendine karşı verdiği bir savaşım. İşte bana göre sanat, göstermelik bir damla leke değil pınarlar gibi çağlayışın dinginliklerde erimesi değil mi? E. Aydın, 26Mayıs1994 BAŞLIKSIZ Şimdi size sıradan bir düşünü olarak Ethem kardeşinizin şu iletisi, orijinal yeni güncel değildir. Aslında çok geç kalmış, Çukurova geleceğinin portresidir. Sanatla düşünenler, tarih boyu hep tutarsız bulunmuşlardır.! Ancak gelecek zamanlar onların hayal olarak ortaya koyduklarıyla gerçekleri bulmuştur. Sanatçılar tabir iraz amiyane olsa da av köpekleri gibi güzel geleceğin kokusunu alırlar, avcıya hedefe ateş etmek kalır. Eğer şu organizesinden sorumlu olduğunuz yalın gücün yönünü ovaya döndürecek bir barajı yapabilir, kanalize edebilirseniz, yalın ve görkemli panoromanın seyirlik dekoru olarak Çukurova göklerinde gökkuşakları oluşturmak da benden olacaktır. Dahası bulutları boyayabilir, renkli kar da yağdırabilirim. Yeterki ilk adımı siz atın ve sizler gibi genç dinamik kişiler yolu açsın! Bilim yarışmaları, şenlikleri, devletin ve devletlerin kültür sorunudur. Adana bunu yapmağa kalkarsa yine tabiri amiyanesiyle ata nal çakıldığını görmüş kurbağa ayanı uzatmış gibi olur. Unutmayınız amaç: Çukurova'da kültür ve sanattır. Saygılar sevgiler E. Aydın SEVGiLi HOCAM. Ankara'da bir sergimde idi sanıyorum. Genelde olanağımın da yetersizliği nedeniyle çoğunlukla suluboyada yoğunlaşmıştım. Yeni yeni yapılmış yağlıboyalarım da vardı. İlk yağlıboyamı Kars'ta kağıt üzerine portre bir kaç kar manzarası sergimi oluşturuyordu. Şimdi ismini anımsayamadığım ünlü bir eleştirmeni gezdiriyor, yapıtları kendime görece hikayelendiriyordum. Eleştirmen salonu terkederken nasıl bulduğunu sordum. Keşke büyümeseydin dedi. Yıllar sonra öğrenebildimki: resim öykü değildir Öyleyse resim nedir, ne değildir sorusuna yanıt aradım. Resim nedir sorusuna hala yanıt arıyorum kaynaklardan.! Pekiyi, resim ne değildir sorusu biraz bana kolay geldi. Fotoğraf değildir Öykü değildir. Karikatür değildir. Afiş değildir Gerçeğe öykünmek değildir Soylu resim nedir? Soylu resim kesin kez yukarda saydıklarımdan arınan "saf yürekle" ortaya konan, sanal gerçeklerin kendine görece, özgün, düşün ve düşüncenin estetik kaygılarla desteklendiği tansığ bir yaratma olayıdır! Bu son tümce uzun incelemeler sonunda az da olsa anlaşılırlığa yaklaşan evrensel değişmezlerdir. Soylu resim büyük boyutlarda yapılır diye bir kuralı getirmez. Günümüzün şartları, bilhassa "bir öğretmen ressam" için taşınabilmesi, sergileme kolaylığı bakımından orta ve küçük boyutlarda olması akılcı bir seçim olur. Yeterki içeriği güçlü olsun. (*)'ciğim, bunları yazarken içtenliğimi bilmeni, inanmanı, inanacağını umduğum için "gurk tavuğun bastığı cülük ölmez" deyişine sığınarak yazıyorum. Seni sevdiğimi bilirsin. Yapıtlarında, yukardaki parentez içi, şöyle veya böyle hep var. Onlardan arınmanda binlerce fayda var. Nü ve figürler (ölü yüzlü) melankolik pentürü rahatsız eden yapaylıklardan da uzaklaş. Aslında kompozisyonların genelde yalnız başına bile soylu ve çok çok güzel. Renk kimyası sana görece, tertemiz renkler barok ve kılasik kompozisyondaki üstünlüğün paha biçilemez. İyi yerdesin kutlarım, öperim. E. Aydın, 4.Haziran.1998 (*) HOCAHANIM Bu kadar günlük telaş arasında yazdığın "Dolaşık Yumak" elime geçti. Çok sevindim. Bu, sizde olduğu gibi çocuksu çoşkuların dünü, bugünü, yarınını kapsıyordu. Onun için bir türlü uç vermiyordu.. Çağdaş kuşak "baktın iş çok, hiçbirini yapma" der. Doğrusu bu ya, bu sözü beğendim. Size de öneririm. Hani dedikodusu çıktı, liradan beş sıfır atılacakmış, ona da sevindim. Çünki, neden dersen, ben para saymayı beceremez oldum da ondan. Gelelim konumuza... "Resim nedir, ne değildir" diye kendinize bir soru sordunuz mu? Tuval ve nesne üzerine düşen her akılcı emek göz nuru saygıdeğerdir. Çağlar boyu bu hep böyle olmuş ve böyle olacaktır. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri sanat yapıldığına göre, siz kendinizi bütün devirlerden sorumlu tutmakla yanılgıya düşersiniz. Bu bir bayrak yarışıdır. Kendi etabınızı koşacaksınız. Bir stil üzerine yoğunlaşacaksınız. O da isminiz, parmak iziniz kadar siz olacak.! Atike don dike, söke, gene dike özdeyişinde olduğu gibi, hareket ederseniz, yerinde sayyy..., geriye dön..., sola dön..., dur! oluverir. Oturuşkun bir sanatınız var. At gözlüğü takacak, yola devam edeceksiniz. Bu kadar basit.! Sonra, bir insan öğretmen olunca, ister istemez belli bir zaman kesitinde yaşamak, doğru bildiklerini genç kuşağa kopyalamak sorumluluğundadır. Bizlerde olduğu gibi... Sanatçı olmak, öğretmen için, öğretmenliği seçmiş olanlar için zor zenaattır gerçekten. E. Aydın, 2Temmuz1998 ÖZEL TÜRKMEN LİSESİ, YIL SONU RESİMİŞ SERGİSİ ÜZERİNE ÖZELEŞTİRİ Halen uygulanan ortaöğretim ders programlarında, resimiş derslerine çok önemli görev düşer. Diğer derslerin yapıştırıcısı ve yardımcısı olması amaçlanır. Okul idarelerinin başarı ve başarısızlığı bu iletişimin kurulup kurulamamasıyla ölçülür. Kooperasyon bilincine ulaşmayan uygulamalar, öğrenciyi bireyselliğe ve sonunda yalnızlığa iter. Bugünün okullarında yeni yetmeler bu nedenle yalnız, bezgin, tedirgin, yarınlarından endişelidirler. Bilgilenmek, uygulamayla buluşmadığı sürece, bilimsel ve pedagojik olamaz. Resimiş derslerinde öğrenci, iyi ve doğru görmeyi, çizmeyi, çizgi üzerinde düşünmeyi, değişkenlikteki bütünlüğü, parçaların bütündeki estetik kaygılarını öğrenir. Güzel bir alfabeyi, düşünülmüş bir dizayn içinde Edebiyat, Tarih, Coğrafya, Fizik, Kimya ödevlerinde uygular. Resimiş derslerinde öğrenci, maddeyi tanır, ona biçim vermeyi, ölçmeyi, ölçülere uygun kesmeyi, düzen ve düzensizi uygulayarak, basit bir radyoyu, rumkof bobiniyle çalıştırır, kutular, albümler, kağıt oymalar, simetri araştırmaları, klişe fikri gibi daha binbir türlü uygulamalarla, pedagojik bağlamda zevkle çalışır, çağdaşlığın ve başarının bilincine ulaşır. İlgi alanımda olduğu için, çevrede açılan bütün sergileri izlerim. Okul sergilerini özellikle, yarınlara dönük olduğu için ilgilenirim. Yapılan şovlar, eğretilemeler, gösteriş için amaçlarından saptırılmış, banal ve sahte çalışmalardan tedirgin olurum. Bir kaç gün önce, Mersin belediyesi altında, eski akkahve salonlarında, Özel Türkmen Lisesinin açtığı resimiş serisini coşkuyla izledim. Bu denli kusursuz, ortaöğretim programları amacına uygun inanmışlığın, özverinin, sınırlarını zorlayan, bu sergi Türkiye genelinde bir yüceltinin simgesidir. Parçalar kendi çoklukları içinde güzel, çocuklar bütün içinde, uyumlu, sergiye öğrenci bireylerinin katılımı, dizayn, paspartolar, sloganlar, imzalar, yaş katagorileri, hemen herşey çağdaş ideo'yu vurguluyordu. Gözlerim yaşardı, gönlüm yarınların umuduyla doldu, sergiden bin bir umutla ayrıldım. Çocukları ve yöneticileri kutlarım. E. Aydın ZEKE FAİK İZER RESİM SERGİSİ ÜZERİNE 15Aralık1994 günü, Adana Kemal Satır Sanat Galerisinde görkemli bir açılışla sayın hocamızı izledim. Kendilerini 1940'lı yıllarda tanımıştım. O zaman çok güzel kuşe kağıt üzerine çıkan "ar" ve "yapı" içeriği güçlü "Ülkü" dergilerinde yazardı. Daha çok Fransızcadan çeviriler yapardı. "Büyük sanatçılar ve küçük sanat tarihi", küçük çoban ressam Cieto, sırayı kazıyan çocuğun dramı, iki nehir arasında gibi çevirilerini zevkle okurduk. Zeki Faik İzer 1906'da İstanbul'da doğmuş, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde çallı atölyesinden mezun olmuş. Resmin klasik ve akademik kurallarını çok iyi bilen, anatomiye hakim, daha çok peyzaj ve portreler üzerine öykünmüş. 1928 yılında, bir gurup sanatçı devlet tarafından Paris'e gönderildi. Bedri Rahmi, Avni Lifiji gibi bazıları, burada bizim alacağımız birşey yok diye geri döndüler, Zeki Fikrizer dört sene Andre Lhote ve Griesz atölyelerinde çalıştı. Yurda dönüşünde önce Gazi Terbiye Enstitüsü sonra da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde hocalığa atandı. Daha sonra aynı kuruluşta müdür ve profesör olacaktır. 1933 yılında, Empresyonizm'e tepki olarak kurulan (D) gurubu içinde yer aldı. Müstakil ressamlar ve heykeltraşlar birliği olarak sergilere katıldı. Zeki Faik bu sırada tekrar Avrupa'ya dönerek eski hocalarıyla iki sene daha beraber oldu. Dönüşünde artık bir lirik soyutlama sanatçısı kimliği taşıyordu. 1943 yılında Ankara'da açılan inkilap sergisinde şu isimler göz dolduruyordu: Ferruh Başağa, (birincilik ödülünü aldı), Refik Ekipman, Hamit Göreli, Malik Aksel, Sabri Berkel, Zühtü Mürüdoğlu, Hadi Bara, Bedri Rahmi Eyüpoğlu gibi orta kuşak sanatçıları idiler. Genç kuşak tarafından yadsınıyorlardı. Hele soyut sanı gibi düşüncede değişim isteyen tamamen yeni bir ekolde eser vermeye kalkışmak, ancak bir moda merakı gibi yorumlanıyordu. Yine hocam olan Malik Aksel, "resim sergisinde otuz gün" isimli bir eser yazmıştı. Sade vatandaşın, öğrencinin, bürokratın, diğer sanatçıların eserlere bakış açılarını, yorumlarını sade ve etkileyici bir dille ne güzel yazmıştı!.. Zeki Faik İzer, 1948 uluslararası modern sanat sergisinde (unesko) Paris bölümünü işledi, beğeni aldı. Gaughein Bürüksel'de Türkiye birincisi olarak bulundu. Ayrıca Sanat Tarihi Enstitüsü'nü kurdu. 1988 de İstanbul'da öldü. Yurtiçi ve yurtdışı müzelerde ve koleksiyonlarda eserleri var. Eserlerinden bazıları; Dolmabahçe Sarayı, Büyük Balık, Akdeniz Mit, Delacroıx'dan uyarladığı, (Cumhuriyet Inkılabı) ki, bu eser çok eleştiri almıştı, Eskişehir Yazılıkaya, genç kız portresi, harman, tuğla fabrikası, lirik soyutlamalar. İster istemez insanı düşündürüyor, kocaman upuzun bir yaşam sanatın, abc siyle geçmiş, ama "sanat nedir, ne değildir?" sorusuna bir yanıt getirememiş!. Sonunda resme başladığı ilk günlere dönmüş. Acaba sayın hocamız bizlere bir mesaj mı vermek istiyor? Bu bir giz olarak kalacak. Sergide gördüğümüz, kıymetli pasparto ve çerçevelerle korunmuş eserler, otuz yıl öğretmenliğimiz süresince, öğrencinin dosyasından ittiğimiz katagoridendi. Şimdi biz o, eski öğrencilerimize ne diyeceğiz? Bunca zaman, bunca emek, devlet desteği, kazanç hanesine mi, zarar bahanesine mi yazılacak? Saygılarımla E. Aydın 19NİS1986 CUMARTESİ GÜNÜ AYDIN SANATEVİNDE AÇILAN ONBİR ÖĞRENCİNİN KARMA RESİM SERGİSİ ÜZERİNE BİR ÖZELEŞTİRİ. Çocuk, duygu ve düşüncelerini, herhangi bir klişeye vurmadan ortaya dökmek ister, döker de. Bu yönüyle Çocuk Resimleri salt sanat özelliği taşır. Türkiye'mizin değişik resim galerilerinde açılıp kapanan sergileri izleyenlerce açık seçik görüldüğü gibi, günümüzde sanat bir kagaşa içindedir. Bu kargaşa, farklı arayışların samimiyeti içinde gün geçtikçe genişlemekte. Öze ilişkin hasletini yitirmektedir. Niçinsiz nedensiz uğraşlar sürüp gitmektedir. Örnekler pek çok olmakla beraber, çevrede açılan bir sergiyi konu edeceğim: 10 Nisan'da, Adana Sabancı Kültür Sitesi'nde, Ankara Devlet Eski Eserler Müzesi'nde çalışan iki sanatçı tarafından, yine devletin desteğiyle, bir resim sergisi açıldı. 25 Nisan'da da Mersin Güzel Sanatlar Galerisi'nde izlenecek. Resimler çok küçük, fuluğ, çerçeveler çarpık, harap, üzerleri yer yer varaklanmıştı. Göze batıyordu. Bilgi için sanatçıya sorduğumda, resmi de, çerçeveyi de eskiye benzetmeye çalıştım, dedi. Bunu amaçladığını söyledi. Bu cevap belki samimiydi ama beni çok düşündürdü Sanatta, eskiye benzetmek, hele hele benzemek olayı, bir amaç olamaz. Amaç olunca, sanat özgürlüğünü yitirir, çağdaşlığını yitirir. Türk ve Osmanlı sanatlarının çeşitli evrelerine bakılırsa, çadırda, kilimde, minyatürde, mimaride, samimiyet, ciddiyet, özveri, sadelik, açık seçiklik, düşünce, ölçü, biçi, dahası yaratma gücüne saygı vardır. Binlerce soyutlamadan sonra, bir motifi kabullenmiş ve hep uygulamış bir parşümen boyu düzlemde, tek kıllı fırça ile, ince detaylı minyatürler üzerinde aylarca uğraşmış, yazı ve istif için uzun zaman harcamış, milimetrenin as katlarını arayarak, minareler yapmıştır. Bizler onların devamıyız. Sanatın her dalında, yerimizi alabilmek, koruyabilmek, aşama yapabilmek için, konuya daha değişik bir açıdan bakmamamız gerekmektedir. Böyle orta sahada top gezdirmekle, atalarımıza layık olamadığımız gibi, çağdaş olamayız. Çocuk, biz sanatçılara, birçok yönden ışık tutmaktadır Onlarla çalışırken, onların eserlerini incelerken, durumu daha iyi anlıyoruz. Beş yaşındaki İhsan Önal, sekiz yaşındaki Zafer Özdemir, Emre Özgünel, İlhan Ogan, Ayşe Günaçkın, coşkuyla, renk cümbüşü ile, düşsel anlatımlarını Hazreti Nuh 'a kadar ilerletebiliyorlar. Onbir yaşta, Burak Alıcı, Halil Candevir, Bakihan Çamurdan, bir sanatsal yargıdan uzak, Nuh'tan bize otantik mesajlar getiriyorlar. Pazar yerlerinin iç uğultusunu, panayırların hareketliliğini, tuvallerine döküyorlar. Anlaşılırlığa indirgeyerek. Onüç yaşındaki İsmail Soğancı, Simin Aksu, Mustafa Cılacı, gördüklerinden hareketle, duygu ve düşüncelerini, iyi bir anlatım içinde bize sunuyorlar. Ben, yıllarca resim hocalığı yapmış birisi olarak, onlardan öğrendiklerimi, sanat kitaplarında bulamadığımı söylersem, yanlış olmaz. Çocuklar soyut kavramlara, bizlerden daha cesaretle ve samimiyetle yaklaşıyorlar. Bir yirmi üç nisan olayı onların fırçasında daha renkli ve daha coşkulu oluyor. Atatürk konulu bir resim yarışmasında biz büyüklerin ne denli bocaladığımız ortadadır. E. Aydın RASYONEL BİLGİYİ DENEYİMLERİYLE EDİME DÖNÜŞTÜREN ZAMANIMIZIN BİR KAHRAMANI: Adnan ATEŞOK O renkler dünyasının bir insanıdır. Çizimlerinde ve tablolarında mistik bir hava vardır. Tabiatta varolanları yani gördüklerimizi bambaşka yönleriyle alır, figürleri değiştirir, kendi dünyasında şekillendirir, düzenler ve çizer. Belirli kurallara uymama özelliğiyle tanırsınız onu. Müzik vardır, şiir vardır resimlerinde. Roman, şiir, hikayeler ve makaleleri vardır sürü sürü. Sorarım ona ne bunlar; onlar öbürlerinin kardeşleri der gülerek. Adnan Ateşok'un biraz da bilinmeyen yönlerini anlatayım sizlere. 1928'de Adana'da doğan ateşten ok, on parmağında onbir beceriyle ulusal onurun bayrağını, ele aldığı her dalda zirveye taşımış, Adana'nın ve ulusun yüz akı olmuştur. Okullarda atletizmin her dalında, boks, koşu vs. birinci olduğu kadar derslerinde de önde gitmiştir. Okulun, öğretmen ve öğrencilerin sevgilisidir; lisenin bayraktarıdır. Yüksek öğrenimini de yaparken hep başarıdan başarıya koşmayı sürdürmüştür. İş hayatında bir donkişottur. Zorları, olmazları sever ve seçer. Örnekleri o kadar çok ki, anımsayabildiğimi yazacağım. Türkiye genelinde büyük işler almış ve başarmıştır. Sulama developman projeleri ve inşaatları, Mersin limanı, göletler, Tufanbeyli, Doğanbeyli, orman yolları, yarmalar, imlalar, inşaatlar, şehiriçi düzenlemeleri vs. Geleceğin Adana'sı için enteresan düşünceleri arasında tepebağ altında üç yöne açılacak ve içine binlerce iş yeri sığacak tünel projesi, yürüyen yollar, parklarda heykeller, bir hayvanat bahçesi vs. Sanata üstün eğilimi vardır. Bu arada sanat galerileriyle ideal çizgiyi aramaktadır. Ülkeyi, insanı sever, iyi bir sanatçı, iyi bir organizatördür. Örnek bir insandır. E. Aydın, 7Mayıs1995 16 Şubat Cumartesi Günü Mersin Güzel Sanatlar Galerisi'nde Açılacak Resim Sergisi Dolayısıyla Bir Söyleşi Ben Ethem Aydın, konforun, giyimin, hızın az olduğu günlerde yaşadım. Eşyayı loş ışıkta, karanlıkta inceledim, tanıdım. Uzun gece boyları seyahat ettim, bir aşiret kadar geceyi tanıdım ve sevdim. Alacakaranlık ve gece biçimlere değişik ve doyumsuz bir güzellik getirir, hayal gücünü artırır, derin bakmayı, duygusal görmeyi öğretir. Özetle geceleyin, dünya bir başka güzel, gizlerle doludur. Beni sanatçı yapan belki de budur. Yıllarca resim hocalığı yaptım liselerde. Resim bilgisinin içinde bütün bilimleri açık seçik buluyorum. Böylece kendi bıranşımı, öğretmenliğim boyunca, diğer derslerin fanatik, bencil baskısından korumak için çaba verdim. Bir insan yaşadığı sürece sanatla, istese de, istemese de iç içedir. Doğru görmek, iyi görmek, gördüğünü sağlıklı çizebilmek, bir şeye güzel veya çirkin diyebilmek özgürlüğünü veren dersin öğretmeniyim. Kıvançlıyım. Sanat doğayı, doğa olaylarını konu alır. Doğada ise her şey ölçü biçi içinde gelişmektedir, rasgelelikten eser yoktur. Rönesans ustaları, perspektiv, rakursi, klor obüskür, modöle, enteriyör, altın oran gibi sanat, kurallarını ortaya koydular. Kılasik dediğimiz ölmez, devasa eserler verdiler. İnsanı, bitkiyi, hayvanı, onların sonsuz davranışlarını titizlikle incelediler, ibadet eder gibi çalıştılar. İmpresyonistler de önceleri var olan kurallara kendi ışık, gölge kavramlarını eklediler, ölmez eserlerini verdiler. Çağın sanatçıları ise sanımca, hala orta sahada top koşturuyorlar, sanatın özünde olan mesajı, estetik görüntüyü bir kenara iterek, sanat denemeleri yapıyorlar. Bu tür denemelerin de sanata katkısı olacağına, ancak yolu uzatacağına inanıyorum. E. Aydın HİKMET KARABUCAK'ın KİŞİSEL,"NAİF" RESİM SERGİSİ ADANA'DA, GALEERİ 6'da AÇILDI. 1944 Kütahya doğumlu olan sanatçı Adana'da oturuyor. İlköğrenimden sonra evlendi, çocukları var. Sabancı Kültür Sitesi'nde ressam Mustafa Dulda 'nın yönettiği resim kurslarına katıldı. Adana Altın koza efstivali programı içinde açtığı sergilerde farklı yorumlarıyla ilgi çekti. 1933 yılında Fahir Aksoy'un öncülüğünü yaptığı "Türk Naifleri" gurubuna girdi. Yurtiçi ve yurt dışında sergiler açtı. Beğeni aldı. Galeri6 'da dün açılan sergide 20 yapıtı vardı. Konuları ilginç, kültürel, ulusaldı. Masal zamanı, Çeyiz götürme, Kütahya düğünü, Kına gecesi, Hamam kavgası, Güvey salma, Loğusa, Kapıönü sofrası, Kör kahvesi, Sünnet düğünü, Asker uğurlama, Kuzu sesleri, Evcilik oyunu, Yuvanın temeli, Evde doğum, Obada banyo, Güvey tıraşı.... gibi. Kalabalık bir çağrılı gurubunca ilgiyle izlendi. Yapıtlar içinde doğup birlikte ağlayıp güldüğümüz, paylaştığımız mekanların içyüzüydü. Sıcacıktı. Tazeydi. Arındırılmıştı. Saftı. Naifti. Sanat toplum içindi. Akademizmin kural, kuram ve kavramlarıyla yozlaşmamıştı. Naif sanat ondokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar dünyada ve bizde "zenaat" olarak düşünülürdü. İlgi çeken bir uğraş olarak algılanır ve değerlendirilirdi. Ütopyacılar, gizemciler, primitifler denildi. Gümrükçü Rousseau ve ardılları varlıklarını kanıtladılar. 1967'de Fransa'da Naif Sanat Müzesi kuruldu. Daha sonra, Nice'de 1982 Uluslararası Naifler müzesi oluştu. Bugün ise Naif sanat; özgür, özgün, otantik, folklorik, saf ve konuşkan, anlaşılır diliyle izleyicileri dünde, günde, yarında gezdirerek büyülemekte. Türkiye'mizde ilk naif onbeşlerin içinde Hikmet Karabucak da var. O'nunla övünüyoruz. Türk kültürünün, etiğinin, gelenek göreneklerinin duyarlıkla anlatımı, bir iyne oyası gibi işlenişi insanımızın özbeğenisine yatkın gelmektedir. Atalarımızın belleğinden süzülerek Hikmet Karabucak eliyle bizlere sunulan duygu ve duyumlar, hasretini çektiğimiz öz kültürümüzün onurlu yansımasıdır. Yaşanmışlıklarımızın imleridir. E. Aydın, 4Haz1998 23Mart1989, Toplum gazetesi CEMAL TURAN'A Hiç anlamadığım şeylerden biri de, Ethem neden bu kadar çok mektup yazar?Hem de dostlarını garip önerileriyle huzursuz eder, yanıt alamadığı halde yazar.???? Tutarsız, dayanıksız, kendini birşey sanan, sanki kendi dörtdörtlük bir düzen içindeymiş gibi konuşan bir ukala!!! Olgunun bir de öbür yüzü var. Sevgi çokluğu ve yoğunluğu; hep beni itiyor. Kendi olamadığımı dostlar, sevdiklerim olsun istiyorum. Gözün kendisini göremediğin bildiğim için, gören göz olmak istiyorum. Akşamleyin, diyalog şöleninde, sizden size ait konuşmanız ve çevrenizde daha önce konuştuklarınız ama benim bilgim dışında olan duygu mesajlarınızı, genel konuşmalarınızda hep de vurguladığınız bir ezikliği kendime göre değerlendirdim. Yazıyorum. Resim yapıyorum, soylu resim yapıyorum,ama az satıyorum. Beni neden anlamıyorlar, neden "en" olduğumu görmüyorlar, sıradan resimlere değer veriyorlar, sanat ürünü edinenler, eleştirmenler beni hemen keşfetmiyorlar demek istiyorsun. Bana göre özgün sanat, tek yönlü bir denkleme benzer, sanat sadece yapılır, tekrar tekrar yapılır. İçimizdeki itici gücün etkisiyle hep yapılır. Satış ve beğenilmek kaygısı, sanat yapanın dışındadır. Kadim sanat tarihine bir bakınız, bu hep böyle olmuştur. Sanatçı ızdırap bulutlarının altında hep yaratır, aralık vermeden duygu ve duyumlarının eşliğinde kozasını örer. Yumurtanın tırtıldan, tırtılın kelebekten hiç haberi yoktur. Yani sanat hep yapılır. Eğer içimizde, o adı büyük sanat varsa; zaman içinde koşulsuz ortaya çıkar. İzleyici, satın alıcı, eleştirmen onu ilgilendirmez. İşte buna salt, pür sanat denir. Yine akşam yemekte anladığıma göre, çok satmak için çare aradığını sezinledim. Adana gibi içe dönük, verimsiz bir ırmakta balık tutmayı düşünüyorsun, bana göre tepeden tırnağa yanlış. Peygamberler, bir ırmağın kıyısında balık avlıyorlarmış, hepsi de çok balık tutmuşlar, bir de bakmışlar ki yukarda ırmağın akıntılı bir dönemecinde Tanrı da balık tutuyor, ama hiç çekemiyor; üzülmüş ve utanmışlar, kendisine bir öneride bulunmak istemişler, birisi giderek Ey Tanrım, burası akıntılı, biraz yukarı veya aşağıya yer değiştirseniz derler, Tanrı da yer değiştirir, oltayı daha atar atmaz bir büyük balık yakalar ve bağırır, Allah, Allah der. Ankara, istanbul, İzmir, Avrupa'ya gitmenin, sergiler açmanın yollarını araştır. Eğer sanatına hakikaten içtenlikli güveniyorsan! Kesin kez bilmem gerek; çok satanlar, kolay anlaşılan, güncel, harcıalem eserler ortaya koyanlardır. Genelde bu böyledir, ama bazen içlerinde hakikaten sanat ağırlıklı olanlar da çıkabilir, ama ara sıra. Tarihler boyu böyle olmuştur. Bilimsel çizgi iyi ve sağlam yoldur, yalnız adamların yoludur, zordur meşakkatlıdır. Bir yapıtın tek inananı varsa, o da siz olmalısınız, zaman sizleri çoğaltır. Eğer dayanamıyorsanız, bakkal dükkanı açın, zanaat yapın, siyasete soyunun, terör yaratın, provaj yapın, banka soyun köşeyi dönersiniz. Sözün özü : gabak çekirdeği yerken doğum yapılmaz. İşte yine onbeşbin liram gitti, o kıymetli zamanım, saatlerim gitti, daktilo başında seninle konuşurken. Yaşam bu olsa gerek. Sizleri seviyorum, beraberlikten tat alıyorum. Öperim. E. Aydın, 30Ekim1996 SANAT ELEŞTİRMENİNİN EVRENSEL KİMLİĞİ Eleştirmenler, sanatın kıraç topraklarında ekim yapan zoru denemiş kişilerden olmalı. Sanata soyunanlar, doğayla hesaplaşır onu değiştirirken, eleştirmenin, bakışına gereksinim duyar. Halk dilinde yerleşik bir söz vardır "gurk tavuğun bastığı cülük ölmez" denir. Bana göre eleştirmen, çağdaş düşüncede olduğu kadar, gelmiş geçmiş sanatların, yaşam buluş nedenlerini de iyice incelemiş özümsemiş olmalıdır. Bir toplumun veya toplumların sanat potansiyelini doğru değerlendirmek, izleyicileri de eğitmek, insan üstü ve ötesini de kapsayan devasa bir sorumluluktur. İlimde, bilimde, sanatta insanlığın evrimi sürmektedir, bunun bilinciyle bakıldığı zaman; sanat adına ortaya konan her ürünün, titizce irdelenerek, "düzensizlikteki düzen" sentezine uyulmalı, geçmişin kuramsallığının esiri olunmamalıdır. Sanat tarihini eleştirmenler yönlendirmişlerdir, sanatın öyküsü onlarla başlamıştır.. Türkiye'mizde, sanat dünya ölçülerine göre, iyi yerdedir; sanat üzerine konuşanımız, yazanımız çok ama donanımlı, eleştirmen sayısı azdır.. Olanlar da, eleştirilerinin anlaşılmaması üzerinde sanki anlaşmış gibidirler. Ağdalı tümceler, biri birlerini iten sözcükler, tarafsız, yüklemsiz, ecnebi terimlerle bezenmiş ve gerek sanatcıya gerek izleyiciye ışık tutmaktan yoksun.... Orta öğretimde, plastik sanatların eğitimini Resimiş öğretmenleri verir. Orta öğretim programları, 1935 de, geniş kapsamlı, çok da güzel hazırlanmış. Öğrenciye verdiğimiz bilgiler geçmişi ve dünü kapsıyor. İstense de, güncel olunamıyor, çağdaş çizgi verilemiyor. Yine bundan neden; yarının sergi izleyicileri sanatta son gelişmelere, çağdaş tasarımlara ilgisiz kalıyor... Sanat eleştirmenlerinin büyük sorumlulukları ve gereklilikleri beni bu yazıyı yazmaya itti. Eleştiri açık ve sade bir dille, tantanalı, sözcüklerden arınmış, tümcellerle yazılırsa ,sanırım yararı büyük olacaktır. Hele hele, sergi çağrıları üzerini eleştirmenlerin yazdıklar düşünceler var ki, anlayan beri gelsin! Saygılar... E. Aydın, 22Nisan1997 MUT SEVGİSİ - RÖLYEF ÜZERİNE EVRENSEL OLUŞUMDAN GÜNCELE PANORAMİK BİR GEZİNTİ Olaylar, raslantının dingin ceninde sürüp giderken nasıl olduysa oldu! Düşünce belirdi. Adına insan dediğimiz canlının diğerlerinden tek farkı ve özelliği; aynı zamanda anlamı, direnci, tutunduğu dalı düşünce idi. Güneşi gördü, karanlığı duyumsadı, sonsuz boşluklarından korktu ürperdi, şimşekler, yıldırımlar, yağmurlar, seller; arkasından tekrar doğan güneş, gökkuşağı sarmalında ve tansık duyumlar, onu kamçılarken, binlerce anlaşılmazın labirentlerinde, ama cesur ve dirençli yalnızlığını sorgulamaya başladı. Belirsiz süregenlik içinde, milyonlarca yılların deneyimi ve belleğini de kullanarak, günümüze değin, ayakta kalmayı başardı.. Evrim sürüyordu...... Küçücük bir çocukken, Ermenek Mut arasında, bazen beygir sırtında, bazen yayan, geceli gündüzlü gidiş gelişimde; toprakla, iklimlerle, gecegündüzle yakınlığımız uzun sürdü, tanıdık biz bizi, mutluluğu, mutsuzluğu yaşadık iç içe. Onlara sırlarımı verdim, onlar bana konuştular zamanlar içinde akıp giden zamanları... Göksu neden aşağılarda akar? Başlangıçta hangi yükseklikteydi? Daha ne kadar derinlerden akacak? Sonra sonra derken, zamanı biraz olsun geri döndüremez miyiz; az da olsa yatağını yükseltemez miyiz? Yükselirse neler olabilir, neler kazanılır, neler yiter? Belirli yerlerde betonla şutlar yaratılıp, sular kademeli akıtalabilse, görüntü tansığ olurdu ama, acaba faydalı olur muydu? Zor bir iş miydi? Geleceği nasıl etkilerdi? Bana göre Ermenek'ten Mut'a kadar doyulmaz bir peyzaj kazanılırdı. Mut'tan sonrası, tam bana göre bir beyin egzersizi, düşün düşünebildiğin kadar!!! Kösreli'li köyü geçilinceye kadar kısa sayılan bir ovanın libert sınırları sabitlense, yıllardır yapılan ve yapılacak olan yol onarımı karşılığı; neler kazanırdı..!!! Biliyorum, beni kınayacak, belki de gülüp geçeceksin. Ama bileceksin düşünce, milyarlarca yıllar öncesinden bizlere kalmış tek mirastır. Düşünüyorum. Düşünebileceksiniz. Düşündürebileceksiniz... Geçen yazımda, Mut yöresinde türbülans, suiaceryanlar, termik kaldırma güçleri, yamaç paraşütcülüğü, planör uçuşları küçük bir havaalanı konusunu açmıştım. Sanırım siz de hayali sevmiş, telefonla da olsa, yanıt verme gereksinimini duymuştunuz. Biliyordum; siz de en az benim kadar Mut'u seviyordunuz, belde için gençliğinizi, kişisel değerlerinizi koymuştunuz. Ölümlü olduğumuzu, edimlerin kalıcı olduğunun da bilincindeydiniz. İşe, tabandan başlamamız gerekiyor: 1 Lisede bir havacılık kolu oluşturmak gerekiyor. Zaten kol olarak yönetmelikte vardır. Model uçak kursları, resim öğretmeni gözetiminde sürdürülebilir. Lisede, böyle böyle olayı üstlenebilecek birisi varsa çok iyi; yoksa, ben haftada bir veya iki kere, Mut'a gelir, sorumlu öğretmene yardımcı olmayı şeref sayarım. 2 Mut'ta Havacılık Kulübü kurmamız gerekiyor. Yerlilerden, emekli pilot, içtenlikli, aktif, meraklı, sporun her dalına yatkın kişilerden kulüp oluşabilir. Formaliteyi ben tamamlarım. 3 İlk defa yaza kadar hazırlığını yapacağız. Ankara'ya ve çevre ilgililerine bildireceğiz. Çadır kurma veya barınma olanağını duyuracağız. Kulüp, rezarvasyonu organize edecek. 4 Önce Ulusal, sonra Artıulusal turizmi amaçlayacağız. Tesisler içinde hazırlıklı olmalıyız. 5 Türk Hava Kurumuna, Turizm Baknlığına ana projeyi projeyi, belediye olarak duyuracağız. Turizm olanaklarından, ne dereceye kadar yardım edebileceklerini soracağız. Yine de biz yolumuza devam edeceğiz, sivil olarak. 6 İkinci etapta, planör uçuşları için, izin ve araçgereç isteyeceğiz. Alan düzenleyeceğiz, kabaca. Sartavul, kozlar da olabilir. 7 Bu küçük alanlara, sporatif küçük uçaklar da inip kalkabilmeli. Kabaca. 8 Hemen faaliyete geçebilirsek; 1998 turizm sezonu açabiliriz. 9 Almanya'da çalışan Mutlu'lardan adres'te toplayalım, yamaç paraşütü için gereksinim duyacağız. Beni okudunuz, onaylayacak kadar yüreklendiyseniz, hodri meydan..!!! Şıvgarlar ölmez. Korkaklar erken ölür. Deliler ölümsüzdür. Lütfen bana izlenim ve duygularınızı yazarsanız sevinirim. Yeni Yılınızı Kutlar, Öperim E. Aydın PLAN 1 Mut ovasının sulanması 2 Olabildiğince yeşile gidilmesi, asırlar boyu kader olmuş kıraç arazilerin boz renginin değiştirilmesi. 3 Halen Mut ovasında yapılmakta tarım, bahçecilik, hayvancılık alanlarında başarı ve başarısızlığın irdelenmesi, bağlayıcı çareler, öneriler istenmesi. 4 Mümkünse Mut'ta fakültenin denetiminde bir seracılık çalışması başlatılması. 5Günün bir bölümünde profesörler halkın sorularına açılmalı. Bu bir salonda veya pınar başında olabilir. 5 Mut'ta bulunan tarım kurumları bugüne kadar yapılmış ve yapılması kararlaştırılmış programları misafir uzmanlara sunulmalı. Çok dolu bir program hazırlanmalı. Onların vereceği ön kayıtlar üst kademelerce de makbul tutulacağı göz ardı edilmemeli. E. Aydın DR. ERMAN ARTUN DOST Karacaoğlan için sizi ve Yücel beyi de dinledim, dönüp dolaşıp, doğduğu, öldüğü yer çizgisine geldiniz. Evrensel kurguda değişmez bir kuram vardır. Bireysellik, toplumsallık, evrensellik. Her üçüde kendi ölçülerinde anonim olgusuna doğru döner. "Bir ağaç diken adam faydasız yaşamamıştır" öz deyişinde, bu adam kimdir diye sormuyoruz? Düğmeye basınca yanan ışık, ahizeyi kaldırınca aldığımız ses, onları bulanın adından önce, toplumun malıdır. İdeal olan da, yani ideal insanın amaçladığı doğrultu budur. Dinler de bu felsefeye göre mezar saltanatına karşıdırlar. İnsanı insan eden zekadır, teni değil. Kalıcı olan evrensel insana katkıdır. Şimdi konuşabiliriz, Karacaoğlan hangi çizgidedir? Karacaoğlan bireysel midir? Toplumsal mıdır? Evrensel midir? Mut'taki relief panosu nedeniyle, bir Karaca oğlan tipi araştırdım, hiç olmazsa portre olarak. Eşek sırtında dağ taş gezdim, gezdikçe çıkmazlara düştüm. Görsel yapıdan uzaklaştım. Çünkü, Karacaoğlan duyumsallığa ulaşmış bir tipti. İşte Mut yöresinde, felsefesiyle, düşünce tarzıyla, davranış biçimleriyle birden çok Karacaoğlan'a rasladım, siz ne derseniz deyiniz, Karacaoğlan Mut'ludur. Pınarlara sordum içti dediler, çınarlara sordum geçti dediler. Bir Cuma günü, namazdan çıkanlar pınar başına birikmişlerdi, biz taşları yontuyorduk, sordular, duvarı ne kazıyorsunuz? Hafif alaylı, Karacaoğlan'ı arıyoruz dedim, kalabalığa döndü, bu adamlar deli mi ne, Karacaoğlan'ı şu çınarlardan neye sormazlar acep dedi, bir diğeri de, onu da yoksunlaştıracaklar zahir dedi. İnancım odur ki, bu adamlar Karacaoğlan'ı tanıyorlar. Adana'ya bir dönüşümde üç gün geçmiş çağların sanatına baktım, astekler mayaları onların totem anlayışlarını inceledim, sentezimi çağdaş bir anlatımla, halkın da hayal gücünü dağıtmadan, bir başka deyişle onu şartlandırmadan bu röliefi ortaya koyduk. Beğendiklerini de gözledik. Zaten sizler de bilirsiniz doğaçlama, akademizm'den burada fark atıyor. Son sözüm şudur, Atatürk, Edison, Yunus, Karacaoğlan bir portre değillerdir. Edim ve yankıdırlar. Saygılar, sevgiler. E. Aydın, 25Eylül1992 ZODYAK (MUT) BİR ANMA GÜNÜ On Mart'ta, Mersin'in Mut kazasında bir ödül töreni vardı. Yazımın süregenliği içinde sizlerin de hak vereceği, dünyamız dışı bir olayın; ben ona "Zodyak" diyeceğim bir burçta bir araştırmacı gazeteci, Mut (Zodyak) belediyesi ve kaymakamlığıyla; beldeye kırk yıl önce kaysıcılığı ve turfandacılığı başlatan, Nail Türe'ye (ziraat öğretmeni) değişik kuruluşlarca onur belgesi verilmesini düşünmüşler. Günümüzde bütün dünyada, sen ben kavgasının güncel uğraş olduğu, silah seslerinin özlü bir müzik melodisi gibi dinlendiği toplumumuzda; böylesine övülesi, özverili, insanca, insana doğru düşünceler, davranışlar ancak uzay ötesinde (Mut'ta) yani Zodyak'ta geçebilir. Sıtkı Soylu, hıçkırıklarla toplantıyı açıyor. Belediye başkanı Selahattin Aslan'ın coşkulu ve açık anlatımıyla, Mut için kaysının turfanda sebzenin geçim düzeyini nerelere ulaştırdığını; Kaymakam ileriye dönük önerileriyle,somut örnekleriyle, daha nelerin yapılabileceğini; Sayın öncü ziraat öğretmeni Nail Türe'nin, kırk yıl önce başlattığı işin anotomisi ve aşamaları anılarıyla bezeyerek acı ve tatlı anlarını gönül kabarıklığı içinde dinledik. Toplantının bitiminde o kadar Mut'la dolmuştum ki, ayrılışta büyük insan Nail beyi, o Mut'lunun gönlüne sığmayacak kadar büyümüş evliyayı öperek, otobüsüme döndüm. Yol boyu, ağırlığını yitirmiş bir dünyalı gibi Adana'ya geldim. Ey Mut'lular, zamanların her kesitinde olduğu gibi ne kadar yücesiniz, bizler, o Mut ana'ya hizmette ne kadar eksik ve yoksunuz... İnsana, insanlığa koşan Zodyak'lılara bin şükran. E. Aydın SOYLU DOST Mut'tan ayrıldıktan sonra bütün yol boyu, senin çok içtenlikle anlattığın ansiklopediyi düşündüm. Aslında ben yükseklikleri hep severim. Böylece tabana değgin olacağını umduğum eylemlere gönül veririm. İsminden de anlaşılacağı üzere Yaver Efendi çok seçkin birisi imiş. Devletin üst düzey danışmanı. O soydan tanyabildiğim kişiler de hep yaratma gücüne, ileri görüşe yatkın müteşebbis karektere sahip zatlardı. Okullara sığmayacak kadar zeki, şahsına özgü bir derinleşme özelliğiniz vardı. Bir de direnç gösterip üniversiteye uğrayabilseydin, hiç olmazsa Türkiye yönetici sıkıntısından kurtulurdu. Yıllar önce Karaman'da işletmecileğe başladın, iyide gidiyordu, o sıralarda Yunus'u Karaman'a taşıdın, yerleştirdin, benimsettin, öyle büyük bir olay başlattın ki, hala Yunus Eskişehir'le Karaman arasında gezinir durur. Mut'a taşındın yaralı bereli, Mut gibi küçücük bir yerde matbaayı kurdun, oturttun, şimdi bir fonksiyonu ve yeri var. Ne sıkıntılarla bu çizgiye matbaayı getirdiğini ben de biraz bilirim. Bugün senin sayende Mut'un gözü kulağı var. Karacaoğlan'ı Mut'lu etmek için ne emekler verdin, kendini bile ikna ettin, Mut'a yerleştirdin, ev yaptın, bark yaptın, mezar yaptın, sevebileceği her şeyi getirdin, dört dörtlük ön çalışmaları yıllarca bilimsel çizgide ortaya koydun, binlerce sayfa tutar yayınlar oluşturdun, mevsim mevsim araştırmacıları Mut'a gelmeye özendirdin. Evet Karacaoğlan Mut 'ludur ibaresi dibağçeye geçeceği sırada, aradan çekiliverdin, Mersin'e taşınmaya kalktın Karaca oğlan'ı öksüz ettin ettin. Yaptıklarının yüceltisini hiçe sayarak particiliğe soyundun. Particilik hiç bir iş yapamayanların son yükseliş umarları değil midir? Göz kendini görmez derler, sen de hiç mi hiç kendini göremiyorsun. Şimdi de bir ansiklopedi diye tutturmuşsun, lebideryalarda boğulmaya hazırlanıyorsun. Gardaş sana Mut'lunun gereksinimi var, lütfen yerini bil ve yaptıklarınla derinlemesine meşgul ol. Karacaoğlan'ı iyi yakalamıştın, onun üzerine yoğunlaş, kitaplığını kur, müzesini kur, derneğini kur, folklor ağırlıklı dernek kur, vakıf kur, Karacaoğlan'ı pınar başına getir, sevenler dağlarda aramasınlar pınar başında arasınlar. İnsanlar akla yatkın yalanları severler. Mut bir dergah olsun sen de piri, senede bir kaç gün sevenler gelip uğrasınlar. Yeterki sen isimsiz kahraman olmayı, anonim olmayı kabul et, üst tarafı kolay.! Sana Sirono'dan bir tirat; Felsefeyi severdi, Fizikten'de anlardı, şairdi, musiki de bir hayli behresi vardı, yaman bir silahşördü, zavallının Sirana Dö Berjeraktı adı, herşey olayım derken, hiç bir şey olamadı. Bu mektubu niçin yazdığıma gelince; Şunu bilelim ben çok akıllı birisi değilim, yıllarca öğrenci başarısını kendi başarısı gibi üstlenmiş bir hindiyim, seni sevdiğimi söyleyeceğim, içeriği beğenmeyeceksin, düşüne düşüne, bir başkasının yazamayacağı kadar öze inerek yazdığıma göre bunda bir iş var. Beni anlamayı dene. Öper işlerinde başarılar dilerim. E. Aydın, 15Haziran1993 SAYIN BAŞKAN MERİÇ ALKAN Mersin Lisleliler derneği bültenini hep alıyorum. Keyifle okuyorum. İçimde bir yücelti duyumsuyorum ayırımına varamadığım..! Zamanımızda sevmenin bir ticaret aracı olmasından mı nedir, yaşayamıyoruz o eski sevgileri. Bu düşüncelerle içli dışlı olurken, bakıyorsunuz evrensel insana doğru yekesini kırmış pupa yelken giden bir avuç gönül adamını, hemen yanı başınızda tanıdık, çağırgan gülümsediklerini duyumsuyorsunuz. Şaşırıyor içinizde anlatılmaz karmaşa, seyirlik bir dramaya dönüşüyor. içten söylenen bir istiklal marşı veya onuncu yıl marşını, her dinlediğimde dola dola ağlarım ben. Erkekler ağlamaz dense bile.! işte öyle bir şey.! Hani zaman zaman radyolarda, televizyonlarda izlediğimiz T.E.M.A. vakfı reklamlarına da ağlarım. Hem de o kadar içten inanarak ağlarımki, güçsüzlüğüm nükleer güce dönüşür. Ben Mersin'in Mut ilçesi doğumluyum. Çok su kaynaklarımız olmasına karşın, Mut'a giriş yeşil değildir, bozkırı andırır. Geçen onüç şubat sevgililer gününde, Tarsus 'un Berdan barajında, İçel Sanat kulübünden gelen bir gurupla sofradayız, güle oynaya içiyoruz. Senihi Vural Mut'un antik kalıntılarında, o güzel anlatımıyla bizleri soluk tutumu gezdiriyor. Günün bitiminde ben orada konakladım ve sevgililer gününde Mut'a yeşil bir bürüncekiçerikli, orunlara gönderilmek üzere yazı, taslakları hazırladım. Ardıl günlerde, başlangıç olsun diye 1000 ağaçlık başvuruda bulundum. Sağ olsunlar oluşturdular. Şimdi ikinci bin için sonyazı bekliyorum Saha önce Mut'tan iki öğrenci okuttum. Şimdi resim öğetmeni oldular. Sizin bülteni, satır aralıklarına kadar okurken içimden bir ses neden olmasın dedi. Olanaklarımı zorlayıp sizlere de ulaşmağı düşlüyorum. Böylece insanın insanda büyüdüğünü edimlerinizden esinlenerek geç de olsa algıladım. Dünyamız bir tane. şimdilik gidecek başka bir yerimiz yok.! Çağlar boyu yetişmiş insan onu kemirdi, kemiriyor.! Kendi kendimi sorguluyorum. Acaba önce yedeği olmayan evimizi mi kurataralım, yoksa çoğuldaki insanı mı? Önce beni okuduğunuz için, sonra bitmeyen ve bitmeyeceğine yürekten inandığım insana dönük çabalarınız için binlerce teşekkürler. E. Aydın, 21Haziran2000 SAYIN DEKAN Ben Mersin'in Mut kazasında doğdum. O beldeye kendimi borçlu hissediyorum. Sizin de malumunuz olduğu üzere, Mut'ta pınar başında, insan gücünü aşan otuzbeş metre kare alanda Karacaoğlan anısına bir röliyef oluşturdum. Açılışta Çukurova Üniversitemiz de şeref misafirimiz olmuşlardı. Şimdi ise belki asırlardan beri çırıl çıplak olan sonsuz ovamıza izvendi barajından sulama kanalları gelmek üzere, yeniden oluşacak tarımsal peyzajın oluşumuna fakültenizin katkılarını içten arzu ediyorum. Kanıma göre üniversitelerin çevreye bu tür katkıları görevleri çizgisindedir. Acaba yakın bir tarihte, Ziraat Fakültesi üniteleriyle, Mut'a bir kısa gezi yaparak, oluşuma fikirlerinizle de olsa bir katkı olanağı sağlayabilirseniz, beldeyi minnettar kılarsınız. Organizasyon için emirlerinizi bekliyorum. E. Aydın SAYIN BAŞKAN SELAHATTİN BEY Bugün gazetede sizinle ilgili bir haber okudum ve bin coşku bin umutla daktiloya sarıldım. Gerekçem de gayet açık, siz köklü ve soylu bir aileden geliyorsunuz, atalarınızın iyiliği efsanelere karıştı artık. Bizim kuşak ve ben de onların bin bir iyiliğinden nasibimizi aldık. Siz hangi metotlarla bu makama gelmiş olursanız olunuz, sağ duyu ve us görü sizi göreve çağırdı. Buna inanıyorum. Gerek size uzun uzun anlattığım sempati gerekse, halk partisine değişmeyen yakınlığım, başarılarınıza çağdaşlık çizgisinde bir şeyler katabilmek umudu depreşti. Ben pilot olmağı sevmem, iyi, diyalog ve moral verici bir yolcu olmağı yeğlerim. Öğretmen olmam nedeniyle bu böyledir. Mut kalesini restore etmek istemişsiniz. İşte coşku burada, asırların ötesinde bir mesaj var bir sava, müjde....! Kalenin içinde çağdaş hatta çağüstü bir anfitiatr İçimde, kapsamlı şölenlerin yapıldığı, her türlü kültür etkinliklerine açık, kendi yağıyla ayakta durabilecek, Mut'lumu mutlu edecek bir anfitiatr.... Şimdi yine düşünüyorum, size aşağıdan yukarıya gelecek önerileri, karşısındaki, davranışınızın ne olacağını ? Eğer duvar yani sur yaptırımına angaje olmamışsanız, işi yerli ve yabancı düşünürlerin düşüncesine ve yardımına açalım. Çarıklıların da fikrine saygı duyarak, böylesine görkemli ve antik kentin dinlence yerini yapmağa soyunalım. Diyeceksiniz ki, bu işe devletin parası yetmez !.Benim kanımca mesaj güzel ise, milyonlar karşımızda dans edecektir. Dünya eskisi gibi küçük değil. İyi ayakkabı insana yol yürümeyi öğretir. İşiniz kolay değil, ama sizde büyüksünüz. Başarılar diler öperim. E. Aydın, 3Temmuz1992 SEVGİLİ BAŞKAN SELAHATTİN ASLAN Seçilmişleri sorunlarını bildiğim için, doğduğum beldeyi sevdiğim için, bu hizmet aşığı dostu kalıcı ve evrensel çizgiye çekmek için karınca kararınca çaba vermek istiyorum. Seçilenler bir gün bir ayak oyunu ile giderilebilirler. Ama bıraktıkları hizmetler kalıcı ise ünleri daima yaşar. İleri dönük hizmetlerin hepsi parayla olmaz. Para ile herkes birşeyler yapabilir. Ticarete yeni atılan yaşlılar, ah param olsa derler, para herşey değildir bu ülkede ticaret yapmak için. Yeterki işe başlamadan iyi bir etüt inceleme yapılsın, sıfır sermaye ile yapılacak o kadar büyük işler vardır ki, yeterki özveriyle eğilinsin. Son sizin kabul ettiğiniz ziraat büyükleriyle uzun uzun bunu konuştuk. Size tümce başlarından alıntılar sunacağım: Mut'u yeşillendirmek için hiç çaba verilmemiş, hep ikincil kılınmış. Mevsiminde Milli Eğitim çapında bir prosüdör hazırlansa, belli alanlar gösterilse, her yıl her öğrenciye bir fidan dikme fırsatı ve fidanı verilse, dikim alanları topluluğun denetimine sunulsa, oraya pikniğe gider gibi ellerinde birer pet şişesi ile gitseler, su verseler, bakımını yapsalar, benim ağacım, benim fidanlığım demelerine fırsat verilse yeşile ulaşılmış olmaz mı? Fidanların başlangıçta çok soylu olması gerekmez, akasya gibi arsız, susuzluğa dayanıklı fidan değil tohum serpilse yeşil Mut'u yakalamak o kadar zor değil. Üniversitelerin bu ilgisi üzerinize iken, onları Mut'a çekmenin, onlardan bir sağmal inek örneği faydalanmanın zor olmadığını düşünüyorum. Sizi canı gibi seven ve yanınızda olmayı steyen Ethem Aydın, eğer isteseniz kalıcı bir çok işi başlatabilir. Ama üzülerek söylemeliyim aramızda diyalog kopukluğu var. İstemez gibi, hatır için gibi bir havaya giriyorsunuz. O da beni yoruyor. Size Tıp Fakültesini getirebilirim, köylere kadar sağlık taraması yaptırabilirsin. Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar, bilhassa Heykel Bölümünün son sınıf öğrencilerini ve öğretmenlerini boğazı tokluğuna getirebilir, pınar başındaki taş duvarları dantela gibi işletebilirim. Siz birgün seçilmeyebilirsiniz, ama Mut'a vurduğunuz damga dillerde kalır. Mut insanı güzel şeylere layıktır. Bir gün bir yörük göçüne rasgeldim Silifke'den çıkışta, onlarla uzun uzun yürüdüm, konuştum. Laf arasında -Durmuş ağa bu göçler yorucu olmuyor mu? Nerde kaldıki bütün ihtiyaçlarınızı taşıyamazsınız dedim. Cevabını hiç unutmam ve her fırsatta anlatmaktan zevk duyarım. Efendi bizim yiyeceğimizi, giyeceğimizi şu beş eşek taşır, ama zevkimizi şu yedi deve taşıyamıyor. Tekrar yineliyorum, size hizmet benim için zevktir ve zevk olacaktır. Öper, işlerinizde başarılar dilerim. E. Aydın, 20Nisan1993 SAYIN ASLAN Mut'taki çeşitli ve çok yönlü etkinlikler öteden beri hep ilginçtir, nedendir bilemiyorum. O seranomileri izlemek isteyenlerin sayısı hep yüksektir. Silifke şenlikleri sıradandır da Mut'unki orijinal ve otantik bulunur. Bu aşa ne karıştırdığınızı bir türlü ben de çözemedim. Bundan sebep bu yıl hariç, ben hep bir istekli çevresiyle şenliklere katıldım. Çok da hoşnut oldum. Geçen yıllardan beri birçok gönül adamı benden Mut festivallerine götürülmelerini istedi. Bu yıl ise, istekler büyük üst düzey dostlarla elliye ulaştı. İlk iş olarak yerleşim için otele telefon açtım. Ağzına kadar dolu olduğu söylendi. Yakın hısım akrabam da olmadığı için üçgün, dolu dolu üç gün için yatacak yer bir büyük sorun oldu. Ben de Antalya'ya bir tura katılacağımı bildirerek işin içinden sıyrılmağa çalıştım. Yine de Mut'a geldim, ama içimde kendi adıma bir eziklik duyarak, çağrılı dostlara rastlamamağa çalışarak... Şu siyasiler bitirim insanlar, ilerleyen topluma birşeyler verebilmek için bazen de çoğunlukla herşeylerini ortaya korlar. Bir iyilik et denize at, bir bilen olur örneği misafir barındırma kapasitesi küçük bir Mut'a bu kadar devlet ricali geliyor, geziyor, yiyor içiyor, eğleniyor ve mutlu olarak ayrılıyor! Binlerce şükran, binlerce teşekkür, hayranlık sana... Bu olanlar benim ölçütlerime göre insanüstü şeyler. Yapılan işlerin bir de Mut'luya katkısı varki saymakla bitmez. Gözümü yaşlarla dolduruyorsun. Öper başarılarının devamını dilerim. E. Aydın, 14Haziran1993 SEVGİLİ SELAHATTİN ASLAN Akşam Adana'ya geldim, ilk işim size yazdığım mektubu aramak ve okumak oldu. İnanır mısın, bazı tümcelerin ne demeye geldiğini ben de anlayamadım, taslak yazıları aradım, çoktan çöp sepetine gitmiş. Uzun uzun düşündüm, bazı düzenli işler gibi gözüken, motor güçler, acaba iletişimi nasıl sağlıyor, yapıdaki bütünlüğü nasıl koruyorlar?! Haftada en azından yirmi yazı kaleme alırım; İnceleme, eleştiri, betimleme, mektup, şiir, bilimsel içerikli, kısacası bütün gün elimde kalem var. Yazacaklarımın vazgeçilmez ana temalarını belirler, çoğunluğu üniversiteli genç gönüllerin önüne korum, daktilo ederler. Bir bir okumaya hiç zamanım olmaz imzalar postaya hazırlarım.Bu tutumdan idarecilikte de başım sık sık ağrırdı ama yukarda onu bir okuyan, zaman zaman geriye gönderen olurdu. Bürokrasi de bu değil midir? Ama ben beceremiyorum. Onbeş gün önce size yolladığım mektubun, benim bile anlayamadığım yerleri var, (ne manaya geliyorsa, sizden çok çok özür diliyorum). Başınızı karıştırdım. Müderris hoca Mut'ta yaşadı, aydın bir din adamıydı, bilime saygılı ve tutkuluydu. Kadın kimliğine evrensel bakardı, kendi kızlarını taaaa o günlerde dükkanda çalıştırırdı, okumak isteyen köylülere daracık ve kalabalık olan evini yatılı barınmalı açardı. (Oyladınlı doktor Mehmet bunlardan biridir). İlk türkçe ezanı 1928'de ilk okuyan hocadır. Tabii Mut'ta. İstiyorum ki olayların, raslantıların darmadağın ettiği yuvadan arda kalan bir avuç mekanı, anılarıyla bağdaşık, örtüşen bir çizgide Mut'luya Mut'lunun mutluluğu için, bir çekirdek kuruluş haline getireyim. Yapılacak iş anonim olsun istiyorum, isimler silinir, edimler yaşar. Vakıf kafamda bir idedir, düzenli ve özveriyle başlatılabilirse çığ gibi büyüyebilir. Nasıl uygulanacağına gelince, benim kafam ve gücüm yetersiz kalıyor. Evet ben hayal bahçelerinde dolaşırım ama fikir utopik değil sanıyorum. Mut'u insanıyla, kültürüyle çok sevdiğini biliyorum, Büyük Millet Meclisine çekilip gitmeye öykünmediğinden de bu belli. Lütfen iki satır yazarsan sevinirim. Öperim. E. Aydın, 2Aralık1995 SELAHATTİN BEY DOSTUM Adana'dan ablamı Ermeneğe götürmek için yola çıkmıştım. Ermenek minübüslerinin hareketine biraz zaman vardı, sizin ortaya koyduğunuz bir soylu işi daha kısmen izlemek olanağı buldum. Seranominin kotarılışı, iyi bir sosyal demokratın, aynı zamanda ne olup ne olacağını da vurguluyordu. Sizi sade bir Mut'lu olarak kutlar,kucaklarım. Demek ki varlık, aynı zamanda soydan gelen özellikleri artı idenin oluşumuyla ne övülesi çizgiler yakalıyor! Sizi gören herkes, geçmişten tortulaşmış inançları olsa da Mut'a katkıda bulunmak istiyor. Ata nal çakıldığını görmüş kurbağa ayağını uzatmış örneği bende, hanın bitişiğindeki 200 metre civarındaki baba arsasını Mut'luya kalıcı, yararlı bir hale getirmek istiyorum. İlk aklıma gelen sizin de yardımınız ve katkınızla (yani önce belediye sonra kişi olarak) bir vakıf geliştirmeyi kafama koydum, arsa küçük ama bir işe yarar sanıyorum. Karınca kararınca, altta iş yerleri bir kitaplık, üste onbeş öğrenciyi barındıracak yurt acaba kendi yağıyla kavrulabilir mi? Lütfen sağlam bir kafayla düşün, eğer lütfedersen vakfın içinde sen de olmak üzere, bir başvuru geliştirmeme sıcak bakar mısın? Eğer olumlu yanıt verirsen tapuyu hemen üstüme alıyorum ve düşünceye açıyorum. Yanıtınızı bekleyeceğim, ama lütfen gri renk kullanmayınız. Siyah, beyaz veya alternatif fikirler. Öperim, işlerinizde başarılar dilerim. E. Aydın, 6Kasım1995 SELAHATTİN BEY DOSTUM Meğer sevgi ne güçlü bir yapıştırıcı, ne güçlü bir itici güç kaynağıymış. İnsanlarımız çoğunlukla sevgiden yoksun yaşadıkları için kişiliklerini ortaya koyamadan ölüyorlar. Şu, başkanlığa geldiğinizden bu tarafa sizi yakından tanıma fırsatı buldum. Eğitimden çok, muhterem atalarınızdan getirdiğiniz yüksek hisler Mut 'un ve Mut'lunun gönlünü fethetmiş, bu zükreden olmak üzere bizlere de ulaşmıştır. Köhnelmiş, kül tutmaya yüz tutmuş yoksunlaşmış ruhlara dinamizm kazandırıyorsunuz, memleket yurt sevgisini ne güzel de insanlara empoze ediyorsunuz!?? Bir Nail beyi şu seranomiyle onore etmenin ne ulaşılmaz bir kadirbilirlilik olduğunu bilmem duyumsayabiliyor musunuz?? Bugüne değin bana yaptığınız iltifatlar, hele hele adıma bir sokak ismi verme fikriniz, kendi kendime biçtiğim değer yargılarını alt üst etti, zihni dengemi bozdu, uçar gibi vede yollarda bunu düşünerek, zaman zaman da yüksek sesle konuşarak Adana'ya geldim, bu geceyi de Mut'ta geçirmeyi düşünüyordum ama, kendimi havasız kalmış gibi hissettim. Sevgi havuzunda ve selinde boğulur gibi oldum, umarı kaçmakta buldum. Ben Mut'ta o kadar övülmeye layık olmuş kişiler tanıyorum ki, sıranın bana gelmesi olanaksız diye düşünürüm. Sizden dileğim listenizi bir defa daha gözden geçiriniz. Hakiki kristalleşmiş değerlere ödün vermeden haklarını verelim. Ben bir Atatürk çocuğuyum, görevimiz onun izinde olanları kullanmak, yapabildiğimiz çapta yardımcı olmaktır. Bundan büyük zevk mi, şeref mi olur?!.. Bence nefer olmak bu ideo'nun en iyi anlamı olacaktır. Saygılar sevgiler sunar öperim.Benim gönüller fatihi dostum E. Aydın, 10Mart1995 SELAHATTİN BEY DOST Zaman ilerledikçe galiba yaşamışlığın bilincine daha çok varılıyor. İnanın uygarlığa o kadar çok borcu varki, hangisi öncül, seçke olduğuna karar vermek zor oluyor. Bu yüzden karar verilen işler daha çok güne ait, belkide ikincil oluyor. Teknoloji daima bilgiden çok önce gelir, sonra, bilgi, bu olgunun nedenlerini araştırırken kalıcı ve kullanımlı çizgiyi yakalar, insanlığa sunar. Bundan neden hep Amerika'yı tekrar tekrar keşfetmekten kurtuluruz. Düşüncenin ürünü de böyledir. Yaşayanlar geçmişin belleğini kullanarak ateşi, ışığı, makineyi buldurlar. Düşünce çabuk ürün vermez. Onun için bunlar toplumda pek etkili, aktif değildirler. Sanatçılar, şairler, bilgeler bir toplumda asalak gibidirler. Ellerinden iş gelmez, siyasi olamazlar, tüccar olamazlar. Yunus, Karacaoğlan örneği..! Yasak koyucular, siyasiler, uzgörü veya öngörü sahibidirler, veya öyle olmak durumundadırlar. Onlar toplumun dününü, yarınını, yarınlarını da hesaplamakla sorumludurlar. Bir proje ortaya konursa, gelecekte onu da sıraya koyan bulunacaktır. İyi, yumuşak tabiatlı, ileri görüşlü, seçkin bir yapınız var. Sayınız çok değildir. Onun için sizin havacılığı başlatmanızı candan istedim. Yarın geç olabilir. Bir Selahattin Aslan bulunmayabilir. Başlanırsa sürdürenler olur. Mut da, Mut'lu da buna layıktır. E. Aydın SELAHATTİN BEY DOSTUM Sevgililer Günü: Kendi kendime sordum, ana yok, baba yok, şu yok, bu yok. Tez elden kendime bir sevgili aradım, sanal da olsa buldum. Mut'u seviyorum! Hemen sevgiliye bir bürüncek aradım. O da, senin misyon ve vitrininde gözüktü. Mut, yeşile hasret, Selahattin Aslan da, yüksek hizmetlere hasret. Buldum buldum, haydi Mut'u yeşertelim.! Başkan, Mut için çok büyük işler yaptın, yapacaksın da. Sıra Mut'u renklendirmeye geldi diyelim. Tam zamanıdır. Bir kampanya başlatalım. (*) Kaymakamı da yanınıza alırsanız; dört dörtlük, ölümsüz bir şölenin öncüsü olunur. Mut dışındaki Mut'lular, okullar, sivil toplum kuruluşları, meslek kuruluşlar, bankalar, gönüllüler, partililer. Belediyenin, biriki gecede belirleyeceği kamu arsası ve sahipsiz alanlar, kaba taslak isimlendirilir. Sonra da duyuruya geçilir. Şölen valiliğe, fakültelere bir yazıyla sunulur. Artık istim sonradan gelsin.! Doğrusu ya, bu şeref sizin soyunuza yakışır, ölümsüz bir şeref.! Atatürk ölmedi, Selahattin Aslan'lar yaşıyor, yaşayacak, yaşamalıdır. Organizasyon için yalnız kalacak olursan, beni de çağır. Sizi yüceltmek, insanlığı yüceltmektir. Haydi,insana doğru yelken açalım.Bugra sefer Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar, güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar. Lay lay..... Öperim, sizi ve Mut'u seviyorum. Başarılar. Yeşilin maviyi aşkı yeretmiş içimde. Ama, şiirsellikten öte birşeyler yapmak gerek.!. Ethem Aydın, 22Şubat2000 SAYIN FEVZİ AYTEKİN ÇEVRE BAKANI Cumhuriyet gazetesi, 27ŞubatPazar günü kısacık, özlü, evrensel, siyasetten arınmış bir yazınızı okudum. Bence bu yazı son dönemlerde gelip geçen parlementerler arasında; yeşil yoksunluğuna, anlaşılır bir dille seslenen ilk çığlık oldu.! Ben Mersin'in Mut kazası doğumluyum. Toprağı bitek, suyu var, yeşili eksik. Belediyeler ne kadar iyi niyetli olsalar da ülke çaplı bir ağaçlandırma çalışmasına gereksinim var. Siz reçeteyi ortaya koydunuz, büyük düşünceler, anlayanları da bulacaktır Sizin değerli yazınızı Mut'lu olarak, belediye başkanımıza bir faksla duyurdum. Sanırım çok sevindiler. Bir emekli öğretmen olarak, size en içten sevgiler, saygılar sunarım. Haziran'da kaysı bayramı şenliklerinde, doğa aşığı, Sayın Fevzi Aytekin'i de aramızdan görmekten Mut'ta mutlu olacağız. Saygılar, sevgiler. E. Aydın SAYIN BAŞKAN SELAHATTİN ASLAN MUT'UN AĞAÇLANDIRILMASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER: "Bugün yirmi üç Nisan. Çocukların, çocuksuların, çocuklaşanların hoş görüleceği gündür". Bu nedenle olsun, beni bağışlayacağınızın umusuyla yazıyorum. Yüksekliklerde fırtına güçlü eser. Bunun da bilincindeyim, başkanlar olaylara makra bakmak durumundadırlar. Bense sorumsuz, hayal kuran, sonra da kurduğu hayale kapılan bir sanatçıyım. Tıpkı olması gerektiği gibi.! Bir ağaç diken faydasız yaşamamıştır özdeyişinden yola çıkarak; Orman Bakanlığına bir dilekçe yazdım. Bin ağaçlık bir pafta göndermişler. Bedelini ödedim.Sizden dileğim: Paftada işaretlenen yerin, şehir peyzajında, yani sizin öncelikli bulacağınız bir alana kaydırılması için ilginizin verimli ışığının devreye girmesidir. Lütfen beni bağışlayan, hoşgörü mesajınızı bekleyeceğim. Öperim. Ethem Aydın, 23Nisan2000 BELEDİYE BAŞKANI SAYIN SELAHATTİN ASLAN 1935 yılında, ortaokula gidiyorum diye Mut'tan ayrıldım. Türkiye'yi öğretmenlik gereği arşınlarken, kimliğimi yitirdim gibi geliyor bana...! Gerçi, bir etkinlikte bana bir hemşehrilik belgesini büyük bir kadirbilirlilikle verdiniz ama, gene de kendimi eksikli buluyorum. Doğup büyüdüğüm, onun dostluk şemsiyesi altında bugünlere ulaştığım Mut'a, borcumun ağırlığını duyumsuyorum. Dileğim; Sizce uygun görülecek bir alana, 2000 ağaç diktirmek istiyorum. Ederini, hemen belirleyeceğiniz adrese göndermeye hazırım. Yeterki sizin, koruyucu, yol gösterici onayınızı alayım. Bu bir gönül işidir, bürokatlarımız şimdileri duyguları pek değerlendirmiyorlar. İşinizin ne denli yoğun olduğunu biliyorum. Cesaretim ve güvencem, sizdeki sevegen, iyi yürektir. Alo makinesiyle de olsa, yanıtınızı beklerim. Selamlar, sevgiler, saygılar. E. Aydın, 16Ocak2001 SAYIN SELAHATTİN ASLAN Varlıklar, galiba aldıkları isimlerle özdeştirler, belki de biz özdeşliği sıfat olarak seçmeyi seviyoruz. Soyadları böyledir, onu bir çok nedenle biz seçeriz, bazen bir eksiğimizi, özlemimizi anlatmak isteriz. "Aslan" geçmişten günümüze; güçlü, gölgeli, kişilikli, güvenilir, birlik ve beraberliğin vazgeçilmez simgesi.. vs..vs.. Düşünceye giriş: Türkiye genelinde, ayrıcalıklı, Cumhuriyet ilkelerine yürekten bağlı Mut'lunun çağdaş, siyasi seçeneğini, etiğini, bütün zorluklarına karşın korumuş, kollamış, yansıtmış olunması, sanırım gelecekte yapabileceğinizin güvencesi olduğu kadar, bir fani için büyük bir onur olduğunu düşünüyorum. Yazıya girişimin, kişisel bir amacı olmadığını, ancak toplum kirlenmesinden sorumlu olduğu beldesini korumuş, az bulunur bir gönül adamın karşısına gerçeğin aynasını koyarak görüntüyü netlemek istedim. Derler ki, göz kendini görmez. Hele hele sadece yıkıcı eleştirinin egemen olduğu zamanımızda, yüreklendirici bir kaç söz söylemek için yazmaya başladım. Böylece bitirmek istedim. Sizi seviyoruz. Takmaadlar daha enterasandır halk tarafından yakıştırılmıştır ama, kişiyi tüm özellikleriyle tanımlar Çapraz Mehmet, pepe Ali efendi, ardıç kuşu Fadime,poyraz Osman,lavgar Hasan,cofili Mehmet Mut'a gelişimde konuşmaya imkanımız kısıtlı olduğundan, belki de yazmayı seçtiğimi kabul ediniz. Yazarken, çizerken, konuşurken sizin güncel başarılarınızı ölümsüzleştirmek hep idealim olmuştur. Beni de böyle anlarsanız sevinirim. Sevgiler, saygılar. Öperim. E. Aydın, 12Haziran2001 İÇEL VALİSİ SAYIN ŞENOL ERGİN İçel'in Mut ilçesinde, 1920 yılında doğdum. Doğduğumyerin,taşına toprağına,insanına sonsuz sevgim saygım, gönül borcum olduğunu düşünüyorum. 13Şubat sevgililer gününden buyana çocuksu duygularların cenderesinde kıvranıyorum. Emekli, bir resim öğretmeni; sevgilisine ne armağan verebilir diye uzun uzun düşündüm.! Armağan verme işi, benim babadan kalma huyumdur. Daha önceki yıllarda; emekli mühendis öğrencimle Mut'a Pınarbaşı'ndaki röliyefi , sayın belediye başkanının korumasında kırk günde, gerçekleştirdik. Çam sakızı çoban armağanı... Mut'un peyzalarını yaptım, belediyeye sundum. Ama, Mut aşkım, edimlerimi eksikli buldu.! O'na, yeşil bir bürüncek sunmağı düşledim. Ata nal çakıldığını görmüş, kurbağa ayağını uzatmış ironik özdeyişi örneği; yeşil bir mut sloganıyla yola çıktım. Sayın Mut belediye başkanının özverisine sığınarak, düşümü, kendilerine açık yüreklikle yazdım. Düşüncemi sevdiler, saygı duydular. Okullar, özel ve tüzel kişiler, sivil toplum kuruluşlarının katılımlarıyla, bir kampanya başlatmağı söz verdiler. Aynı evrensel ve otantik duyguları sizinle de paylaşmak umusuyla yazıyorum. Cesaretimi bağışlayanız. Mut kaymakamı sayın Muammer Sönmez, Mut belediye başkanı sayın Selahattin Aslan, idealist, çalışkan, gönül adamlarıdırlar. Yeşillerin, mavilere uyandığı şu mevsimde, doğaya katkıda bulunmak için çaba verecek yetke sahiplerini, yüreklendirmek için zaman zaman telefon etmek, lutfunda bulunursanız; Mut'u, Mut 'luları, beni gönül zenginliğiyle yüceltmiş olursunuz. En derin saygılarımla. Ethem Aydın, 4Mart2000 SAYIN KEMAL DEMİRBAŞ MUT ORMAN İŞLETME MÜDÜRÜ Yarın, yeşillerin mevilerle buluşma şöleni var bütün yurtta.. Kutlu Olsun. 1920Mut doğumluyum. Resim öğretmeni emeklisiyim Mut'a gelip giderken, Kurtsuyu köprüsünden sonra bir bozkır görüntüsü, beni hep üzerdi. Bu yıl, sayın belediye başkanı Selahattin Aslan'a, önce yazıyla, sonra sözlü olarak burayı ağaçlandırma özlemimi anlattım. Düşüncem ilgi gördü. Sayın kaymakama da ayrıca duygusal bir mektup yazdım. Bilinen öyküdür, adam damdan düşmüş, derin ağrılar, sızılar içinde kıvranıyor inliyor; çevresindekiler, gelen gidenler önermelerde bulunuyor. Doktorun biri geliyor, yaralar hep depreşiyor duruyor ama sızılar bitmiyor, artıyor. Adam derin bir soluk alıp inliyor of of bana bir damdan düşeni bulun diyor. Düşündüm ki, ağaçlandırma işlerini sizler bilirsiniz, öncü olursanız, yüreklendirirseniz, özlemliler kısa bir süre sonra özlemlerine kavuşur. Dahası; sevgili Mut'ta yeşil bir bürünceğe kavuşur diye düşünüyorum.. Pelintepe girişindeki öksüz tepenin yeşertilmesine katkıda bulunmayı düşlünüyorum. Ödentim ne olabilir, nasıl olabilir? Bana ulaşmayı düşünürseniz Çetin muhasebe bürosu yardımcı olur, akrabamdır. Beni okuduğunuz için teşekkürler, saygılar, sevgiler. E. Aydın, 20Mart2000 SAYIN MUT KAYMAKAMI MUAMMER BEY Okuttuğum, liseyi bitirttiğim Çaltılı köyündeki kızımıza iş bulun demeyeceğim. Sergilerimden resim satın almaz mısınız da demeyeceğim. Uyumsuz, illegal bir iş de teklif etmeyeceğim. Devletime yardım etmek, doğduğum kentin yeşillendirilmesine nakitpara yardımı yapmak istiyorum Siz Mut'ta devleti temsil eden mülki amirsiniz, bana yardımcı olamaz mısınız? Orman bakanlığı dahil, Adana, Mersin başmüdürlüklerine yazı üstüne yazı yolluyorum. Ya yanıt yok, yahutta telefonla gelin görüşelim deniyor. Bu görev kutsal, saygı duyulası bir konu değil midir? Niçin büroksasiye takılıyor? Birey duyarlığı rencide ediliyor. Eğer ben, Türk Hava Kurumuna, yahutta Kızılay'a bu başvuruyu yapsaydım, eminim bir haftaya kalmaz saygıyla adresimde olurlardı. Benim anladığım kamu görev bilinci budur. Beklediğim yanıt: "Şu miktar parayı, felan bankaya yatırınız, varsa ağaç dikilmesini istediğiniz yeri lütfen bize yazın, teşekkürler." Geçen yıl bir dost yardımıyla, Mut'a 2000 ağaç diktirmiştim, bu yıl da olabilirse, Silifke'den Mut'a girişte, yeşil öksüzü deveci tepesini giydereyim demiştim. Çocuksu duyarlığımı hoş görüp, belki de duygulanır yardımı düşünürsünüz umusuyla, sizin değerli zamanınızı aldım. Saygılar, sevgiler E. Aydın, 27Aralık2000 SAYIN MUAMMER SÖNMEZ MUT KAYMAKAMI Kıymetli çağrınızı aldım. Genç kuşaktan bir gözlemciyi sizler gibi gönül adamlarıyla tanıştırmayı görev bildim. Şahsınıza bütün hemşerilerimizin kaysı bayramını gönülden kutlar, sevgiler ve saygılar sunarım. Yine mevsimler döndü Mut'ta, kaysı bayramı bugün Güneş yağıyor pul pul benek benek Çınarlar altında şölenler sürecek üç gün Zurnada otantik ezgi, Kızlar mengide bel kırıyor Davulun tokmağı, Mut'lunun nabzında coşku, Karacaoğlan parkında. Otogardan konuklar akar, yurdun dört bucağından onur verirler Mut'a, Mut'luya. Üç pınar bir pınarın koyu yeşil gölgesinden, ünlü saz ustaları ışıklı kıvrak türkülerle geçer, ebem kuşağı. Yeli var Karacaoğlan dilinde; gönlü, yediden yetmişe sonsuz sevilerle yoğunlaşır Mut'lunun... Mutlu Ethem Aydın, 1Haziran2001 MUT'TA PINAR BAŞINDA YAPILMASI KARALAŞTIRILAN KIRK METRE KARE ALAN ÜZERİNDEKİ RELİYEF PANO ÜZERİNE BİLGİ. Kadim tarihi şeridi içinde çok ayrıcalıklı bir yeri olan Mut, tarihin derinliklerinden günümüze otantik bir soluk taşır. Kalesi, Balabolu kral mezarları, Alahan, Dağ pazarı, kiliseleri, çömelek köprüsü ve sayısız antik kalıntılarıyla bir açıkhava müzesi görünümündedir. Mut belediyesi bu zenginliklere bir atıf olarak küçük sayılmayacak bir anıt projesini başlatmış, hemşerimiz emekli Resim Öğretmeni Ethem Aydın ve Jeomorfolog heykeltraş Rafet Van'ı görevlendirmiştir. Proje beş bölümden oluşacaktır. Yörükler, seyirlik oyunlardan esintiler, yöre folkloru yine Topografik çizgi içine, yine röleyef olarak, taşın yalın yapısını bozmadan işlenecektir. Kaysı bayramı nedeniyle projenin antik bölümü merasimle açılmıştır. Çağdaş anlamda bir tamtacı ailesi heykeli, yöresel taşlarla yapılacak Pınarbaşı'ndaki mutasaver yerine konulacaktır. İçeriği böylesine dolu bir yapıtın oluşmasına fırsat veren Mut belediyesini ne kadar kutlasak azdır. BU İŞ NASIL OLMALI Alan çok geniş. Acele çalışmağa başladığımız için dizayn yapamadık. Yaptıklarımız alana dağılamıyor. Motif bulmakta zorluk çekiyoruz. Ayrıca motif ve konu bulunsa ile, taşı yontmak yardımcı güç istiyor. Sanatçı dostumuz paylaşmağı istemiyor. Çıkmaza düşüyoruz. Aslında hem de çıkar çatışması gündeme geldi. Ben böyle bir işe organizasyon olmadan soyunmamalıyım. Soyunmamalıydım. Çok çok güzel güzel işler ortaya koymağa açık olan Rafet'i küçük çıkarlardan uzaklaştıramıyorum. Aslında Rafet için yola çıkmıştım. O'nu isme ulaştırmak için yüreklendirmiştim. Şimdi ise Rafet hemen imza peşine düştü. Benben demeğe başladı. Tevazu'u unuttu. Beni az da olsa dışladı. Ortada basit bir çevre dizaynından başka bir şey yok iken, birçok şey yapılmış havasına girdi. Açılışı bile O teklif etti. Halbuki bu açılış eserin bitiminde kendine yakışır bir üslup içinde yapılmalıydı. Önümüzde çok yol var. Bu şekilde nasıl yürüyeceğiz? İşin akışını ve devamlılığını ve de esas finansman konusunu organize edecek olan ben'im. Finansman böylesine geniş çaplı bir iş için erken ortaya getirilirse bu güzel iş korkarımki durabilir. Zira karşımızdali insanlar sanata taşne değiller. İyi insanlar, müşfikler, ama sanata karşı haklı olarak çok duyarlı değiller. Zira onlar bir yerde siyasidirler. Büyük rakamlara karşı duyarlıdırlar. Ama işin bitiminde yine de kademeli olarak iyi bir parayı ödeyecek yürekliliktedirler. Bizim zoru kolay kılmağa yatkın olmamız hatta gerekirse sembolik değerle bu işi bitirmemiz, Rafet için şarttır. Aslında Rafet için bu, bulunmaz bir fırsattır. Çünki sanatı böylece kısa bir yoldan vesika edilmiş olacak. O'nun başarısıyla ben de övünme fırsatı bulacağım. Rafet'i Rafet olarak muhafaza etmek çok zor. Bu çizgiye kadar işveren çevreye karşı koyduğu tavırları kolay atlattık, ama zor oluyor. Bir yerde Rafet işi durdurmağa kalkabilir. Bu durumda bu işi nasıl bitireceğimi de düşünmek durumundayım. SIRASIZ NOTLAR Mut olayı çok çok iyi gelişti, bu bana Tanrı'nın bir lütfü oldu. Bir garip rastlantıyla başladı. Benim organizasyonum ve öğrencim Rafet Van'ın insan üstü çabalarıyla bitti. Olay elli metre kare bir alanda başlatıldı. Küçücük, yetersiz araçlarla, kırk günde, hatta çalışmalarıyla, Mut halkının beğenisi önünde geçti. Çok görülen, bir tas su içen herkesin, hemen hemen her gün karşısına geleceği, bakacağı, güncel insan davranışlarından soyutlanmış, uzun yıllar yaşama şansına ulaşmış bir eser odu. İçerik bakımından belki baş yapıt değil ama emeğin ve özverinin, doğaçlama yaratı gücünün ürünü. Benim, yerinde önerilerim ve sanat adına yönlendirmelerimle oluştu. 19 Eylül 1992 günü Çukurova Üniversitesi 'nden Sayın Tuncay Özgünen'in çabalarıyla, rektörlük bazında gidildi. Mut'ta dinlenildi, gezildi, yemek yenildi. Bütün bunları, Mut'un çok değerli genç Belediye Başkanı Selahattin Aslan'ın da inanmasıyla yaptık. Otobüs verildi, yemek verildi ve tekrar üniversiteye, aynı gün dönüldü. Röliyefin açılışı yapıldı. Bana ve Rafet Van'a hayatımızın en güzel ödülü olan plaket verildi. Konuklara ben Mutlu'yu anlattım. Bu ulu çınarlar, Mutlu'nun danışmanlarıdır. Sevinen, canı sıkılan, işinde yorulan, çıkmazı ve Mut'u olan her Mut'lu, bu çınarların altına koşar, onlarla her şeylerini paylaşmaktan zevk alır. Mutlu'lar birer filozofturlar, ulu dostları sayesinde. Ben de yetmiş yıl önce, onların gölgesinde mevsim mevsim dolaştım, danışarak doğru bildiğimi yakaladım. Güncel olaylar yapraklarda, dün, gövdelerde, yarın, dallarda oluşur. Kendi görkemli diliyle yazılmış, okuyanı, dili çözeni bekler, her çıkmazın çıkarları vardır orada. Mut'lu, bu dili bilen kişidir. Böylece, bu evrensel doğa üniversitesine hoş geldiniz derim, ulular adına. Sarı yapraklar dünü, yeşiller bugünü ve yarını. Ulu çınarları, derinden akan bol ve soğuk pınarlarıyla, burası bir cennettir, bir çay içimi uğranan. Burada canlı cansız her yaratılışın dili vardır konuşulan. Anektod : Eski yerleşim alanları, zevk, estetik, insan varlığı üzerine kurulmuş. Özgün insanın ayak izleri var her yerde. Dekor o kadar vurucu ki, oyuncuları düşünü sınırlarımı aşıyor. Işık, ısı, ses yankısı, havalandırma ufuk öylesine güzel, kayalar salt sevginin sıcak ellerinde, bin bir cümbüş, bin bir anı olmuş. Yaşam tanrılar düzeyinde. Akmış sanki. Burada onlar tanrılar kadar özgür, onlar kadar sorumlu yaşamışlar. Biz insancıklara bin bir mesaj vermişler. Nedense her zaman buldukça, onlara yine geliyorum. Geleceğim, gerekçem net değil. Ataların izi aranmaya geliniyor, evler konfordan arınmış. Zamanın doruklarında saklanmış bir şifre bunlar. İçimde bir yücelti, huzur, dinginlik, zamanda zamansızlığı yaşamak ne güzel. E. Aydın SEVGİLİ RAFET VAN Yaşam ne güzel şey! Doğa ne denli öğretici, kendi asıl paralarının toplamından daha fazla olan bütünleri oluşturma eğiliminde. Parçalar ayrı ayrı güzel, ilgi çekici ama tüme vardıklarında bir başka görkemde ve görüntüde. Kuşkusuz insan bir amaç için şablone edilmiş, ama bir yönü varki şaşılası. Görüyor, duyuyor, yorumluyor, her dem ayakta, göre göre görmeyi, seve seve sevmeyi, duya duya duymayı öğreniyor, yorumladıkça hinterlandı büyüyor, büyükdükçe bir başka büyüklüğe eriyor. Bakar kör olmak bence kişinin ölümüdür, bugün sizleri daha çok sevebiliyorsam, doğayı hayranlıkla, her dem taze tınılarıyla algılama gücümden geliyor. Herşey ve olay her an taze ve yeni bir görüntüde, görüntüler toplamı ise beni kaynağıma, pınarlarıma yani sizlere götürüyor. Yüreğimizin yettiğinden çok sevme hem zor hem de sonsuz zevkte. Rafet'ciğim yaratılış kaosla başlar denir de, kaosla yani büyük patlamalarla sürer denmiyor. Aslında yaşam sudaki burgaç, gökteki viriller sistemiyle doyumsuzdur. Bir düzelik doğanın kendinde yoktur. İnsanda onu yineleyen bir konumda olduğuna göre durağanlığı sevmez. Bir martı gibi, rüzgarda inerek, çıkarak, süzülerek uçmak ister. Ama hep uçmak ister. İnsanın var olduğundan beri bu kuram geçerli. Mağara duvarları ilerlemeler birer macera olarak başlar, kişiler bu deneylerde ölseler bile insanlık ünlenir. Bayrak yarışının bir etabında pırıltı kazanırlar. Rafet Van bu çizgiye kadar iyi bir gözlemci oldu, körün ağaçtan düşüp gözü açılması gibi, şimdi uygulamacı çizgisine geldi. Yumurtadan yeni çıkmış bir tırtıl gibi kemirgen ve obur. Ben aslında çok zor bir görev içindeyim, böylesine atomik, böylesine nükleer bir gücü ve canavarı kanalize etmeye çalışıyorum. Aslan veya kaplan kafesindeyim, her an bir kol ve bacağımı kaptırabilirim. Bu bağlamda bana birilerinin yardım etmesi gerek, beni çok sevmek yetmez, beni de iyi dinlemek, bazı değişmezlere saygı göstermek gerek. Örneğin hiç bir zamanda sanat kuralsız olmamıştır. Hemen "Altın Oran" isimli kitaptan bir tane edin. Doğada, bilimde, sanatta altın oran (Mehmet Suat Bergil). Her paragrafı anlamana gerek yok, anladığın kadarı da bana yeterli. İlk buluştuğumuzda lütfen bunu yapmış ol. Kafese dönüyorum, bu kesimde bir kaç yara aldım. Henüz olgunlaşmamış, tümlüğe ulaşmamış bölümün açılışını beni aşarak empoze ettin, Rafet Van imzasını erken ve beni dışlayarak kullandın, tevazu, ılımlı olma anlaşmamızı bozarak, başkanın bize hizmetle bizzat görevlendirdiği kişiyi, bana ulaştığı kadarıyla azarladın, o da bire bin katarak yerine ulaştırdı. Türkyılmaz kafilesiyle ilgili sürtüşmemiz de cabası. Bütün bunlar işmizi bozmaz, kötü bir ihtimal bozsa bile sana ben birşeyler ödeyeceğimi önce söz vermiştim, yine de sözümde duruyorum. Ne istesen de istemesende ben onu ödeyeceğim. Ben epeyce yüksek düşünürüm, eserin bitiminden sonra görkemli bir açılışı düşünüyordum, böylece ikinci açılış yersiz olacak. Sizden ricam, ben gezide iken sizi ararlarsa benim dönüşüme kadar bir şey vaat etme. Onlara bayram tebriğinde yazmıştım, bu seranomilerin yorgunluğunu ve bayram yorgunluğunu çıkardığınız zaman bize bir telefonunuzun yeterli olacağını yazmıştım, bundan sebep biz şimdilik beklemede olalım. Sanırım biraz da fiyat karmaşasına düşmüş olabilirler. Çünkü biz henüz yapılmamış bir iş için fiyat veremezdik, vermedik. Ama işin çapını onlarda görünce bunun gerekliliğine inanmış olabilirler. Gündüz sekiz saat, gece beş saat emek aslında çok çok pahalı olması gerektiğinin bilincindedirler. Aslında, biz işin şerefi için soyunmuştuk, o kısım şu haliyle bile çok kalıcı oldu. Duvara kazıdıklarımızın bir anlam getirdiğini diyemem ama, o lahit kapağının oraya yerleştirilmesi bile yalnız başına beğeni getirdi, çevreyi değiştirdi. Sonuç olarak, seninle ne kadar övünsem azdır. Sağol, varol. Ankara'dan bir araştırmacı telefon etti, pantantifi çok beğenmiş, ama üzerindeki 1992 tarihiyle neyi kastetdiğimizi soruyor, yuvarlak birşeyler konuştum ama sana da sormayı yerinde buldum. Seni öper, hanımefendiye saygılar sunarım. E. Aydın, 17Haziran1992 RAFET'CİĞİM MERHABA Zamanımızdan binyediyüz yıl önce, Eroastrat isminde bir kişi Efes'i yakmıştır. Kitaplar öyle yazar. Efes alevler içinde yanarken bu kişi yangının içinde bir kuleye çıkarak aşağıdakilere haykırmış, "tarih beni unutmayacak, Efes'i yakan Eroastrat diye yazacak" demiş. Rafet'ciğim, hayatın ağırlığı da, hafifliği de bu tümcenin anlamında yatar. Eğer bir sıvıdan, bir gazdan daha hafif olan insanı ağırlıklarla donatmazsak insanlık tarihi bir düze doğum, ölümlerle sürer giderdi. İşte bu teviyeliği yenmek insanlıktır. O kişilerdir ki, tarihi daha irtifalı tavana ulaştırmışlardır. Onlar çadırımızın direkleridirler. Sanatçı, belirsizliğin müphemiyetin emzirdiği çocuklardır. Sıradan gerçekliğin üzerinde gezinirler. İşte o ezeli gerçektir. Onbin yıl önce veya onbin yıl sonra, şu bendeki heykeliniz bir kazmanın ucuna gelseydi, veya Mut'taki frontal arkeoloji bir kazıda insan eline değseydi! şimdiki suskunlukla ölçülemeyecek bir sevinç bir mutluluk kaynağı olmaz mıydı??? Bende sıradan, alelade bir insancığım, ama büyük düşünmeye başladığım zaman öylesine iç boyut kazanırım ki, kendime hayran olduğum olur. Herşeyi, herkesi sevmeye çalışırım, yapabildiğimce üretenleri, hayatı sevenleri sever sayarım, kişilik çatışmam olsa bile. Böylece kişileri verimlilik derecesine göre sıralarım. Verimlilik insanlık çizgisinde sınır bulur. Bu bağlamda ben yalnız adamım sevilmemi ikincil tutarım. Methiyeleri eğretilerim, çünkü ben kendimi sıfır noktada ararım, orası kanımca çok çok sağlam bir mekandır. Kaybedeceğim yoktur, kazanırsam mutlu olurum. Bu durum da benim için hiç anlaşılmayan yönümdür. Yine bence bile. Sıradan iyiyik yapmayı sevmem, bana dilenciye sadaka verir gibi gelir. Ama kahramanları gördüğümde, duyduğumda canımı veresim gelir. Benim kanımca dünyamız kahraman sıkıntısı çekiyor, çevremiz yalancı, bir atım barutu olan sözde kahramanlarla dolu, hepside diplomalı. Ömürleri çağın içinde kalacak ve unutulacak. Medeniyet terihine ve sanat tarihine bakarsan bir avuç kahraman görürsün, çoğu da isimsiz ve anonimdirler. Marifet odur ki, onların içinde olmayı amaçlayacak kadar basiret sahibi olunsun. Evrensel dolgu doğru budur, bu çizgidedir. Üst tarafı lafu güzaftır. Ethem hoca paranın hepsini aldı yedi, seni sömürüyor, seni taşçı ustası gibi kullandı, oradan çok aldı, sana az verecek, bunlar beni bağlamaz. O iyi gün dostlarına derim ki, yıllardan beri Rafet yanınızda çevrenizde idi, niçin bu yetisini tanımaya çalışmadınız? niçin yüreklendirmediniz? Bu nükleer güce bir defa olsun kendisini kanıtlamak fırsatını açmadınız? Şimdi bile hala neden yanında önünde değilsiniz? Bana gelince, kesin kez beni bunlardan sebep sevmeni istemiyorum, sevgide karşılık beklemek benim felsefeme uymaz. İnsanlık adına bir hayli yol yürüdük, engebeler çok olsa bile bu çizgide durucu değilim, gücümün ve sağ duyumun yardım ettiği çizgiye kadar yolu açmaya devam edeceğim, bana lütfen inanmaya devam et. Sen önüme set koyma! Örnekler: Sergileme dediğim bibloların sergilenmesi. Mut'taki çalışmamızda bordür olayında direnişin. Yapıtın tümünde birlik ve beraberliğin göz ardı edilmesi. Evrensel kuralların dışlanması. Parçalar bütünlüğü ile tüm arasında doğan basınç farkları. Dahası çevrende oluşan dar ve kısa çıkar dedikodularının seni ilgilendirmesi. Senin tarafından yanıtsız kaldığı gibi, bu utanç verici dedikoduların bana ulaştırılması. Güncel bir iletişimsizlik, dünkü konuşmamız içinde de oldu. (*) Belki bu gerçekçi yazımda, bir takım yalın iletişim eksiklikleri bulacaksın, ama o benim eksiğim değil. Yakınlık çizgimizi ırgalamaz. Seni öper, çalışmalarınızda başarılar dilerim. E. Aydın, 8Eylül1992 ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ SAYIN REKTÖRLÜĞÜNE ADANA Taşelinde, antik kalıntıları, folklorik özellikleri, yalın doğası ile küçük ama canlı bir beldemizdir Mut. Tarih boyu gelip geçenlerin, bir çay içimi de olsa dinlenceyeri olmuştur pınarlarımız,çınarlarımız Bugünün ve yarının gören gözleri olan sizleri, bir sonbahar çayı içmek için Mut'a çağırıyorum. Gelirseniz Mut'luyu daha mutlu eder, bir bayram atmosferi içinde ağırlamak fırsatı ve şerefi verirsiniz bizlere. Ondokuz Eylül Cumartesi günü, eğer uygun bulursanız, elli kişilik otobüsümüz saat dokuzda sizleri almak için Balcalı'da olacaktır. Günün programı: Cumartesi günü saat dokuzda Balcalı'dan hareket Oniki de Mut'a varış, Mut'un mesire yeri Karaekşide öğle yemeği, İstenceye bağlı Ören gezisi(1015km civarı) Pınar başında yapılmış Relief Panosu'nun açılışı, Halkla bütünleşmiş folklor gösterileri, otantik dinletiler, ezgiler, Veda çayı sunu. (Bütün sunular pınar başında, çınarların gölgesinde), Aynı araçlarla Adana'ya hareket. Saygılarımla Mut Belediye Başkanı ,Selahattin Aslan, 10Eylül1992 SAYIN KÜLTÜR BAKANIM KIYMETLİ HEMŞEHRİM FİKRİ SAĞLAR Siz genç ve dinamik kuşağın az bulunur nitelikte, kıymetli bir temsilcisiniz. Bir ülkenin var veya yok olması kendi öz kültürüne yaklaşımından geçer. Ellili yıllardan beri hata üzerine hatalar yapıldı ve çapraşık durum ortaya çıktı. Hiç bir siyasinin ve faninin sorumluluğu, sizinki kadar kutsal ve önemli değildir, kanımca. Bunun bilincinde olduğunuzu düşünerek, endişe ve beklentilerimi size ulaştırmak istedim. Bildiğim kadarıyla ve inancıma göre kültür, siyasi bir çizgide düşünülmemesi gereken, halkların özbenilerinde yerleşik tinsel bir olaydır. Yönlendirilmeside aynı bağlamda olması gerekir. Kültürdeki her oluşum ve gelişim, değişim bireye aileden, oradan da topluma, kendi içinde korunarak ilerler, siyasi düzeye böylece yaklaşır. İşte size düşen bu yansımaları çok ince, hassas antenlerle toplayıp değerlendirmektir. İşiniz o kadar zor, o kadar nuanslarla dolu ki, yanılgınız yılların ötesinden duyulur. Size güncel bir kaç örnek vermeye çalışacağım: Sonbaharla beraber yörelerimizde yoğun bir kültür şenlikleri başladı. Ama halka rağmen halktan uzak. Geçen yıllarda Mersin'de Karacaoğlan üzerine bir sempozyum vardı, Ankara'dan, İstanbul 'dan yolluk alarak çok sayıda öğretim üyesi, sırayla kalkıp ellerindeki notlardan birşeyler okudu, oturdular, ama asıl Karacaoğlan diyarından bir muhtar ve bir kaç kişi orada eğretileme bulundular. Öyleyse sorulabilir, bu toplantı neden üniversitede değildi de Mersin'deydi? Yine geçenlerde onbeş kadar ressam sanatçı seçtiniz, onurlandırdınız, neye göre seçtiniz? Türkiye binbir memeli bir anadır, emzirdiği çocuklar öyle bir bakışta gözükmezler. Karacaoğlan, Veysel ve nice niceleri yaşıyor bu ülkede. Mersin'in Mut kazasında, sayın belediye başkanı Selahattin Aslan'ın kişisel çabalarıyla, akademik kariyeri olmayan Mersin'li Rafet Van, pınarbaşında iki ay geceli gündüzlü çalışarak otantik karakterde doğaçlama bir relief panosu ortaya koydu, bir baş yapıttır iddiasında değilim ama yerine öyle bir oturdu ki, pınar başına her gelen, her su içen doğrulup bakıyor. Bu kişiyi sizin keşfetmeniz için uzun çabalar verdim, ulaşamadım, ulaştımsa da etkisiz kaldım. Mersin'e bir Karacaoğlan heykeli kazandırdınız, var olun sağ olun, ama heykel Karacaoğlan imajını bozuyor, duyumsal yönü eksik. 1950'lerden beri Türkiye genelinde dikmeye çalıştığımız büst ve heykellerden bu heykelin ne farkı var. Çağdaşlık neresinde? Mut olayı bu bağlamda halktan halka ilk kültür olayıdır. Şimdiden anonim olmuş, halkın beğenisini kazanmış, bir bakıma halk jürisinin süzgecinden geçmiş, arkaik ve antik çağların birikimleriyle çağdaş bir yorum olmuştur. Sözümü burada kesiyorum. Hoşgörünüze sığınıyorum. Ben bir sanatçıyım, duygusal olmuş yersiz yargılarda bulunmuşsam beni bağışlayınız. Saygılar, sevgiler sayın hemşehrim. E. Aydın, 16Eylül1992 SEVGİLİ DOĞAN Bir dergide, bizim Mut relief panosu hakkında uzunca ve detaylı bir yazınızı okudum. İlginiz saygıya layık ,var olun sağ olunuz. Ancak bana ters gelen şey, sanki hep beraber birazda iç içe olmamıza karşın olayı yanlış yorumlamışsınız. Ondokuz Eylül dahil, yirmibeşine kadar matbuatta epeyce geniş yankısı oldu, diğer gazeteler arşivimde olduğu için size bir bölge gazetesinden doğru yorumu sunuyorum, bunu bir teksip olarak değerlendirebilirsen bir diğer yazınızla konuya tekrar yaklaşabilirsen yapıtın geleceğine katkıda bulunmuş olursun. Zira bu yapıt devlet arşivine girme yolunda, dibahçesinde ise ve yine ikinci kanal televizyonunun verdiğine göre, relief Türkiye'nin Anıtkabirdeki relieften sonra ikinci büyüklükte reliefidir. Halktan başlayıp halka ulaşması da cabası. Yine bilmen gerektiği üzere, Çukurova Üniversitesi Rektörlüğü, artı güzel sanatlar bölüm üyeleri de jüri bağlamında orada idiler. Sizi de yanımızda görmek istedik ama galiba rahatsızlığınız engeldi. Bu yapıt başından sonuna kadar bir ekipman çalışmasıdır, sizin sehven yaklaşımınızda olduğu gibi bakılacak olursa gönüllerde bu muhterem çalışmaya gölge düşürmüş oluruz. Tahmin ettiğime göre üç yıl seninle beraber çalıştık, yine kırk yıl senin bir kaç eserini dosyamda saklayarak, şerefli bir günde size sunarak, ben kendimi ve sevgimi kanıtlamış oluyorum. Bundan sonra sıra sizde. Ekteki gazete yazısı sanırım Yeni Adana'dır. Sergi davetiyenizi aldım. Açılışta Anakara'da bulunmaya çalışacağım. Zira, ben Doğan'ın eline ilk fırça verenim. Öperim, acil şifalar, başarılı çalışmalar dilerim. E. Aydın, 29Ekim1992 SEVGİLİ RAFET VAN Bu sabah, günlük programı düşlerken, aklıma senin yaralarına bir melhem olur umusuyla; bir tür sanat etkinliği yapılamaz mı düşüncesini sana yazdım. Mektup geri geldi. Süreyya hanıma telefon ettim, sana ulaşmak için. Yanıt alamadım. Sonra Doğan Akça'ya durumu açtım. Senin ticaret odasıyla bir bağlantı içinde olduğunu söyledi. Sivil toplum örgütlerinden birinin çağdaş yaşamı destekleme derneği.Ali Merze. veya bi benzerlerinin şemsiyesi altında bütün yapıtlarını kapsayan: açık artırmalı bİr sergi açılabilse, kuruma da bir pay tanınsa, sanırım, beşaltı mİlyarlık bir çizgi yakalanabilir diye düşündüm. Seni seviyorum. Öpüyorum. Not: Çağdaş yaşam gibi, Ali Merze gibi bir sivil kuruluşun çağrısıyla artırmalı, organize, satışa açık bİr Rafet Van sergisi. "Mersin'li hemşerimiz Rafet Van, önemli iç nedenleriyle yapıtlarını, açık artırmayla satışa sunmuştur" denilecek. Organizasyona bir katkı payı da düşünülerek, önerilirse çekilen sıkıntılarına bir katkı olur mu ? diye düşündüm. Bu çocuğun sıkıntısı çok büyük, bir gün bu yükün altında ezilir kalırsa ,uzaktan yakından bizlere de suç payı düşer. Sevgilimiz, dostumuzdur. Bu olayın başlatanı,çağdaş yaşamı destekleme derneği olursa, daha bir anlamlı olacağını düşündüm. Kendisiyle, münasip bir dille konuş, anlatmaya çalış. İsterse gereğini yaparız. Sizleri öper, yanıt beklerim. Bende, Rafet'in bir heykeli de var onu da koruz. Ethem Aydın, 19Nisan2001 SEVGİLİ VE KADİRBİLİR DOSTUM VAN. Servantes, Donkişot'un bitiminde, "offf meğer benim büyüklüğüm dertlerimin büyüklüğüymüş.." der. Yine bileceksin, kıral, Donkişot'a değirmenlerle savaşı yasaklamış, karşılık olarak ailesiyle birlikte yaşaması için bir büyük, çiftlik vermişti. Bu söz orada geçer. Rafet Van'ın büyüklüğü, dertlerinin büyüklüğüdür. Benim küçüklüğümse, aşağılık duygusu, sendromudur. Çaresiz dertlerdir bunlar. Beraber yaşanacak... Mektubunda yazdıkların, insan Rafet'in iniltileri, gerçekleridir. Sıradandır, iç avuntusudur, onun için, ben yalınız satır aralıklarını okuyarak, duygulanarak yanıt vermeyi deneyeceğim. Biz insanlar, çok genciz. Hayvan kardeşlerimizden biraz ileride..İrade, mantık, düşüncede, iletişim kusurumuz hep vardır. Severken döver, söver; döverken de severiz. Uzamda, yani, dünde, günde, bu denli, güçlü, sıcak, anıları olan, insanlar, mutludurlar. Siz gibi, ben gibi. Zamanda, yani belirsiz geleceklerde; sevginin ebrulu kanatlarında, mavilikler bizimdir. Bana, bozuk makina başında iki sayfa, hem de dolu dolu iki sayfa zehir zemberek yazı yazdıran, sevgi değil de nedir.? Günlük sorunlarımız, hepimizi karamsar yapar bu canlının psikolojisinde vardır. Bir şey daha vardır; sevgi ve bağışlayıcılık, haklı ve haksız olmak önemlİ değil; çünkü iletişimde zaten zorlandığımız bir gerçek... Bellİ bir yaşa ulaşan insanları eğitmeye kalkmak yerine, olduğu gibi sevmeyi denemek akılcı olur. Ben seni severken, överken hep böyle yapıyorum. Sizin duyarlılık ve sitem, bazen de hakaret dolu doğa ve birey betimlemeleriyle süslü, mektubunuzun benzerini yazmak, benim için de pek zor değil; ama kime ne kazandırır.! E. Aydın, 5Mayıs2001 SEVGİLİ RAFET Sizin bana kızarak daktiloyla ortaya koyduğunuz yapıt, bir yazın harikası.. İroniler dizgesini sevginin ılıcak suyunda öylesine banyo yapmış, ölümsüz iksirlerle yalıtmışsın.. Geçen akşam Aydın Sanatevi'nde bir dostlar sofrası kurmuş, eytişim içinde konuşurken bir mektubunun da okunmasını istedim. Doğalki övünme nedeniyle. Tekrar okundu, dinlendi, alkışlandı. Bir dergi sahibi de dergisine koymak istedi. Rafet, öteden beri sen sıradan değilsin. Ancak tirene ters binişin gibi, peyzajları sonradan görmeğe devam ediyorsun. Güzel sanatlarda aldığın yol, tırmanıştaki sabır çoğumuzda yok. Önceleri kömür bulmak için yola çıkmıştın, şimdi ise altun buldun. Harika çocuk, seninle övünmeğe hakkımız var. Ülke sanatına büyük katkıların oldu. Bu bir övgüden öte uzgörüdür. Bunu zaman kanıtlayacaktır. Ethem Aydın, övgünün de sövgünün de nerede nasıl kullanılacağını bilecek kadar deneyim sahibidir. Parkurda koşanların çokluğuna bakma. Seçkin edimin doğru. Ters tirene binmiş olmak kadar bir suçun var. Yine bileceksin, tirene ters binenler küfürbaz olur, çevresine bozulur, yaratılışa kızar. Geçen gün cezanla konuştuk. Bana "Picasso öncümüz. Yol göstericimiz hocamız." demiş. "Benim de ne kadar beceriksiz olduğumu sanki bilmiyor gibi...." diyor. Şimdileri cezan bir ekoldür. Sana senin mektubunun suretini yolluyorum. Bir de sen oku... Gelecek mektuplarda daha akılcı yazılar göreceğim umusuyla öperim. Seni seven Ethem Eydın, 18Ağustos2001 SEVGİ ÜZERİNE KADIN HAKLARI ÜZERİNE Uzun süreden beri şöylece 19. yüzyıldan, 20. yüz yıla geçerken konuşulmağa başlamış bir konudur. Kadın konusuna girmeden önce, birleşimde, oksijen hakları, kompoze birleşimlerde, bir elementin diğerine göre hakları diye bir düşünceye hiç yatkın değiliz. Zira bu birleşim elementinin yeni elementler üretmek için belli ölçülerde formüle edilmiş sitemlere saygılı olunuyor. Dişi ve erkek bütün canlılarda kendi rolleri içinde bir takım ayrıcalıkların doğallığını da beraber taşırlar. Yapı itibariyle ayrı şeylerdir, kendi sistemleri içinde düşünülmek gerekir. İnsan bireyinin yapı taşları olan, kadın ve erkek olgusunu bir eşitlik modasıyla zorlamak, bilmem ne kadar akla yatkın olur? Erkek ve kadın doğanın yapısında var. Doğum gibi, ölüm gibi. Açlık tokluk, varlık yokluk, hep anlaşılmış, anlaşılagelmekte. Yapı içinde erkek anlaşılabilir veya anlatılmağa daha çok çalışılmış veya kendimi yapı karekterimiz olduğu için daha çok tanıma ulaşmış. Örneğin; dölleyici atak, korkusuz, zaman zaman cesur ve diğer gam, yani başkaları için her tehlikeye atılabilen, çevresindeki olaylara bir macera niteliği verebilen utopik kararlar alabilen kişilik gösterir. Böylece genel yapısında atılımcı, davetkar, öncelikci bir ivecenlik bulunur. İleriyi görmekte, duyguları ve hayalciliği ön sırayı almağa hazırdır. Cinselliğe bakış açısı, doğal olaya saygılı, yeni nesillere ilgili ve sevgili yeni nesilde birinci amilin kadın olduğu. Yaratılış bana göre kadınlara, kadınlığa endekslidir. Kadınları yüceltebilen toplumlar, kendileri yücelirler. Henüz bizim geçirmekte olduğumuz evrimde; kadını sıradan insan gibi görüyoruz. Kadın insan değil, insan üstüdür. Onların dilini anlayamadığımız için, kızdıbağırdınaz ettiisyan ettihakaret etti gibi çeviri yanılsamalarıyla, olay yaratıyoruz. Seven kadın konuşur, konuşmalıdır. Sözcükler sanaldır, soyuttur, tek anlamlı değildir. Başka bir dilden çevirilerde çevirmen uyanık olabilse, "Seni Seviyorum" tanısını ve müziğini algılayacaktır. Önemli Not: Bu yazım sosyolojik, etiğin işleyen kural ve kuramlarının perspektivinde yazılmış, klasiktir. "Her eve lazım Zetina dikiş makinası" evliliği birincil tutan görüşü anlatır. Ülkemizde hala üniversite okusa bile, bir genç kızın yaşantısını vurgular. Uygar yapıda bireylerin, özgürce, sadece birey olarak sevgide çoğalması ondaki nükleer gücü keşfetmesiyle yaşamı yaşanır kılmak amaçlıdır. Dahası tektir, evrenseldir, önce tinsel sonra da tanseldir.Üreme dürtüsü aydıldır.İsteğe,dileğe bağlıdır Canlılık sularda başladı. İlk canlı (bakteriydi), hücreydi. Hücre kendisini kopyalayarak çoğalıyordu. Uzun süren, tek hücreriler döneminden sonra, çok hücreliler evrimi başladı. Türlerin oluşumu ve çeşitliliği gereği cinsellik, dişierkek birleştirici güç olarak seksin eşliğinde devreye girdi. Böylece milyonlarca yıllardan beri süregelen, tek düzelik yerini, çeşitliliğe bıraktı. Dişi, erkek, bir bütünün iki zıt ögesidir. Kuvvetlerin zıtlıkların bileşkesi. Eksi, artı, anot), katot, nötron, pozitron gibi, saymakla bitmeyecek zıtlıklar bilimin direncini, inandırıcılığını, korur, kollar. Dahası, teknolojide yeni buluşlar, zıtlıklarla savaşarak değil, onları kullanarak olmuştur. Konumuz cinsellik olduğuna göre; savımızı sürdürelim. Aile, sosyal yapının, en küçük birliği, bütünün vazgeçilmez, verimli zıtlığını da taşır: Erkek ve kadın. İki ayak üzerine kalktığımız, düşüncenin sonsuz verilerini yorumlamaya başladığımızdan bu yana, onlarca düzeni bozarak, ancak belki de bir düzen kurabildiğimizden bu yana; aile bütünü de, düşüncenin karmaşasından payını aldı... Evrensel yapının içsel mantığından uzaklaşarak da olsa!!.. Çağlar boyu, kadının toplumdaki yeri tartışılmıştır. İsadan önce; Ptagoros, Eflatun, Sokrates, Aristoteles, adın konusunu uzun uzun eleştirmişler, düşünmüşler. Yaşadıkları zamanın, mantığına göre; egemen güçleri devlet otoritesini, devreye sokarak, yasalar getirmişler. Antikçağ ve ardılları; Engels, Maros ve diğerleri akılcı yorumlarla; kadının ezilmişliğini konu edinmişlerdir. İnsanlık ideo'su evrim gereği, demokratikleştikce, kadinlar, bilinçlendikce, yasalar da, yine erk'e tarafindan değiştirilerek bu günlere gelinmiştir. Böylece feminizim, yapay olarak gündeme yerleşmiştir. Doğurganlığıanalık görevi birleştirici - bağlayıcılığı estetik yapısı gereği kadın, aile içinde, toplumlarda saygındır. Her sosyal kuruluşta (dinde, dilde), etik ve tabuda, "ana" sözcüğü gizemli, muhterem, saygındır. Zamanlar içinde, otoriter nedenlerle, yine, tabular, kültür, etik, kadını, mal gibi, alınıp satılan meta gibi, görmeye yönlenmiştir. Günümüz de bile, yasalarımız, kadınları ayrıcalıklı tutar. Koruyuculuğunu sürdürür. Bana göre bu bir paradokstur!! Zaman zaman, kadınlarımızın böyle istediklerini, düşündüğüm olur...!!! Kadın üniversiteler bitirmiş olsa bile; ide de, (her genç kızın rüyası, Zetina dikiş makınası! ). Yani varsıl bir erkek; hep aranandır!!!! Cumhuriyet'in kuruluşlundan bu yana kadınlar hep ezildiklerini gündemde tutarlar: Kim eziyor? -Erkekler.. Erkeklerin, kadınlarına vermedikleri ne kalmış ki??? Saydığı, sevdiği, ilham kaynağı, onlar değil midir?? Onlara, şiirler yazan, mersiyeler düzen, sanal da olsa, onları çehizleyen; bir tek gülücüklü bakış için, sırasında, yaşamı bile dışlayan, onlar için mamureler yaratan, savaşlar veren, erkekler değil midir..? Bu kadar, sağlam, evrensel, bir etiğe karşın; kadın, kendini küçümser, ezilmişliği; sanki, kanıtlamak ister gibi, değişmez bir portre sunar.::!.? Yalancı çoban örneği: Onlar bağırıyorlar. Hakkımızı istiyoruz da istiyoruz! Eğer bir yerlerde, bir problem görüyorsanız, bu, sizin probleminizdir. Eğer birinin, bu konuda, birşey yapması gerektiğini düşünüyorsanız, unutmayın ki, siz de herkes kadar, birisiniz.! Zaman o kadar hızlı ilerliyor, değişiyor ki, ayrımında değiliz.. Parlementoya kadınlarımızı da alabilmek için, az mı çaba verdi biz erkekler...???! Çıkan sonuç: Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze kadar parlementoda, kaç kadınımız oldu???? Biz erkekler, sizleri seviyor, güveniyor, dahası ülkeyi sizlerle beraber daha iyi idare edebileceğimize inanıyoruz. Niye, sivil kadın kuruluşları olarak aktif politikaya soyun muyorsunuz? Radikalizmin, (şeriatın) hedefi açık seçik sizlerdiniz, sessizliği sürdürdünüz. Acı gerçeği, çok geç duyumsadınız. Karanlık güçler, ev ev dolaşıp, gizli gizli teşkilatlanırken, sizler toplantılarda, dedikodusunu sürdürüyordunuz!.. Son birkaç yıl içinde, kahraman, önsezisi güçlü, dinamik kadın liderler öncülüğünde, organlaşmaya, sesinizi yükseltmeye başladınız, övülesi sonuçlara koşuyorsunuz. Gurur duyuyoruz sizlerle. Sivil toplum örgütlerimiz,kadin kuruluşlarimiz;orta sahada top gezdiriyor, temposuz, kuralsız, kendi düşüncenize göre oynuyor, alkış toplamakla yetiniyorsunuz. Organlaşmıyor, toplumun duldalarına; gitmiyorsunuz.? Devletin eksiklerini onarmağa; öğrenciye burs bulmağa giydiripkuşatmağa; dahası görülenle zaman yitiriyorsunuz. Bir türlü, ulusal savaşımızın kadınları olamıyorsunuz. Bu top yekün bir savaştır. Bedeli ödenmeyen savaş kazanılamaz. !! Türk ulusu, ebencet tarihinde, karanlık günlerin ışığını (sizleri) yanında buldukça, kazanamayacağı savaş olmamıştır. Sizler, ateş böceklerisiniz. Karanlıklarımızda ışıyan, ışıtan!.. Ortalığa çıkınız! Toplumumuzun kutularına, en ücra köşelerdeki, karanlıkların üzerine gidiniz, onları aydınlatınız.Açı doyurunuz, yoksulu giydiriniz. Ulusumuzun geleceği, kadınlarımızın inandırıcı özverilerine, katılımlarına bağlıdır. Sevgiler Saygılar. E. Aydın BAŞLIKSIZ Yine akbulutlar renklendi, Usumda yağmur var, çisem çisem Işık ışık umutlar üstüne düşen Nar çiçeği ayva kokusunda Sevgi çoğalıyor, özlü söz gerek! Sevgiyi anlatan, sevgiden öte!. Yazmak gerek tanığıyım yüksekliklerin....E.A Varlık var olalı beri, anlam da, anlamsızlık da çelişkideki gizini koruyor. Akılcı olmaya özenen insan, yaratıcılığa tutsak, sevgi ise varlığın tek ve koşulsuz gerçeği. Anımsanacağı gibi, sevgi pek öyle asil soylu bir duygu değil, aç, çıplak, yalınayak, sokaklarda gezen, oralarda yatan, heryerlere davetsiz girip çıkan bir garip haspa....! Anası olan yoksulluğa çekmiş. Birde baba yönü var, (babası zekanın oğlu bolluk), atak, akılcı, yaratıcı, savaşçı, eleştirel, kısa günde kırk defa ölen, ne yapıp ne edip dirilebilen baba yönüdür. Yine mistik söylencelere göre; sevgi, cin gibi, peri gibi görünmez. Uzam ve zamanda hep yakın çevrede bulunan, varlığını, var oluşundan algıladığımız gizil güçtür. Yerçekimi örnekli çekici yapıştırıcı, bağlayıcıdır. Nötür olmasına karşın, yönlendireceğiniz hedefe bütün gücüyle koşar, biçem kazanır. İyiliğe derseniz, sonsuz çoğalarak iyiliğe ayrımsız koşar. Kötülüğe hedeflerseniz, amansız, acımasız kötülüğe dönüşür. Kırmak, dökmek, öldürmek, kıskanmak, yoketmek gücüne ulaşır. Akbulut, bu dönüşüm bilincine ve şansına ulaşmış örnek bir kişiliktir. O, sevgiyi, koşulsuz sevgiye dönüştürebilen bir hanımdır. Özde, yaşam kısacıktır, sınırlı uzunluktadır. Derinlik amaçtır. Onu zengin tutanlar, renkli ve derin tutanlar! onun evrensel insana bir geçiş olduğunu bilen, duyumsayan üstün yaratılışlardırlar ki, topluma hep ışık tutarlar fener olurlar... E. Aydın, 8Haziran1996 SEVGİ VE AŞK ÜZERİNE İNCELEME Sevgi, bilimsel ve kültürel ölçütlerle incelenebilirliği ve öğretilebilirliği nedeniyle çağdaş eğitimde yerini almıştır.Konunun duygusal içeriğine yaklaşabilmek için; İnsanın, doğaya karşın varlık nedenini; bilimin, fenlerin,felsefenin,metafizikin ışığında yorumlamak gerekiyor. Bilimler; dinler gibi, tek doğru olarak düşünüldüğü sürece, anlatımda zorlanacağız Canlı cansız yaratılışın sarmal iç mantığında yaşamın anatomisini ve gerçeklerini koruyarak ve kollayarak sevgi hep var olmuştur. Bunca ağırlığına, ezinti, üzüntülerine karşın, yaşamı çekilir kılan, sevgidir. Bu bir çekim gücüdür, birleştiren, bağlayan, direnç kazandıran. Ne gariptir ki insanoğlu, sevgiyi yaşamın ve yaşanmışlığın labirentlerinde zamanlar boyu hep körü körüne arar durur. Mitolojinin yarattığı, tanrılar imparatorluğu kurulmasaydı aşk da, sevgi de ilkelliğini korur olacaktı..! İnsan merkezli bu kuruluş, bir mucizeydi.!. Mitoloji "söylence bilim", özgürleşen düşüncenin hayal ürünleriydi. Kuramları da yoktu. İsa'dan bin yıl önce, Asya'da, Afrika'da, Mısır 'da, Sümerler'de yeryüzü tanrıları vardı. Helen'ler, bu ön deneyimlerin de etkisiyle; çok figürlü, çok sesli, kendi içinde bütünleşen, sanal otoriteler yarattılar. Bundan sonra bilimler de, fenler de, güzel sanatların gelişmesiyle yaşam kazandı... Aslında sevgi; varlığımızda, soluduğumuz havada, içtiğimiz suda çelişkisini ve görkemini koruyarak bizimledir. Sevginin, sonsuz denizlerine yelken açmadan, yaşamında anlamı olamayacağını sanıyorum. Genellikle baş vurulan kaynaklarda, sevginin hangi bilim dalının konusu olduğu belirsizdir. Böylece bir bilim dalı sevgiye değinmiş, kendine göre yorumlamamıştır. Yaşamın özdeği olan sevgi, neden derinlemesine incelenmemiştir. Güvencemiz; ilim ve fenlerin ışığında teknolojinin verilerini geçmişin belleğini de değerlendirerek, kozmosun derinliklerine doğru yol almaktadır; sanal ve ütopik zamanlara.!! Daha iyi, daha mutlu, daha çok insanca yaşanabilir dünyaları anlayamadığımız.!!. Hayvanlar konuşur, bitkiler konuşur, nesneler konuşur. Kendi dillerince.! Onlarla iletişim kurmamız da bir evrim olacaktır. Yaşam yörüngesel bir bütündür. Dirliğin kurulması ve korunması, özümseme; empati, sempatiyle olasıdır. Bana göre; aşk da böyle birşeydir. Düşüncenin yaratısıdır. Düşünceden buyana, insan doğanın da bütün sorunlarını üstlenen çaresiz bir Don Kişot'tur. Doğayı ve doğalı değiştirmek!!.?.?????? Bernard Shaw "Onlarca düzeni bozarak belki de bir düzen kurabiliyoruz artık" diyor. Değişiyor, değiştiriyoruz; kurulu düzeni bozarken, kazanımlarımızın sanal da olsa, güvencesi nedir? Yerküre elimizde bir deprem geçiriyor, yok olabilir de..? Seçeneğimiz yok..! İnsana karşı savaştığımız süreçte, kaosta yeni dünyalar kurmak hayal ötesidir. Yine de mikrodaki sıradan olaylar makroyu bağlamaz. Evrim sürüyor. Eflatun'dan buyana (Schopenhauer, Sigmund Freud) kadar sevgi; cinsellik, seks, aşk bağlamında düşünülmüştür. Yine çağlar boyu öyküler, söylenceler, romanlar, sahne oyunları, müzik, müzikal gösteriler, resim, yontu; insanın kendi boşluğunun sınırlarında, uçurumlarında, olmayanın imgesel görüntüleriyle avunmuş, gerçekte yaşamadığı romantizmin fantazyalarıyla yetinmiştir. "Aşka inanmıyorum, aşk diye birşey yoktur" diyen, Tolstoy, Anna Kararina savaş ve barış romanlarını ulaşılmaz, uzlaşılmaz aşk temalarıyla bezemiştir. Prosper Merimme Karmen, Andre Gide, Pastoral senfoni (Victor Hugo), Notr Dam'ın kamburu bu tür umarsız aşkları örneklerleridir. Ressam Caravaggio (Muzeffer aşk);Prado(Aşkın doğuşu), Watteau(Amour au Theatre) yapıtlarıyla romantik ve platonıgue aşkı vargularlar. Beni hayrete düşüren; İsa'dan önce (469399) Sokrates (şölen) de sevgiyi ne güzel, sıradanlıkla örtüştürmüş, insana ulaştırmıştır. Var oluşumuzun gizemini, şairin dizelerinde buluyoruz.: Ey yaşam, hoşgeldin!.Milyonlarca kez gidiyorum karşılamaya, deneyimin gerçekliğini dövmeye, ruhumun örsünde, soyumun yaratılmamış vicdanını..!! (James Joyce) Mitoloji'de; cinler yarı tanrı, yarı insandır. İnsanlarla tanrılar arasında iletişim sağlarlar, yapıdaki büyük boşluğu onlar doldurur. Onlarda tanrı soluğu vardır. Sevgi de cinlerden biridir. Afrodit'in dünyaya geldiği günü kutsamak üzere bütün tanrılar bir şölende buluşurlar. Zekanın oğlu Bolluk da orada imiş. Yemekler yenmiş, nektarlar içilmiş. Bu tür şölenlerden kısmetini almak için yoksulluk da kapının önünde bekliyormuş.O sırada, Tanrı şerbetinden sarhoş olan Bolluk, Zeus bahçelerinde dinlenmek için bir ağacın gölgesine uzanmış, sızmış. Hep çaresizlik içinde yaşayan Yoksulluk, Bolluk'tan bir çocuğu olsun istemiş. Sessizce yanına uzanmış, aynı günde gebe kalmış. Doğan çocuk "Sevgi" imiş. Talihi de ona göreymiş. Her zaman yoksul, pasaklı, pis, evsiz barksız, yalın ayak, her yerlere girip çıkar, dağda bayırda, yol kenarlarında yatar kalkarmış. Ne olacak, anasına çekmiş!.. Baba tarafına çeken huyları; güzelin, iyinin peşindedir. Sürekli atılgan, yaman avcıdır. Tuzaklar kurar, fikirlere, buluşlara açık, yaman bir büyücüdür, aslında ne ölümlü ne de ölümsüzdür. Bakarsın bir günde gelişir ve ölür. Sonra babasının, tabiatı gereği bir çaresini bulur dirilir...ilah. Sevgi'yi, anlaşılabilirliğe ulaştırmak için, kozmosun değişmezlerine göz atmak yeterli olacağı kanısındayım. Bunlar çekim güçleridir. Fizik bilimden hepimizin tanıdığı değişmezlerdir. Çekim kuvveti, zayıf kuvvet, elektromanyetik, nükleer kuvvet ve türevleridir. Ah ederek, vah ederek, yoksunluğundan dem vurduğumuz sevgi. Canlı cansız bütün varlıkların özünde, birleştirici, bağlayıcı, sonsuz kapsamlı yaşam nedenimizdir. Yukarda değindiğim gibi, öğretilebilirliği, öğrenilebilirliği nedeniyle belli başlıklarda toplanmıştır. Anababa sevgisi, kardeş sevgisi, cinsel sevgi, tinsel sevgi, tensel sevgi, ben sevgisi, vatanulus sevgisi, dinsel sevgi, sanat sevgisi... İnsanın bilinci arttıkça çoğalan sevgi çeşitleri böylece sürer gider. Leonardo Da Vinci; "sevgi bilginin kızıdır, ne kadar çok bilirsen o kadar çok seversin" der. Dr. Erih Fromm; "sevgi insan oğlunun gelişmesinin ilk dönemlerinden başlayarak, günümüze dek yaşayabilen bir duygu, anlam dolu bir sözcüktür". Yaratılan tüm sanat yapıtları, sevgiyi konuşur. Zamanlar boyu anlayamadığımız, yorumlayamadığımız aşka gelince: Aşk, soyun süregenliğini amaçlar. Schopenhauer'ın vurguladığı gibi aşk "kör irade" dir. İki karşı cinsi hedef alan, yüksek bir gerilimdir. Seller gibi gelir, bentleri yıkar, seçici amacına ulaşır, sonra yavaş yavaş zayıflayarak; belki de yerini pişmanlığa bırakarak, yok olur gider. Bundan dolayı aşk bir çingene çocuğudur, asla kanun dinlemez. (L'amour est l'enfant de boheme, il n'a jamais connu de loi) öz deyişi sanırım yerindedir. Aşkın evrensel görevi: Beyindeki düşünce dizgesinde seçenekleri soyutlayarak, bulandırarak cinslerdeki iradeyi, mantığı ivedi seçim için nedenler yaratmaktır. Erkek dominant olduğuna göre, tamamen duygu kökenleri birincil tutarak kör iradeyi yani aşkın seçici buyurganlığını egemen kılar. Seçicilik canlı cansız varlıklarda da vardır. Duygusallığını hep korur. Bireyler aşkı kendine özgü yaşarlar. Aslında yaşamazlar. Aşkın buyurganlığı nedeniyle, öğretimi ve eğitimi de yapılamaz. Birey, aşkı kendine özgü yaşar. Amacına ulaşamadığı zaman yok olmanın sınırlarını bile seçebilir (Verter örneği ) Sevgi, zayıf kuvvettir, ama gücü sonsuzdur. Mantığı, sadece vermek, daima daha fazlasını vermektir. Karşılık gözetmeden vermektir. Eğer sevgi, bir alış veriş nesnesi gibi, sıradan amaçlarla sunulmamışsa, zamanlar içinde çoğalarak geri döner; bu yönüyle de, nükleer güçtür. Çağdaş düşünde, psikolojinin de katkısıyla, "sevmek dokunaktır" öz deyişi, açmazlarımızın tek umarı olarak ortadadır. Bunca zorlu yaşanmışlığın, yaşanacak nice nice zamanlara direnebilmesi için, yaşamı bize çekilebilir kılan, kaçınılmaz yokluğa karşı tek güvencemiz sevgidir. Aşkın evrensel görevi: Beyindeki düşünce dizgesinde, seçenekleri soyutlayarak, bulandırarak cinslerdeki , , ivedi seçim için nedenler yaratmaktır. Sevmenin dokunam olduğunu unutmamak koşuluyla..!!. E. Aydın, 18Temmuz1996 BAŞLIKSIZ İnönü caddesi Yapı Kredi Bankası Kemal Satır Resim Galerisinde bir sergi gördüm. İçten izledim. Adem'le Havva'dan bu yana, insandaki cinsel panoramanın evrelerini evreler içinde kadın ve erkek davranışlarındaki yaratılıştan gelen değişmez özelliklerini, psikolojisi, sosyolojisi ve çağlar boyu konumunu, çağdaş çizgide yorumu ve sorgulanması serginin oluşumuna boyut getiriyordu. İlk betimlemelerde Adem, iri yapılı, güçlü, saldırgan, yine de bir suçlu, başlama ve başlatma yetisi kendinde. Havva ise, utangaç, bütün yapısıyla çekici, çizgileri yumşak, duruşu ürkek, varlığından üretkenliğinden habersiz ve tedirgin ama yinede Adem'le yanyana. Çağdaş kadın imajını yansıtıyor. Doğayı irdelediğimizde, canlılar topluluğunda yukardaki imajı hep görürüz. Dalında binbir renk ve binbir kokuda açan çiçek, Havva'nın masum ve davetkar varlığını anımsatır. Hele esintilerle ve türlü aracı canlıyla oradan oraya atlayan, koşan havasını arayan bulan Adem'lere ne demeli. Hayvan kardeşlerimize gelince dişiler hep başlangıçta pasif bekleyen, utangaç, masum Adem'lerin baskıcı, ayartıcı davetlerini, iç seçkileriyle beklemezler mi? Sudaki kurbağa, ağaçtaki kuş, kümesteki tavuk, bahçedeki inek, arı, kelebek hep bu çizgide bir imajı ebencet taşımıyorlar mı? Yine çağlar boyu doğurganlığından sebep hep aranmış, korunmuş, bazende yitirmek korkusuyla baskı altında tutulmuştur. Zamanımızda ise üç aşağı beş yukarı ilahi düzen kendini korumaktadır. Değiştirmek istediğimiz sistemin neler getirip neler götüreceğini parabolik bir yaklaşımla incelediğimizde karşımıza özgürlük kaosu çıkar. Özgürlük ama nereye kadar özgürlük sorusu kendiliğinden oluşur. Aile bağlarını sarsan, irsiyeti kenara iten bir özgürlük düşünülüyorsa; yaratılışın bağlayıcı kuramlarından sevginin ılık ve yıpratıcı atmosferinden yoksun mu kalınacak? Onsuz yeni çekim yasalarımız neler olacak? Bir erkek, dişisine sahip olmak ister, nereye kadar? Bir dişi erkeğine sahip olmak ister ama nereye kadar? Yeni aile kurgusunda düzen nasıl olmalıdır? Bunlar alabildiğince karmaşıktır. Atalarımız asırlar boyu deneyimlerini tarihler içinde sergilemişler, Osmanlı da bunun tipik bir örneğidir. Cumhuriyet döneminde, uygar sayılan dünyada olduğu gibi yeni bir kimliğe koşuyor. Seçen, seçilen, yargılayan, idare eden, kazanan, erkeğinin sahip olduğu bütün hakları isteyen ve üstlenen bir kimliktir bu. Bu bağlamda yuvayı yapan dişi kuş rolü bu ilahi yaratılış kuramı, varoluş kuramı yapıda onarılmaz büyük bir boşluk getirmeyecek mi? Şimdileri olduğu gibi, çalışan karıkocanın çocuklarına sokaktaki sıradan bir kimsenin annelik etmesi gibi istenmeyen ama zorunlu olan çarpık bir durumu önümüze getirmeyecek mi? Anne sevgisi, şevkati, anne sütü gibi değişmez gereklilikteki gereksinimlerin oraya koyacağı sorunlar gözden kaçmış olmuyor mu? E. Aydın, 31Ekim1996 KADINLARIMIZ Ey Kadın!, sen yalnız tanrının değil, aynı zamanda erkeklerin de el emeğisin; bunlar daima ve daima seni kalplerindeki güzellikle çeyizliyorlar. Şairler, sana altın tireli bir ağ örüyor, ressamlar sana daima taze, daima yeni "ölmez"liğin şeklini veriyorlar. Deniz incilerini, madenler altınlarını; yazlar seni örtecek, seni kapayacak, seni daha kıymetli, paha biçilmez gösterecek çiçeklerini verirler. Erkek kalplerinin arzularını, zaferini senin gençliğinin üzerine serpmiş. Sen bir yarım kadın ve bir yarım rüyasın..! (Rabindranath Tagore, Ruh yoldaşıma, 18611941) E. Aydın, 27Mayıs1997 ANNELER GÜNÜ VE YORUMSAL BİR YAKLAŞIM Doğa, bir anadır, saltıktır, vardır, vareder. Tansıktır. Aklın alamayacağı, şaşırtıcı, olağan üstü, görkemlidir. Yeri, göğü, ısısı, ışığı, soğusu, yağmuru rüzgarı, mevsimleri, yazıkışı, binbir renkte kokuda çiçeği, yiyecek içecekleri, canlı ve cansızları korur ve kollar. Kadınlar da anadır! vardır vareder, varlığa dönük özel ilişkin yansımalar ve yönsemeler ondan çoğalır. Yapıcı ve yaratıcı güçlerin birleşkesidir. Onların gözettiği kaosta, aylar, ayçalar, gök kuşakları sosyal yapıyı sessizce sarar sarmalar, ışıtır, ısıtır. Bağışlayıcı, onarıcıdırlar. Hemen sorulacaktır? Eğer öyleyse, aile yapısındaki bu kargaşa, bu karşı koyuş, bu horlama, çıldırtan eziklikler nereden geliyor?! Şöyle veya böyle! aynı parkurdan yola çıktık yaratılışta, kadın ve erkek olarak. Biz erkekler, Adem'den gelen hırçınlığımız, atılganlığımız, ilk hareket ederliğimiz, kaba gücümüzle onları sindirdik. Binlerce ve binlerce, yıllar boyu onu yok saydık, mal saydık, alıp sattık, önemsiz bir nesne gibi gördük. Doğumda, çocuk bakımında, ev işlerinde kullandık. Düşünme ve yaratı gücünü yok ederek, yaşamda tek söz sahibi, dünyanın hakimi olmak istedik. Zamanlar zamanları kovaladı, yetersiz kaldığımızı anladık, ama onurumuz gerçekleri sorgulamamıza engel oldu. Hayatı ve doğayı paylaşmayı bir türlü benimseyemedik. Zaman zaman insanlık tarihi içinde başkaldırdılar,kısa süreler egemen de oldular. Ama sorunlar hep ikili kaldı, kadın ve erkek. Ya hep ya hiç ilkesi bozulamadı. Kadın ve erkeğin, bir bütünün parçaları olduğu gerçeğini kavramak zamanlar aldı. Üstün insan Atatürk, çağlar boyu süren bu yarım olmanın sakatlığını gördü. Kadın haklarını, kadın ve erkek eşitliğini genç Cumhuriyet'in temeline oturttu. Asırlar boyu tortulaşmış sosyal yapı, kültürüyle, etiğiyle, görenek geleneğiyle şöyle bir sarsıldı. Deprem diplerden geliyordu. Sessizdi ama büyüktü. Ezenle ezilen karşı karşıya gelmişti. Oyun büyük, kuralları ise eksikti! Erkek, milyonlarca senenin tiranı, kadın ise sıfır yaş gurubunun deneyimsiz bebeğiydi. Ezilmişliğe iyi alışmışlardı, konumları onlara göre rahattı. Ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyorlardı. Bazılarına, belki de çoğunluğuna demokrasi ters geliyordu. Seçmek seçilmek istemiyorlardı. Bugün yetmiş yaşına gelmiş olan bebek, hala şeriatın amansız tehdidi ve baskısına karşı, dirençsiz veya az dirençli gözükmeleri, demokrasi bilincinin, henüz tam anlamıyla yargılanamamış olmasındandır. Bir evrim sürecindeyiz, artık yavaş da olsa kadın uyanıyor. Tümün, tümlüğün, insan kurgusunun, onsuz olmaz parçası olduğunun bilincine varıyor. Yaratılışın evrensel ideosundaki insan çizgisine yönelebilmek için, "saltanat elden gidiyor" imajıyla, köhnül gerçeklerden kopuk direngenlik yerine, insanın kadın ve erkek olarak iki vazgeçilmez olduğunu, ancak böylece bütün ve insan olunacağı bilincine, gerçeğine sahip çıkmamız gerekiyor. Dahası kadın, insan özgürlüğünün bilincine vardıkça, üzerimizdeki karanlık, sıkıntı veren kabus bulutları gidecek, yerine pembe, ılıman, çoğaldıkça çoğalan, bir mutluluğa binlerce mutluluk katan anne yüreğinin güçlü saydam atmosferi gelecektir. E. Aydın BAŞLIKSIZ İnsan türünün kadın cinsi dişi. Çocuk doğurma gücü, özelliği olan farklı yapı, yaratılış, ona bir ayrıcalık binlerce albeni, onlara ek olarak, fark düşünme, görüntüye görüntü eklemek iç itisi de eklenmiş. Sıradanlıktan hemen uzaklaşmaya hazır. Birine bakıyorum, sadece dişi, benim gibi anne rahmine bir baba tarafından emanet edilmiş, 9 ay sonra hasbelkader dişi olarak doğmuş, başlangıçta bir erkeğin evreleri içinde. Aldığı içinde bulunduğu kısıtlı kültür, görenekler, eğitim, eğitimsizlik bir evre eş değerde olsa bile, zaman ilerledikçe, bir dar açı nuansıyla genişleyerek, kendi salt yapısı içinde sevimliliğini, affedirliliğini güçlendirerek yürür. O kadar duyumsal bir çizgiye girer ki, bir jest, bir saç atış, bir göz, bir oylumlu yürüyüş, bir ağız, bir dudak, fizik yapıda bir fark, karşı cinsi etkisine alır. Artık erkek için hayat ucuzlar. Annebaba, akraba bağları, ekonomik bağımlılık, orunlar sıfıra indirgenebilir. Aşık garipler, Karacaoğlan'lar, Yavuz Selim'ler ve de insan olan her erkek kişi söyler de söyler. Kimileri, aslanlar, kaplanlar, pençemde inim inim inlerken, "Beni bir gözleri ahuya esir etti felek" der. Ya da "Mecnunum Leyla'yı gördüm" der. Ela gözlerini sevdiğim dilber, dünya başıma dar oldu tez gel. Duyanların, düşünenlerin, ozanların, sanatkarların elinde açı o kadar genişler ki, iki asıl uç arasında artık erişilmez, binbir huri melek imajı uçuşur gider. Cismaniyet unutulur, sıfatlar, takılar, estetik deyişlerin paşinden kanatlanır uçar. Evren genişler genişler, sonsuza ulaşır, insancıklar insan olurlar. "Bugün" gazetesinde, ilk sayfada bir hanım fotoğrafı bu yazıyı yazmama neden oldu. Adnan Kaşıkçı, karısı Lamia, Lamia o kadar güzel ki, oval yüz üzerinde, keman kaşlar, iki mavi ve anlamlı göz, burun, dudaklar, alnındaki zülüf, bu fizik Adnan Kaşıkçı gibi, sıradan sayılan birisi, bir zevk ve estetik sahibi, 400.000 milyonluk küpeler ve bilmem daha ne kratta takılarla dekore etmiş. Artık Lamia'ya, içimizden biri, evdeki kadınlarımızın bir benzeri diyebilir misiniz? E. Aydın 1997'DEN 1998'E Perşembe akşam, Unutmadım, yarın da Cuma Zaman akarken, sanki biz oturuyor muyuz!? Dünyayı, insanla ilişkin herşeyi şöyle veya böyle kemirmeye devam ediyoruz. Sonuçta, yaralı bereli bir sürü anı kalıyor artada. Demek oluyor ki, insanı koşturmak için önce coşturmak gerekiyor. Bir filizi, hep budar durursanız, meyveye ulaştırmak sorun olur. Çoğunlukla, kozaya ulaşırken, kozasının yeri değiştirilmiş ipek böceği gibi. Yirmi yıl önce yapılmış bir resmi, bir nedenle karşıma aldım. Yeni bir yorum için. Geriye gidiyor da, ileriye bir çizgi olsun değişmiyor. Demek ki anlıklarla yaşıyoruz. Anlara saygı..!! Dostluklarıda aynı şekilde kocatmıyor muyuz!? Elhasılı bu insanoğlunu,öldürmeli değil,dövmeli. Irmak boyunca üç kişi gördüm. Biri galiba kızın kardeşi, öbürü de nişanlısıydı. Gergindiler, bir süre sonra nişanlı, kızı tokatlıyordu. Bu çizgide bu olay bitmeli değil mi, hayır bitmez! Niye bitmez? Yanıtı çok karmaşık. Radikallerin Ramazanıyla, entelin yılbaşı bir tenhada karşılaşmışlar. Ne olacağını veya ne olduğunu kestirebiliyor muyuz? yaşadığımız halde.... Tozu dumana katarak mehter adımlarıyla yürüyoruz. İnsanlar insanlara dost değil, düşmanda değilmiş. Kadın kadındır, erkek de erkek. Türün sıradan varlıkları. Gel gör ki, ikiside "sakıncalı piyade", daima mesafeli olunur. Seversin, öpersin ama daima bir yasak bölge ilan edilir. Hayvan atalarımızda bu böyle değil, doğal... Özgür her kadın, bir erkek cinsi arar, erkek de kadını arar, bulur. Şöyle veya böyle bir zaman kesitinde beraberlik konudur. Bu beraberliği kullanmakda, iki tarafta aynı duygularda, neden samimi olmazlar da, karşı tarafı zor durumda bırakırlar.? İlk davranışlar, zor yaptırım çizgisinde, erkekden beklenir!! E. Aydın BENİM ÜNİVERSİTELERİM Sevgi, varlğın özünde bağlayıcı birleştiriciliğin ara maddesidir. İnsanlar ,onu yaşamın yaşanmışlığın labirentlerinde usanmadan bıkmadan arar dururlar Sevgi aklın ve deneyselliğin acemi hoyrat ellerinde, bir papatyada görkemin arandığı gibi, yaprak yaprak koparılarak sıradanlığa ulaştırılır. Ellerinde biriken bir avuç döküntüye bakarak, "görkem nerede, sevgi nerede" der? Bilinen odur ki, varlık var olalı beri, anlam da anlamsızlık da çelişkideki gizini koruyor. Umarı akılcılıkta arayan insan günler ilerledikçe kendi boşluğunun sınırlarında acı çekmeği sürdürüyor. Bana göre, sevgi hangi bilim dalının konusu olduğunun belirsizliği nedeniyle anlamında spekülasyona böylece de erozyona uğramıştır. Platon'dan bu yana; Schopenhauer, Freut'a kadar; cinsellik, seks bağlamında incelenmiştir. Sevginin özünden uzaklaşılmıştır. İnsanlarımızın büyük çoğunluğunca; yazarlar, şairler, halkozanları sevgiyi aşk olarak işlemişler pür sevginin saltık varlığına değinmemişlerdir. Aşk bir çingene çocuğudur kanun dinelemez, öğrenilemez derken; sevgi kurulu düzenin birleştiricisi, yapıştırıcısıdır, diyoruz. Sevgi bilimseldir,öğrenilebilir,öğretilebilir olmasıyla, cinsellikten ayırt edilir. (tensel sevgi,ana baba sevgisi, kardeş, arkadaş sevgisi, vatan ulus sevgisi gibi...). Sevgi karşılıklı bir alış veriş değildir. O, karşılıksız verilendir. Genellikle de zamanlar içinde çoğalarak yansıyan, bitmez güçtür. Nötür olarak algılanır... Aşk iki karşı cins arasında; soyun süregenliği amacına dönük bir alkım gibi gelen, kuram ve kurallardan uzak oluşuyla; Schopenhauer'ın deyimiyle "kör irade"dir. Mantığı, düşünceyi, iradeyi fuluğlaştırarak; yaratılışın vaz geçilmezi olan, üreme, çoğalma adına ağırlığını kor. En yüksek varlık olan insan, en uzun sürede olgunlaşır. Evrim devam etmektedir. Rotamız sevgi üzere OLMALIDIR sağ duyu, uzgörü yüceltilerin temiz maviliklerindeki bin benekli kelebeğe "SEVGİYE" , ulaşmak için, doğayı ve insanları daha çok sevelim. Sevdikçe,sevmeği daha çok öğrendiğimizi göreceğiz. E. Aydın, 6Haziran1998 AŞKIN NESNELERİ: Ahu bakışlı, nartanem, ince bel, zülüf tel tel, gerdanı püskürme benli, gözleri gayet güzel, gül yanaklı, gülgüli kerakeli, mor hareli, ince belli, dalgalı ipek saçlı, gamzeli, şehla bakışlı, selvi boylu, kıvrak belli, çağırgan gülücüklü, cilveli, nazlı, dolgun ve dik göğüslü....vs. Tamamen, duygu kökenli nedenleri, birincil tutarak, "kör iradeyi" yani, aşkın seçici buyurganlığını egemen kılar. Binbir renkli, karmaşık duyguların, ebruli, dolaşık yumağıdır, ebemkuşağıdır aşk. Seçicilik, canlı cansız varlıklarda da vardır. Duygusallığını hep korur. Bireyler aşkı kendine özgü yaşar. Amacına ulaşamadığı zaman yok olmanın sınırlarını bile seçebilir (verter örneği). İsa'dan önceki kaynaklar aşkı, göreceli bir yorumla ele almış, romantizm ummanında, erotizm ve platonik tümcelerde işlemişlerdir. Burada, aşk 'ın, düşüncenin, yani insanın doğaya eklediği yüksek bir buluş olduğunu da anımsamak gerekir.! Öyleyse aşk nedir? Bu verelerden hareketle insanlık tarihine bir göz atalım: Çağlar boyu öyküler, romanlar, söylenceler, sahne oyunları, müzik, müzikal gösteriler, resim, yontu; insanın kendi boşluğunun sınırlarında, uçurumlarında olanın imgesel görüntüleriyle avunmuş, romantizmin fantazyalarla yetinmiştir. Zamanımızdan 2000 yıl önce eski Hintlilerin bir eseri karşıma çıktı, ilgiyle okudum. Sir Rişard Burton ve F.F. Arbuthnot, Türkçeye çeviren İlhan ve O.C. Güngören. 1997 Yol yayınları. Aşkın bir sanat olduğunu öğrenimin yapılabildiğini vurguluyor. İsa'dan önce IV yıllarına bakılırsa aşk, sıradan bir sokak kızıdır, yalınayak, avare, her eve rahatca girip çıkar. Antik çağlara gelince mitolojinin yarattığı tanrılar imparatorluğu kuruldu. Tanrı yeryüzüne inmişti. İnsan merkezli bu kuruluş bir mucizeydi. Mitoloji (söylence bilim) özgürleşen dünyanın hayal ürünleriydi. Yeryüzünde tanrılar vardı. Helenler, önceki deneyimlerinden hareket ederek, çok figürlü, çok sesli, kendi içinde bütünleşen, sanal otoriteler yarattılar. Bundan sonra bilim, fen, güzel sanatların gelişmesiyle yaşam kazandılar. Bilimler gövdeyse, güzel sanatlar onun kanatlarıydı. Konunun duygusal içeriğine yaklaşabilmek için insanın doğaya karşın varlık nedenini bilimin , felsefenin, metafiziğin, dinin ışığında yorumlamak gerekiyor. Mitolojinin yarattığı tanrılar imparatorluğu insan merkezli bu kuruluş bir mucizeydi..!! Kuramları da yoktu. Hele ozanlar, gerçek üstü bezentilerle kelebeğin rüyası gerçek olur. Örnek Tagore: ey kadın, sen yalnız tanrının değil, aynı zaman da erkeklerin de el emeğisin; bunlar daima ve daima kalplerindeki güzellik ile çeyizliyorlar. Şairler, sana altın hayal tireli bir ağ örüyor; ressamlar sana daima taze, daima yeni ölmezliğin şeklini veriyorlar. Deniz incilerini, madenler altınlarını; yazlar seni öğretecek, seni kapayacak, seni daha kıymetli, paha biçilmez gösterecek çiçeklerini verir. Erkek kalplerinin arzuları, zaferini senin gençliğinin üzerine sermiş. Sen bir yarım kadın ve bir yarım rüyasın. Aşka inanmıyorum, aşk diye birşey yoktur diyen Tolstoy, Anna Karenina, Savaş ve Barış romanlarını, uzlaşılmaz aşk temalarıyla bezemiştir. Örneğin Prosper Merime -Karmen. Andre Gide, Pastoral senfoni, Victor Hugo'nun Notr Dam'ın kamburu bu tür romantik aşklara örneklerdir. Ressam, Caravaggio, Muzafferaşk Prado, Aşkın Doğuşu Watteau amour au theatre yapıtlarıyla romantik ve platonik aşkı vurgular. Asırlar süren uğraşlar, edebiyat duyumları imbiklenmiş değişmeziydi...!! Aşkın Ödeğiydi??.!! Aşk bir bilimdir. Öğretisi ikibin yıl öncesinin belleğinde uyuyan, yoksunluğunu çekmemize karşın hala eğitimine başlayamadığımız..!! Şimdilik konuyu sayın okurların yorumlarına bırakıyorum. E. Aydın DAHA ÇOK DEĞİŞECEĞİZ, ŞİMDİLİK BAŞLARDAYIZ!!!. "Sevgi"nin zaman içinde azaldığı görüşü güncel yaşamın, görünür gerçekleri ile doğrulanıyor ama yaşanacak uzun zamanlarla örtüşmüyor. Bana göre ise yaşamın; yaşamaya değer, tutarlı, duyumsanan nedenleri olmalıydı. "İlgi ve Sevgi" evrensel ve sonsuz olmalıydı.!! Kafam karıştı!. Tek umarımız, geleceğimiz tek düze ve böylesine çekilmez olmamalıydı. İdea'daki insan düşüncesi; Sevgi ve ilginin süregenliği varsayımına dayanıyordu. Yaşamın kutsal anlamı da buradan kaynaklanıyordu. Canlı ve cansız, bütün varlıkların varoluşları, sosyal bir düzenin direngen tümlüğüne koşullandırılmıştır. Bu onun değişmez kimliğidir. Canlılığı tek hücrelilerden alıp, çok hücrelilere doğru irdelersek; erellik (cinsellik), çekim gücü olan erotizm ve seks'in, koruyucu, kollayıcı şemsiyesi altında süregenliğini koruyor. Tipik örnek; arılar, karıncalar, sosyal yapının tansığ şaşılası anlamını sergilerler. Bireyler, görevleriyle kurgulu olarak devinirler. Tıpkı kalbimizin, midemizin, iç organlarımızın ayrı ayrı ama tümlük içinde çalışmaları gibi kurgulu. Bal için çalışmaya başlarlar. Topladıklarını getirip peteğe yerleştirirler. Yuvaya yaklaşanı, birey olarak; toplum adına, sosyal yapı adına, canlarını verme pahasına kovarlar. Oğul verip, bir dal veya kayaya asıldıkları zaman, arı beyi üzerine öbeklenmiş bir salkımdırlar. Saldırgan değildirler, organik bir bütünlük içindedirler. Dokunulabilir, başka bir kovana taşınabilir. Karıncalar da, topladıklarını yuvaya taşırlar. Birikimden, herkes canı istediği kadar yer. Yuvanın temizliği, savunması, araştırmaların tümü sosyal bütünlük içindedir. Düşüncenin insanla başladığını varsayarsak, insanın da düşünceyle yeni bir evrime girdiğini onaylamış oluruz. Uzamda, zamanlar boyu diğer canlı kardeşlerimizle paylaştığımız, bir düze sıradan yaşam bitiyor. İnsan, düşüncenin sınırsız verileriyle donanmış olarak sonsuzluğa, bilinmezliğe karşı savaşım başlatıyor.! Biz buna "Kaosta İkinci Büyük Patlama" diyebiliriz. Evrimin süregenliğine uyumlu olarak, insan da değişiyor. Daha çok değişeceğiz, şimdilik başlardayız !!! Başlangıçtan beri vurguladığımız gibi; varlık sosyal bütünlüktür. Yaratılış veya raslantı kurgusunu böylece değerlendirmemiz doğru olur diye düşünüyorum. En küçük sosyal birimin "aile" olduğuna göre; Yapımız, biyolojimiz, anatomimiz ayrı ayrı sosyal birimlerdir. Kendiliğinden düzenli çalışarak, organizma bütünlüğünü oluştururlar. İnsan kendini yeni tanımaya, tanımlamaya başladı. Eğer başladı denilebilirse.! Bütün canlılar vücut diliyle anlaşırlar. Koklaşırlar, dokunurlar, dalaşırlar, sevişirler. İnsanlarsa konuşarak iletişim yolunu seçmişlerdir. Dilin ise, anlaşmada çok yetersiz olduğunu biliyoruz. Bundan neden, sevgimiz de, saygımız da yara alıyor, bir birimizi anlayamadan yaşıyoruz. Bu bir gerçek.! Yine de aferin bize! Yeni yeni, düşünceye giren, anlambilim'in ilk ışığımız olacağını ummalıyız.!!! Yakın bir zamanda, (belkide binlerce yıl sonra), doğayla, kaosla, kozmosla bir bütün olduğumuzu düşünmeyi, düşündürmeyi, bireyin bir amaç değil, sosyal yapı için, bir küçük araç olduğunu özümseyebilirsek; ancak idealdeki insana doğru kürek çekmiş olacağız. Bu yazımda, anlatıma diregenlik kazandırmak için, kanıtlanmış iki kuramdan, yer çekim, erellikten yola çıktım. Kurgum güncel; ama çağdaş bile değil. Eğer, kausa ulaşmak amaçsa, ideal sonsuzluksa, yer çekimini yenmek gerek.! Sonsuz, ideal sevgiyi düşlüyorsak; Erelliği (cinselliği) yenmemiz ön koşuldur.! "Düşünce"; olmazsa olmazımızın ikisiyle de, bütün olanaklarıyla, var gücüyle çalışıyor. Evrim sürdüğüne göre, bir gün başarırlar da.! Değişmez uzam, zamanda, değişen dekorlarda, değişen figüranlarla, yine bir masada oturup "Kozmos"u irdeleme umuduyla!.. Yine de her olumsuzluğa karşın sevgi, konfetimiz olsun. E. Aydın, 26Eylül1999 EY SEVGİ. !! UYSAL, YAŞAMSAL, GÜÇ.! Kağıt'tan bir kayık, ummanlardayız. Umarız, sevginin bitmeyen ılık nefesi.!! Bir o yana, bir bu yana yalpalıyoruz, yekesiz.! İdeo'daki insana doğru; pupa yelken. Bunca zorlu yaşanmışlığın, yaşanacak nice nice zamanlara direnebilmesi için, yaşamı bize çekilebilir kılan sevgi, kaçınılmaz yokluğa karşı tek güvencemizdir.!. Konumuz, İnsan olduğuna göre; önce onun yapısında var olan ebrulu dolaşık yumağın, duyum ve duygularını tanımamız gerek. Zaman zaman aramızda iletişim kurmakta çaresiz kalışımızın nedeninin altında, dolaşık ebrulu yumağın, binbir lifinden biri "Sevmek Dokunmaktır" (Desmond Moris) özellikle beden dili üzerinde uzun uzun durur. Sevdiklerimizden, çocuklarımızdan esirgediğimiz, sıradan saydığımız, dışladığımız, dokunmaktır Ceninden başlayarak dokunulan, ninnilerle uyutulan, öperek uyandırılan, kucaktan kucağa geçen bebek, çevresini tanımaya, sevmeye başlar. Sevgiyi yaşayarak öğrenirdi. Çoğaltır, çoğalırdı. Birey yalnızlık duymazdı.!!. Çağımız da ise; zamanın akışına ayak uydurmak için hep koşuluyor. Böylece sevgiden yoksun kalınıyor. Ben merkezli, çıkarcılığa dönüşüyor. Sevginin bilimsel ve kültürel ölçütlerle incelenebilirliği nedeniyle, çağdaş bilimde yerini almıştır. Sevgi Bir Sanattır. Öğrenimi, geçmişin belleğinde kayıtlıdır. Leonardo Da Vinci; "Sevgi bilginin kızıdırNe kadar çok bilirsen, o kadar çok seversin" der... Eğitim, öğretim bize geçmişin belleğini sunar, kitaplar sonsuza açılan kapılarıdır. Anahtarı "sevgi"dir!, sabırdır, emektir, uğrunda ölünen yaşamsal gerçeğimizdir.!dir.! Aslında varlık sıradandır, niceliktir. Deneyimlerle zenginleşerek kişilik ve nitelik kazanır. İdeodaki insana doğru yol alınır. Ey Yaşam Hoşgeldin.! Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya, deneyimin gerçekliğini dövmeye, ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını (James Joyce) Canlı, cansız; yaratılışın sarmal, iç mantığında kendi gerçeklerini koruyarak, kollayarak hep sevgi var olmuştur. Aşk'ın yan ürünlerinden biridir. Zayıf kuvvettir, ama çoğalma özelliği vardır. Nötürdür, sadece verilir. Asla bir alışveriş değildir. Olmamalıdır.!! E. Aydın SEVGİNİN NESNELERİ: Anababa sevgisi, kardeş sevgisi, cinsel sevgi, tinsel sevgi, tensel sevgi, ben sevgisi, vatanUlus sevgisi, dinsel sevgi, sanat sevgisi vs. vs. vs. Doğada var olan herşey. Sanat sevgisi ölüme karşı; insanın seçtiği ve zamanlar içinde durmadan, usanmadan yarattığı ölümsüz yapıtlar, Sanattır. Zaman yolculuğunda, uzama kurduğumuz evrensel köprülerdir. Öğrencilerimize sunduğumuz "Medeniyet Tarihinin, 7 harikası": Piramitler, ziguratlar, Babil'in asma bahçeleri, İskenderiye feneri, Rodos heykeli, Efes Artemis tapınağı, Bodrum mozolesi çağımızda binbirlere ulaşan sayısız yapıtlar. Totemler, Mastabalar, ölü kuyuları, heykeller, Freskolar, kabartmalar, camiler, çeşmeler katetraller dünyanın her yerinde ulusal müzelerde olarak korunan her türlü kalıt, insanlık tarihinin derinliğini ve zenginliğini, görkemini geleceğe taşıyor. Ulusal, uluslararası sayısız resim müzeleri, dolup taşan izleyicilere sunulmaktadır. Prof. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Sultan Ahmet parkı'nda dinlenirken, üç öğrenci yaklaşır, Hocam bize Sultan Ahmet çeşmesinin özellikleri ve güzelliklerini anlatır mısınız? derler. Sevinir ve konuşmaya başlar: Çocuklar içinizde saz çalanınız var mı? Yok, Resim yapanınız, yok; yanıtlarını alınca! Çocuklar, ben size bu çeşmenin özellik ve güzelliklerini nasıl anlatacağım der.??. Prof. yerden göğe kadar haklı değil mi? Bir sanat yapıtında, şiir vardır, müzik vardır, estetik vardır, sabır ve sevgi vardır. Duyguların derin ve soyut anlamına ulaşabilmek için, uzamla zamanı örtüştürebilmek için, geçmişten geleceğe köprülerimiz "sanat" dediğimiz, evrensel dilin yapı elemanlarını bilmeden çağımızı yaşama hakkını nasıl kazanırız.? E. Aydın KURUMSAL YAZIŞMALAR İÇEL SANAT KULÜBÜ ÜZERİNE BİR ÖZ ELEŞTİRİ Organize öğretilere otuz yılını vermiş birisiyim. Kars lisesinden başlayarak, Düziçi, İvriz, Mersin, Osmaniye, Adana'da devletin koymuş olduğu eğitim programlarına içten inanarak öğretmen olarak çalıştım. İyi öğretmen olmak için çaba verdim. İyisi olamadım ama popüler, en geniş çizgisinde, resim iş derslerini gençliğe ulaştırdığımı sanıyorum. Şimdileri daha iyi anlıyorum ki, organize eğitim çok çok önemli bir ayrıntıyı hep atlamış. Kamu için oluşturulmuş bu kurumlar, kamuyu atlayarak, onu dışlayarak yürümüşler. Yürümeğe devam ederek bağnaz tutumlarını sürdürüyorlar. Bireydeki yaratıcı gücün, nükleer yapısından habersiz, şablon insanlar yetiştirmeyi sürdürüyorlar Bindokuzyüzyirmi'ler sonrasındaki insanımızın olağanüstü çabalarla nasıl bütünleştiklerini, halk evlerinin nasıl çalıştıklarını, nasıl savcı, kaymakam, öğretmen, ayakkabı boyacısı, berber, tüccar, kol kola iç içe sahnelere çıkıp, müsahip zadeden eserler oynadıklarını, imtiyazsız sınıfsız nasıl evrensel yaşamın temellerini attıklarını unutmuş gözüküyorlar. Bu melonkolik düşüncelerin ezgisi altında yorgun, bezgin, yürüken bir Fazıl Tütüner çıkıyor, İçel Sanat Kulübünü çekirdek olarak seçiyor. Çağdaş olmuş bir halkevi modelini maddi ve manevi binbir yorgunluğuna karşın ortaya koyuyor, insanımıza bir umut penceresini açıyor. "Mustafa Kemal'in Kağnısı yolda kalmaz" dedirtiyor. İçel Sanat Kulübünün aylık yayın organını gözlerim yaşararak okudum. Bir avuç isimsiz kahramanın, insanımıza neden çaplı hizmetler verebileceğinin kanıtlarını derinden duyumsadım. Sizleri kutluyorum, bugün daha mutluyum. E. Aydın, 5Mayıs1993 İÇEL SANAT KULÜBÜ BAŞKANLIĞINA Cumartesi günü için bir çağrınızı aldım. İlginize sevindim. İçel Sanat Kulübü, bir avuç özverili, öncü kişinin çabası ile kuruldu, az zamanda büyük mesafeler alındı. Aslında bu bir Sanat Kulübü değil, bir Kültür Kulübü niteliğinde çalışıyor. Doğrusu da bu olmalıdır. Güzel olan hemen hemen herşeyi düşünmüşsünüz, bir kısımlarını da uygulamaya koymuşsunuz. Artı zaman kullanımındaki maharet ve becerileriniz ne kadar övülse azdır. Ancak artı zaman kullanımı, ölçüleri hep rampada tutar. Bir an için düzlüğe ulaşmak ve soluklanmak için de programlar üretmeliyiz. Kendi içinde kendi kendine zincirleme gelişen programlar. Siz mümeyyizlerin örnek çalışmaları artık kulübün duvarlarını çoktan aşmış durumda. Sade Türk insanının öz benine doğru yürüdüğünüzün bilincindesiniz. Siz has bir mayayı örneklersiniz, bir rota eriyik camı soğumaya bırakırsanız, kendi modelini tekrar ederek adi cam olur, ama eriyiğin içine bir küçük kristal parçası atarsanız bütün pota kristal olmaya programlanmış olur. Buraya kadar yazılanları bir sıra methiyeler gibi alır hafifserseniz, işte o zaman başlattığınız emsalsiz olayın yüceltisine gölge düşürmüş olursunuz. Biliyorsunuz, artı zaman, yanal ve gerçekçi yaşamsal çizgilerle sınırlıdır. Çok özlendiği halde uygulama boşluklarına açıktır. Bu nedenle kayılım beklentilerle ters düşebilir. Yine bundan neden, çok seranomi yerine öz ve oturmaya yatkın olanlarını prensipler haline getirmek gerekir. Hatırımda kaldığına göre bir kitap kampanyası balatılmıştı, bende bir kaç kitapla katkıda bulunmuştum. Kısa bir süre sonra İçel Sanat Kulübünün, Bölgede çok zengin bir kitaplığa kavuşağı umudunu yaşamıştım. Dahası okul kitaplarına kadar inen bir organizasyonun, düşük gelirli ailelere bir nebze soluk vereceğinin mutluluğunu da hayal etmiştim. İçel Sanat Kulübünün yardım organıda bağış güncel tutabilse, sanıyorum Mersin 'liler kampanyayı sevecektir. Artı zamanla ilişkin, okullarda ödüllü ve amaçlı kompozisyon yarışmaları konur ve sonuçlar radyo eşliğinde ilgi alanına getirilebilir. Bir Karacaoğlan resim yarışması Taşeli kapsamında amatörler arasında ödüllü olarak konabilir. Ödül için endişeniz olmasın, hepimiz katılabiliriz. Bugünün aile yapısında geceler bir düze alışkılar ve katılaşmış yaşanmayan boşluklarla doludur. Onu da devreye sokmanın zamanı gelmiştir. Asıl büyük özlü ve tabana paralel faaliyetler ortaya çıkacak, kendi otomatizmini kazanacak, öncülüğünüz daha da bir yücelti kazanacaktır. Konu, insana giden yollar olunca o kadar çeşitlilik kazanacak ki, düşlerken bile heyecan duyuyorum, neden olmasın diyorum? Eğer gecelerin kullanımı siz soy çekirdek dostlar tarafından onay görürse, ben gücümün yettiğince bir avan proje hazırlamayı size sunmayı çok önemli bir görev sayarım. Saygılar, sevgiler. E. Aydın, 1Ekim1993 İÇEL SANAT KLÜBÜ OLGUSU ÜZERİNE "Dünyada ilerleyen kişiler, kollarını sıvayıp istedikleri ortamı arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir." İnceleyebildiğim eski tarih kaynaklarına göre (Frank Lörimer, Novard, W.W. Barhoel, Julius Nemeleh, A. Samovic) Türkçeye çevirilmiştir. Türkler özgür, atılgan, kurucu, araştırıcı, doğayla barışık, bireye saygılı, sosyal yapıyı gözeten, utkuda, kıvançta, kederde birlik, ilk dinleri olan şamanizmin ışığında, islamiyetin zorba baskısı altında bile, hep laik inanca saygılı, hiçbir zaman şeridinde tutucu radikal olmamış, üstün bir yapıya karektere sahiptir. Barış günlerinde ise, tarlasında, çiftinde, çıbığında, sürüsünün başında, işbirliğini, imeceyi seven, üleşmeden haz alan, hayal kurabilen, hayale kapılmayan, sakin, inançlı, uyumlu, uysal, edilgen ve yaratıcı, savaşlarda kahraman, ölümden korkmaz bir kimliğe sahiptir. Çadırdan aşiretten imparatorluğa, imparatorluktan cumhuriyete geçebilecek kadar uygardır. Cumhuriyet gibi bir erdemin vazgeçilmez koşullarını büyük bir dinamizmle yaratan bir gizil güçtür Türk insanı. 1920'lerde bu coğrafyada doğdum. Tanığı olduğum zaman şeridi içinde, fakir, yoksul, cahil bırakılmış insanımızın olağanüstü çabalarla nasıl bütünleştiklerini, halk mekteplerini halkevlerini, gece mekteplerini, yeni latin abc'sini nazıl özümsediklerini, ezanın Türkçe okunuşunu çoşkuyla dinlediklerini gördüm, yaşadım. Öğretmen, savcı, subay, sucu, sütçü, terzi, berber, kasap, ayakkabıcının kolkola horon teptiklerini, halay çektiklerini, Molyer'den, Müsahipzade 'den eserler sahnelediklerini, halkın günlerce seyrettiğini gördüm, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış insanların utkusunu büyük çoşkuyla izledim. On sene önce ılık bir bahar gününde, Tevfik Sırrı Gür Lisesi önünde istasyona doğru giderken, dost ve utkulu bir melodinin anaforuna kapıldım: Çıktık açık alınla on yılda her savaştan Onyılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan Başta bütün dünyanın saydığı başkomutan Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan Türküz, cumhuriyetin göksümüz tunç siperi Türke durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri. Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız Türküz, bütün başlardan üstün olan başlarız Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız Çizerek kanımızla özyurdun haritasını Dindirdik memleketin yıllar süren yasını Bütünledik heryönden istiklal kavgasını Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını Örnektir milletlere açtığımız yeni iz İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir ülkeyiz Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz Tersine dönse dünya, yolumuzdan dönmeyiz. (Faruk NafizBehçet Kemal, 1933) Yolların kalbi vardır derler, tınılar beni İçel Sanat Klübü'ne getirmişti. Yıllar önce yitirdiğimizi sandığım kültür pınarı halkevlerimiz, çağdaş bir bürüncekle burdaydı. Her yaştan güzel yüzlü gönül insanlarımız, çocukluktan tanıdığım isimsiz kahramanlar, özveri içinde, uzamzamanda bir kesit olmuşlar, marş söylüyor, horon tepiyor, halay çekiyorlardı. Yaşanan zamanın umut kırıcı basıncından bin umuda kapılar açılmıştı. Koşuluyordu. Bu uzamlarda, mutlu ve güzel geleceğe açık, insanımıza yakışır sayısız mutlar, umutlar sergileniyordu. Sanatın kültürün her dalında, müzik, resim, opera, bale, dinletiler, söyleşiler, paneller, konferanslar, sanat sokağı çoşku günleri, sahne oyunları, çevre ve yurtiçiyuırtdışı gezileri, programları aşan bir gizil güçle sürdürülüyordu. Dahası, bu bir geçmiş zaman özlemi ve rüyası değildi. Başlık tümcesini tekrar alırsak anlam tümlenmiş olacak. Dünyada ilerleyen kişiler, kollarını sıvayıp istedikleri ortamı arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir. Ethem Aydın SAYIN FAZIL TÜTÜNER İçel Sanat Kulübü, bana göre benzeri bulunmayan bir kuruluştur. Orda, o kadar geleceğin insanına dönük, üstün insan duyumları sergileniyor ki, akıp giden zamanda yerini yitirmesin istiyorum. Biliyorsunuz, insanoğlu milyon kere milyon yılların belleğini taşıyarak bu çizgiye ulaştı. Yazısız dönemlerin kültürü, yazılı dönemleri bilim kayıtları, şu garip yalnız dünyamızda tek tutunacağımız dalımızdır. Bu sorumluluğun bilinciyle sizlere bu yazıyı yazma cesaretini gösterdim. Ben hiçbir zaman kendimde bir değer aramadım ve de bulmam da.. Tek özelliğim, doğaçlama, bazen de hayali olabilen alternatif fikirler üretirim. Çoğunlukla "uygulanabilirlik" güvencem ve cesaret nedenim olur. Beni böylece anlarsan sevinirim. Kuruluşumuzun bir üye kartoteks kütüğü olmalıdır İlk bilgileri üye niçin bu kuruluşu seçtiğini, neler katabileceğini ve detayları vermelidir. Karteksleri değerlendirecek, gelecek zamanlara kusursuz ve tahrifatsız aktarabilmek için, seçimler üstü, iki kişilik onur kurulu liyakatı, edimleriyle sabit değerlerden oluşmalı, ölüm veya önemli bir nedenle boşalan yerlerine, faal yönetim kurulu birini önermelidir. Onur kurulu bir disiplin kurulu olmadığı için özgürdür. Onur kurulu, İçel sanat Kulübü adına üyelerin yaptığı kalıcı ve geleceğe örtüşen çalışmalarını kartekse işlemelidir. Yine bu karteks kayıtları seçilmişlerin, yani faal yönetim kurulunun elinden uzak tutulmalıdır. Böylece kulübümüzün gelecek güzel günlere aktarılacak bir belleği oluşacak. Kanıma göre bu bellek ve bilince, İçel Sanat Kulübü layıktır. O sadece keder ve kıvancın ılıman soluğu değil, gelecek insanımızın yaşamsal sıvısıdır. Akşam yemeğinde sayın Kodallı ile oturmuştum, zaman ilerledikçe büyüdüm, büyüdüm, zodyaklara ulaştım, sonra gözümü aşağılarda gezdirdim, sizler, bizler, hepimiz orada o atmosfer içinde idik, gülüyor konuşuyorduk. Zaman yine akıyordu ama pırıl pırıl, dolu dolu ve de birlikteliğin, o kapsamı anlatılamaz mutlu atmosferinde yüzüyorduk. Yine benim kanıma göre, kıymetler görüldükçe, yerlerine ulaştırıldıkça insan büyür, insanlık ve bizler büyürüz. Siz liderliğin geniş kapsamlı yoğun uğraşları içinde bu detayları atlayabilirsiniz. İşte ben bu nedenle devreye girdim. 12Ocak bu dahinin, bu bulunmaz zatın doğum günü idi, bir çağrı aldığıma göre bir yemek veya jübile yapamadığımızın üzgüsü içindeyim. Karteksin gerekliliği adına sanırım çokça konuştum, halbuki yapılmasını düşündüğüm daha çok ham fikirlerim vardı. Birinci sayfanın birinci adayını ben size sunuyorum, değerlendirilirse sevinirim. Öperim E. Aydın, 18Şubat1996 SAYIN FAZIL TÜTÜNER İnsanlar yaradılıştan yüksek amaçlar için programlanmıştır. Doğuştan her birey iyidir, asildir, saygı duyulacak sonsuz gen taşırlar. Ancak özgürlük ortamında gelişebilirler. Sanılırki sonsuz özgürlük anarşidir. Halbuki anarşi, baskının karşıtında oluşur, aslında istenen şey değildir. Özgürlük bireylerde özben'i güçlendirir. Özben ise, sen, ben, biz, siz düşüncesini kavrar. Böylece toplum şuuru oluşur. Bu şuur empatiyi getirir (kendini karşındakinin yerine koymak). İşte ezeli terazi çalışmağa başladı. Tartıda çok az kusurlar olacaktır. Ona da tolerans denir. Bizler genelde sindirilmiş bir toplumuz. Düşündüğümüzle söylediğimiz kusurun izlerini taşır. İçel Sanat Kulübü kısmen arınabilenlerin yan yana gelişlerini vurgular. Bu seçkin potansiyeli sezen Fazıl Tütüner, zamanın nabzını duyabilen, uyumlu, ılımlı, yön verici gücünü ortaya koydu. Öznel gereksinimlerini bir kenara iterek koperasyon şuurunu değerlendirdi. Bugünki İçel Sanat Kulübü yakalanmış nabzın tiktaklarıyla birleşik şuurun kazanılmasının doyumsuz ve ulaşılamaz yüceltisidir. Mersin insanı size minnettardır. Yeni yılınızı candan kutlar sevgiler saygılar sunarım. Çam sakızı çoban armağanı örneği şu küçük hediyemi lütfen bir duvarınıza asmağı düşünürseniz sevinirim. E. Aydın FAZIL BEY, Bütün yaratılmışlar için geçerli bir sözcük vardır: Nostalji. Nedendir bilmem ama bu sözcüğü çok severim. Sözlükler kapasiteleri ölçüsünde açıklama yaparlar. Yine de bireyler göre bir anlamı içinde saklı kalır. Bana göre bu sözcük, geçmişi bugünün vereleri ışığında tekrar incelemek sorgulamaktır. Buna neden gereksinim duyarız sorusuna gelince, sanıyorum, yaşanan günde bir eksik taraf buluruz, kendimizi birşeyleri kaybetmekte gibi duyarız. Onun için eski hesapları tekrar gözden geçirmenin gereksinimi öne gelir. Bütün canlı cansız dediğimiz varlıklar bu duygudan soyutlanamaz. Bir nirengilerdeki ağaç, bir kaya parçası, özlüce yaşanmış bir zaman kesiti, hemen herşey, bu sözcüğün denetimine ister istemez girer. Yine sanıyorumki, İçel Sanat Kulübü gibi soylu kuruluşlar da bu sentezin ışığında yol almaktadır. Yine bundan neden, verdiğiniz özverili çabalar da saygıdeğerdir. Dahası, sizi daha iyi anlıyor ve seviyorum. Tümceyi bireysel olarak kullanmadım. Nostaljinin özüne uygun içeriğini kapsadığı için yazıyorum. Sevgi bağlamında mutluluk küçük küçük kristallerden oluşur. Kristal ise yapısı toplumun öz ve insana dönük değişmezleri kromozomsal bir özellikle taşırlar. Janjanlıdırlar ama değişken değildirler. Görülür ve duyulurlar, blok haline getirilemezler. Kendime ait özyargıya gelince: görürüm, duyarım ama yansımayı sizin kadar beceremem. (*) Yazı bitti. Öperim E. Aydın İÇEL SANAT KULÜBÜ PLASTİK SANATLAR KOLU BAŞKANLIĞINA Bu eleştirel yazı başkana karşı değil, benimde içinde bulunduğum sanat kurulunadır. Doğal olarak her kuruluşun başkanı vardır, o, sadece yönlendiricidir. Yaz aylarının durağanlığını saymazsak, sorumlusu olduğumuz yılın yarısındayız. Bu güne kadar yaptığımız toplantılar, görev bölümü ve yapacağımız işler üzerine bir proje belirlemiş. Konumuz sanat olunca, sayın kurulumuza bir takım sürükleyici görevler de kendiliğinden oluşuyor. Geride kalan süre içinde gerçekçi olarak, (amacımız nedir?), üyelerimize ulaşmak mı?, Mersin'e hizmet vermek mi?, yoksa Taşeli'ni kapsayan, hatta Türkiye ve dünyayı amaçlayan utopik projelerimiz mi olacak? Kararverme durumundayız. Gördüğüm kadarıyla, hiç birimiz elini taşın altına koymuyor, bundan neden, haklı eleştiriler alıyoruz. Parasal nedenler, bir gönül kuruluşunda hiç bir zaman birincil neden olamaz. Bu kadar dinamik güç yan yana gelmiş projeler üretmemiz, gerçekçi, edilgen olmamız kaçınılmazdır. Her toplantıyı bir öncekinin kayıtları üzerine gündemleştirerek çalışmaya başlarsak bizden sonra gelenlere de ışık tutmuş oluruz. Bana göre kısa mesafede neler yapabiliriz: San kulüp olarak, valilik kanalıyla, akılcı gerçeğimizi de anlatan, Mersin okullarındaki resim öğretmenleriyle bir toplantı düzenlemek, yaklaşımın sürekliliğini karara bağlamak, sorunları paylaşmak, kulübümüze katkılarını konuşmak, onlar da isterlerse seçkin öğrencileriyle ilgilenmek. İlkokulların en yakınlarından başlayarak, Resimİş derslerini incelemek, gerekirse örnek çalışmalar yapmak, çeşitli koleksiyon yapımına özendirmek, sanat sokağı çalışmaları yapmak. Başlanmış kursların pedagojik anlamda sürdürülmesini denetim altına almak. Üyelerimiz için neler yapabileceğimiz: Anlaşmalı bir sinemaya, sanatsal (plastik sanatlarla ilgili filimler) getirtmek, daha önceden üyelere duyurmak. Bale, opera, tiyatrolara üyelerin indirimli ulaşmalarını sağlamak. Resim sergilerinde sanatla ilgili kartlar satmak Afiş ve reprüdüksiyon sergilereri açmak, sanat kitapları köşesi kurmak, sokakta dia gösterileri, bir kısım sergilerin sokakta açılması. Açılışların coşkulu müzik eşliğinde yapılması. Sohbetli sanat yemekleri düzenlemek. Şimdilik bu önerilerimi öncelikli buluyorum. Saygılar. E. Aydın BAŞLIKSIZ Bu ulusun seçilir karekteri her zaman her çağda yürekli insanlarının hep var olmasıdır. Ancak yürekli kişilerin sessiz ve ılımlı duruşu sapık ideolojilere cesaret ve bazen de fırsat vermiştir. Üniversite kürsüsünden fısıldadığınız içtenlikli sesinizi aldım. Korkmayın yılmayın, gerekirse Volter olalım. İşte güneş ufuktan şimdi doğacak yürüyelim arkadaşlar. İçel Sanat Kulübü sizlerin anteninizde yıllardır yayın yapıyor. Bu sesi de lütfen duyunuz. Saygılar Sevgiler. E. Aydın BAŞLIKSIZ İçel Sanat Kulübü, toplumun çok çok gereksinim duyduğu önemli bir konuyu yakaladı ve bunun üzerine harekete geçti. Böylece yaptığı etkinlikler saygı, ilgi gördü. Kulüp, hangi amaçlarla kurulmuştur.? Üyeler bu birlikteliğe niçin gereksinim duydular? Ne dereceye kadar idealize edilebildi? Sarfları ve atılımların geliri yeterli mi? Yetmiyorsa yardımcı kaynakları nelerdir? Bir kuruluşun varlığını sürdürebilmesi için değişmez veya artan oranda kapital güvencesi koşulu düşünülüyor mu? Mutasavver gelirlerle mi program yapılıyor? Uygar insana değer veren, düşünen, ulusal çıkarlara saygılı, çevre ve yöreyi seven, paylaşımcı, birbirlerini seven, sayan, gösterişten çok gelenek, görenek, kültüre saygılı gönül adamlarının beraber olabildikleri, bilimsel veya regriatif, sanatın her türüne ilgi duyan, insanların beraberliği, yüksek amaçların paylaşımları, düşüncesi ve özlemiyle kurulmuştur. İnsan sosyal bir varlıktır. Birey, içinde bulunduğu toplumla kişilik kazanır. Bütün milli değerlerin, yitmeye, unutulmaya yüztuttuğu bir zamanda, bir avuç duyarlı insan bu İçel Sanat Kulübü çatısı altında toplandı. Salt insanı, onun önce sevgi ve saygı gereksinimine ayrıcalıklı çareler bulma çabası içinde. Bugüne değin isimsiz kahramanlar eliyle çok büyük işler yapıldı, toplumumuzun beğenisini kazandı. İsteniyorki, bu bireysel çabalar artık özlü bir organizasyona ulaşsın. Yine böylece kendi otomatizmini, uzun zaman birimleri içinde korusun. Genel amaca ters düşen hatalar yapmasından korunsun. Ülkede kurulmuş bir siyasi partinin veya belli amaçlara yönelik derneklerin dar ve koşullu labirentlerinden her zaman kendini koruyabilsin. Yüksek amaçları bakımından ayakta kalabilsin. İçinde bulunduğumuz zaman kesitinde, yardım ve gönül kuruluşları hep art niyetler çizgisinde yargılanırken, toplum gözünde gerçek veya dedikodu şeklinde eleştiriler almaktan hepimizin titiz olmamız, gerekirse bağlayıcı kararlardan kaçmamamız ön koşul olmalı. Saydam olabilmek, demokratik olabilmek için, bağışlarda kurullarımızın süzgecini esas tutmalıyız. Unutulmamalıdır ki, Mehmet Ali bey, Doğan Akça, Rafet Van, Fevziye hanım, Tuğba hanım ve ben burada küçümsenemeyecek özveriler içinde bulunuyoruz. Olayımız gönül olayı, öyleyse bizim de iletişimin yetersizliğine karşı anlayışlı ve bağışlayıcı olmamız gerekir. E. Aydın, 14Ocak1999 İNCELİKLİ ÇOCUK. (bug'lu bir gün) İnsan'ı tanımak için sanırım bin yıl bile kısa zaman! Bu çizgiyi yakalayanlar (yani sizin Gorat'ta olanlar) , çağın ilerisinde, geleceğin ummanlarında, okyanuslarında, bir yumşak esişli, can, canan kokulu meltemdirler.! Sıradandırlar, halktırlar, halktandırlar, haktandırlar, gönül adamıdırlr, yüksek yaşarlar, yaşam gücüdürler. Gölgeleri geleceğin abislerine düşer, ışıtır, ısıtır. Bu dizge umarım seni senden koparmaz. Ben de sizler gibiyi sever, amaçlarım. Hani şu öğretmen olmak var ya mesafeli yaşamayı buyuran, kemikleştiren.!!!!! İşte böylece "ben" ben değilim. Zaman zaman oksijensiz kalırım. Oturur olanlara mersiyeler düzerim. İçel Sanat Klübü'ne gönül verdim. Bir renk bir sıcaklık vermeği denedim. Güzel sanatlara bir tüzük hazırlamak için seve seve mevsim şartlarını dışlayarak gelip gittim. Kendimce incelikli yılbaşı balonları şişirttim. Birlikte "onuncu yıl marşları" söyletmeği, zamanlar içinden kayıp gelen çocuksu duygularımla yanınızda oldum. Sizlerin yani gönül adamlarının olduğu her yerde beraber olmağa can attım. İşin içeriği sizinle olmaktan büyük haz aldım. Bu kertede coşkunun nakit bedelinin cezalı ödenmesini isteyen taammüden, taahhütlü, kanun dışı mektuplar aldım. Zaten ben biraz da kırılganım. Yazı, bir gönül kuruluşundan geldiği için bence önemli oldu kırıldım. Yok oldum da denebilir. Kulüpten kaydımın silindiği muştusunu beklerken senden bir mesaj aldım.Öylesine etkilendimki.! E. Aydın, 27Ocak1999 İÇEL SANAT KULÜBÜ YÖNETİM KURULU BAŞKANLIĞINA Sayın başkanım dergide çıkan baş yazılarını ilgiyle okuyorum. Her yazı, bin bir dersle dolu, kitabi..! Önermeler, anekdotlar, doktirinler; kısacası; sivil toplum örgütlenmesinin anotomisine ters düşen klasik olmuş düşünceler. Savlanıyor. Elhasıl bir yerlerde bir şeylerin ters gittiği imajını vurguluyor yazılar.! Böl ve yönet: sivil toplum bölünmemeli. Çok sesliliğin müziğidir onu büyük yapan.! "Taşın altına elini koymak": taşın hangisi olduğu, bana göre yönetenlerce belirtilir. Yönetim kurulu projeler üretir. Bu teorik değil, pratiğe, edİme dönük olmalıdır. Sivil toplum, yapısı gereği gönül işidİr. Bİr mozaikler topluluğudur. Onları yönlendiren sizler olmalısınız. Ücretİ yoktur ama, sorumluluğu çoktur. Bu durum önceden bilinerek, yönetİme aday olunur. Onur belgeleri konusu; çok bilgece düşünülmüş, kadirbilirlik örneğidir. Çok yüce bİr manevİ değerin simgesidir. Her kişiye nasibolmaz. Türlü nedenlerle bana lütfedilen belgeleri, baş köşemde, özel bİr bölümde saklarım. Onlarla gurur duyarım. Bu güzel olayı başlattığınıza göre; yönetim kurulunun imzalarını taşıyan birer belgeyle vesika edilirse, daha inandırıcı olur dİye düşünüyorum. Sayın Nuri Abaç, ulusal çizgiyi aşmış, evrensele ulaşmış, Mersin'in, Türkiye'nin onurudur. Sayın Nuri Abaç, derneğin kurucusudur. İçel sanat kulübü okurları bu güzel olayın, uz bir kalem tarafından dergimizde yayımlanmasından mutluluk duyacaktır. Bugün Mersin liseliler derneğinin aylık bültenini aldım. Üyelerİn sağlığı, hastalığı, açtığı sergiler daha bİr çok sosyal olaylardan bahsediyor ama, ödül törenleri kendilerine ulaşmadığı için, dergiye girmediği için, bilgileri olamamış sanıyorum. Sivil toplum, bu tür gönül olaylarıyla güçlenir, sevgide çoğalır, yoğunlaşır diye düşünüyorum. İçel sanat kulübü, sıradan bir kuruluş değildir diyorsunuz, ama mutluluk adalarına, sıradanlık denizlerinden gidildiği gerçeğini gözardı edemeyiz. Sizler gibi, pırıl pırıl yönetici kadroyu seçenler bana göre sıradan olamazlar. Biryerlerde, birşeyler iyi gitmiyor;ama nerede?! Taşın altına ellerini sokmuyorlar,kimler,neden?!? İçel sanat kulübünü seviyorum, sizleri seviyorum. Parazitli konuşmam ondandır, affola.. Severek konuşan kekre konuşur. Hepinizi öperim. E. Aydın, 28Temmuz1999 GÖNÜL DOSTLARIMA Hızla akıp giden zamanlar içinde pırıl pırıl göletler yaratan insanı insanda çoğaltan İçel Sanat Klübü üyelerinin yeni yıllarını kutlar, şükran sevgi ve saygılarımı sunarım. E. Aydın, 27Aralık1999 MERSİN LİSELİLERİ DAYANIŞMA DERNEĞİ BAŞKANLIĞINA İncelikli ve yüreklendirici yazınızı aldım. Yine yine doluktum. Duygular.. anlatımı zor, dolaşık yumak... ebem kuşağıdır. Bir uç yakaladım dersiniz, elinizde kalıverir. Başka bir uca bakarsınız, ebrulu anlatıma yatkın değildir. Devlet, bizleri savaş yıllarında işe dayalı, yüksek amaçlı, pedagojik, yani iş içinde öğretim ve eğitim programları için özene bezene idealize etti. İş bilgisi ResimYazı öğretmeni yetiştirdi. Devletin eğitim politikaları gereği, ortaeğitimde dersler organik bir bağ içindedir. Bir bütündür. İşbilgisiResimYazı bu bütünün harcı, yapıştırıcısıdır. Edebiyatta yazılı kağıtlarda, kimyada, fizikte, matematikte, geometride, coğrafya, tarihte işbilgisiresimyazı; eğitim öğretimin kan dolaşımıdır. Olmazsa olmazıdır. Hemen 1924'te çağrılan dünya çaplı eğitimciler, Türkiye'nin eğitim sorununu incelediler. Uzun yıllardan sonra ulusal karekterimize uygun dinamik topyekün kalkınmağı hedef alan, ortaöğretim programı kanunlaştı. Gazi eğitim entitüsü bu amaçla kuruldu. Çağdaştı, ulusu kapsıyordu. Ellili yıllardan sonra o güzelim program yozlaştırıldı. Olmasa da olur diye diye, iletişimden yoksun, kendi çalıp kendi oynayan, akordsuz, temposuz bir toplum olduk. Sanki birileri "bu işbilgisiresimyazı da neyin nesi" diyesi.... Bu sanal savaşta en çok değer yitiren işbilgisiresimyazı öğretmeni; entel toplumun da beklencesi gereği, amacı dışında var olabilmek için sanatı seçti. İyi bir işbilgisiresimyazı öğretmeni yok artık.! Resim yapan, sergiler açan, ressam öğretmen var. Ekim ayı için öneriniz de bu bağlamda olduğu için yazıyı kotarmağa iki gün az geldi. Dersimizin ideodaki gerçek yerini gücüm yettiğince vurgulamağa çalıştım. Söz de uzadı. Teknoloji zaten çizimle birlikte var olabildiğine göre, görmeği, gördüğünü doğru çizmeği, estetiği, dizaynı dışlamadan, gerçekçi bir bakış açısını, oturuşkun kural ve kuramlar içinde doğru çizimler, yaşamboyu, başarı ve başarısızlığın anatomisinde etken olacak bir öğretmen üstlendiği yüksek evrensel görevin bilincindeyse yaşamışlığın üstüne aldığı sorumluluğun onuru bir faniye yetmez mi? Öğretmenler isimsiz yaşarlar. Sizlerin gönüllerinde yer etmekten büyük ne vardır?! Bana gelince: gücümü bileyerek, kendi gerçeğimi, özgünlüğümü, tuvale aktarmağa çalışıyorum. Mesleğe atıldığımdan bu yana, kağıt kalem hep elimdedir. Otobüste, trende, kahvede, lokantada, yurt gezilerinde, sabah yürüyüşlerinde, taslaklar yaparım. Küçük olmasına karşın hepsi de bitmiş ve özgündür. Pek azını tuvale aktarabildim. Çalışıyorum, çalışacağım. (Editörün notu: Bu taslak çizimler kitabın son bölümündedir) Size geçenlerde yazdığım mektup galiba biraz abartılı duygusal olmuştu. Hoş görün. Yıllarca laftan ekmek yediğimiz için olacak, çokca konuşuruz. Bağışlana. Hem de siz ne güzel arkladınız beni çoşturdunuz. Gazanfer bey de sanırım bilirler. Ben yakın çevreme şimdileri resim satmam. Çam sakızı çoban armağanı özdeyişince: veririm. İlginiz şereflerin en büyüğüdür. Vitaminler,hormonlar,benim naturama ters etki yapar. Bundan neden, övgülerle sövgülerli ince eler sık dokurum. Sövgüleri özümsemek, bünyeden dışarı atmak kolay oluyor.Ucuz mal olduğundan. Övgüler ise, nitelikseldir, kristalizedir. Kimyasal, psikolojik imbiklerden geçebildikten sonra artık mücevher olmuştur. Koruması yüksek çaba ister. Pandorama güvenemiyorum. Saygılarımın sevgilerimin kabulu ricasıyla... E. Aydın, 5Temuz2000 SAYIN BAŞKAN ALKAN Beş Temmuz'da özene bezene yazdığım mektubu almamış olacaksınız. Sergi için ortaya koyduğum gerekçeyi de kınadığınızı duyumsuyorum. Sıcacık bir çağrıya güleoynaya evet demek gerekmez miydi? Ben, genişce bir sergi açmağı düşünüyordum. Taslaklarımla birlilte, farklı, orjinal bir serginin açılışı gözümde büyümüştü. Zor gibi gelmişti. Sanat tarihinde de ezkizler, yani taslaklar, sanata soyunanların, saf özgünlüğünü korudukları için olacak, eleştirmenlerce önemli bir vere olarak düşünülür. Taslaklar, yani ezkizler, tuvale aktarılırken genelde değişirler. Değişirken gerginleşir, bozuluma uğrarlar. Şiirde de böyledir. Yurdun değişik yerlerinden değişik zamanlarda çizdiğim taslak ve ikinci taslaklardan renk biçem araştırmalarından size bir kısmını yolluyorum. Mam sakızı çoban armağanı. Eğer çerçeveler, sergilemeği düşünürseniz hiç de sıradan değildirler. Uygun görürseniz, gereğini yapmakda özgürsünüz.. Size verilmiştir. Bu taslakların dizaynı, yani pasparto ve çerçevesini, siz yaptırmağı üslenebilirseniz, elimde bittiğini sandığım, yapıtlardan bir sergiyi Mersin'e getiririm. Böylece, projem de gerçekleşir. Sizin de öz verili düşünceniz olumlu bir yanıt bulmuş olur. Benim getireceğim yapıtlar da ilgi görür. Edinim şansına ulaşırsa, birlikte yeyeceğimiz sofrada tekrar katkı sınırını, gönül süzgecinden geçirir, konuşuruz diye düşünüyorum. Hemen karar verebilirseniz, (olur veya olmaz) ben de duruma göre hazırlığa girebilirim. Sergi salonu İçel Sanat Klübü olabildiği gibi, Sanayi odası veya devlet galerisi de olabilir. Doğan Alça'dan sonra, kulüp, sanat sergilerinde biraz kararsız oluyorlar diye bu açıklamağa gereksinim duydum. Sevgi yağmurumuz olsun. Saygılar. E. Aydın, 15Temmuz2000 İLKKURŞUN Nereye, ne zaman isabetli atış yapacağını bilenleri severim. Karavanaları, herkes gibi ben de sevmem. İçel Sanat Kukübünde açtığım sergide, sanırım kişisel yetkinizi kullanarak, bir boşluğu çok güzel doldurdunuz. İyi bir yönetici olmanın, her zaman böyle sürprizle zenginleştiğini bilirim. Sizi candan kutlarım. Bölük pörçük, bazen de tutarsız tümcelerimle de olsa Mersin'lilerle konuşma fırsatı, benim için büyük zevk oldu. Sizlere gönül borcum vardı, iki satır da olsa ödemeye çalıştım. T.R.R topluluğuna ve size bin şükran. Ethem Aydın, 8Kasım2000 GÜNCEL, DÜNCEL VE ARDIL'NI YAKALAYAN ATATÜRK KUŞAĞININ, TEMSİLCİSİ, GÜVENCESİ GÖNÜL ADAMI, SAYIN VALİMİZ. Bu ses; 1944 lerden başlayarak, Kars, Düziçi köy enstİtüsü, İvriz köy enstİtüsü, Mersİn lisesi, Osmaniye lisesi, Adana erkek lisesi 1977 lere kadar 30 sene, karınca kararınca, ulusuma olan borcunu bir işbilgisi, resim, yazı öğretmeni olarak ödemeğe çalışan, eğitim ordusu bİnlece neferinden birinin sesİdİr. Mersİn liselileri derneğinin, İçel sanat kulübüyle birlikte hazırladıkları, geleneksel buluşma günü kapsamında açtığım sergİye onur vermenizle, öğrencilerimi ve beni mutlu ettiniz. Mersin'in, özellikle kültürüne yerinde katkınız, zamanlar boyu süreceğine inadığım, tatlı bir söylencedir. enç Türkİye cumhuriyetinin sarsıntılı evreller yaşadığı günümüzde, sizler gibi dinamik güçlere, şimdi daha çok gereksinim olduğunun biİiciyle bu yazıyı size ulaştırmağı bir görev saydım. Atatürk'ün kağnısı,sizler olduğu sürece, yolda kalmaz. Aaygi ve sevgİler. Ethem Aydın, 8Kasim2000 SEVGİLİ GAZANFER 28 Ekim, dolu dolu, özellik güzelliklerle gelip geçti. Anıların tınısı, rengi, kokusu, çoğalarak, topraktan yaprağa yapraktan çiçeğe sürüp gidiyor. Sonlu yaşamda, sonsuzluğu duyumsamak, ne güzel.! Lütfen, bundan sonraki yükümlülüğümün neler olacağını da belirlerseniz sevinirim. Düşünce: Mersin liselileri derneği tüzüğünün içeriği. kuruluştan bu yana edimleri. bursiyerlerin birkaç yazısı. sivil toplumdaki yankıları. sınıf arkadaşlarının yazıları imeceye gönül verenlerden anılar. evrensel çizgide yeri. Mustafa Kemal'in kağnısı dağbaşını duman almış, gümüşdere durmaz akar. İçel sanat kulübü özel sayısı. Mersin liselileri dayanışma derneğinin, ayrıca yapacakları etkinlikler. Bizi bağlamamalı. Sivil toplumların, özelliği çok sesliliktedir. Biz bir başlatalım, diye düşünüyorum.öperim. Ortaya koyucu,kollayıcı,koruyuculara bin şükran. Organizasyonda emeği geçen gönül dostları ordusuna binlerce şükran.. Sizleri seviyorum. E. Aydın, 10Kasım2000 SAYIN ERKAN ÖZAYDIN İnsan; düşünceden bu yana; neden, niçin, sözcükleriyle yaşama anlam kazandırmayı başarmış. Cesaretle, onlarca düzeni bozarak, yeni düzenler kurmayı başarmıştır. Kaosun büyük patlamayla oluştuğuna, evrimin de sürdüğüne inanıyorsak eğer. Şimdilik metobolizmanın vazgeçilmez gerçeği, soğuyabilir, gücünü yitirebilir, sönebilir. Belki yarın, belki de milyonlarca yıl sonra olsa da bizleri ilgilendiriyor düşüncesinde buluşmuş oluyoruz Bu bir beyin jimnastiği olduğu gibi, evrensele gönderme de olabilir. Edinebildiğimiz bilimlerin yardımıyla, uz görünün eşliğinde düşünelim ve sanal, kurgularımızı İçel Sanat Kulübü adresine ulaştıralım.Orada oluşturulacak bir ön kurula sunalım. yeni sayılarımızda yayımlayalım. Bütün aşklar hep böyle başlar. Eğer düşüncemi sizler de uygun bulacak olursanız, sevinirim. E. Aydın, 14Şubat2002 SAYIN BAŞKAN Bilimler ve Fenler, din gibi tek doğru olduğu sürece insanda, varolduğuna inandığımız, özveri, sağduyu zedeleniyor. Demokrasilerdeki çarpıklık da, sanırım düşüncesinden kaynaklanıyor. İçel Sanat Kulübü; aydın, uygar, yarınlara açık örnek bir sivil toplum kuruluşudur. Veya öyle olması düşüncesinden yola çıkarak, kendi bünyesinde, kendine yakışan atılımı yapabilmelidir. Düşünce çizgim oldukça gerçekçidir. Yıllardan beri; Yönetim Kurulu ve Başkan seçimleri yaparız; Sonra da iyi çalışmadılar, yediler, yuttular diye açık kapalı, insana yakışmayan dedi kodular duyarız. Yönetimler, hep ağır eleştirilere uğrarlar. Daha akılalmazı, onlara ne teşekkür eder, ne de bir ödül vermeyi düşünürüz. !!! Öneri: Seçimden bir ay önce, yönetime aday olmak isteyen üyeler, ileriye dönük, gerçekci, ne gibi uygulamalar getireceklerini yazılı olarak, yönetim kuruluna sunsunlar. Yine üyelerden oluşan, bir seçici kurulun onayından geçen, ön proje, seçim için toplanan genel kurulda, yüksek sesle okutulsun. Seçim sonucu, kazanan yeni yönetim kurulu, önce sundukları projenin uygulamaları ışığında çalışsınlar; yaratıcılıklarını göstersinler... Böylece, insanın, insanda büyüdüğünü yaşayarak görürüz, mutlu oluruz. Beni okuduğunuz için teşekkürler, saygılar, öperim. E. Aydın, 2Nisan2002 DAVETİYE 28/Ekim/2ooo Geleneksel buluşma günü anısına İçel Sanat Kulübü Teoman Ünüsan salonunda öğretmen Ethem Aydın'ın ÖNCÜL, GÜNCEL, ARDIL yapıtlarını kapsayan resim sergisine gönül dostları çağrılıdır. İçel Sanat Klübünün katkısıyla Mersin Liseliler Derneği Bşk. Meriç ALKAN İÇEL SANAT KLÜBÜ SEVGİLİLER GÜNÜNDE BERDAN BARAJINDA ÇOĞALDI! 13Şubat Pazar, pırıl pırıl, güneş yükseliyor. Yeşiller mavilere uyanıyor. Sevgililer sevgiye.! Tatlı sert, ılıman, özel ve güzel bir gün, bugün. Sevgililer Günü.! Dostluğa, arkadaşlığa, sevgiye, aşka, çın, çın.!! Mersin'den, gönül adamlarıyla, tıklım tıklım dolu otobüs; daha önce, kendi araçlarıyla gelen konuklar tarafından, alkışlarla karşılandı. Bu alkışlar, doğa ananın yürek atışlarıyla örtüştü. Tarsus'a yeni kazandırılan Atlı Spor Kulübü önündeki sekide, bir kahve dinlencesinden sonra, baraj gölü kıyısında iki saatlik doyurucu bir yürüyüş, (isteyen bu geziyi atlarla yapabilir) Dönüşte açık havada, güle oynaya, cıvıl cıvıl bir öğle yemeği ve hasret yüklü sohbetler. Dostluğa, mutluluğa çın, çın..!! Tarası doldurup taşan, donanımlı masalardan birinde, taşeli tutkunu, gezgini, Semihi Vural adım adım (Taşeli) anılarını çok boyutlu bir filim şeridi gibi gözler önüne serdi. Doyumsuz anlatımıyla, çocukluğumun ayak izlerinde; antik kalıntılar, kültürel, folklorik özellikler, güzellikleri tekrar anımsattı, yaşattı. Unutulan dünlerden, yaşanan günlerden, aydınlık yarınlara, çın çın.! Cemal Turan, Mersin Sanat Kulübü'nde yeni açtığı resim sergisi ve Almanya'daki sergisinden izlenimlerini, sanat üzerindeki deneyimlerini, Güngör Turan Kulüpteki müzik etkinliklerinden söz etti. Yetiştirdiği müzik gönüllüleriyle esenleşti. Sezaver Seçki Yakında Adana Mimar Sinan Resim Salonu'nda açacağı resim sergisinin heyecanıyla, sanata nasıl soyunduğunu, kimlerden etkilendiğini, kıvrak bir dille anlattı, övgüler sundu. Heykeltraş dostumuz Hidayet Uysal, bir Buda heykeli gibi suskun, konuşulanları dinledi. Gönül kuruluşlarında, bu unutulmaz özel ve güzel günleri bizlere hazırlayan dostlara, çın çın.. Gün iniyor, sular kararıyordu, esenleşerek, yollara, yollara..! E. Aydın BAŞLIKSIZ Türkyılmazın resim sergisi üzerine resim sanatının önemli öğelerinden birisi de yaratma cesaretidir. Doktorluğun verdiği güçle bu öge sanatına da yansıyor. Görülenle kaosun, içiçe ve de kol kola olduğu yapıtları, çağdaş yansımaya ulaşıyor. Sanatın major kurallarına saygılı lmak koşuluyla, yalın duyumlarını tuvallerine aktarmaya çaba veriyor. Resmi kendisi için vazgeçilmez bir yaşam biçimi olarak yorumluyor. E. Aydın SAYIN NEVİT KODALLI Yukardaki yazıyı İçel Sanat Klübü başkanlığına yazmıştım. Uyguın gerekli görülmüş, yanıt geldi. Sizin onayınıza da sunmağı düşündüm. Yılı, veya daha öncesini de kapsayan geleceğe de ışık tutacak bir raporu birlikte hazırlayarak veya sonradan birleştirerek başkanlığa sunalım diye düşünüyorum. Eğer düşünceme katılırsanız haberleşelim. Yönetime bir katkımız olursa sevindiricidir. Olmazsa da üzülmeyiz. Saygılarımı ve Sevgilerimi sunarım. E. Aydın, 12 Haziran2002 BAŞLIKSIZ 14 Temmuz pazar, değişik bir olay başlatmak ve yaşamak için Taşucu'nda bekliyoruz. Bir gemiyle ilk defa beş saat kıyıları gözleyerek gideceğiz. Prof.Tuncay Özgünen, Prof. yine hanımı, Doçent ilgi alanımda olan Handan Tunç, ayrıldığı beyi Levent Baler, kızı Su, doktorun oğlu Bilgi gurubumuzu oluşturuyordu. Gezi boyunca da beraberliğimiz sürdü. Masamıza zaman zaman, Nevit Kodalı, Celal Taşkıran, Kaptan, Özcan bey, İbrahim bey, Doğan, Nejla hanım konuk oldular. Bir yanımız derya deniz, bir yanımız Toros'lar, arada bir adalar, adacıklar. Zamanlar ne kadar da iç içe idi. Üçüncü zamanda gençleşen Toros'lar dimdik, esti katmanlar, öbek öbek devrilmiş yatıyorlardı. İnsanlar mutluluk naraları atıyorlardı. Zaman zaman da gemi duruyor, denize giriyorlardı, cümbür cemaaat. Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, günler ayları, aylar yılları yapar. Böylesine içten içe, ayrımsız, ayrıcalıksız akan zamanlar bize nesnelerin varlık çizgisini belirler. İnsan bilincine vardığı zamanları saymak istesek herhalde zorlanırız gibi geliyor bana. Yakın zamanlarda 14 Temmuz da İçel Sanat Kulübünün kotardığı bir mavi yolculuk yapmıştık. Bir gün sürsede ayrımına varılan dopdolu bir gün olmuştu. O gün güneş bizi Taşucu'nda buldu. Denizi bulduksada, yatı bulmak epeyce eğlenceli oldu. Adana'dan, Silifke'den, Mersin'den gelen konuklar yavaş yavaş yerlerini aldılar, iskele alındı, gemi yavaş yavaş yön değiştirdi, açılıyoruz. Gemi denizle, biz birbirimizle tanışmakta iken kaptanımız rotamızı, yüzmek için duraklayacağımız koyları duyurarak iyi yolculuklar diledi. Bir yanımız Toros 'ların denizle buluştuğu yeşil ve tanıdık yamaçlar, diğer tarafta deniz, adalar. İçerde Taşeli'nin insanları, yine zamanlar içinde ya karşılaştığımız yada beraber olduğumuz, anılarımızın bulunduğu dostlar. Yavaş yavaş da olsa, önce gülücüklerle sonra yakınlaşmalarla iletişi başlıyor. Sandalyeler zaman zaman konuklarını değiştirmeye başlıyor. Tanışıklıklar koyulaşıyor. Mavi bir atlas üzerine serilmiş logalar gibiyiz, herkes yerini ve geçmişteki parçasını arıyor. Yahutta, yeni bir kompozisyonda buluşuyor. Böylece gün büyümeye başlıyor. Çok besleyici, ılımlı bir hava, deniz kendini oynuyor, küçük, dalgalı ve çağırgan. Yolculuk ilerledikçe zanalar da değişiyor. İşte üçüncü zamanda denize yığılıp kalmış bir soy taşı, hem de yan düşmüş yatıyor. Şu tarafta bir ada yemyeşil Romalılardan izler taşıyor. E. Aydın PLATONİK Platonique: Gerçekte var olmayan, düşte kalan, hep öyle kalması istenen, sevgi ve ilgi bağlamında. Yaşam devinimdir. İçte devinim, dışta devinim. Uzamda, zamanda devinim. 9 Ağustos, Gökova gezisi başlıyor. Beşgün, on üç milyon. Gezi boyu yazmak, cıvıltıyı, paylaşmadaki duyguyu, insana ilişkin herşeyi yazmak gerek. İnsan insana, insanca konuşup söyleşmek.. Kuştan, ağaçtan, çiçekten, yapraktan, aşktan, sevgiden, güneşten, buluttan yaz yazabildiğin, düşünebildiğin kadar. Değişiklik iyi şey aslında. Göz harpışta, hayat, sofa sayvan, kamalye, sundurma, baranı, üzüm bağlarını yerden yükselten kuru ağaç. Güz aylarında üzümler ve meyveler üzerine kırağı yağması beklenir. Üzümün kabığı ayazla yumşar, erimeğe yüz tutar. Bütün sebzeler meyveler ilk kırağıdan etkilenir, faydalanır? Tadı, suyu artar. (*) E. Aydın GESAM TÜRKİYE GÜZEL SANAT ESERLERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ BAŞKANLIĞINA ANKARA Gesam'ı kurmakla, tarihi bir görev yapıyorsunuz. Çalışmanız hangi seviyede olursa olsun övgüye layık. Kuruluşun hizmet alanı (sizlerin kaleme aldığına göre) çok geniş ve realist. Gelir kaynakları ise, kısıtlı ve sembolik gözüküyor. Sosyal amaçlara inebilmek için, devamlılığı sağlanmış akarlara gereksinim var. Telif hakları ile onun hukuki sorunlarının kovuşturulması ile nereye varılabilir? Üyelerin vereceği aidatlar, hiç bir zaman Ankara dışında organlaşmayı sağlamaz. Bu üst kuruluşu, daha popüler yapmak, rantabl bir çalışmaya ulaştırmak gerek. Şayet düşünceye, düşünenlerin fikrine sıcak yaklaşılabilecekse, bazı pratikler ve özlü detaylı fikirlerimi sizlere ulaştırmayı zevk ve ödev sayarım. Zedelenmiş hukukların kovuşturulması yerine, hukukları zedelettirmemek prensiplerini koymakla daha tabana yakın hareket etmiş olurnur diye düşünürüm. Eğer bana yazmayı düşünürseniz, lütfen bir de tüzük yollamanzı isteyeceğim. Saygılarımla. E. Aydın, 9Eylül1987 GESAM TÜRKİYE GÜZEL SANAT ESERLERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ BAŞKANLIĞINA ANKARA 9101987 tarih, (601/103) sayılı yazınızı aldım. Üyelik kaydımın yapıldığını bildiriyorsunuz. Teşekkür ederim. Seyahatta olmam sebebiyle yanıt vermekte biraz geciktim. İstenen yetki belgesi üzerine gereksiz şeyler yazmaktan çekindim. Yönetmelik çok şeyler yazmaya amir, ama yazılacak alan kısıtlı. Bundan sebep, ben yetki belgesini imzalayıp, tarafınıza gerekli gördüğüm vesikaları da yolluyorum. Lütfen zahmet buyurup, yerli yerlerine yazı verirseniz, mutlu olurum. ESERLERİM: 1 Atatürk parkı, peyzaj, yağlı boya, (37x45), bayram ve yılbaşları için, özgeçmiş ilaveli, (25.000 basılmış) halen piyasada. Elimde yoktur. 2 Ermenek, peyzaj, yağlı boya, 50x70, aynı amaçla, 10.000 basılmış, bir miktar elimde vardır. 3 Adana baraj gölü, guaj, 35x45, 10.000 basıldı, bir miktar elimde var. 4 Mut, peyzaj, 50x70, 5.000 basıldı yağlı boya, 5 (Bolu, peyzaj, yağlı boya, (50x70) elimde. 6 Galyörler, yağlı boya, 50x70 7 Solu boya Natürmort'lar buraya ve fişe sığmayacak kadar sayıda. Sizden ricam, bunlardan birkaç tanesini şimdilik prosüdörü tamamlamak için kayda alınız. İlerde, sizlerle konuşmadan sonra gereğini yapmaya çalışırım. Not: Üç aylık katkı Ankara Halk Bankasına yatırılmıştır. Saygılarımla. E. Aydın, 6Aralık1987 ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ 1 On kişilik değişmez danışma kurulu (özveri durumları kanıtlanmış, fikirleriyle katkıda bulunacak kişiler dahil. Varlıklı, çevresi aynı sebeple geniş olan kişiler) 2 Dernek yönetim kurulu, kayıtlı üyelerden oluşur, seçimle gelirler. Dinamik, devnigengenç ve orta kuşaktan olur. 3 Organlar: Halkla ilişkiler, evlere rahatça girip çıkabilecek, çevreli ve psikolojik etkileme gücü olan, iyi ve doğru konuşan, konuşmasına alternatif üretebilen kişiler. Bu birikimi, kısa zamanda paraya veya kullanıma çevirecek gönüllüler. Okumayazmadan başlayarak türlü kurslar verilebilecek yetkili ve gönüllü kişiler. Bölgesinde, ev ev dolaşarak, fakir öğrenci barındıracak veya doyuracak yada okul gereksinimlerini karşılayabilecek adres araştırılması. Komşu il ve ilçelerde, bu tür çalışmaları yapan kurum ve kuruluşlarla yakın iletişim. Genç ve fakir öğrenci kuşağına, yetileri kapsamında iş verebilecek adreslerle ilişki. Rehberlik, turistlere, isteyenlere verebilecek, dil ve fen yeteneği olan elemanlar. Gerekirse evlere yollanabilecek, bilgi ve görgüde kişiler. Senede, belli zamanlarda, üyelerinde çağrılı olduğu eğlence etkinlikleri, sinema, tiyatro ve opera da dahil. Kamu kuruluşlarında yakın ilişkiler. Böylece oluşturulacak değişmez bir merkez ve depolama olanağı. Zaman zaman elimizde birikmiş yiyecek ve giyecekleri, daha önceden geçim durumları belirlenmiş mahallelerde dağıtım. Eski, her türlü gazete, kitap toplanması. Müzayedeler, piyangolar. E. Aydın BAŞLIKSIZ Adana Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin; "24 Kasım Öğretmenler Günü Kutlama Etkinlikleri" kapsamında, emekli öğretmenlere çay verildi. Salon, öğretimin eski, deneyimli ustalarıyla büyümüş bir konsey havasına bürünmüştü. Atatürk aramızdaydı. Çağdaş yaşamı destekleme derneği başkanı, sayın Nuran Işık içtenlikli, mütavazi bir konuşmayla toplantıyı açtı. Birikimlerin üleşilmesi, anıların tazelenmesi üzerine çağrıda bulundu. Çağdaş yaşamın, klasik anlamından kurtarılarak, daha katılımcı aktif bir çizgide yorumlanması tartışıldı. İnsan yetiştirme sanatının ustaları, bir çocuğun sonsuz merakını, renk renk alanlarda işlerken; zekanın ve duyarlılığın çorak topraklarda, nasıl işlenmeden akıp gittiğini görmemenin acısını yaşayanlar, köy enstitülerinin kuruluşundaki kutsal amacı bir defa daha dile getirdiler. Büyük Atatürk'ün kendilerine emanet ettiği, Türk gençliğini çağdaş çizgide nasıl koruyup kolladıklarını, onları değiştirirken kendilerinin de yenilendiğini, ezi ve ezalara katlandıklarını anlatırken mutluluk gözyaşları döktüler. Evrim sürüyordu, anılar geride kalmalıydı. Gelecek için de öğretimin de, öğretmenin de yenilenmesi tek koşuldu. Kurulu düzenin evrimi yavaş gelişiyordu. Sivil toplumun kuruluşları, yurt çapında örgütlenme çabasına girdiler, günceli ve çağdaşı arıyorlardı. Adana Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği de bunlardan birisidir. Olanağı yetersiz öğrencilere burs veriyorlar, yeni yetişmekte olan kuşağa kanat geriyorlar. Bu kutsal davaya gönül verenler, yardımda bulunmak isteyenler gün geçtikçe çığ gibi büyüyor. Bu ulusun soydan gelme, denenmiş gizil gücünü ortaya koyuyorlar. "Atatürk'ün Kağnısı Yolda Kalmaz" Dağ başını duman almış Gümüş dere durmaz akar Güneş ufuktan şimdi doğar Yürüyelim arkadaşlar... E. Aydın EĞİTİM USTALARINDAN ALINTILAR Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin, potansiyel gücü Adana üniversitesi ve Yüksek okullarıdır. Klasik çıkarmalardan (yani yardım alarak ve yardım ederek), çağdaşlığı yakalayamayız. Çağdaşlık günü ve yarını kapsar. Şimdi biz günü kurtarmaya çaba veriyoruz. Umarımız potansiyel güçte olmalı. Çağdaş toplumda hastalar, sakatlar, geçici yatalaklar, körler, yaşlılar, yalnızlar, kısa süreli yatağa bağımlılar, dahaları... Burs verdiğimiz üniversite öğrencilerinden, yukarda saymaya çalıştığım kimselere bir veya iki saat yoldaş olmak, ona gazete okumak, yazı yazmak, iç hizmetler vermelerini istemek, bir gönül kuruluşunun ideal ve gerçekçi görevi olmalı. Mutluluk ve sevgi paylaşıldıkça güzeldir.... E. Aydın DOĞAL HAYATI KORUMA DERNEĞİ BAŞKANLIĞINA Şimdilik, sentetik ve selülozik yaşam düşüncesi henüz gözükmüyor. Buna karşın; olmaz olamaz diye de dayatamayız. Geçirdiğimiz evrimin, evrelerine bir göz atarsak, çok çarpıcı bileşimler devreye girip çıkmış; bu aynı zamanda girecek çıkacakların da göstergesidir. Seçici olmakla,tutucu olmanın sınırlarını nasıl bulacağız.? Evet doğal olanı seviyoruz ve ödünsüz istiyoruz da. Sevmek için nedenlerimiz sonsuz. Zamanlar içinde, değişmez sandığımız biyoloji, evrim gereği değişir dönüşürken, kültür birikimlerimizi değişmez tutmak olası mı? Bilimlerin verelerine göre, milyonlarca yıl önceki insanlarla şimdiki insan yapısı arasında bir fark yok. Seçilir farklılık ise kültür birikimleri sonucu oluşan değişimlerdir. İlklere dönmeyi düşlemediğimize göre; doğal yaşamı, nasıl hangi ölçütlerde koruyacağız? Hem çağdaş, hem koruyup kollayıcı, hem de kültüre dayalı değişmezleri içersin! E. Aydın, 14Nisan1997 MİMAR VE RESSAM NURİ ABAÇ 1926 yılında Istanbul'da doğdu. İlkOrtaLise eğitiminden sonra İstanbul Güzel Sanatlar Akademisine girdi. Leopold Levi atölyesinde sanat öğrenimine başladı. Bir süre sonra kişisel nedenleriyle mimarlık fakültesine geçti. Zaman buldukça da ilk seçtiği atölyede çalışmasını sürdürdü. Akademi bitiminde Mersin'de yüksek mimar olarak çalışmaya başladı. Ben O'nu 1950 yıllarında Mersin'de tanıdım. Çağdaş ulusal mimariye yeni yorumlar getirmek, beton demir karşıtı, daha sağlıklı ve kullanımlı gereçler bulmak çabasıyla ve uygulamalarıyla geleceği düşleyen, bir üst düzey kişiliğe sahipti. Resim yapmayı da sürdürüyordu. Soylu ve ulusal pentür O'nun tutkusuydu. Aynı zamanda şairler, erssamlar, yazarlar O'nun çevresinde bütünleşirlerdi. Ressam öğretmen Haşmet Akal, şair hakim Celal Çumralı, edebiyat öğretmeni Ozman Özeren, maliyeci Bedii Demirseren, yazar İlyas Halil anımsayabildiklerimdir. Zaman zaman liseli genç kuışak da bunlara katılmaktan haz duyarlardı. Akkahve ütopyası sanırım buradan doğmuştu. Nuri Abaç, 1960 yılında sanat tutkusuyla Ankara'ya taşındı. Sezgisi aldığı kararın yerindeliğini, ulaştığu ünlerle belirledi. Yoğun bir çalışmaya girdi. Kişisel sergiler açtı, karma sergilere katıldı, birçok kez yurtdışı sergileri oldu. Bianellere katıldı, ödüller ve mansiyonlar aldı. 1993 Mart ayında Ankara'da Şekerbank'ta 19601970 döneminiin yapıtlarıyla açtığı sergi, bana göre evrensel çizgideydi. Nuri Abaç'ı Darwin 'le buluşturuyordu. Charles Darwin'in insanın kökeni üzerine sözel, soyut, bulgu ve düşüncelerini, Nuri Abaç, bireysel olarak üstün sanatçı duyarlılığıyla renk ve şekillerle anlama dönüştürmüştü. Darwin diyorki: Dünya yedi günde yaratılmamıştı ve İ.Ö. 4004 yılında yaratılmadığı da kesindi. Bundan aklın alamayacağı kadar daha yaşlıydı. Yaratıldıktan sonra tanınmayacak ölçüde değişmişti ve değişim süregelmekteydi. Yaşayan bütün canlılar da değişime uğamıştı. İnsan tanrının imajında yaratılmak bir yana çok daha ilkel birşey olarak ortaya çıkmıştı. Nuri Abaç, yaratılıştaki ilkel görünümü "öz görü" ile ortaya çıkardı. Yaratılışla ilintili yapıtlarını ortaya korken günümüzün sıradan aaç ve nesnelerini bisiklet, araba, tank, saat, paraşüt, uçak, otobüsle çağımıza göndermeler yaparak ve soyun belleğini de kapsayan gerçek ve gerçek üstüyü bilimle buluşturan bir sanatçıdır. Özgörü (vizyon)= (sözlükten) Sıradan bakışla görülmeyen, düşsel doğaüstü, kehanetten doğan, uyku veya vecd halinde ortaya çıkan ve kendisiyle birlikte derin bir anlamayı, hissetmeyi getiren görme anı, edimi, gücü, nesnelerin görünen görünmeyen biçimlerini niteliklerini biçim, renk, boyut, aydınlık, algılamak, ayurt etmekle ilgili özel durum. E. Aydın MONSEIGNEUR SURPRENANT İnsan her canlı gibi doğar. O bir varlıktır. Sıradandır ve özü kişiliğiyle farklılaşarak birey olmaya yönelir. Varlık büyümesi yaşla ölçülür. Öz büyümesi ise sosyal edimleriyle değer kazanır. Sevgili Doğan Akça öylesine koşuyorki "surprise" sözcüğüyle eş anlamlıdır. E. Aydın, 15Mayıs1997 SAYIN BAŞKAN Atatürk'çü Düşünce Derneği, bizlerin öngörüsü ve özverisi ile kuruldu. Derneğe üye olanlar, Atatürk'ü bilen, tanıyan, sayan, ona yaptıklarına koşulsuz şükran duyan, okuyan, inanan, şöyle veya böyle bilinçlenmiş genç, orta, ileri yaş gurubu kişilerdir. İnancıma göre! beklentileri, Atatürk'ü yeniden öğrenme değil edim'dir. Atatürk'çü düşünce ışığında, şimdiye kadar yapılanlardan farklı ve kalıcı, inandırıcı neler yapabiliriz? Özellikle genç kuşağı, halkımızı klasik ölçütler dışında, konferans, panel, ders hangi yolları deneyebiliriz? Bağlamında çekirdek güçtürler. Sizler gerçekte olduğu gibi böyle düşünürseniz, ne yapmamız gerektiği de belirginleşir. Bende Atatürk'çüyüm diyebilen Erbakan ve onun gibi düşünceyi sonsuzlaştırıp siyaset malzemesi haline getiren, görüş ve düşünüş kusurlularından bizleri ayırabilmek için; yaşam gücü ve direnci olan projeler üretmeliyiz. Oturup bunları düşünmeliyiz. Üniversiteli genç kuşağa görevler vermeliyiz, konuşmalı, daha çok onları konuşturmalıyız. Onları dinlemeli, onları organize etmeliyiz. Amacı uzun zaman ve uzun mesafelerde belirlemeliyiz. Bunlar toplantılarımızın ilk nedeni olmalı. Neler yapabiliriz, nereden başlayalım denildiğinde, ilk aklıma gelenlerin birkaçını sıralıyorum. Üniversiteli gençler, ellerine kalem kağıt alıp halkın içine inmelidir. Atatürk'le, devrimlerle ilişkin sorular sormalı, yanıtları diyaloğa girmeksizin not almalı, neden, niçin dememeli, sade vatandaş, esnaf, tüccar sürekli endiklenmeli, düşünceler toplantılarımızda okunup değerlendirilmeli, yeni projeler üretilmeli. Dernek öncülüğünde, önce haftada bir gün sabah yürüyüşleri düzenlenmeli (topluca). Yine ayın belli günlerinde, Atatürk parkında bando eşliğinde marşlar söylenmeli. Yerine göre kısa yürüyüşler yapılmalı. Sene ve seneler dilimi içinde, okullarda (daha çok onur kaynaklı) Cumhuriyet ve getirdikleri konulu (resim, şiir, öykü) yarışmaları açılmalı. Seçici kuruldan geçmeli, radyo, gazete, televizyon devreye girmeye çağrılmalıdır. Olayımız diri tutulmak için gerekli her türlü olanak değerlendirilmelidir. İstenirse bir sivil dergi bile çıkarılabilir. Biz toplumda yalnız değiliz, sağduyu sahibi vatandaşlar katkılarını esirgeyemiyeceklerine inanıyorum. Görüyorsunuz, sivri uçlara çarpmadan yapabileceğimiz çok etkinlikler var. Eğer yapmak istersek! Aslında yapmamız gereken. Siyasilere hedef olmuş, kişi ve konuşmacıların heyecanlı çıkışlarından da derneğimizi korumak görevimiz olmalı. Özde çok sağlam olan Atatürk'çü düşünce, kırıcılığa, ayrımcılığa yer vermez, birleştirici, kaynaştırıcıdır. İçte ve dışta sloganımız böyle olmalıdır. Eğer beni anlamaya çalışır, gereksinim duyarsınız, düşünce üretmek benim görevimdir. Saygılar sunarım. E. Aydın, 15Haziran1996 SAYIN AKİF KEMAL AKAY ADANA ATATÜRK'ÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ BAŞKANI 1920 kuşağı olarak, Atatürk devrimlerinin tanığıyım Demem o ki, ben sizlerden çok önce Atatürk 'çüydüm. Hemen hemen devrimlerin tanığı ve katılımcısıyım. Adana Atatürk'çü Düşünce Derneğine aynı coşkuyla üye oldum, karınca kararınca, birikimlerimi sizlerle paylaşmayı amaçladım. Nedense bu düşüncemi sizlere ulşatıramadım. İletişim arızası.! Bana ulaşan yazınızı; hangi orun onaylamış olursa olsun sevgiden, saygıdan, Atatürk'çülükten yoksun buldum.! Bu karanlık günlere, böyle böyle birbirimizi dışlayarak geldik. Hani, imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir ülkeydik? Dernek ödentisini veremediği için dışlananları, sizlerin vicdanı nasıl kabul eder? Bir yandan Atatürk'çü düşünceyi, çığ gibi büyütmeyi amaçlarken, buna çok çok gereksinim duyduğumuz bir devirde parası yok diye, bir takım genel adamlarının kaydını silmeyi nasıl onaylarsınız.!? Hele hele, Atatürk 'çülük gibi kutsal bir ideali satılık kılarsınız.? Bu bölüp yönetmek olmaz mı? Daha sembolik ücretlerle, daha çok katılımı amaçlayabilirdiniz. Zaten etkinlikler elit, yürekli bir kadroyla yürütülecektir. İnancıma göre sivil toplumlar, genel kurulumu oluşlarıyla da, birlikteliğin sonsuz edilgenliğini de güzel güç olarak tanırlar. Eğer yetkim olsaydı: MersinAdana tren biletlerini ucuzlatır, her sefere birkaç yedek vagonu hazır tutar, böylece amaçla edimi buluşturmanın keyfini yaşardım. Aynı örnek düşünce derneğimiz için de geçerlidir. Atatürk'çü Düşünceyi, gençliğin sorumluluğuna, bilincine ulaştırabilmek için, tez elden yeni çağdaş düşünceler üretmeliyiz. Bizler sadece şemsiye olarak kalmak, gençlere genel etkinlik olanakları yaratmak görevi düşer. İşimiz zor ama imkansız değil. Onları sahaya indirebilirsek, bizler asıl görevimizi yapmış, övüngen, iç rahatlığıyla tirübünlerde seyirci olabiliriz. Biz Atatürk'çüler, şimdileri orta sahada top gezdirmekle zamanlar yitiriyoruz. Dernek için verdiğimiz kıymetli zamanları anlamıyor değilim, ama bilirim ki, çok seslilik demokrasilerin itici gücüdür. Beni okuduğunuz için teşekkürler eder, saygılar sevgiler sunarım. Atatürk'çü Düşünce Derneği Üyesi. E. Aydın, 25Ağustos1999 SAYIN BAŞKAN "Onur üyeliği" ni düşünüyorum... nedir, ne değildir, ne olmalıdır..... Epeyce de kitap karıştırdım. İsa'dan öncelere baktım. Tarihte oturuşkun devletler kurmuş soyumuzun kurum kuruluşlarında "yaşlılar heyeti" ni ve önemli görevlerini inceledim. Fransız akademisine onur üyesi seçimleri nedeniyle Renon'un uzun ve çok güzel söylevini (3Nisan1879) okudum. Doğrusu ya, bu kitabı mürekkep yalamış herkes okumalı.! Ata nal çakılmış, kurbağa ayağını uzatmış öz deyişi çizgisinde beğendim. Eski Türklerdeki "yaşlılar heyeti" organı işte budur. Geçmiş yönetim kurulları, soylu bir düşünle etiğimize tabularımızla, seçkin ulusumuzun değer bilirliğini simgelemiş oluşuyla övülesi bir kurumu dile getirmişler. Kutlarım.!! Onur üyeliğinin sanal da olsa kuruluşa bir katkısı olması düşüncesinden yola çıkarak yazıyorum, bağışlayınız lütfen. Onur üyeleri güncel, düncel, yarınlara dönük düşünceler üreterek, iş başındaki yönetim kuruluna raporlar sunmak göreviyle katkıya çağrılmalıdır. Güncel genellikle yönetim kurullarını bağlar, ama gelecek için geniş projeler olarak ardıllar da gerekebilir. Sizler gibi övülesi, sağduyu sahibi kişiler, bu düşünü kurumlaştırırlarsa yerinde bir başlangıcın da öncüleri olabilirler diye düşünüyorum. İçel Sanat Klübü, aydın, uygar, yarınlara açık, örnek bir sivil toplum kuruluşudur. Ekibiniz ve bakış açınız, gelmesini umduğumuz güzel yarınların imlerini taşıyor. Sevgiler, saygılar sunarım, kutlarım. E. Aydın, 12Mayıs2002 CUMHURİYET OKURLARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 1 Kitle etkisi yaratmak: Sabah yürüyüşleri veya Pazar yürüyüşleri (çay molası ve dönüş) 2 Zaman zaman, akşam yemekleri, (arifane) açık havalarda, Pazar günleri yürüyüşleri. 3 Genel toplantılarda gibi bir marş her fırsatta beraberce söylenmesi. 4 İyi film ve temsillerde haberleşerek birleşme. 5 Ödüllü her türlü yarışmalar;(satranç, dama, tavla) 6 Yöremiz amatör sanatçıları arasında ödüllü yarışmalar. 7 Üniversite öğretmen ve öğrencilerini, topluluğumuza kazandırmak için girişimler. 8 Adana'da ve güneyde gazete adına öğrenci araştırmalarını başlatmak. 9 Gönül kuruluşlarıyla her fırsatta yakın ilişkiler içinde olmak. 10 İnönü parkı içinde her akşam, gazetemiz başlıklarını veren bir sinyalizasyon panosu oluşturmak. 11 Eski kitap ve gazete değerlendiren bir katkı kuruluşu gerçekleştirmek. 12 Cumhuriyet kitap kulübünün; gönüllü satış alanlarıyla ilişki içinde olması. "idare servisi" oluşturması. 13 Adana'da, Cumhuriyet gazetesi satmayan bakkallarla konuşulması.. 14 Cumhuriyet gazetesinin önemli günlerinde, şehir panayırlar düzenlemesi. Olayın ciddiye alınıp, davul zurna eşliğinde değerlendirilmesi. 15 Üniversite Grafik bölümü yaratısı; Gazetemin ismini taşıyan, ulusal ve artıulusal yılbaşı tebrikleri piyasaya sunulması. 16 Ülkemizde ünlenmiş isimler adına anma günleri, beraatlar verilmesi. 17 Siyasetin her türlüsüne, imkanlar elverdikçe zemin açmamak. 18 Gönüllü turizm kuruluşları katkısıyla, önce çevre gezileri, daha sonra yurtiçi ve yurtdışı geziler programlanabilir. Önemli not: Cumhuriyet gazetesi, günceli değil; geleceği, dahası gelecekleri konuşan, ona inanarak düşünce ve çözüm üreten bir, yirmibirinci yüzyıl gazetesidir. Okuru çağdaş olmaktan öte, geleceğin ışıklarını ve gerçeklerini duyumsayan, umutlu ve bundan neden mutlu kişilerdir. Durum böyle iken, onu; hep iyi şeylere ve devasa edimlere layıktır diye düşünüyorum. Her entel gibi, oda laftan ve gösterişten bıktı, insanca olanı bekliyor, umuyor, arıyor. Cumhuriyet bölge temsilcisinin önerilerine katılıyoruz. Ancak okurlara görev yüklemesi, belge dağıtması ancak bir temenni olabilir. Dahası, sakıncalıdır. E. Aydın SAYIN AYDIN DOĞAN Ben birkaç seneden beri Milliyet okuyan bir emekli öğretmenim. Ansiklopedi için okumuyorum, ama onları da alıyorum. Haberdeki yorumunuz, genişlik, çağdaş çizgiyi izleyişiniz seçeneğimdir. Şu son ay içinde o kadar ben ben demeye başladınız ki, nerede ise haberler geri itildi. Özlü yorumlar gerilere itildi, bana göre içeriğini yitirdi. Yine bana göre büyüyoruz diyorsunuz ama küçülmeye başladınız. Büyüklük, ben büyüğüm demekle olmaz, büyük olmakla yeni özde farklılıklarla olur. Fevri çıkışlar yapıyorsunuz, sağa sola çirkin sataşmalar yapıyorsunuz, (çirkefe taş atıyorsunuz), sıçratıyorsunuz Temiz topluma örnek verelim derken, kötü tüccar durumuna geldiniz. Yaygarayla mal pazarlamayı sanat saydınız. Hemde eğitim kültür gibi, gelecek nesillerin oluşumuna ait milli onur çizgisinde çalışıyorsunuz. Benim insanımın okumaya olan, ulaşamadığı zaafını eğri bir çizgiye götürüyorsunuz. Dünyadaki emsallerinin hiç birine yaklaşmayan, aceleye gelmiş, bazen de özden uzaklaşmış bilgilerle, geçiştirilmiş bilgilerle kaynak özelliğini yitiriyorsunuz. Resimler, krokiler yetersiz, bazen renkler unutulmuş veya kaydırılmış incecik bir kağıtta alt üst olmuş, formalar aynı cilttre birkaç kere tekrar edilmiş, bunlar yanlışlık olsa bile okuyucuya hakarettir. Onu küçük görmekle eş değerdedir. Dış ülkelerde bu tür yayınlar uzun çalışmaların ürünüdür. Diyorsunuz ki, hataları bize yazın, onu diğer ciltlerde düzeltelim. Buda bir diğer yanlış, benim elimdeki ilk cilt ne olacak? Bana göre en iyisi, en doğrusu bu acele işten hemen vazgeçmek, siz çekiliniz ki, özveri sahibi, eğitici ekipleri bu zor işi ticeret düşünmeden ortaya koysunlar. Evet pahalı olacak ama, kitaplıklarımız sağlam kaynak kazanacak. Lütfen işe bana kızmakla başlamayınız, anlamaya çalışınız. Hem de iki testiyi birbirine vurursanız, biri çatlar biri kırılır. Para herşey değildir. Yüceltinizi koruyunuz. Saygılar, sevgiler. NOT: Daha evvel bu konuda değişik zamanlarda size yazılmış mektuplarım çöp sepetinde değilse, onları da bir defa daha okuyunuz, ansiklopedi savaşından zamanınız kalırsa. E. Aydın, 23Ekim1993 SAYIN ÖZGEN ACAR Cumhuriyet gazetesini bu yıl keşfettim. Önceleri klasik, sağlam, üst düzey eğitici ama okunması zaman alan bir gazete idi. Şimdi ideal bir yapıya kavuşma yolunda. Hem klasik, hem çağdaş ve eğitici. Gurur duyuyorum sizinle. Dedikodulara kendinizi kaptırmaz, it ürür kervan yürür diyebilecek kadar yürekli olabilirseniz ki, o çizgidesiniz, ideal yapınız tuttu, tek gazeteniz Türkiye'de. Türk insanına saygılı, onun zaaflarından faydalanmayı düşünmüyor, tenezzül etmiyorsunuz. Türk insanını bilinçlendirmek için çaba veriyorsunuz, ideo insanda bunun için vardır. Yani yaratılış amacı budur. Yukarda da söylemiştim, Cumhuriyet o kadar özlü ve önemli konularla dolu ki, bir gün boyu okunsa bitmiyor. Acaba bu tür yazılar dizi halinde bir kaç defada verilse, okurun ve dizinin işini kolaylaştırmaz mı? Bilmecelere gelince, ayrıntıya, kariyere çok yer veriyorsunuz, yaşayan dil daha önemli olmalı. Ekte verdiğiniz bilgileri daha uzun ömürlü ve kitaplığa ulaştırabilmek için kağıt kaliteside değişmeli. Masraf getirir ama, soysuz yanlışlarla dolu ansiklopedi vermekten daha eğitimsel ve candan olur. Saygılarımla başarılarınızın devamı dileğiyle. E. Aydın, 24Ekim1993 CUMHURİYET GAZETESİ YAZARINA Geçen gün, Cumhuriyet Kitap Kulübü açılıyordu. Sesini, sözünü özlediğimiz, Ankara'dan, İstanbul 'dan çağırılanlar da vardı. Ne ki; bir sünnet düğünü karmaşası yaşandı. Bu bir promosyon olamazdı. Cumhuriyet bunu sevmez, okuru da, yazarı da, organizatörü de böyle düşünemezdi. Öyleyse neden böyle oldu? sorusu akla geliyor. Cumhuriyet gazetesi, aydınlık geleceğe; bütün yorgunluk ve zorluğuna karşın, düşüncenin bayrağını dalgalandıran tek umudumuzdur. Cumhuriyet yazarları üstün insanlardır. Okurlar gönül adamlarıdır, en güzel layıktırlar. Ama en güzel nerede? Bu seranomi, bir Sokrates şöleni olabilirdi. Sünnet düğününden öte...Hem de masrafsız. Çetin Yeğenoğlu yalnız adam değildir. En sıradanı en az benim kadar okur, onun yanında olabilirlerdi. Örneğin en kullanımlı, en söyleşi ve şölene uygun salonu; içkisi, yemeği, hizmetleriyle ben bulabilirdim. Sonra masraflar paylaştırılırdı. Kitap kulübünün açılışı, satışı, imzalanması için de en az ören yerlerinde açılan sergiler örneği, ayaküstü uğranılabilir dış mekanlarda oluşturulabilirdi. Konuşma hakkımı kullandığım için, bana kırılmayacaksın, . Beni okuduğun için teşekkürler. E. Aydın SEVGİLİ CAN PULAT Bu günkü yazınızda, "ormanlarımız Allah'a emanet" diyorsunuz. Bizim ülkemizde Allah'a emanet olmayan ne var ki? Aman aramızda kalsın, teröristler duymasın, emin ol bir gecede Türkiye'yi yerle yersan ederler. Bereket versin henüz akıllarına gelmedi. Birisi çıksa, geceleyin veya gündüz, sık orman olan bölgelerde bir çay içimi dinlense, bir kaç saate kademeli yanabilecek bir şeyleri ormana bıraksa ve akşam evine dönse, o gece veya ertesi gün durumun nereye varacağını var hesap et! İçtiğimiz su depoları da Allaha emanet, hepsi pestenkerani, kilitli veya kilitsiz, bekleyeni filanda yok, bırakırsın depolara arseniği veya etkili bir zehiri, seyreyle ertesi günkü gümbürtüyü. Bu anlattıklarımı sakın yazmaya kalkma, ikimizi birden derhal godese atarlar, "toplu kıyım için akıl üretiyor" diye. Bereket versin insan kötü değil, bizden olduğu halde, bir takım göreceli nedenlerle bizden uzak düşmüş idarecilerde zahir çekilip gideceklerdir. Biliyorsunuz sular da aka aka durulur. Temizlerini beklemek düşer bizlere. E. Aydın, 25Aralık1993 CUMHURİYET OKURLAR KULÜBÜ İnsan sosyal bir varlıktır. Bu varlığın oluşumu psikolojik etkileşim ve sağlam bir iletişimle işlevini bütünleştirir. Dahası yaşam kesitindeki insanı yerini belirlemiş olur. Sonlu bir yaşam sürecindeyiz. Varlık olmak sıradandır. Solucan da bir varlıktır, doğar, yaşar, ölür. Sıradanlığı aşabilmek için, akılcı bir toplumsallık bilincine ulaşmamız ön koşuldur. Toplumsal bilinç, evrenseldir. Öz yaşamın anlamını, gerekliliğini belirler. Özlediğimiz, çağdaş yaşam; milyarlarca yıllar boyu süre gelmiş yaşanmışlığın belleğinden süzülmüştür. Kullandığımız, ilim, bilim, teknoloji onun somut vereleridir. Geçmişten süzülerek bize ulaşan, günümüze, geleceğimize ışık tutan!. Cumhuriyet devrimlerini özümsemiş veya özümsediğini duyumsayan, seçkin aydınlar topluluğu olduğumuzu, edimlerle de kanıtlamak, gelecek kuşaklara ödememiz gereken borcumuzdur. Kanıma göre, bir aydınlanmada öncü gazetenin şemsiyesi altında toplanmak, onu daha çok sattırmaya çalışmak, ulusal amaca doğrudan hizmet değil, sadece avuntu olacağı düşüncesindeyim Cumhuriyet okurları birlik olur, birlikteliği örneğin, zamanzaman beraber gezer,onuncu yıl marşını yürekten söylerlerse, psikolojik etki nedeniyle saflarımız sıklaşır, dolar, taşar. Vatandaşımız askeri gösterileri izleye izleye, düzendeki gücü öğrenir, sever. Zor günler yaşıyoruz, çağdaş yaşama inanmış olanların birlik ve beraberlik içinde, umar aramalarına gereksinim var. Büyük düşünmek; farklı ve gerekliyi yakalamak için bir merkezimiz, bir salonumuz, bir yasal titrimiz olması, psikolojik etkiyi artıran, zaten var olan, aydınlanma ve aydınlatma potasiyelimizi edimler çizgisinde buluşturmayı istiyorsak eğer; bedelini de ödemeliyiz diye düşünüyorum. Mimarlarımız çarpık yapılanmaya karşı, birlik oluşturmuş, milyarlar ödeyerek lokal yapmış; sanatçı kadınlarımız yine çalışma salonlarımız için, olanaklarını birleştirmeye gereksinim duymuşlarsa; biz aydınlanmacılar gerilerde kalmamalıyız.! Kulüp veya dernek oluşturmalıyız. İnsanca, çağdaş yaşamanın örneklerini başlatmalıyız. Bilimsel verelere göre, Türkiye'mizde aydınlanmış, demokrasiye yürekten inanmış insan sayısı çoğunluktadır. Ancak bu çoğunluğun sınıfı yoktur, şemsiyesi yoktur, tüccar değildir, esnaf değildir. İşçi şemsiyesi altında da olmak istemiyor (haklı olarak). Öyleyse, sivil toplum örgütleri içinde, geniş yelpazeli yerimizi almamız gerekiyor. Ülkemizde görüldüğü üzere, sivil kuruluşlar; sağlam geleceği de besleyebilecek bir tabana oluşturmayı, ilk koşul olarak düşünmedikleri için, yapılan ve yapılabilecek bağışlarla yol almayı amaçlıyorlar ki, bu yol çıkmazlarla doludur. Birlik olarak neler yapılabilir?: Çağdaş, uygar geleceğe umutla bakabilen kişiler olarak, Cumhuriyet ilkelerini özümsemiş, sıcacık bir ortamın, vazgeçilmez müştereklerinde buluşur, konuşur, tartışır; Zaman el verdikçe de toplumsal edimlere girebiliriz. Toplumsal Edimler: 1 Sağlık yürüyüşleri (Sabahları veya Pazar günleri) 2 Günübirlik çevre gezileri. 3 Sinema, tiyatro, opera, bale'lerin seçkin programlarını izlemek. 4 Toplumumuz içinde, insani ilişkiler, haberleşmeler. Hepimizin içten özlediğimiz, gereksinimini duyduğumuz, her türlü birliktelikler. 5 Ülkemizi ilgilendiren konularda, duyarlı bir sivil toplum olmanın seferini paylaşırız. 6 Gücümüz, olanaklarımız çizgisinde katkıların sorumluluğuna karışırız. 7 Yardımlarımızı öğrenci ve üniversite öğrencisine kazandırarak sunma olanağı buluruz. 8 Eskimiş kitapları, beyaz eşyaları toplayan, değerlendiren bir kooperatif oluşturabiliriz. 9 Ödüllü yarışmalar, (müzik, resim, satranç, tavla, masa tenisi v.s.) düzenlemek. 10 Öğretici kurslar. 11 Anma günleri, kaliteli konferanslar. E. Aydın SAYIN HİKMET ÇETİNKAYA Cumhuriyet gazetesi kuruluşundan beri yazım hayatında geleceğe açık bir karekter kazanmıştır. Böylece Türkiye'nin sağduyusunu yansıtmak onurunu da korumaktadır. Çıkar hesaplarından, modadan uzak duracaksınız, dahası akşamdan sabaha toplumların geleceğine ışık tutan özlü yazılar üreteceksiniz, maddi manevi binlerce sorunu üstleneceksiniz.. Sizler uzaydan mı geldiniz Allahaşkına..? Günlerden bir gün Istanbul'dayım. Aksaray 'dan Ortaklar caddesine gideceğim. Sabah altı gibi. Otobüse bindim Benden sonra dört vatandaş daha geldi. Gişeler henüz açılmamış olduğu için bilet alamamışlardı. Otobüsün kaptanı da biletleri olmadığı için onları almadı. Ben cebimde olan dört bileti verdim, bindiler. Para ödemek istediler almadım. Yerlerine oturdular, sonra bana tekrar yaklaştılar, biletin parasını ödemekte ısrar ettiler. Belkide üzerimde bozuk para olmadığı içinmidir nedir, yine kabul etmedim. Ve bundan sonra bir gün eğer biletsiz kalan birisine rasgelirseniz, O'na bilet verirsiniz ödeşmiş oluruz dedim. Yerine oturdu, yüksek sesle konuşuyorlardı. Ülen bu işin içinde bir bokluk var ya, neresinde olduğunu anlayamadım" dediler. Ben de sizler için bunu demek istiyorum. Ama hiçbir boşluğunuzu göremediğim gibi, pırıl pırıl Atatürk ilkelerinin savunucusu ve bilimkültür öncüsüsünüz. Rüzgara karşı 63 bin baskıyla koşuyorsunuz. Üstelik kanıma göre, kırk milyonun ağzıyla konuşuyrosunuz....! Pazar eki için betimleme ve kısa hikayeler vermeği düşündünüz, çok çok güzel ve çağdaş. Ancak bir telefon zinciriyle tanınmış hikayecileri arayacağınıza geniş amatör kitlesine fırsat verseydiniz daha uygun olmaz mıydı derim? Size bir betimleme yolluyorum. Beğenirseniz kullanabilirsiniz. Saygılarımla. Tanrı Türk'ü korusun E. Aydın. Emekli Resim Öğretmeni, 8Aralık1994 SEVGİLİ ÖĞRENCİM, YOL ARKADAŞIM, YÜZAKIM, ÜLKEMİN YÜZAKI, PROFESÖR DOSTUM, PİRİZMATİF İNCELİKLİ TÜRKER ÖZSAYAR. Dünümden yarınımdan güne selam! Günün şıvgarlarına selam saygı. Yelkenin yeni sayısını aldım, aynı zamanda şiirde tartışılmaz yetini, ustalığını da duyumsadım. Daha önce çok yönlü uç verdiğin için şiirdeki behreni yeni farkettim. Derginin anatomisine gelince diyeceklerim var, lütfen beni duy!. Yelken dergisinin bir karekteri olmalı. Hiç bir zaman gazete olmamalı. Örnek: Cumhuriyet gazetesi, o kadar güçlü yazıyla dolu ki, bir gün okusam zaman yetmiyor. Çoğunlukla yazanlarınız, konusuna hakim değil. İnceleme ve araştırma, ne kadar kaynakçadan yola çıkarsa da, bir ana fikri olmalı. İki sözcük bir yerden alınarak sayfalar doldurulmamalı, okuyucu bıktırılmamalı. Popüler, bölgenin rengini, kokusunu, konusunu, kültürünü okşamalı. Yazılar zorunluk olmadıkça uzun soluklu olmamalı, içeriği aydınlatıcı olmalı. Yelken, bir üniversite dergisi olmak istiyorsa, yavaş yavaş bilimselliğe de yer verebilmeli. Şiirin güzelini bulduğumda, nasıl okuyacağımı en iyi ben bilirim. (Gerdeğe iki kişi girer, üç değil!) Milliyetçilik, Shakespeare'den öğrenilmez, milliyetçilik öğrenilmez, yaşanır. Onu Ortaasyalardan beri biz iyi biliriz. Ne zaman milliyetçi, ne zaman toplumcu olunacağını da... Altı yüzyıl dünyayı biz idare etmedik mi? Bunu nasıl yaptık acaba!?? Örneğimiz gelecek asırların idealidir. Evet çöktük...Ama çöküşümüz erke'nin yetersizliğinden oldu. Bir de yükseklerin fırtınalı, girdaplı olduğunu düşünmek gerek, dayanamadık esintilere. Bana göre, bütün (izm)ler bizden kaynaklanan düşüncelerin yansımasıdır. Bu büyük şeyler, bizi hala yakalayamadılar! Çalkalanıp durduğumuza bakıp da, ölüyoruz, batıyoruz mu sanıyorsun Türker!??? Kesin kez hayyyır, en iyi yaşam düzenin, insanlığın muhtaç olduğu en iyiyi arıyoruz, bulacağız da! Sorarım size hangi ülke, şu bizim direndiğimiz çalkantılara dayanabilirdi????! Son sözüm, dergide Türkçe'yi çok iyi kullanalım, kullananlara da olanak tanıyalım. Ben bu dergiye içeriği bakımından nasıl bir yazı hazırlamam gerektiğinde, bir karara varamadım. Özür dilerim. Beni okuduğunuz için. Bizler konuşan gurubuyuz, uygulama sizlere yakışır. Yeni yılınızı kutlar, mutluluklar dilerim. E. Aydın SAYIN YİYENOĞLU Adana'da Cumhuriyet okurları yönlendirilmedi. Derdimden uyuz. Adana insanı; inandığı inandırıldığı bir konuda çok çok, organlaşmaya yatkındır. Gazetede kurtuluş haberlerini okurken onu baş sırada arıyorum, ama ismi bile sizin gayretinizle geçiyor, son sıralarda! Gerçi organizasyon size düşmez, ama duygulandığınız ele aldığınız izlenimini veriyorsunuz. Öyleyse yine bir gayret ediniz lütfen, şu başı çeken zatla beni bir karşılaştırınız, bir şeyler yapılsın istiyorum, türkçesi Cumhuriyet okuru olmak, böyle günlerde önemlidir. Karanlık günlerde yaşıyoruz. İşin bilincindeysek, karınca kararınca bizimde birşeyler yapmamız, boyun borcu. Sizden istediğim, ilgili arkadaşla beni kısa bir zamanda buluştur. Öperim. E. Aydın, 7Aralık1996 SAYIN ORHAN ÖZDEMİR Yelken dergisi,yeni bir soluktur.Ben bu soluğu seviyorum. Süregenliğini kollamak için, bir şeyler yapmayı düşünüyorum. Buda yazarın tabii hakkıdır sanırım.Sizse, hep genişlemeyi hedefliyorsunuz; güzel bir şey aslında. Tabanı olmadan genişleme düşüncesi yalnız biz Türklere özgü bir hastalık olsa gerek. Oyunun kuralı, önce tabanı oluşturmaktır, dergiye renk seçmektir. Biliyorum ayakta durmakta zorlanıyorsunuz. Sesinizden böyle anlıyorum. Kez ve kez yazıyorum,nasıl bir yazı türü istiyorsunuz? yanıt vermiyorsunuz. Sizin seçici olmanız doğaldır, ama neyi seçeceğinizi bilmek isterim. Yazmak,helehele belli bir konuda odaklanmak zor şeydir. Bunun da bilincinde olduğunuzu bilmek isterim. Refüze olmak pek zevkli birşey değildir. Konservatif yazıları da ben yazmak istemem. Lütfen beni duyunuz, yol gösteriniz, sizi seviyor, çabanıza katkıda bulunmak istiyorum. Öperim, başarılar dilerim. E. Aydın, 5Mart1997 SEVGİLİ TÜRKER ÖZSAYAR Mesajlarımı almamış olacaksın, başka türlü düşünmem olanaksız; gereği de yok. Bir dergi çıkarıyorsunuz, bin bir zorla karşı karşıyasınız. Başarmanız da gerekiyor; size o yakışır. Türkiye, okumayan bir ülke, onun için, seçicidir. Seçim; önce dergiyi çıkaranların güvenilirliği ki, bilgiyi çarpıtmadan, gerekli kıvamda, sunma kapasitesi önemlidir ve siz bu güvenilirlikle ortadasınız. Belki başlangıçlarda yazı ve yazar sıkıntınız vardı. Şimdi ise seçici olmak durumundasınız. Bu sayıda benim bir yazım var; aynı başlıkta ikinci bir yazı var. Biri iş içimde yetişmenin hala geçerli olacağı örneğinden, yaşantıyla sarmal, ironik bir gönderme. Ali bey'inki ise kurulu düzenin yergisi, birisinde başlık değişebilir yahut şimdilik yayımdan çıkarılabilirdi Bu "benim üniversitelerim" isimli yazımın, bir dizi olacağını, daha önce duyurmuştum. Kültürden etikten başlayarak, yeni yazı, ezanın türkce okunuşu, kıyafet ve anımsadığım devrimler, sonra Köy Enstitüsü olgusu gibi. Özellikle size önceden yazarak, ilgi ve bilginize sunmak istemiştim. Hayret ki yanıt vermediniz. Bir de şiir kritiği vardı. Gerçi o önemli değildi. Benim yazdıklarım illa da dergiye girsin demiyorum. Senin ünvanına saygılıyım ama, konu bir dergi olunca; benim, şöyle veya böyle katkım olmasını da isterim. Seni seviyorum, dergiyi de kollamak istiyorum. Bugün ayrı ayrı üçüncü dergiyi aldım; sanırım sekreteryanın gözünden kaçıyor. Sizin üniversite kuşağı ... E. Aydın, 6Mart1997 BİR LİDER ARANIYOR.. SAYIN A.M.C. ŞENGÖR 26ARAI998 c.ertesi, Bilim ve Teknik'de Eleştiri ve suçlama başlıklı yazınızı okudum Cumhuriyet gazetesinin yazılarında, eleştiri de ,suçlama da, açık, hedefi belli, yoğun araştırma sonucu ortaya konulmuş bilgilerle donatılmış olur. Böylece her yazıya inanır, saygı duyarız. Yazınızın birinci paragrafında, geçmişteki uygarlıkları suçladınız veya eleştirdiniz. Belge, bilgi vermediniz. Bugünkinde, Türk insanını yine eleştirdiniz veya suçladınız yine belge, bilgi vermediniz. Toplu suçlamalardan sakınmakta yarar umarım. Şimdi size sormak istiyorum: Bir uygarlığın uzun ömürlü olmasından neyi anlamamız gerek? Sonsuz egemenlik mi? En uzun egemenlik mi? Yine, bilindiğine göre, uygarlıklar da sonsuza değin yaşayamazlar. Verdiğiniz örenekler uzun ömürlü uygarlıklardılar. Aztek, İnka, Maya, Kızıl derililer. Gerçi uzam ve zamandabaşlangıçlarda neler olup bittiğini pek kestiremiyoruz, ama hala bizi şaşırtacak kadar uygardılar. Çin ve Osmanlı'ya gelince, uzun ömürlüydüler, uygardılar. Osmanlı ileri bir uygarlık gizini taşımasaydı, 650 sene nasıl Asya'da, Avrupa'da, Afrika 'da egemen olabilirdi.! Bu klısım henüz açıklığa kavuşmuş değil. Arşivlerde okyunmasını bekleyen sayısız belge ve bilgiler yatıyor, zamanı bekliyor. Biz, köhneleşmiş Osmanlı'nın zengin birikim ve deneyimlerinden yola çıkarak Türkiye Cumhuriyeti'ni kurduk. Seçkin, kültürlü, üstün öncülerimiz gökten zembille inmedi. Osmalı'nın da saygın kişileriydiler. Bilim, duyguları, inançları dışlamaz. Dinlere de saygı duyar. Aslında dinlerin konusu, insanı yücelterek, topluma faydalı olmayı esas alır. Zamanlar içerisinde yorumcular çıkar için sapmalar, saptırmalar yapmış olabilir (ki bu böyle olmuştur). Bugün Türkiye'mizde yaşanan şeriat çığırtganlarının yaptığı gibi.... Türk insanı üzerindeki sanınıza, tanınıza katılamıyorum. Ben onları ondokuzuncu asırdan bu yana tanıyabildiğim kadarıyla uygar, özgürlük sever, katı dindar değil, ama inançlıdr. Şamanlıkta ve islamlıkta hep böyleydi.Şimdi de böyle olduğunu biliyorum Durum böyle belirlenince; bugünki içinde bulunduğumuz kargaşa nereden geliyor sorusu yanıt bekliyor!! Türkiye büyüdü, zenginleşti, kapitali birincil tuttu, okuyanlar diplomayı paraya çevirmeği öne aldı. Milli Eğitim ise bunun ayırımına varıp gereklerini yapmadı. Hep kararsız kaldı. Siyasi kadrolara ulaşanlar ülke gerçeklerini göremez, parti çıkarları adına gerçekleri konuşamaz oldular. Böylece devlet saygınlığını yitirdi. Yasalar iyi işlemez oldu. Devlet çarkı (bürokrasi) çıkarcıların adına, halkın zararına işleyerek, gelir dağılımında uçurumların oluşmasına neden oldu. Tarımda, sanayide, üretimde, şansını iyice yitiren Türk halkı; yanlış politikalarla tüketime esir edilen Türk halkı tanrısıyla başbaşa kaldı. Kaderciliği seçti. İnanılır bir lider bulamaz oldu Erke yozlaştı, yabancılaştı. Az gelirliyi, orta gelirliyi, sade vatandaşı yok saydı. Yok saymakta kararlı görülüyor. Eksiğimiz bir lider. Ama halkı candan seven bir lider.! Bir lider aranıyor...... E. Aydın SAYIN HANIM PROF GAYE ERBATUR 18Mayıs1997 Sabahleyin Cumhuriyet'te "toplum ve medya "yı okuyordum. İlk tümce: "Türkiye, Hegel'in deyişiyle tarihsel gelişim süreci içinde diyalektik gerilimi yaşıyor. Bu gerilimin nedenlerini kişilere olaylara indirgemek ormanı bırakıp bir iki ağaç ile uğraşmaya benzer" tümcesinde gerçeklik payını düşünmeye almıştım. İç sayfalarda bölge haberlerinde bir fotoğraf ilgimi çekti. Önce geçiştirerek okudum. İlk okuduğum tümceyle bu toplantı arasında bir bağ kurdum ve tekrar bölge haberlerine döndüm. Derinlemesine okudum. Çaba hoşuma gitti. Sonra rastlantı sonucu Prof Tuncay bey'le beraber olduk. Bana izlenceyi detaylı olarak aktardı. Sılayt konularınızdan dem vurdu. Gözlerim doldu. Bizde iyi işler hep rasgele oluşturulmaya çalışılır. Böylece bir atımlık barut görünümü verir. Halbuki siz taa baştan itibaren konuyu plan ve programa bağlamışsınız. Genç kuşak olmanıza karşın insanı tanımışsınız. Sırasında ne büyük bir gizil güç olduğunun da bilincindesiniz. Yılmayın. Başaracaksınız. Biliyorumki Atatürk'ün kağnısı yolda kalmaz. En kalbi sevgi saygılarımla, kutlarım Dağ başını duman almış Gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi doğar Yürüyelim arkadaşlar Resim öğretmeni, E. Aydın, 18Mayıs1997 GENEL YAYIN YÖNETMENİ ORHAN ERİÇ Cumhuriyet gazetesi okurlarından emekli Resim Öğretmeni Ethem Aydın, Adana'dan yazıyorum. Bu denli idealist, düne, güne, geleceğe ışık tutan tek gazetenin okuru niçin aratmıyor?!!! Düşüncesi bizleri kara kara düşündürürken, okulu kapanma tehlikesinde kalan öğrenciler gibi umar ararken, siz direksiyondakilerin,burnu kokuya alışmış, yorgun silahşörler gibi duruşunuz; doğrusu bizleri şaşırtıyor.! Bir avuç okur, Adana Cumhuriyet gazetesi temsilciliği bürosu salonunda, enine boyuna neler yapabilir, neler yapabiliriz diye saatlerce konuşuyor, umar üretiyoruz, okulumuz kapanmasın diye. Türkiye genelinde, Cumhuriyet okulundan aydınlanmış, özveri sahibi kişiler, sosyal yapının bir takım gereksinimlerini karşılamak için, varsılların maddi gücünü kanalize etmeye çaba veriyorlarken; okulumuzun başındakiler; bize bu hızı veren ve gösterenler, evdeki yangını görmüyorlarsa, denilebilir. Sizler bana göre, topun arkasında koşuyorsunuz, topu koşturmayı, paslaşmayı düşünmüyorsunuz. Ellibeşbin okurunuzla siz aslında, büyük bir güçsünüz, okurlarıyla bütünleşmeyen, meşveret yapmayan bir .!! Eğer bu yazı, üsdüzeyde gündeme gelir, okunur ve birşeyler yapmanın gerekliliğine içten inanılırsa, umar olarak biz görev üstlenmeye hazırız (yüksek düşünmek koşuluyla). Bayileri sıkıştırın, abone kaydedin demeyin Adana, 'u kuramamış gözükür ama, okulunu kapanmaktan kurtarmak için; ilk özlü çaba veren, uzun uzun toplantılar yapan övülesi okurlar topluluğudur. SaygılarSevgiler Sivrisinek, E. Aydın, 12Aralık1997 LA GAZETTA La Gazetta yazar çizerlerine günaydın. Ebencet gelen gidenler gibi hoş geldiniz köhneleşmiş yıpranmış evrenimize. Geçmişin belleğinin de sorumluluğunu yükleneceğinizin bilincinde olsaydınız (hepimiz için geçerli) seçer miydiniz veya seçer miydik bu meslekleri? Hemen hemen her meslek dalı; öncekilerin yanılgılarıyla (bize öyle geliyor tabi) kördüğüm olmuş, işlevini ve gerekliliğini yitirmiş viraneyi düzeltmek, insanlık ve canlılar için yararlı hale getirmek umudu yalnız biz delilerin ütopyası ve idealidir. Bizi büyük yapan da bu ideo'dur Eskilerin dediği gibi: "Mal sahibi mülk sahibi, nerde bunun ilk sahibi !, mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan"..... Okudunuzsa eyer, bu tümceyi hemen siliyorum. Gerçekde yaşamın bir anlamı felsefesi de var. Öyleyse parkura hoş geldiniz. Önce yıkıntıları temizleyeceğiz, sonra, şu güzel insanların uygarca yaşayabileceği, devineceği alanlar barınaklar üreteceğiz. Bu yüce işin size, siz mimarlara düştüğünün bilincinde ve sorumluluğunda mısınız? Sağlıklar için doktor ne ise, sosyal yerleşim için mimar odur. Daha da fazlasıdır. Eh, artık oyun belli oldu. Nasıl oynanacağını hocalarınızla tartışınız. Bütün üniter devletler, Türkiye'de dahil, mimarları büyük yetkilerle donatmışlar. Sizin onayınız olmadan bilhassa kentlerde bir klübe bile kurulamaz. Öyleyse bu çarpık yerleşimin bir suçlusu olmalı. Sakın siz olmayasınız.! Dün Mersin treninde bir arkadaş bana derginizi verdi. Seve seve okudum. Çok da yorulduğunuz belli. Ama yaşamanın da bir bedeli olmalı. Zorluklarınızın artarak sürmesini dilerim. Pes etmek yok. Sevgiyle yaklaşırsanız, zorlar eğlence olur. Size, bir mimar dosta yazdığım özgeçmişi de yolluyorum. Belki seversiniz. Selamlar. E. Aydın, 6Eylül1998 SAYIN İLHAN SELÇUK Annem çok güzel, endamlı, bukleli, kumral saçlı, gamzeli, gülücüklü, dünya tatlısı bir hanımdı. Önemli bulduğu bir çağrıya giderken azıcık allık kullanırdı. Kalabalık aile bireylerinin dudak kenarlarında alaycı bir gülücük oluşurdu. Sanırım gittiği yerlerde de aynı bakışların etkisini duyumsardı. Bizler haklıydık. Annemin boyaya hiç gereksinimi yoktu. Yüzü bunu kabul etmiyordu. Son zamanlarda Cumhuriyet biraz biraz renk kullanmağa başladı. Ama inanır mısınız sevimsizleşti. Albenisini yitirdi gibi geliyor bana.! Haberiniz gerçekçi. Yorumlarınız akılcı. Araştırma ve incelemeleriniz sağlam. Karikatürleriniz çağdaş. Günboyu ilgiyle okunan, güçlü beyinlerin binbir emekle ürettiği bir tek gazetedir. Yine bana göre, renk, bu yayına bir katkıda bulunmuyor. Saygılar sevgiler E. Aydın, 12Ekim2001 RESSAM AHMET AKATA'NIN ARDINDAN... Yaşam özde anlamsız, ama körü körüne inanmışlığın , süregen gerçekliğinin karanlık yüzüdür. Düşünce;Felsefenin de katkısıyla, bu doğal gerçeğin değişmezine umar arar durur.!!.. İyi bir insaniyi bir sanatçı artık aramızda yok.! Yunus'un gerçeğimal sahibi, mülk sahibi, nerde bunun ilk sahibi,mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan...! 25Ekim2002 E. Aydın CUMHURİYETİN SÖNMEZ IŞIĞI DOST (Editörün Notu: Bu mektup vefatından 3 hafta önce Sn Kudret Sönmez'e yazılmıştır) İsimsiz kahramanlar hep ilgimi çekmiştir. Sizler Adana'mızın gören gözü, duyan kulağı, konuşan dilisiniz. İşiniz çok çok zordur. Bu yüzden beklentilerimiz de sonsuz olacaktır. Genç kuşağın bir mantığı vardır: baktınız bir yerde çok işe var hiç birisini yapmayın.!!! Siz bu özellikte değilsiniz. Bu özellik ve güzelliğinize sığınarak şimdilik bir kaç konuya değineceğim: Cumhuriyet bayramında işyerleri ve evlerde çok az bayrak asılmıştı. Başta bankalar olmak üzere, marketler, yani para hareketinin çok olduğu yerlerde, para üzerlerini verirken yıpranmış paraları halka veriyorlar. Yırtık olanlar, eksik olanlar, Atatürk portrelerinde saygısızca oynanmış olanlar.... Eğer bir yerde bir eksiklik varsa, düzeltilmesini birilerinden bekliyorsak, o birileri biz olmamız düşüncesinden yola çıkrak bu yazıyı ele alıyorum Eğer ilgili orunlara sizin dilinizle bir alo bile, başlatmak için yeterli olacağı umusuyla yazıyorum. Televizyonda bir yurttaşın yaşam öyküsünü anlatmasından daha yararlı olacağını düşünüyor, ilginizi bekliyorum. Öperim kutlarım. Cumhuriyet bayramınızı kutlarım E. Aydın, 30Ekim2002 ŞEHİRCİLİK ÜZERİNE TÜRKİYEMİZDE BİSİKLET YOLLARI Bisiklet şehir içi ulaşımda büyük bir gereksinimdir. Petrol kullanmaz, doğayı kirletmez, sağlık için ideal bir spordur. Her bütçeye uygundur. Kazası yok gibidir. Gün geçtikçe şehiriçi yollar, sırat köprüsü gibi trafik canavarlarının insafına terk edilmiş. Sade vatandaşlar, çocuklar, sakatlar, yaşlılar bu curcunada telaşla koşuşturmakta. Ara sokaklar iki taraflı araçlarla tutulmuş, sokaklarımız apartumanların çöplüğü, yaşadığımız ülkenin insanları, sanki dışlamış gibi sokağa çıkmaktan bezmiş. Yetki sahiplerinden umar bekliyor. Geçenlerde Adana'da sayın valiliğimizin katkılarıyla, Dr.Yusuf Erkişi'nin göz nuru ve emeğiyle, kuşe kağıda basılmış büyükçe bir kitap gördüm. Gurur duydum, sevinç gözyaşları döktüm. Bu yapıtın fotoğraflarını sabah yürüyüşlerinde bisikletle ulaşabildiğim kadarını gördüm. Keşke; Aytaç Durak'ın başlattığı bu yollar tamam olsada, bütün Adana'lılar gelip görseler. İsimsiz kahramanlarımıza, eleştiriler yanında övgülerinide sunabilseler. Dr.Yusuf Erkişi'nin yapıtının adını ben koyuyorum: "Aytaç Durak'ın yarattığı Adana" E. Aydın, 8Aralık2001 BAŞLIKSIZ Çok eski günlerde yolum İçel'in bir köyüne düşmüştü. Hindi yetiştiriyorlardı. İlgimi çekti, bir kaç hindi sürüsünü güden çocuklar vardı. Bu kadar hindiyi nasıl yetiştiriyorsunuz diye sorduğumda anlattılar. Arazimiz dar ve sulak, her evin birkaç hindisi var. Hindiler yumurtlayacağı yeri bilmez, rastgeldiği yere yumurtlar. Çocuklar ve kadınlar bu yumurtaları toplar, muhtara teslim eder. Sayı yirmibeş olunca, ortalıkta öbül öbül gezen bir hindi yakalanır. Bir tas pekmez, acı biberle iyice karıştırılıp hindinin ağzına zorla boşaltılır. Daha önce hazırlanan bir folluktaki yirmibeş yumurtanın üzerine, içtiğinden sersemlemiş hindiyi korlar. Hayvancağız kendine gelince kendini gurk sanır, yirmibeş gün yatar, cülükler çıkınca muhtarda toplanan yeni yumurtalar için, hindiye yine pekmez, biber içirilip yatırılır. (Bu işlem bir hindi için, dört kere tekrar edilebilir. Sonra hırası çıkmış bu hindi, kesime kadar besiye alınır). Yeni bir anaç devreye sokulur. Her kuluçka sonu çıkan cülükler, bir önceki sürüye katılır. Yeni bir çobanın, gözeticinin eşliğinde büyütülür. Satış mevsimine kadar büyük bir üretim böylece sağlanırmış. Şehrimizin çabuk büyümesine, başkanların farkına varamadan hizmet üretme sorunlarının arttığına bir gönderme. Bisiklet severlere bir müjde, bu bir utopya değil. E. Aydın BUGÜN KONUMUZ ÇÖPLÜK Şehirler büyüdükçe, insanlar çoğaldıkça, tüketim ve artıklar, toplumların bir baş derdi haline geldi. Haklı olarak belediyeler zorlanıyor, yere gömseniz olmuyor, açıkta bırakılsa sinek ve böceklerden başımız dertte. Çareyi yakmakta bulduk. Şehrin dışındaki çöp yığınları zaman zaman ateşleniyor. Kurttepe Adana'dan yüksek, koku ve yağ ağırlıklı duman bulutları, Seyhan vadisinden sabah esintisiyle şehre doğru yoğunluğunu artırarak geliyor, açık pencerelerimizden sabah yeliyle birlikte yatak odalarımıza doluyor. Sağlıksız, boğucu bir kokuyla uyanıyoruz. Erkenden sabah yürüyüşüne, bir soluk temiz hava aramaya çıkanlar bu acıklı durumun deneyimli tanığıdırlar. Yürüyüşlerde azda olsa, maske takanlar bile var. Düşünüyorum da, eğer savaş içinde olsak, çöplüklere biraz ipelit gazı karıştırılsa, sabaha Adana mezarlığa döner. Adana'mızda güzel şeyler de yapılıyor. İnsana, medeniyete dönük; ırmak boyu, pırıl pırıl yürüme yolları, çevresi yasemin mor salkımlarla donanmış ama soluduğumuz hava, içtiğimiz su bizi yavaş yavaş zehirlerken bunları konuşmak da vicdan borcudur. Çernobili uzakta aramaya gerek yok. E. Aydın HER YOL ÇALIŞMASINDA BİRAZ DAHA ÇUKURA GÖMÜLÜYORUZ VALİLİK ELİYLE HAKTAALA HAZRETLERİNE TARİH/FIH/19,v.s (Eski bir zaman diliminde, ev yaptıran bir fakir vatandaşın "yüz" liraya çok gereksinimi olmuş, çaresiz kalmış, düşünürken aklına böyle başlıkla bir dilekçe yazmak gelmiş. Sonuç da, ilginç ve olumlu yanıt almış.) ... Hükümetimiz istifa etmiş, ilgili bakanlar aylak ve sorumsuz geziyor. Sorunumuz güncel, iş yerlerimizi su bastı basacak, çare ararken, bu öykü aklıma geldi. Olur ya sayın valimizin eline geçer, belki yaramıza merhem olur.!! Adana'mızda son günlerde yol yapım çalışmaları hızla sürüyor. Sokak sakinleri mutlu olacakken, huzursuz oluyoruz. Bahar geçti, yaz geçti yollara el sürülmedi. Kıştayız. Adana'mız deniz seviyesinden çok yüksek değil, şehrin yol kod'u düşük; Belediyemiz ise yolları her sene yükseltiyor. Şehir planına göre ruhsat verilmiş nice evlerimizin balkonları, çoktan yoldan aşağıda kaldı. Sular bahçelere doluyor. Adana yağmuru bol bir şehir, sağnak yağışları oluyor. Şimdiyse kurtuluş mahallesinde, işyerleri yoldan aşağıda; hara kara düşünüyor, huzursuz yatıp huzursuz kalkıyoruz. Dünya şehirciliğinde, yaşlılar, sakatlar için engebesiz kaldırım düşünülürken; görebildiğim kadarıyla Çakmak caddesi, Gürsel caddesi özel yüksekliklerle donanıyor. Dünya şehirleşmesinde, "şehir yol kodu" diye bir terim vardır. Değişmez, değiştirilemez. Paris, yüz seneden beri, Venedik asırlardan beri buna uyarken, bütün uygarlıklar konuya uyma çabası verirken, Türk insanı neye hep (ben yaptım oldu) oyununa getirilir.! Ülke bu denli sahipsiz mi? Uzmanlar kurulu, yetke sahipleri, neden hep sessiz kalırlar? Bu vatan bizim, zarar gören insanlar biziz, biz bir aileyiz. Olanları gördükçe, merasimlerde atılan nutukları dinledikçe uzaylı gibi kalıyoruz.! Biliyorum "adalete baş vur" diyeceksiniz. Mahkemeyi kazanacağım da kesin. Ama yıllar geçecek, atı olan çoktan Üsküdar'ı geçecek.! Anılarım, 1927'lere, 1950'lere götürüyor beni: Ülkeyi canı gibi sevenlerin zamanına, kasabaları arasına köprü yapımını geciktiren kaymakamları, anında görevden alan valiler, adım adım gelişmeleri gören, gözeten valileri anımsıyorum. Sorumluluk duygusunu halk için, halka ve üst yetkelere rağmen kullanarak, büyüyen isimsiz kahramanları anımsıyorum. Yoksa, her tarafı harabeye dönmüş, Anadolu 75 yılda bu denli mamur, çağdaş olabilir miydi?.!! Şimdilerde de zor günler yaşanıyor diyeceksiniz Ama bugün Türkiye çok güçlüdür, başarma şansı yüksek, çaresiz değiliz. Yazımı, yazgımızı okuyan herkese sevgi ve saygılar. E. Aydın VALİLİK ELİYLE HAKTAALAYA SADE VATANDAŞIN YAZDIĞI MEKTUBU OKUDUNUZ. ŞİMDİ DE HAKTAALADAN GELEN YANITI OKUYALIM: Yıllar süren çarpık kentleşme ve usulsüz yapılanmaya, bir uyarı olarak, Adana'yı salladık, 400 küsür kez sallandınız, hala da sallanıyorsunuz. Görüldüki, herkes bildiğini yapmayı sürdürüyor O zaman içimizden birinin; olacakları örneklemesi, sizlere lisanı münasiple, uygulamalı olarak anlatması için Aytaç Durağı atadık... ... Nasrettin hoca'nın lahana tarlasına, bir aralıktan dana girmiş, lahanaları hem çiğniyor hem de göbekleri dişliyormuş. Hoca oğluna ünlemiş, "Oğlum şu danayı kovala" derken, bir başka aralıktan bir ulema da, elinde çuvalla bahçeye girmiş, lahanaları sökmeye başlamış. Hoca yeniden ünlemiş "oğlum önce şu adamı kovala" demiş... ... Doğal afet olan zelzele Adana'mızı iyi vurdu, neredeyse yerle bir oluyorduk. Acımızı dindirip, yaralarımızı sarmaya çabalarken, Aytaç Durak'ın, "zamansız seçim yatırımları", sokaklarımıza buldozerlerle girdi. Sağnak yağmurlar daha etkili olsun der gibi; Zaten akıntısı az olan sokaklarımızı, 50 santime kadar yükseltme çabasını sürdürüyor. Türkü ne demiş, "Adana'nın yolları taştan"... Adana'lı hangi derdine yansın? Evinin duvarındaki zelzele çatlaklarına mı? yoksa bir süre sonra sağnak yağmurlarla birinci katları basacak sellere mi? Ey tanrım, doğal afetlere aklımız yatıyor da; seçilmişlerin intikamını hazmedemiyoruz. Adana'da Nuh Tufanı yakın... Göz göre göre sel afatı geliyor. Yollarımız yükseltiliyor, bizler çukura gömülüyoruz. Belediye bizlere ev yapma ruhsatı verirken, yaptığı anlaşmayı hiçe sayıyor. Yıllardan beri, yol onarımında şehir akıtı kodunu bozuyor. Yollar yükseliyor, binalar çukurda kalıyor... Yazıyı lütfedip okuyanlar, davaya sahip çıkınız, konuşunuz, konuşturunuz ki, çağdaş ülkelerde asırlar önce uygulamaya konulan yol kod'u değişmezliği Türkiyemizde uygulama olanağına kavuşsun E. Aydın, 22Aralık1998 SAYIN VALİMİZ OĞUZ KAAN KÖKSAL Yazdıklarıma bir yanıt vereceğiniz umudumu yitirmek istemiyorum. 19 sokaktan bir geçiniz. Olanları yerinde görmek bir kahve içimi boyu bizi onurlandırmak.....(*) E. Aydın, 3AralıkI998 CUMHURİYET KİTAP KULÜBÜ ORGANİZASYON KOMİTESİ BAŞKANLIĞINA Adana'mızda Cumhuriyet yayınlarını topluca satan, tanıtan sanırım bir merkez yok. Ege tatil köylerinde bile geniş ilgi gören açık hava sergilerini hep gıptayla izlerim. Adana bundan yoksun olmasın istedim. Emekli öğretmeniz. Ziyapaşa bulvarı üzerinde bir mekanımız var. Kira ödemeyeceksiniz, sadece satışlardan uygun göreceğiniz bir pirimle bize katkıda bulanacaksınız. Pazar dahil biz hep burada oluyoruz. Kitap satın alma gücümüz yok. Ancak, şimdilik konsinye olarak çalışabiliriz. Saygılar sunarız. E. Aydın, 16Ekim1997 TRAFİK HAFTASINDA 2000 İNSANINA SESLENİŞ SAĞLIKLI YAŞAMAK İSTİYORSANIZ EĞER ÇIĞLIĞIM OKUMAYA, DÜŞÜNMEYE DEĞER Uygarlık tek dişi kalmış canavar değil artık. Acımasız, ölüm saçan, silahlarıyla donanmış üzerimize koşuyor. Bir yandan devlet çağdaş insan yetiştirmek, eğitmek için, rakamlara sığmayan paralar harcarken, herşey insan için derken, yayalar, yaşlılar, sakatlar için kaldırımlar düşlerken İnsanlarımız şehirlerde, yoğun trafikle çellik çomak oynuyor. Devletin yüksek izni, sürücülerin ve araçların insafına sığınmış, "Kesimevlerindeki" sıra beleyen koyunlar gibi telaşlı, ürkek, çaresiz.!! karşıya geçmek için bekleşiyor! Toplumun her türlü düzeni için, görev almış üst düzey yöneticiler; yaşanan, psikolojik bozulumlara güncel, tutarlı, kalıcı üst geçitler, alt geçitler, daha henüz akla gelmeyen yürüyen yollar üzerine, halkla paneller, sempozyumlar düzenlenmesi, hem demokratik hemde çağdaş bir gereksinimdir. Yapılmalıdır. Yaşanan bu paradoksal, trajik oyuna, insanlığın umarı kadar dayanacaktır.!Bu dünya bizim. İçimizdeki çocuğun, otantik çığlığı eğer uygarlık buysa, istemiyoruz, defol git dünyamızdan! diyesi.. Mor sümbüllü dağlarımızı, burcu burcu tüten kırlarımızı Ebu Kevser sularımızı, cıvıltılı kuşlarımızı, insanımızı, kurdumuzu, kuzumuzu bize geri ver.! diyesi. Bizler, eskiden insandık, insanca yaşıyor, insan gibi ölüyorduk. Hayvan bile sayılmamaktan bıktık artık.! İnsanca yaşamak istiyoruz. Ülkemin ve dünyanın, "Şıvgarları" bu evrensel çığlığı duyunuz lütfen..!! E. Aydın, 6Mayıs2000 ROMA ATEŞLER İÇİNDE YANARKEN NERON KEMAN ÇALDI MI? Ziraat fakülteleri, ülke tarımında öncü, çağdaş donanımı olan, bu gün kadar geleceği de gören ve kollayan, uzman ve deneyimli kişilerden oluşur. İletişim araçlarında halka seslenirken, ürün alındıktan sonra tarlalarda kalan ekin artıklarını yakmayınız derler. Gerekçe olarak da yangın çkma olasılığı vurgulanır. Bu anız yakma sonucunda, ekolojinin bozulacağı, faydalı böceklerin, yabanıl ve gittikçe yok olan doğayı süsleyen bitkilerin de yanıp, soyunun tükendiği var sayılmalıdır. Yetke sahiplerinin uyarılarına rağmen tarım alanlarında anız yakma, köylümüzün bilinçsiz ama kendince fayda umularak çıkardığı yangınlar sürmektedir. Devlet demiryollarımız, rayları korumak için, traversler arası yeşilliği yakarak temizlemekte, kara yollarımız da kendi güzergahları boyunca otları temizlemek için yakmakta. MersinAdana yolu öteden beri bana coşkulu bir oyunun sessiz, yalın, bitmeyen bir pasajını verir. Refüjlerdeki Kıbrıs akasyaları, beyaz, kırmızı zakkumları, palmiye ve okalüptüs ağaçları, bir araç geçiminde veya hafif bir esintide, öylesine görkemli, oylumlu sürprizli dalgalanmalar yaparlar ki, seyrine doyum olmaz. Sarı bir akasya çotulu, görüntüsünden daha çok etkiyle zakkum çiçekleri arasından, oylumlu bir kadın kolu gibi uzanır, geniş palmiye yaprakları, sanki bu taşkınlığı sınırlamak için Japon yelpazesi örneği görüntüyü sınırlarken, yukarıdan binbir renk cümbüşü okalüptüs dalları yorgun ama dinamik, yumuşak hareketlerle ışığı beneklendirir. Süratli geçmekte olduğunuzdan her an yeni bir oyun görür beklentiye girersiniz. Herhele bu yol orta şeritlerini planlayan peyzaj mühendisi çok ince ruhlu birisi olsa gerek! Bu estetik harikası doyumsuz ve sürükleyici seyirlik oyun alanı; senede birkaç kez, karayolları personelince ot temizlemek aşkıyla yakılır. Artık MersinAdana yolu bir hastane koridoru iniltisine ulaşır, ağlayanlar, sızlayanlar, yarım yanmış canlıların trajik iniltileri... Adana'da her sabah yaptığım yürüyüşlerde yine bu dramayı yaşarım. Daha geçen baharda, etkili sloganlarla ağaç dikme kampanyaları başlatılmıştı, ırmak boyunca binlerce fidan merasimlerle dikilmişti. Şimdileri ot temizliği yangınları başlatıldı belediyelerimizce. Otlar yandılar, o zavallı yeni yetme fidanlar, yangından nasiplerini aldılar, yaralı, baygın, buraya neye dikildikleri ve neye yakıldıklarından şaşkın, gelip geçenlere birşeyler demek istiyorlar!... Böylece farkında olmadan ekolojiyide bozuyoruz, daha üç yıl önce ırmak kenarlarında görmeye alıştığımız lale ve gelincik tarlaları, ballı babalar, akşam sefaları, daha bir çok yabanıl doğa süsleri soğanları yangınlarla pişti yok oldu.. Dinlendirici, umut verici günün doğuşunu daha bir etkili kılan yeşil alanlar yerine, yürüyüşümüzü yangın yerlerinin melankolik görüntüsü içinde yapıyoruz, bu da bir psikoloji sorunudur. Pekiyi, daha üç dört yıl önce cennet dekorlu, koyu gölgesine sığındığımız, Mersin ve Adana Atatürk Parklarına ne oldu dersiniz?!.. Kanun koyucularımız, yeşili korumak için ağır kanun hükümleri önerirken, kamu kuruluşlarımız pervasızca, yakmaya devam ediyorlar. Çevre korumacı dostlarım, olanaklarıızı birleştirip, yetke sahiplerine birer keman hediye edelim. Böylece yazı başlığında okuduğumuz "Roma Ateşler İçinde Yanarken Neron Keman Çaldı mı?", sorusu "Evet çaldı" şekliyle yüze gelsin. E. Aydın, Kasım1995 SITMAAĞACI"OKALÜPTÜS" Öğretmen okuluna geldiğimizde; Çukurova'yı sulama amaçlı baraj yeni yapılıyor, bataklıkları kurutmak için, sıtma ağaçları dikimi de hızlandırılmıştı. 1938. Bahçemiz mentol kokulu, okalüptüs ağaçlarıyla, akasyalar ve mimozalarla görkemli koruluk ve ortasında bir şato, bizleri büyülemiş, binbir gece masallarına dekor olmuştu. Taşra çocuklarını, öylesine değiştirmişti ki, kendimizi tanıyamıyorduk. O güzel günleri dün gibi hatırlarım. Geçenlerde bir televizyon programında, sıtma ağaçlarını Adana'lıya benzetmiştim. Telefon edip soranlar oldu.: Neden Adana'lı ? Eskiden Adana'lı, lacivert yün kumaştan, usta bir terzide özel diktirilmiş geniş ceket ve pantolon veya şalvar giyerdi. İyi ütülenmiş, (sadakor) ipek gömlek; kırmızının tonlarında şanjan bir kıravat, rugan iskarpin, arkasına basarak, yavaş yavaş çalımlı yürüyüşü, sağlıklı, orta boylu tombulca görünüşü, geniş gölgeli, salam yapılı, çok renkli, dalları aşağıya sarkık, rüzgarlara direngen yorgun görünüşüyle, yaratıcı felsefesi; ağızını doldurarak genizden konuşması ve küfürleriyle özgür, açık fikirli, tutucu olmayan, gelenek ve göreneklerine saygısı, toplumda ayrıcalıklı kişiliğiyle farklı bir karekterdir. OkalüptüsAdana benzetmesi bana göre örtüşüyor. Saygı ve sevgiler E. Aydın, 3Haziran1996 SAYIN AYTAÇ DURAK Ben Ethem Aydın. Hemen hemen her sabah bir saat yürüyüş yaparım. Bütün gezi boyu hep sizi duyar, sizi görürüm akşamdan sabaha yaptıklarınızla. Bundan neden, iyi bir dostluğumuz oluşur. Siz Anap'ın dar labirentlerine sığmazsınız, siz partiler üstü çizgide koşuyorsunuz. Siz bir kent soylu, öz Adanalı'sınız. Adana'yla özdeşleşmiş bir dünya vatandaşı ve evrensel için hazırlanmış bir uygulayıcısınız. Doğayı, Adana'yı, Adana'lıyı, insanı iyi tanımışsınız. Ona saygıyı, hizmetin sırlarını ne güzel öğrenmişsiniz! Tarihe, Coğrafyaya hakimsiniz. Asırların düşünüpte yapamadığı şehrin yukarı kaldırılma olayını başlattınız. Bütün bu görkemli işleri bir ömrün kısa bir bölümünde başardınız. Bilmenizi isterim, Tanrı'nın lütfu kadar gazabı da vardır. Onunla yarışmaya kalkmayınız, artık hırslı olmayın, yaptıklarınızı koruyup kollamak, yüzeyselliklerden kurtarmak, yaptığınız bütün işler kadar önemli ve güzeldir. Bileceksiniz, bütün devrimler yapılır ama süregenliğini oluşturmak herkese nasip olmaz. Nedeni de, daha çoğunu daha çok devrimi istemek, dizginleri hep gergin tutmak, gerilimi sürdürmek insan yapısına terstir. Her rampanın bir düzlüğe ulaşması akılcı yoldur. Yine bileceksiniz, Türkler savaşı gece kazanırlar. Bütün Türkiye belediyeleri ayakta kalma savaşı verirken, sıkıntılar içinde kıvranırken, nereye ulaşacakları da belli değilken, siz rampayı bitirmiş düzlüğün başındasınız. Artık ayağınızı gazdan çekiniz. Kan ve alınterine malolmuş çabalarınızı sağlamlaştırmaya emek veriniz. Adana sizin gibi çalışkan kişiler sayesinde 2020'li yıllara hazırdır. Etabınızı emsalsiz koştunuz, bunda kimsenin şüphesi yoktur. Şair ne demiş; Ey yaşam hoşgeldin! Milyonlarca kez gidiyorum karşılamaya, deneyimin gerçekliğini ve dövmeye ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını. Konuşmalarımızda "ben sanattan anlamam" diyorsunuz. Bu bir alçak gönüllülük değilse, neden bizleri çevrenizde toplamıyorsunuz? Çağımız ekip, elbirlik çağıdır. Sakınola bu adam, dağlar gibi Aytaç Durak'a nasihat etmeye kalkıyor demeyiniz. Başarılarınızla övünüyor, daha çok övünmek istiyoruz. Makina çağından yaşam çağına geçişi başlattınız, bütün Adana'da yeni ağaçlar dikiyorsunuz, baraj yolu dördüncü durak karşısında, Onbaşılar kebap salonu, kendi işyerinin önüne geliyor diye en az beş yaşındaki ağaçları yok etmek için uğraşıyor, keşke kulakları bir çekilse. Sevgiler, saygılar. E. Aydın, 29Haziran1994 ÇAĞDAŞ ŞEHİRCİLİK ANLAYIŞI: ÖKSÜZ ADANA SAYIN AYTAÇ DURAK'A İLETİ Batı ülkeleri, şehirlerinde yapacağı kaldırım, yol ve refüjleri, bütün şehir halkının rahatça kullanabileceği şekilde yapmak sorumluluğunu üstlenirler. Çocuk, kör, sakat, ihtiyar rahat bir değişmez platformda yürüyebilmeleri ön koşullarıdır. Bizde ise çoğunlukla Adana'mızda, her iş yeri veya apartuman, izinli izinsiz sokaklara barikatlar kurmakta, düpe düz yollarımızda yapay merdivenler oluşturulmaktadır. Sağlam bir adamın bile sakat olabileceği engeller, hızla çoğalmakta sade vatandaşın dolaşımı engellenmektedir. Yayalar için olan kaldırımlar artık özel arabaların doğal park yeri halindedir. Bu basit, mali yönü hiç olmayan hizmetler için bile yazmak çizmek para etmiyor. Yüz veya yüzelli yıldan beri düşünülüpte kuzeye kaydırılamayan şehri, Mahfesığmaza, Kurttepe 'ye kaydıran sayın Aytaç Durak'tan bu kadar hizmeti beklemek bizim hakkımız olsa gerek. Saygılar. E. Aydın, 15Aralık1994 SAYIN AYTAÇ DURAK Eşeği, deveyi, atı seçtiler. Seçim, hız için değil, artan nufusun gereksinimlerini, yaşanan zamanlardan yaşanacak zamanlara ulaştırmak içindir de. Yaşanacak zamanlar, dinlence ve eğlenceyi de beraberinde taşıyordu. 1936'larda, bir deve kervanıyla beraber Silifke 'den Mut'a gidiyordum. 15 yüklü deve, iki binek eşeği, büyükçe bir davar serisi, yaylımını ala ala bizi izliyordu. Yörük dedesi katarın önünde eşeğe yan oturmuş, bir de uzun hava tutturmuştu. Çamdüzü'ndeyiz, mevsim bahar, kuzeyden derin bir esinti, çam ağaçlarının pürleri arasında geziniyor, otantik bir duyumu pompalıyordu. Dede tütün kesesini palanın kabına yerleştirdi, desteden bir kağıt kopardı, kehribar renkli tütünden bir sigara sardı, tükrüğüyle yapıştırdı, kavı buldu, çakmak taşının üzerine yerleştirinceye kadar iki dolama yanı, dağ boynundan geçtik. Taşa çakmağı vurmaya başladı, kav ateş almadı, tekrar tekrar iki dolama daha geçtik, nihayet kav ateş aldı, dede sigarasını yaktı, türküyü tazeledi, katarın bir ucu dolamayı dönerken, diğer uç gözükmüyordu. Rüzgarın tam pürlerinden süzülürken çıkardığı tınılar, develerin ayrı boydaki çıkan homurtular, davar çanlarının ince tınıları, bizlerin ayak hışırtıları, dedenin lahutu sesi. Tam bir orkestra, bunlara kuş cıvıltılarını da katılabilir, önünden geçtiğimiz pınarların pırıltısını, kır çiçeklerinin kokusunu da eklerseniz, ortaya dolu dolu bir yaşam biçemi çıkar; ki, şimdileri öksüzü olduğumuz, anımsamakla bile mutlu olduğumuz. Dedeye soruyorum: Bu yorucu günlerden ne zaman kurtulacaksınız? Yanıt: Bizim yeyintimizi iki eşek taşır -zevkimize onbeş deve az gelir..!! BELEDİYE BAŞKANI AYTAÇ DURAK'A AÇIK MEKTUP Sayın başkan, Türkiye genelinde iyi çalışan bir belediyeci olduğunuz kuşkusuz. Ama bir yerlerde bozuk birşey olduğu kesin. Yönettiğiniz şehrin insanları, günlerine ve yarınlarına kuşkuyla bakıyorsa, bir günde kafanızda kurduğunuz incelemeden, uzmanların beyin süzgecinden gelmemiş devasa projelerinizi, kısıtlı kaynaklarınızla edime sokuyorsanız, dünceli, günceli yok sayarak, gelecek güzel yarınlar imgesiyle kendinizi avutuyorsanız, mutsuzluk bulutları artık Adana'yı terk etmeyecek demektir. Adana'yı, Adana'lıyı yok sayarak; ulusal olmadan, evrensel olunmayacağını unutmuş gözüküyorsunuz.. Başka bir deyişle, çalışma yoğunluğunuz nedeniyle, içinde büyüdüğünüz şehrin bu dinamiğini, duyarlı yapısını kollayıp korumaya ayırdığınız süre yetersiz kalıyor. Teknoloji canavarı havamızı, suyumuzu, sokaklarımızı elimizden almaya çalışırken, sizlerin öngörüsü, uzgörüsüne her zamandan çok gereksinimimiz vardır. Adana'lımız, bu güzel gücü sizde gördüğü için güvendi, seçti. Adana'nın atalardan devraldığımız, zengin etiğine, kültürüne kotuyarak yapılanmak aslında çok zor ama; bunsuz da geçmişin belleğini dışlamış olursunuz ki, o da zorun zoru... Çağımızın getirdiği naylon hizmetlerin topluma getirdiğinden (*), getirdiğinin de olabileceğini düşünmemiz akılcı olmaz mı?. Katılımcı, yerel, demokratik toplantılarla bizleri aydınlatmanızın, zor olsa da evrensel bir yol olduğunu düşünüyor, sizden bekliyoruz. Adana'lının inandığı zaman, zorların üzerine nasıl zevkle koştuğunu yakın tarihimiz övgüyle yazar. Yayalar için ayrılan kaldırımlar gün ve geceler boyu, caddeler iki taraflı özel arabaların park yeri oldu. Trafiğe açılan orta kısımı, yayalar araçlarla paylaşıyor. Atatürk caddesi, Gazipaşa, Ziyapaşa, Aşıklar caddeleri sırat köprüsü oldu. Çocukların, gençlerin, yaşlıların, sakatların, yol kenarında şoförlerin insafına emanet edilmiş olduğunu görüyorsunuz. Çaresinin, sizin bir buyruğunuza bağlı olduğunu görüyorum. Örnek:Sizin oturduğunuz evin iki tarafına arabalar park edemiyor, biraz aşağıda, Kurtuluş mahallesi iki taraflı, gün, gece boyu park yeri. Açıkça diyeceğim şudur: Araç sahibi olan, kendi park yerini bulmalı. Sokaklar hepimizindir, ayrıcalık çözümsüzlük getirir. Mimarının çağlar boyu değişim ve gelişimini, konum gereği izlerim, Atatürk parkı içindeki sanat galerisinin yan duvarında oluşan garip görüntüye, sanat yönüyle anlam vermekte zorlanıyoruz. Zaman geçirmeden vazgeçilmesinde binlerce yarar umuyorum. Zamanımızın yetke sahipleri, nedense eleştiriye kapalıdırlar. İstedim ki, çalışmalarınızda bizim de tuzumuz olsun. Saygılar sunar, işlerinizde başarılar dilerim. Saygılarımla. Ethem Aydın, 24Kasım2000 SAYIN BAŞKAN AYTAÇ DURAK Adana'yı ve Adana'lıyı tanıdığınızı bir daha kanıtladınız. Gizemli Koru tabelasıyla gönülleri çoşturdunuz. Bu sabah yürüyüşünde yolum koruluğa düştü. O güzel insanlarımız Gizemli Koru levhası önünde birikmiş, ilgiyle içtenlikle konuşuyorlardı. Ben de katıldım. Otantik, romantik söyleşiler sonra onuncu yıl marşına dönüştü. Yenibaraja kadar yürüdük.Kulaklarınız çınlamıştır Regülatör çay bahçesinde çaylar içtik, hep övgülerle sizi konuştuk. Olay, televizyonluktu. Gizemli Koru tabelası duygusal insanlarımızı çoşturmaya yetti. Varolun, sağolun. SÖZCÜ E. Aydın, 22Temmuz2002 Günce 10TEMMUZ1993 Sayın sayın sayın, rakamlar biter dostun sıfatları bitmez. Son yörük yazarı Osman Şahin, ne özlü demiş; "Torosları görmeden ölme". Çukurova'yı sarı sıcaklar bastırınca, Çukurova'lı ne yapar, ne eder, kendini torosların ılıman kucağına atar. Yerleşik evler bir kaç ay için, iş sahipleri yalnız Cumartesi Pazar için, bu çileli yolları bazen severek, bazen de alışkanlık olarak göze alırlar. Üç saatlik bir sauna sefasından sonra, 1500 rakımlı Namrun yaylasına ulaşılır. Çam ağaçlarıyla ve zaman zaman da, az bulunur sedirleriyle, koyu gölgeli, yanal rüzgarlara kapalı, değişken olmayan nemsiz havasıyla çok güzel bir Toros yaylasıdır. Uzun yıllardan beri kent soylularımız, bu cennet köşesinde tapu edinebilmek için, Osmanlı yasalarının ve Cumhuriyet yasalarının bütün boşluklarını kullanarak hektarlarca orman alanını tapularına geçirebilmişler. Ormanlığın büyük bir kısmı yok edilerek meyve bahçesi ve villalara dönüşmüş. Eğer yeşile duyarlı bir kişi olarak, Namrun dağ otelinde bir kaç gece geçirirseniz, gece sabahlara kadar derinden derinden gelen motorlu hızarların çıkardıkları, iç parçalayıcı sesler sanki kolunuzun, bacağınızın, gövdenizin üzerinde bir gerçekmiş gibi sızılar duyarsınız. Yasalarımızın ağır yaptırımlarına karşın, kent soylularımızın, ormanları yavaş yavaş yok etme eğilimini gösterir, köylümüz yeşili sevmez korumazken, keçilerimiz topraktan tohumun çıkmasına fırsat vermezken, orman yangınları bütün yurdu tehdit ederken, bir avuç orman aşığı bizlere de herhelde oturup Allah'a yalvarmak düşecek. Namrun güzel bir yayladır, ama çam ağacı sayılacak kadar azalmıştır. Bunun için de yöre belediyesi, asırlardan beri Namrun olan bu tarihi beldenin ismini, (Çamlı yayla) olarak değiştirmiş, herhalde kendi gitti, ismi kalsın yadigar diye düşünülmüştür. E. Aydın, 10Temmuz1993, Namrun GÜNCE Terasta iki kişi veya uzaylı, yeşiller turuncunun eşliğinde mavilerle buluşuyor. Renk tonları sessizce koyu morlara kayıyor. Bütün vadide yer yer ışıklar, ateşböceği aydınlığının dinlendirici soluk gücünde loşluğu yakalıyor. Hemen tepemizde yıldız kümeleri, binbir rengi yansıtan görkemli avizeler topluluğu, gerçeklerin sonundayız artık. Masamızda bir mum ve Oruç Aruoba geldi. "Hani ?" diyordu. O anıyı da aslında epey sonra anımsarsın, pek de inanmadan ! Olguları saptamağa, uygun gerçeklere ulaşmağa çalışırsın. Hatta sonradan gidip oralarda gezinip gerçekleri yerli yerine oturtmağa çalışırsın, her zamanki budala tavrınla..! "Hayal mi kuruyorum?" dersin. Oysa, işte o tek biricik gerçek anıdır. O senin, kendini de yeniden kurmanı gerektiren.! Ancak senin kurmanla olgu, asıl gerçek olabilecektir. Hani yana yana dibine varmış bir mumun içinde oluşan oyuğun çeperi bir noktasında çatlamış, eriyik madde dışarı akmış, fitili de açıkta kalıp tükenmişken, çatlağı akmış maddeyle doldurup tıkayarak, bitkin fitili yeniden yakınca, ufacık, güçsüz, belli belirsiz! Ama pırıl pırıl, yoğun, direngen, altı canlı mavi, üstü parlak sarı bir alev elde edersin ya.... onun gibi işte... Özlü, özgür, içtenlikli konuşmalar, fağfur fanusun içinde özlü, direngen yankılar yaparak bize ulaştığında, biz kendilerimizden çok uzaklarda, ağırlıksız, ordaburdaheryerde dokunmanın çoğalmasını ideo insana ulaşmasını izledik. Öperim. E. Aydın, 2Ağustos1993 BAŞLIKSIZ Günlerden perşembe, altı temmuzdan bir gün sonra Namrun Yaylası'ndayım. Dağ Oteli 1300 rakımlı. Çevremde bin bir güzellik kendi iç cümbüşü içinde. Çokluğun çeşitliliği kendi sessizliğinin orkestırasını kurmuşlar, tınılar yalın. Ben her sabah oturduğum yerde Cumhuriyet, Milliyet gazetelerini okuyorum. Ayrıca Miller'den 23 sahife inceledim. Adana'ya, Mersin'e telefon ettim. Yeğenin gelmesini söyledim. Bu çok rahatlatıcı oldu. Akşamları gökyüzündeki ömürlü parıltılarla, yeryüzünün geçici ışıkları bir sonsuz kaosu oluşturuyor. Sanki mavi bir balon içindeymişsiniz gibi gözüküyor. Kişi, boşlukta dolaşan yalnız yıldızlar gibi oluyor. Geceyi biraz uzatınca uyku ile uyanıklık iç içe ve huzurlu sabahlara açık oluyor. Burada Ç.Ü. Resim Bölümü Öğretmeni Mustafa Bey'le, eşi Zühal İngilizce Öğretmeni ile beraber olduk, balayında idiler. İyi yolculuklar Selami...... Biliyor musun, senin de böyle balayı misali geçirdiğin güzel günler olmuştu. İçinden zengin, dışından şaşkın ördek misali garip görünse de, zengin ve her an farklılıklar karşılaşmasında, daha değişik farklılıklar zenginliği. Unutmayı yeğliyorum, kurtulduğunu sandığım bazı bilinmezlerin geri geleceğine inanmak gibi. Ne güzel gezinebiliyoruz yumuşak pamuk yığınları üzerinde, geçmişte. Ama bir gün, yumuşaklığın geçeceği ve gerçeğin gergin yüzünün ortaya çıkacağı kaçınılmaz. Burada yollar ya da iniş, düz yok. İkinci çarşamba günü saat 4'te yürüyüşe çıktım. 12 ( O rakımda bile sıcak vardı, terledim. ) Bağlar, bahçeler arasından geçtim, mamureler, viraneler gördüm, birkaç günlük dinlenmek için edinilmiş mülkler. Yeterlilik unutulmuş, herkes her şeyi şehirdeki gibi satın alıyor. Yokuşlar çıkmak, inişler inmek için sanki buradalar. Kişisellik alabildiğince vurgulanmış, göz aldığınca dağınık bir yerleşim. Ben de bu dağınıklık içinde buradayım. İnsanın karakterinde öz ben ilintisi hep dışa vurmuş, ama saygısızlaşarak, doğallığı yok ederek. Yayla var suyu yok, şehirli var şehir yok, köy var köylü yok. İki ay sonra yüz yirmi bin kişi sekiz bin nüfusa inecek, geride şehir azmanı, şişmanlık çöküntüsü içinde bir virane kalacak. Zavallı devlet her çamın dibine elektirik, su, telefon götürmüş, yol yapmış. İki ay sonra bir kaos. Adı Çamlıyayla Belediyesi balon gibi şişip şişip iniyor. Böylece hiçbir zaman soylu bir kent olamayacak. Ne acı. Portatif konar göçerlik, burası kadar anlamsız bir yerleşim alanı zor bulunur. Vaktiyle köylüyü orman dışına çıkaralım denirdi, bence şehirliyi orman dışına çıkarmalı ve buraları köylüye vermeli, herşey daha güzel olurdu. Elimizde uzun ip, belimizde balta, kes babam kes. Doğa burada insandan bıkmış. Biraz ormanda gezindim, sanki doğanın yaramaz çocukları gibiyiz, değeri asırlar ötesine amaçlı ağaçlar sığınacak yer arar gibiler. Hele oturum alanlarında doğa pes demiş, gerçekten bıkmış, usanmış. Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz ormana, la la... 1200 metrede bir otel insana hizmet için sular gibi emek ve para harcamış, özveriyle yapılmış ve aynı ölçüde isimsiz insanlar hizmet vermek için orayı bekliyor. Bazen dolu olabiliyor. İşte o zaman geldiğin yere marş. Başka seçenek yok, onun için rezervasyon şart. Burada biraz kalmak istiyorum, misafir çağırayım istiyorum. Olursa en az benden iki milyon götürür, o da gerekli. Tuncay'a telefon etmek istedim ama telefon yanlış çıktı, biraderi çağırdım, otel dolu oldu, ben bile balkonda yattım. Daha önceden rezervasyon yapılmış. Açık havada az uyudum ama gecem rüyalar gibi renkli idi. Mersin Liones Kulübü iki geceliğine geldiler. Mehpare Caka ve bir kambiyo müdürü ile tanıştık. Uzun uzun Mehpare ile konuştuk. Yine bir iki saatlik sabah yürüyüşünden sonra, kiraz ağaçlarının gölgesinde, geniş ufka karşı oturdum. Kahvem geldi. Günlük gazeteleri uzun uzun okudum, her zaman olduğu gibi bilmecesini çözemedim Cumhuriyet'in. Unuttum, Mehpare Hanım'la, yaşamımızın aralıklı olarak 19411957 bölümleri beraber geçmişti. Fethi'den, Fikret'ten, Fevziye'den, Jale 'den, Beden Terbiyesi Bölüm Şefi Cemal Bey'den, epikmandan, Şinasi Bey'den, Malik Aksel'den, Ziya Talat'tan ve küçük aşklardan söz ederek geçti. Sonra beraber çalıştığımız Haşmet, Saadettin, Mehmet, Hikmet Hazar, Nigar, Melahat, Aytekin, Cahit Öztelli'den, Ahmet Özen, Hasan Tekin Adnan Kolçak, Necla, Sevim, İdikut, Seyit, Rıza, Ali Kutun Hikmet Erif, Ekmekçioğlu, Rabia Kıroğlu, Nihal Çizer, Kazım Yaprak konumuz oldu. Yine kiraz ağaçlarının altında, aynı dekora karşı gazetemi okuyup, kahvemi içtim. Namrun'un sesini dinledim, asırların güncesini dinledim. Önce yalın orman urbalarım enteller tarafından yok edildi, soyuldu, sularım derinlere kaydı, hoyrat sevgililer artık toprağı kazarak, son nemimi de emmekle uğraşıyorlar, soluk darlığı çekiyorum, üst bitkilerimi bile besleyemiyorum, dağlarım bulut tutmuyor, ovadan gelen sıcak ve solunmuş hava üzerimde bir kabus gibi birikiyor, nöbet terleri döküyorum. Bir zamanların gümbür gümbür pınarlarım kurudu, artık kuşlar, böcekler çekildiler, gittiler. Ben de cumartesi günü utancımın itkisiyle Adana'ya dönüyorum. Bir başka haritada, bir başka yerleşim alanında serinlemeye, gezip görmeye gideceğim. Ethem Aydın, 6 16 Temmuz 1994. YAYLA YOLLARI Yine herzamanki gibi güzel bir sabahtı. Gökyüzü tozpembe, mavi dağları yutmuş, bulutlar rüzgara hasret yollardayız. Yol uzun, yol dönüşlü, çamlar, mavilere tırmanış gölgeler, uyuyan canavar, büyük ve serin. Kahvaltımızı yapıp yaylaya gitmek için hazırlık yapıyorduk. Ve hazırlık bitti. Sonunda yola koyulduk. Mersin yaylalarına doğru rampaları tırmanıyoruz. Evet artık dağların tepesinde, bulutların tepesinde idik. Kendimizi uçakta gibi duyumsuyor, heyecanlanıyorduk. Önümüzü göremiyorduk. Yağmurda olanca hızıyla bastırmış, arabanın silecekleri yetersiz kalmıştı. Annem, kardeşim ve ben birbirimize sokulmuş, bir bir, kaza olmasın diye dua ediyorduk. Uçuşumuzun ne kadar sürdüğünü bilemiyorum. Sonunda bulutların arasından çıkmıştık. Hepimiz rahatladık. Ormanda sincaplar oynaşıyordu. Bir kaplumbağa da bizi uzaylı sanmış, şaşkın şaşkın yolun ortasında durup izlemişti. Ve sonunda gezmek için geldiğimiz yayla evlerine varmıştık. Evet çok yorulmuştuk, hepimizin karınları da zil çalıyordu. Yüksek çam ormanları arasında bir restaurant da durup birşeyler atıştırdık, yiyip içtik. Artık eve dönme zamanımızdı. Bir gün daha böyle geçti. Ve bir gün daha böyle geçmiş gitmişti... E. Aydın SAYIN ORAL Cumhuriyet gazetesinde, "Namrun" yaylası için bir yazınızı okudum. Uzun uzun düşündüm. Hem sizin, hem de kendim olarak çelişik bir yargıya vardım. Namrun bir yayla mıdır? Bir ilkel şehir midir? Benim bildiğim, yörük konaklamasında bile belli kurallar vardır. Bu kuralları, okuyup yazması olmayan insanlarımız, gelenek göreneklerinin yardımıyla kurarlar. Doğayı hoyratça yıpratıp, kirletmezler. Namrun yaylasına; Tarsus, Adana, Mersin'in tuzu kuru mürekkep yalamış kesimi bir ay için gelir, "nasıl yapıldığını bilinmeyen işlemlerle, geniş çam ve sedir ormanlarını tapu kayıtlarına geçirir", hala bitmeyen yalancı şahitlerle mahkemeler sürer gelir, sürer gider. Siz yaz nüfusunu 200 bin diyorsunuz, bana göre 350 bin kişi ormanların içinde villalar kuruyor, dereler tepelere yerleşip, geceleri motorlu testerelerle arazi açıyorlar. "Bu duruma kim dur diyecek"? Tepelerin arkasında tepeler var, doldurulmuş dolacak. Kışın yerleşik nüfusun on, bilemedin 15 bin olan Namrun'un belediye gelirleri ne olsa ki, "her eve su, elektrik, yol, telefon, temizlik hizmetleri sunabiliyor". Hemşehrim kafam karıştı, yorumlayamıyorum. Sayın Oral da bu çarpık düzene övgüler yağdırıyor. Namrun kangren olmuş, Asiye nasıl kurtulur, onu düşünmemizin zamanı gelmiş, geçiyor. Üç seneden beri kalenin doğu kuzeye bakan kısmından toprak alınıyor, yol yapımında kullanılıyor. Toprak kayıyor, üzerindeki yeşille beraber. Yarın da kalenin çökmesi şaşırtıcı olmaz.! Bana göre tek çare:Yönetim yaylaya bir sınır çizmeli, hizmetler için plan proje vermeli, uçlarda yeni yapılanmalara özel hizmet zorunluluğu getirmeli. Diyeceksiniz ki"devlet boşluğu var". Evet ama sizler, bizler de beraber manyoto edersek, belkide bir duyan, okuyan olur. Ulusumuz duyarsız değildir. Dağ oteli'nin yeri, akşam öylesine güzel ki, aşağıda fuluğ ışıklar, gökyüzünde pırıl pırıl yıldızlar, arasında siz sanki uzaydasınız. Öykü yaz, şiir yaz, resim düşle, kurabildiğince hayal kur... Eşi bulunmaz bir panorama, haydi bakalım sıra sizde. E. Aydın, 1Temmuz2001 MAKRO VE MİKRO DA DÜŞÜNMEK Mikrogüncel Maaşlar, kazançlar azaldı, Üretimimiz yok, tüketimimiz çok, Topraklarımız çoraklaşıyor, Orman yangınları önlenemiyor, Trafik kazaları artıyor, sokaklar arabayla doldu, hep sayıları artıyor. Ara sokaklar iki taraflı park yeri oluyor.Yayalara geçit yok. Yaşlı, sakat, çocuk yaya geçitlerinde sırat köprüsünde bekleyen kurbanlar. Öğrenimde zorlanıyoruz, Demokrasi sömürülüyor, din çığırtganları ülkeyi kaderciliğe itiyor Devlet dairelerinde iş görmek zaman alıyor, dayı istiyor. Üniversiteler amacından uzak; gerekli eğitim ve öğretimi veremiyor. Ülkenin geleceği karanlık Dış ülkelerin dayatmaları bizi Sevr anlaşmasına sürüklüyor sayabildiğin kadar say.... Makro ise geleceği, kazanımları öne kor. Felsefeyi de getirir. Büyüyen şehir kendi gereksinimini arıyor Seyhan ırmağı parklar haline dönüşüyor, insana değer veren bir peyzaja koşuyor, kentimiz karekter kazanıyor. Yerleşim alanları yüzlerce yıl öncesinin ideal projesine yani Toroslara doğru kayıyor. Kentleşiyoruz. Bunlar birden oluşmaz. GAP örneği..... E. Aydın, 29Ağustos1996 ADANA SAHİDEN GELİŞİYOR, GÜZELLEŞİYOR MU? Boksör,altıncı rauntta, köşesinde dinleniyor, kanter içinde gözleri yediği yumruklarla, yarı kapalı. Kaptan, peştemalla yelliyor, yüzüne su püskürüyor. Biraz dayan, bir iki yumruk daha, işi bitik diyor. Boksör bir süre suskunluktan sonra,umutsuzca soruyor Hocam, ben sahiden dövüyor muyum? Bu öyküde olduğu gibi Adana sahiden gelişiyor mu? Çocuğu yaşlısı her saatte caddelerin kenarında karşıya geçmek için ecelle baş başayız. Bir dalgınlık anında şöförlerin insafına terkedilmiş hayat. Durum, seyirlik trajedya.!! Ana yolları şehir dışına kaydırmak, insanı düşünmek ayrıca saygı değil midir? Böylesine tehlikelerle burun buruna yaşamağa terk edilmişiz. Şehir içinde ara yollar yapılıyor, genişletiliyor. Kaldırımlar yollar iki taraflı arabalarla dolduruluyor, insanlar çoğu zaman caddede yürümek zorunda kalıyor. Göklere ulaşan apartumanlar sokakları çöplük olarak kullanıyorlar. Altta kalanın canı çıksın.! Her sabah belediye çöplüğü yakılıyor. Duman ve koku şehri sarıyor E. Aydın, 19Ocak1995 DUR DURAK BİLMEYEN, ÜLKENİN GEMSİZ MUHAYYELESİ, AYTAÇ DURAK PINARBAŞINDA SUSUZLUKTAN BAYILAN ZEYNEBİM............... Adana gerek tarihi, gerek kültürü, gerek etiği, geçmişten geleceğe sayılamaz özellikleri ve güzellikleri, katman katman süsleyerek barındıran -Pandora misali emsalsiz bir kenttir. Tarih içinde, bu kente emek vermiş, unutulmazların yanında silinip gidenler de vardır elbette.! Şimdi seçilmiş, enerjik, yaratıcı bir belediye başkanımız var. Çalışmak istiyor, yaratmak istiyor. Ama yalnız adam.... Danışmayı da sevmiyor. Atike don dike, gene söke, gene dike. Zaman önünden akıp gidiyor. Sayın Başkan, dünya bir günde yaratılmadı. Adana da öyle... Kalıcı projeler; beyinler topluluğuyla üretilir. Sivil ve uygar toplumlarda uygulama geleneği böyledir. Başkanlar ve üst kurullar seçicidirler. Sorumlulukları; dünü, günü, yarını kapsadığı için, işlerin en soru onların üzerindedir. Beyin topluluklarının kapsamı da geniştir. (Teknogratlar, proje üretenler, eserin önemi ve çapına göre; halk jürileri, sanatçılar). Ne haldir bilinemez. Bizde yetke sahipleri (tacirler, sanayiciler, çiftlik sahipleri, fabrikatörler), yaratıcı güçlerini amelelikte yıpratırlar. Teknograt kullanmayı hiç mi hiç bilemezler. Her işi ben yaparım iyisini ben bilirim, derler ve öyle sanırlar. Doğaldır ki çokda yanılırlar. Dahası yıpranırlar.. Şehircilik alanında yeteneğinize diyecek yok. Ama sanatsal, kalıcı yarınlara dönük işlerde, bizlerle dirsek temasında olmak; koşulsuz şart.. Bu size ne külfet getirir, anlayamıyorum!!!.. Günlük işler için denecek bir şey yok; ama yarınlar söz konusu ise, meşveret şarttır. Yarınlar hepimizin. Bir kaç örnekle, tümceyi açarsak: Irmak kıyısında bir tepe oluşturuyorsunuz. (Halkın deyimiyle Aytaç Durağın anıt mezarı)! Tarihler boyu bu tür tepeler; yer yer yapılmış. Kimi savunma için, kimi çağın belirleyicisi, kimileri de site yığılmaları. Mersin'de (Yumuktepe) gibi, demir çağına kadar uzanan, ören yerleri.. Eğer daha önce haberdar edilmiş olsaydık; çağdaş bir mantıkla, zengin bir özgeçmiş hazırlayabilirdik. (Henüz de yapılabilir). Yarın sizden sonra gelenler bu esere sıradan bir toprak yığını olarak bakmasınlar, korumak için, akılcı, anonim bir nedeni bulunsun. Adana'yı seviyorum, her sabah sizin, akşamdan sabaha neler yaratabildiğinizi hayretle izliyorum. Bazen övünüyor, bazen de dövünüyorum. Uyuz olup kaşınmamak için de; okunup okunmayacağını düşünmeden yazıyorum. Herhalde size yazdıklarım bir kitap olur. Çöp sepetini boylamadıysa! Meyvesiz ağaca taş atılmaz. Okuduğunuz için saygılar... E. Aydın SAYIN SELAHATTİN ÇOLAK Her fırsatta size içtenlikle yazıyorum. Ben bir yerere yazı yazma manyağı değilim. Sizde öteden beri sosyal demokratların umudunu gördüğüm için, eski ve özde bir sosyal bir demokrat olduğum için yazıyorum. Sizi sosyal demokratlar seçti. Bu kesime ne ölçüde saygı duyuyorsunuz, şüpheye düşüyorum. Hergün halktan uzaklaşarak, onların içten seslerine kulağınızı tıkayarak nereye varabilirsiniz? Bunu bilincinde olmanız gerekmez mi? Siz bir lidersiniz, hani mozayiğe uygun danışmanlarınız? Etrafınıza bir takım şakşakcıları toplamışsınız, bilimsel ve evrensal çizgiden uzaklaşarak, halktan koparak, onu dışlayarak yürüyorsunuz, yürüdüğünüzü sanıyorsunuz. Sosyal demokrasinin o ulaşılmaz erdemine, kanunlara rağmen halka inmeye, onun geleceklere açılan umutlarına ulaşmaya çaba verirken deneyimlere, birikimlere, tabulara, kadirbilirliklere hiç mi hiç değer vermiyorsunuz. Sizi ayakta tutacak güç ve güçler, sade vatandaşın güncel ve gerçek gereksinimleri hep göz ardı ediliyor. Büyük Şehir Belediyesi ve elemanları halka yatkın değiller. Onu cezalandırmak, onu tedirgin etmek için yaklaşıyorlar. Bugüne değin size yazdığım görüntüler pırıl pırıl sosyal demokratça mantığın ve tekniğin ölçütleri içinde konulardı, hiç birine yanıt vermediğiniz gibi, bildiğiniz veya şartlandığınız çizgide ilerliyorsunuz, bu da beni rahatsız ediyor. Çolak gibi duyarlı, lider karekterli, ender kişinin böylesine katılaşması ölçütlerime taban tabana ters geliyor. Güncel yaşantım iyi denecek şekilde sürüp gidiyor. Ama sosyal yapıdaki erezyon sizin gibi bir değere rağmen sürüyor. Şimdiki yazma sebebim ise, Altın Koza girişimleri ile ilgili. Filimler gösterilecek, sanatçılar şarkı, türküler söyleyecekler, havayi fişekler patlayacak, Altın Koza bunun neresinde? Nerede bilimsel, çevresel ağırlıklı arşivlere ulaşacak paneller, sempozyumlar?.. Devasa halk katılımı nerede? Niçin, hiç olmazsa sanat etkinlikleri için Adana'da yerleşmiş, Adana 'da yaşayan bizlerin bilirkişiliğinden faydalanmayı, ama samimi olarak faydalanmayı düşünmediniz, gereksinim duymadınız? İşte yeni sosyal demokratların çare bulunmaz kusurları olsa gerek. Bu mektubu okuyun lütfen ama yırtıp çöp sepetine atmayınız. Saygılar, selamlarla. Öperim, başarılar dilerim. E. Aydın, 10Eylül1993 ALTIN KOZANIN ARDINDAN AĞLAYANLAR, GÜLENLER Adana'mızda Altın Koza adına bir karnaval yaşandı. Sanki herşey bir anda oluştu. Kaosun oluşumu gibi, bir sulusipken yağmurun gökten boşalışı gibi, zelzele gibi, dünyanın yaratılışı gibi. Her karnavalda olduğu gibi düzen artık yerini düzensizliğe terk etmişti. Tabular, kanunlar yerini terk etmiş, her olay başıboşluğun hoyrat yıkıcı ellerine terk edilmişti. Artık herkesin her yaptığı doğru olmuştu. Halk, devlet babayla eğleniyordu. Sanat adına, sanat olmayan ne varsa ortaya koymuştuk. Benim kibar, nezih, incelikli, büyük yürekli Adana'lıma çadır tiyatrolarından da ilkel eğlenceler ikram edilmişti. Adana'lıya bu denli hakaret etmeye, kimler, ne sıfatla, ne hakla yeltenebilirler? İşte oldu bir kere. Kimsenin sesi çıkmadığına göre kadere boyun eğildi. Zaten bu ulusu yıkan kadercilik değil mi? Bu sabah erken, gün doğmadan Atatürk Parkına geziye gitmiştim, Mustafa Kemal heykeli bana küçülmüş gibi geldi, yaklaştım, mağrur dik başıyla ileriye bakmıyor yere bakıyordu, konuştum, konuşmuyordu. Avuntu için güllere döndüm, hayret bir şey yerlerinde yoklardı. Yaseminler kokmuyorlardı, bir de ne göreyim, çam ağaçları sanki birbirlerine sarılmış ağlıyorlardı. İçlerinde yaralı bedenlerinden kan akanlar vardı. Kan kaybediyorlardı. Çimenlere baktım sigara izmaritleri, kola kutuları, ambalaj gereçleriyle sidiksi kokuyorlardı. Su boruları patlamış, her yol göl olmuş, çeşmeler, şadırvanlar, park lambaları kırık dökük yerlerde, tam bir kaos, bir zelzele, bir sel baskını sonu ortalık ana baba günü. Altmış yıl önce yeni boyanmış ayakkabılarımla geçtiğim yollarda, ayak izlerimle karşılaştım, ben ağladım onlar ağladı. Yarab biz neden bu denli duygusuz, saygısız olduk??! Ağaçlar bakımsız, boyunları eğri, hüzünlü. Yeni doğan güneş katıla katıla gülüyordu, çevrecilik ilgimize, yeşile olan saygımızın çapına. E. Aydın, 28Eylül1992 ALTIN KOZA VE ÇOLAK'IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Çağlar boyu gözde olmuş bir ülkenin zeki, çalışkan, özverili, vatansever, sevegen kişilerin saygıdeğer oylarıyla Büyükşehir Belediye Başkanlığına geldiniz. Adana sıradan kişilerin oturduğu sıradan bir şehir değil. Sizden beklentileri de sıradan değil. Bu düşünceden hareketle, atacağınız her adımda Adana'lıya saygılı olmak, onları ideal yarınlara inanarak, inandırarak yürümemiz gerekir. Millet, memleket sevgisi, toplumlara saygı budur. Yalnız başına Çolak, bu denli kültürlü, ince fikirli topluma yetmez. Özgürce çalışan bilimsel ve teknik elemanlarınız neden varlıklarını duyurmuyorlar? Niçin o teknik kişileri etkin kılmıyor, yeni fikirler üretmelerine fırsat vermiyorsunuz? Niçin geleceğin Adana 'sını halkla tartışmıyor, paneller, sempozyumlar düzenlemiyor, olumlu bulgularla yörünge değiştirmiyorsunuz? Bir sade vatandaş olarak, başkanlığa gelişinizden beri, en az on adet gerekli ve güncel konuya değindim, size değişik nedenlerle yazdım, bunlar pırıl pırıl, tarafsız uyarılardı. Bir taneside Adana'nın kaldırımlarının şehir kodu hesaplanmadan değiştirildiği idi. Dünkü yağmurda bütün sokaklar birer kanalet olmuştu, şimdi ne olacak? Kaldırım yükseldi, asfaltlar rasgele döşendi, sular evlere vuruyor. Halk tedirgin, yaşasın maaşını yüksekce alan teknik kurullar. Şu Atatürk parkının hali yürekler acısı, elli sene önce, dar ve koyu gölgeli patikalarında, çiçek kokularıyla gönüller yücelten Atatürk parkında artık çocukluk izlerim şimdikileri tanımıyor. Erkek lisesi öğrencilerini getirip, karşısında Hadi beyi ve Çukurova mitlerini heyecenla anlattığım başı arşa değen Atatürk heykel gurubu şimdi mahzun mahzun, okul çocuklarından hakaret görmüş gibi duygusal ve ezik. Bu heykeller o kadar görkemli, o kadar ideal amaçlar için dikilmişti ki, Kurtuluş Savaşını oku yeter, anlamak için. Sayın Çolak bir mite, bir sembole değer verirseniz o sembol, o mit değerli olur. Sevgiler, saygılar. E. Aydın, 26Eylül1992 ASIM'CIĞIM Bir uzun süredir, matbuattan, dünde televizyonda sizi izledim. Öylesine hakim konuşuyordun ki, Çolak, ağlamamak için gülüyordu sözlere. O sözler ki, eksiksiz vesikalara dayanıyor, yasaldı. Güya Çolak sosyal demokrat olacak, Anakara'dan Adana'ya belediyeye oluk oluk para akıyor, ortada bozuk düzen, plansız programsız bir galerya, başı kıçı belirsiz Altınkoza şenlikleri, burada halka ulaşan ne var? Bunları geçiyorum, sen iyi bir vatandaş, iyi bir belediyeci olarak gözümde büyüdün. Buna dayanarak ve güvenerek yazıyorum. Asım, bir vatandaş ev yapacağında planını belediyeye götürür, belediye uzmanları binanın ne kadar içerde olacağını, yoldan yüksekliğini, balkon yönü ve uzantısın, şehir koduna göre akıntı payını hesaplar, inşaat sahibi ile karşılıklı bir anlaşma imzalanır. Ben belediyeye, belediye bana karşı bir yazılı söz vermiştir. Sonra lağımı yükseltir, yolu yükseltirse bana zarar vermiş olur. Yükselen yollardan yağmur suları evlerin bahçesinde göllenir, yol yükseldikçe benimde yükselme şansım yoktur. Şehrin ana caddelerine gelince, her asfalt yapmak nedeniyle yollar en az yirmi santim yükseltiliyor. Yağmur suları iş yerlerine doluyor, yaya kaldırımlarına birikiyor. Kısacası şehir kodu keyfi olarak bozuluyor, sular artık belli bir menfeze doğru akmaz oluyor. Şehirleşme nazım planında dünyaca uygulanan bir saygı kuramı vardır, yaya kaldırımları yaşlıların, körlerinde rahatça yürüyebilecekleri seviyede tutulur. Adana'da ise ticaret haneler, sanki iş yerleri önü kendi malları gibi barikatlar, merdivenlerle donatılıyor. Kaldırımlar normal bir kişinin geçemeyeceği kadar duvar merdiven ve buna benzer çıkıntılarla dolu, gerçi şehrin her caddesi su birikintileriyle dolu, hele Ramazanoğlu caddesinde artık kaldırım kalmadı. Çakmak caddesi, Gürsel caddesi, Atatürk caddesi barikatlarla dolu. Ben birkaç defa belediye başkanına durumu yazdım, ama onun şehircilikle uzaktan yakından ilgisi ve bilgisi yok, dar açıyla çalışıyor. Bunları sana yazmakda da bir şeyin düzeleceğini beklemiyorum, ama büyük millet meclisini seçmezde belediye başkanlığına soyunursan, ki kazanacağın kesin, işte o zaman bu medeni çizgi gündeme gelebilir. Siyasette iyi bir renk kazandın, hem halkı hem devleti gözetebiliyorsun, bu tutumun senin temsil ettiğin partide bile yok. Seni her zaman olduğu gibi seviyorum. Öperim. E. Aydın, 11Kasım1993 SEVGİLİ BÜYÜKKAYA Patlıcan patlıcanlığını, bamya bamyalığını bilmeli, siz Altınkoza eleştirinizde küçücük çakıl taşlarıyla yetinmişsiniz, Büyükkaya da büyük kayalığını kanıtlamalı. Hürriyet gibi popüler, halka yakın bir gazetede çalışıyorsanız, orada yazıyorsanız, büyük kaya olmalısınız, yuvarlandığınızda ses getirmelisiniz. Nalına mıhına bir sütun doldurmuşsunuz,ihtiyarlar gibi Bu yazınızı yasak savmak diye niteliyorum. Lütfen tekrar ele alınız, en az benim kadar irdeleyiniz. Yapılan Altın Koza'ya karşı duran kişi olarak ünleniniz. Size Expreste çıkan, ilgililerce çöp sepetini boylayacağına inandığım yazımı yolluyorum. İkinciside aynı gazetede çıkacak. Lütfen kamuoyu oluşturalım, lütfen beraber manyoto yapalım, belki okuyan dinleyen olur. Öperim. Not: Mersindeki düzene bakınız, bir de bizdeki derbederliğe. E. Aydın, 29Eylül1992 DOST MEKTUPLARI SEVGİLİ İSMAİL Eylül'ün bilmem kaçı1993 Ey yaşam, hoşgeldin! Milyonlarca kez gidiyorum karşılamaya deneyimin gerçekliğini ve dövmeye ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını Bugünkü, senin karşı çıktığın, yargıladığın olaylar milyonlarca yıldır gelip gidenlerin bulgularıdır. Doğrusuyla, eğrisiyle! Uzağa gitmeye gerek yok, resmin oluşuna bak, profilden frontala geçiş için bile binlerce yılın deneyimi oldu.... Sen kendini ne sanyorsun acaba? Tanrı bile bugünkü yerine gelinceye kadar ne çok evrelerden geçti. Ölümsüz olduğuna karşın... Biz ölümlüler, sen, ben, baban, şu, bu dünü sorgulayarak, yargılayarak ama ondan büsbütün vazgeçmeyerek, yarının ışığında, onu yargılayarak yaşıyoruz. Dünün deneyimleri yegane hazinelerimizdir. Ondan vazgeçmek ölmek demektir. O senin isimlerini saydığın insanlar, vesika edilmiş edilmemiş bir birikimden hareket etmişler, devingen insan topluluklarından kopmamışlar. O pınarlardan, memelerden emdiklerini, din ve tabuların yardımıyla değerlendirerek, yorumlayarak tekrar kaynağa sunmuşlar. Evet şu gerçek, sen kendini boşlukta hissediyorsun, bir yerlere vardığını sanıyorsun, diplomaya yaklaştığını, orada özgür bir birey olmana ramak kaldığını sanıyorsun. O bir formalitedir, başlangıçtır En iyisi sen şu adını vereceğim kitabı hemen al, oku, bir daha oku, özümledikten sonra tekrar konuşalım. Richard Bach'ın yazdığı Martı. Annene, babana selamlar eder, seni öperim benim çocuk martım. E. Aydın, 1993 SEVGİLİ İSMAİL Bugün Mersin'e gitmiştim. Eş dostla buluşmağa. Döndüm, kapı altında senin mektubunu buldum. Aslında mektubunuzu bekliyordum. Adresin olmadığı için de yazamazdım. Seni betide duyumsattığın olaylar bende de aynı çizgide oldu. Bir de şiir yazmıştım. Gönül bir kuş Konar sevgi dalına Dalda gül, al al Kovanda bal Kırşehir Adana Yol var yolak var Kırşehir Aksaray Adana Gönül üzere yaşam güzel Gönül üzere gönül gezer. Ayrıca ortaoklu ve Kırşehir için yazdığım güncede yine senin anlattıkların mota mot var. İstersen gel buna suçlu aramayalım. Zira yaşam devam ediyor. Gelecek nesil, yani yetke sahipleri bunu şimdi görüyorlarsa, ki görüyorlar, bir gün düzeleceğine inanalım. Türkiye Cumhuriyeti henüz daha çocuk. Yetmiş yaşında. Olanlar da az değil. Ben istiyorumki biraz daha büyü. Büyük düşün, dünya vatandaşlığına soyun. Avustralya'ya gitmeği düşle. Böyle de yaşanabileceğini düşün. O zaman Türkiye'nin her yanı size güzel gelecek. Tarih, heryerde tarihtir. Hele Antalya bir başka hazine. Biz bu kadar hazineyi korumağı düşünsek Türkiye'yi müze yapıp kendimize yeni bir vatan bulmamız gerekecek . İstanbul'a bak. Ölüler dirilerden daha saltanatlı. Sanki biz insanlar onlara sığınmış gibi yaşıyoruz. Biraz bencil olmamız gerekmez mi? Mecburen yaşanacağına göre zaman zaman yıkıp yapacağız. Koyunu, tavuğu yemek için kestiğimiz mantıkla Sanatı, oluşumda birincil alıyorsunuz. O bunu hiç sevmez. Zira sanat özgürdür, faydacı değildir. Bugün altın ararken kömür bulursun, yarın kömür ararken altına rastlarsın. Asıl olan aramaktır. Kimin ne zaman ne kadar sanatçı olacağını kimse bilemez. Karacaoğlan olacağım diye Karacaoğlan olunmaz. Yaza çize, söyleye çala, belkide yolumuz O'na, Veysel'e, Yunus'a, Mikelanj'a, Rodin'e, Ranbrant'a çıkıverir, belli olmaz. Onun için yapabildiğin kadar alçaktan uç. Çünki sen bir bireysin, ham cevhersin. Yontulup yontacaksın, hep kalemtıraşın ağzında olacaksın. İşte beni ele al. Hiç beklemediğim aklımın kenarından bile geçmediği bir anda Altın Koza beni yılın sanatçısı seçti. Biraz abartı, biraz gerçek, ama bu hep böyle olur. Nobel ödülleri bile. Hem sen liselerde resim öğretmeni olarak programlanmışsın. Neye programa uygun olmak için meslek derslerine daha çok yüklenip felsefe, mantık, sosyoloji, psikolojiye ağırlık vermiyorsun? Sen devletin halkla ilk temas kuracak elemanı olacaksın. Çocuğa sanat sevgisini düzeni, düşünmeği, yani sanatsal düşünmeği, iki boyutta üçüncü boyutu anlatmağı öğreteceksin. Ulus senden bunu bekleyecek. Programlar amaçsız, yetersiz diye boş veremezsin. İşte sen bunun için Ankara'dasın. Sanat olayı çok çok arkada düşünülecek senin kişisel sorunundur. Maaşı öğretimden alacaksın. Onun için dağarcığını doldur. Bir veya iki de lisan yapmağı amaçla. Buda iyi bir vatandaşın asil görevidir. Ülke böyle olursa yücelir. Hem de artık hiç sıkılmayacaksın, sıkılacak zamanın kalmayacak. Sen ve senin gibi isimsiz kahramanlara gereksinim var. Alçak gönüllü ol, oradan memleketi idare etmeğe kalkma, yola gir. Güzel ve sanata giden yol, şu sana anlatmağa çalıştığım çizgilerden geçer. Üstüne düşen görevi iyi yap. Yani herkes evinin önünü süpürürse şehir temiz olur. Nuri'ye selam, O'nu merak ediyorum. Bana yazsın yoksa gönül koyacağım. E. Aydın, 16Ekim1994 İSMAİL DOST Çoktandır mektuplaşamıyoruz, her halde bundan sonra adresinizin oluştuğuna göre haberleşmemiz kolay olacak. Hala belli bir çizgiyi zorlayamadın,gerçi merkez bir kaç yerde çember her yerde, bu durumda belli bir çizgi oluşturmak sadece kişinin kendisine kalıyor. Sana daha önce mektuplarda yazmış olacağım, yapacağın birinci işin diploma olmalı, sarflarını sadece bunun içinyap, biliyorsun piyasa alak bullak para iyice değerini yitirdi. Kırşehir'ide pek zorlama derim. Sanatta bir kişiliğe varmak için, önce kendini biryerlere oturtman gerekir. Dahası ben ben diye konuşabilmen gerekir, bunun içinde ders ödevleri dışında resim yapma. Ancak başta felsefe olmak üzere, müsbet ilimlerin her biriyle yakından ilgilen, sanat tarihini iyi oku, bir takım sana özgü bindirimlere ulaşmak için bu çok gerekli. Espirisi sanat olan roman eleştirmeleri kaçırma, çünki sen yenibir zaman birimi içinde yeni bir isim olacaksın öylede olman gerekli.Turan Erol diyorsun , Orhan Peker diyorsun Bedri Rahmi diyorsun, bunları neden sevdiğini de kendine sorduğun oluyor mu? Bu soruyu sorarken aldığın yanıtların tutarlı olması için çok okuman şart. Bunların hiç birine benzememek için seninde bir felsefen oluşmalı, yoksa at sineği gibi onların kuyruk altında yaşar gidersin. Ben ben diyebilmen gerekir. Sözüm şu ki, sen henüz çocuksun,kendini öyle görüyorsun o zaman çocuk kalırsın. Çocuklukdan maksadım, onları taklide yeltenirsin, özgürlüğünü bulamazsın. Kimseyi açıktan meth etme ama yine açıktan tenkit etme, zira her fırça yarının kıymeti olmağa namzettir. Sergiler iyi bir derstir. Onları kaçırma Ankara 'da bu günlerde Adana'lı bir sanatçının sergisi var (*) sergisini gör ve bana mektubunda izlenimini yaz (*). Dam da olabilir. Jean Ppaul Sartre, Benrar Chauv'un hangi eserini bulursan içtenlikle oku tekrara tekrar oku. Mektuplarınızı da dosyalanabilecek gibi yazmağı unutma. Öperim, yanıt beklerim. E. Aydın, 15Kasım1995 SAYIN ULUĞ NUTKU Siz, Türkiye genelinde; kanıma göre, evrensele yürüyen bir felsefecisiniz. "Göz kendini görmez", özdeyişi bağlamında deyimi yatsıyabilirsiniz. Ben bir övgü yazmak için, ekran karşısında değilim; belki de eleştirmeye hazırlanıyorum.! (haddimi aşarak). Resim öğretmeni, seyrek olarak ressam da olur. O, program içinde; doğru görmeyi, çizmeyi, düzenlemeyi, renklerin binbir gücünü, semantik, sembolik, simgesel, imgesel, sentez, sentetik; labirentlerinden arındırarak; sipiritüal'a ulaşan bir yelpazede (estetiği de dışlamadan); yeni yetmeye öğretmeye soyunan ressam değildir. Ondan öte bir değerdir!. 11 Ekim'de sizi dinlemek, aydınlanmak için Adana'dan felsefeye ilgi duyan yirmi üniversite öğrencisiyle Mersin'e gelmiştik. Siz konuşurken, çok öğretici oluyordu, coşkuyla izleyebiliyorduk. Ama salonun değişik köşelerinden, bizim işitemediğimiz sorular ve sizin verdiğiniz yanıtlar arasında, ilinti koptu. Algıladığım kadarıyla sorular; günlük yaşam amaçlı, felsefeden ırak, politik, ekonomik eğilimliydi. Her derde deva reçete isteniyordu.! Bir yerlerde aksayan bir şey vardı? Neydi? "Organize Felsefe Öğretisi"; daha önce verilmiş, ağırlıklı bir taban üzerine kurulurdu. Konu ise bütünle ilintili felsefeydi. Salonda bulunanların çoğunluğu, şöyle veya böyle felsefe sözcüğünü merak eden kişilerdi, ön bilgilerden yoksundular... Bu güzel olayın, en iyi nasıl yapılabileceğini uzun uzun düşündüm, yanıtlayamadım. Merak bu ya! İsa'dan öncesine, Eflatun'un görkemli şölenlerine uzandım. Sufi'leri, filozofları; sade vatandaşla günler boyu hareketli tartışmalar içinde buldum. Konular; ödev üstüne, bilgelik üstüne, cesaret üstüne, dostluk üstüne, bilge üstüne, dil üstüne, aşk ve sevgi üstüne, geçmişin belleğinden hareketle, güne ve geleceğe göndermeler yapıyorlardı. Düşündüm ki; siz, felsefe bilgileri verme yerine, titrinize de yakışan, bir flozof rolünü üstlenseydiniz.! Hopörlör ve mikrofonlar aracılığıyla; çağımızın sosyal, ekonomik, kültürel yapısını, usulünce tartışabilseydik, daha katılımcı, daha yararlı olmaz mıydı diye düşünüyorum. Yine düşünüyorum ki; sizi yorduğumuz ölçüde bilgilenemedik. Beni bağışlayacağınızı umar, saygılar sunarım, efendim... E. Aydın SAYIN KORGENERAL NEVZAT BÖLÜGİRAY ADANA Toprak susuzluktan çatlamış. Halkımın dudakları gibi. Çanaklar(*) tek nefeste(*). Kalplerdeki son umutlar uçma hazırlıklarındalar. Böyle bir anda kurtarıcı güçlerin yağmur yüklü bulutları çatlamış toprakların üzerine doğru geliyor. Umut kuşları yuvalarını onarmağı düşlüyor. Zayıflamış incecik umut telleri iyi gelecek şansı buluyor. Getirdiğiniz ılıman ortamda, şerefli, onurlu, vefalı, özveri sahibi, karanlık günlerimizin biricik güvencesi ordu güçlerimize, kalbimizin derinliklerinde kalmış, küçücük fakat pırıl pırıl duygularını iletir, gazanız mübarek olsun derim. 13Eylül1980 SEVGİLİ GAZANFER Sivri bir dil, çoğu toplumlarda hala ruhsatsız bir tabanca gibidir. (*) Öğretmen dediğin geniş kapsamlı, enine boyuna düşünebilen adam demek değildir. O, aklına geleni hemen söylemeğe öğrencileri tarafından şartlandırılmıştır. Bizleri hep böyle kabul etmiş ona göre hareket etmişsinizdir. Balkabağı, dangalak, aptal, aptal, kafasız diyen öğretmenlere eğer tavır alsaydınız bu günlere yoğun emek verir miydiniz? Kalbiniz hala çocuksu temizliğini koruyor. Bir Gazanfer düşününüz, fabrikaları, evi, binbir sınırsız sorunlar, güncel peryotlar, piyasa davranışlarındaki dalgalanmalar, bütün bu devasa uğraşlar arasında Mersin ve Mersin'lileri düşünmek. İnsan, insan üstü.! Beni öyle bir davranış psikozuna ittinki, ancak suçluluk duymak kalıyor bana. Görüyorsun ona da yanaşacak kadar açık olamıyorum. Cümleleri evirip çeviriyorum. Bilirsin solmuş çiçekler sıcak su ile diriltilebilirler. İşte galiba ikimiz de onu yapıyoruz. Ben hayatım boyu katır gibiyim. Yük altında olmağı severim. Kendime sorun çıkarmağa bayılırım. Öğretmenliğimde çağı hep ilerde yaşardım. İdareler rahatsız olurlardı, ama saygı duyarlardı. Müdürlüğümde de öğretmenler tedirgin olurlardı hep aynı şeyden. Ama çağın ilerisinde olmak herhalde pek hötü bir şey olmasa gerek. Galiba bir tek neden bu mektubu sağlıklı bağlamama yetecek. Ben Gazanfer'i o kadar , o kadar çok sevmişimki, yersiz ve zamansız beklentileri istemeğe kendimde hak görmüşüm. Galiba binbir gerçek Aile boyu uzun uzun oturup konuşamadık ama sergi açılışında gösterdiğiniz ilgi ve şu iksir dolu mektup bunu kanıtlamağa yeter de artar bile. Mektuba teşekkür eder, seni candan kutlarım. E. Aydın, 20Ekim1987 SEVGİLİ GAZENFER Türker Özsayar'ın, yelkende bir yazısı üzerine, tatlı bir kaşıntıya yanıt olarak, Sizler, bizi uyandıran sivrisineklersiniz demiştim. Tanıyı doğru koymuşum. Beni onurlandıran yazınızdan sonra, tatlı tatlı kaşınıyorum. Bilardo topuna döndüm, yuvarlanıyorum, bir oyana bir buyana.! Sizlerde çoğalmanın keyfini sürüyorum. Yaratılış hep iyidir.. Düşünceden buyana; İyiyi, kötüyü, yararlıyı, yararsızı biz, yani insanın belirlediği için seçicilerin işi zordur. Ekinci yağmur ister, yolcu kurak. Dergi çıkarma fikrinize karşı çıkmıştım, sarfları azaltmak olduğu kadar, Gazenfer dostumu ince ayarın labirentlerinden kurtarmak içindi. Kars lisesinden buyana: Eksiksiz bir Donkişot 'u oynuyorum. Sıradan ama idealist ve gerçekçi.! Başlangıçtan beri, sizinle yazışmalarımda, hep eksiksiz temasını işledim. Önemli olanı, ulusal olanı, evrensel olanı işledim. Bir broşür, bir dergi bana göre edim ve ideoyu yansıtamaz. Sivil eğitim örgütü olan kuruluşunuzun, şemsiyesi altında bir kitap çıkarılabilir. Seçenek: 1 Hazırlıkları buradaki ekiple yapar, size sunarız basılır. 2 Tamamen, her türlü gideri bana bırakır, kontrolünüzden sonra belli bir sayıda basılır. 3 Dergiden vazgeçilir. Her türlüsüne katkıya hazırım. Yeterki vakit geçirmeden bana fikrinizi ve kararınızı lütfediniz. E. Aydın, 15Eylül2000 MESUT'CUĞUM Şimdiki nesil bir başka. Kendi oğlum da dahil, şurada burada değişik ebatta ticaret yapan öğrencilerim ve arkadaşlarım var. Bunların büyük çoğunluğu sizler gibi her yerde ve her zaman bulunmak isterler ve de bulunurlar. Kimseye güvenmezler, itimat etmezler, muhasebeden en küçük satış limitine kadar ulaşmağa çalışırlar. Patron direksiyona geçince elemanlar O'nun etrafında döner, bekleşirler. Okeylemekle beraber manyeto etmekle uğraşırlar. Asıl kendi sorumlu oldukları yerde hep patronu beklediklerinden iş yapamazlar. Mesut muhasebeye, Mesut satışa, Mesut müşteri aramağa, Mesut defter tutmağa, Mesut senet yapmağa, Mesut para aramağa, Mesut para ödemeğe. Koş yetiş koşabilir, yetişebilirsen. Evet çok kazanırsınız ama sen alışverişin içinde iken, onun dışında herkes avara. O insanlara az paralar ödemiyorsun, ama hiç birisi senin pabucunu çeviremez, müşteri seni aramağa mecbur olur. Sermayen ne olursa olsun oraya öyle bir düzen getirki, işkurucu Mesut (*) bütün bu olayların dışında kalsın. Genel gidişatın geleceğini düşünmeğe, yeni atılımların projesini tasarlamağa, gerekirse geziler yapmağa, Singapur'lara, Taylan'lara gitmeğe zaman olmalı. Bunu yapmazsan ne yapmak istiyorsun, böyle kalmak , böyle ölmek mi. Senin kıymetin ne olacak, onun değerini kim biçecek? Sen karın tokluğuna yaşama kader çizgisine düşmüş insan değilsin. Sermayen de fena sayılmaz. Bütün ve çok önemli sorun kendine değer vermen, tezgahtarlıktan patronluğa terfi etmeğe karar vermende. İşlerinizde başarılar diler öperim. E. Aydın, 25Ağustos1990 SEVGİLİ NACİ Önünden iskeliçle ark açıverirsen laf üretmek kolaylaşır diyordun, doğrudur. Biraz da senin kişiliğinde kendimi arıyor ve kendimi yaşıyorum. Ünlü ressam Van Gogh'a aşifte bir sevgilisi sitem eder. Derki: "bana kendi emeğini kazancın ve kendinden olan bir hediye getir" der. Sanatçı isteneni yerine getirmek için derin derin düşünür, olanaklarını zorlar, ama bir çıkış yolu bulamaz. Hemen ustura ile kulağını kesip zarfa kor ve sevgilisine yollar. Bu benzetiye pek yaklaşmamakla beraber, size Mersin'de evimizden güneşin doğuşunu ifade eden bir suluboya resim yolluyorum. Cam ve çerçeve işini de sen yaparsın. Buralarda yaşam iyice zorlaştı. Dönmeyi düşünüyorum ve özlüyorum. Ablam gilden verdiğin sağlık haberi ile yetinmek mecburiyetindeyiz. Sağ olsunlar. Sen de sağ ol. Seni ve ufaklıkları kucaklar hocahanıma sevgi ve hörmet ederim. Bizimkiler, sizinkilere selam ve sevgilerini yolluyorlar. E. Aydın, 28Haziran1980 KAOSTAKİ PIRILTIYA İLETİ Bugün pazartesi, Mersin'den döndüm. Muştulu, ödüllü mesajınızı aldım. Cezveye biraz şeker, biraz üzgü, özlem koydum. Ateşe yaklaştırdım. Üzüler kabardı kabardı, şekeri yok saydı, özlemleri solladı Yudum yudum seni düşündüm, seni içtim. Kekre ve buruk şezlonga uzandım. Geçmiş zaman kesitlerinden mutluluk topladım, tel tel... ve üzerime serdim, tüllercesine. Düşlerim oldu uçuşlar gibi. Sordum nerdesin? Yaşlı gezegenimize yakın geçtiğinde aloo nuzu beklerim. Öperim. E. Aydın, 4Mayıs1992 SEMRA HANIMEFENDİ Ben kendimi mutlu etmek için mektup yazarım, üst tarafı beni ilgilendirmez. Doğru birşey söyleyeceğim, beni şaşırttın, sanki seni hiç görmemiş gibi, tanımamış gibiyim şu an. Bir defa ummadığım kadar bir kaligrafin var, kreasyon artistik çok kişilerde var olmayacak kadar melodik, ideotizm daha başka boyutta. İdelere gelince, o bir başka alem. Semra şunu iyi bil, okullar ezelden beri hep diploma dağıtır, kaliteyi kişi kendi yapar. Seni ilk gördüğümde ve sonraları, hep kendini kaderin akışına terk etmiş, uçmayı bilmeyen bir martı gibi görürdüm. Önerim, Richard Bach'ın Martı isimli kitabını oku. Binlerce lise mezunu yıllardır ortalıkta mahsun gezinirken, işte sevdiğin bir branşta yüksek öğretim bazında yer almışsın, daha ne istiyorsun.? Durumun yapısına o kadar kendini kaptırmışsın ki, benim yazdıklarımı ve içeriğini bile duyumsamamışsın, ailevi durumunu yani varlık durumunuzu bilmiyorum ama bu konuda bir gereksinimin olursa demiştim ve bunun için acele yazmıştım, duruma değinmediğin gibi, öğretideki çarpıklıklarla uğraşıyorsun, puan yapmak bildiğime göre zor bir zanaat, burayı tutturmuşsun oh ne ala, hiç kuşkuya kapılmadan hakkını kullan, eksik bulduğun programları da kendi kendine geliştir. Ben hiç bir zaman parlak bir öğrenci değildim, ama zaman geçince, kendimle baş başa kalınca arzu ettiğim bir yerlere ulaştım vede işin garibi, bana meslekte seçkin derlerdi. Bu arada bir de lisan sahibi oldum. Nikrin ve kanaatkar ol, yolun iyi yoldur. Biraz da öğünmek hakkındır. Sizin okuldan olduğunu sanıyorum, bir resim bölümü başkanı geçen yıllar Adana'da sergi açmıştı da, iyi bir dostluğumuz olmuştu, adresini, ismini aradım, adres defterinde bulamadım, bana bir gönül borcu vardı. Mektubunuzda seçkin bir adres bile bulmadım. Yine eskisi gibi sallayacağım, ya seni bulur ya bulmaz. Bu rüyalarımın kızını doya doya öper, başarılar dilerim. E. Aydın, 18Ekim1992 MEHMET ALİ BEY Gördüğüm, duyduğum kadarıyla, siz aktif ve üretken bir organizatörsünüz. Konuşmam ve yargım, askerlik şubesinin o dökülen haliyle ele aldığın ve şu kullanımlı alan artı ek bir binayı ortaya koyuşunla verdiğin hizmet çerçevesinde. İnancıma göre yaptıklarınız yapacaklarınızın işaretidir. Bu nedenle size güveniyor ve desteklemek istiyorum. Aslında sizin desteğe de gereksiniminiz yok, ama bizde bir yükseklik hastalığı vardır, baş dönmesi karışık fikirler yürüyüşü durdurur. Gördüğüm kadarıyla isimsiz kahraman olmayı seviyorsunuz. Bu bağlamda yazıyorum. İlk akla gelen bu güzel kuruluşun ayakta kalması kendi kendini amorti etmesi nasıl sağlanacak Sizin bu güne kadar düşündüğünüz, dersler ve aidatlar, ara sıra da olsa resim satışlarından alınacak yüzdeler, yemek hizmet gelirleri. Bunları düşünmüşsünüz, uyguluyorsunuz ama irtifa almaya yetmez sanata gönül verenleri, sergi açılışları dışında oraya nasıl çekebiliriz? Sağlam bir büfe ile programlı akşam sohbetleri, dinletiler, Mersin'imizde yaz uzun sürer, yağışlar geç başlar, ona göre salon faaliyeti gereksinimimiz az olur. Büyük salonda halka açık regriatif çalışmalar (albüm, kutu, cilt, el işleri çeşitlemeleri), yöresel halk oyunları, belli sürelerde daha geniş bir salonda verilebilecek sahne oyunları, otantik olmak şartıyla yöreden davet edilebilecek seyirlik oyunlar, eldeki resim birikimlerinde Adana'da renkli fotokopi ile küçük boy çektireceğimiz röprüdüksüyonların geniş kapsamlı satışı. Bunların kart postal haline getirilmiş, yapanın da özgeçmişini kapsayan harcıalem kartpostallar. Yine elde edebildiğimiz orjinal eserler,ayda bir kere noter önünde artırmalı müzayedeler. Eğer bunlardan bazılarına okey diyebilir, okey alabilirsen, ben daha domuzluklar yumurtlamak üzere yanınızda olurum. Sizi öper, arkadaşlara selam saygılar. Bana lütfen aylık faaliyetlerinizi katılabilmek için bir program ulaştırırsanız sevinirim. E. Aydın, 21Ekim1992 MEHMET DOST Ben bir çöplüğüm. Hem de dipsiz kuyu. Bana öyle bir öneri getirdinki, en az bir sene uğraşsam gönlümce bir yanıta varamayacağım besbelli. Sanıyorum bizler, özyaşamışlığımızı abartılı anımsıyoruz. Belkide yalan söylemeye yatkın olduğumuzdan kendimize öylesine gerçekten uzak, çoğunlukla sanal hem de ütopik özgeçmişler yakıştırıyoruz, savunamayacağımız sınırlar çiziyoruz. Süslü bir balonu hani şişirilince üzerindeki benekler sonsuza doğru genişler ya yaşadıkça yaşanmışlığı abarta abarta , sıradanlığı aşabilmek için, şişire şişire, şişine şişine bir hal olur, büyüyelim derken sonsuz küçülürüz. Örnekleri de o kadar çokki... İnsan onları gördükten sonra "ben" demekten haklı olarak korkuyor. Bu işi burada kesiyor seni hasretle öpüyorum. E. Aydın SEVGİLİ GAZANFER Geldim. İyiki geldim. Gördüm iyiki gördüm. Bana yazdın, iyiki yazdın. Bu tür işler yapılırken, mağrur olunur, alıngan olunur. Canım, isterse gelsin, isterse gelmesin denilir. Bir yüreğin eksikliği, önemsiz gibi görülür. Böylece, ölçüler içinde bir ölçü oluşturdunuz.Denilebilir ki, insan olduğunuzu, iyi bir insan olduğunuzu geniş anlamıyla kanıtladınız. Dünya, Gazanfer'lerle dolsa, veya onlar tarafından yönetilse, adı CENNET olurdu. Yönetici kademelerimiz, bu asil duygulardan o kadar yoksun ki, bütün insanlarımız, öksüz gibi, art niyetli, içe dönük oldu. Beni onlardan soyutlayamazsın. Ekonominin herşey gibi gözüktüğü bir ortamda, yaşamaya zorlanıyoruz. Yine bu doku içinde, beraber olmanın zevki, sevisi içinde, Mersinde, Mersin liselilerinin beraber olacağı bir organizasyon, evrensel boyutlar içinde, yoruma yaklaşarak sevgi sınırlarını zorluyor. Bu büyük ve kutsal çelişki, göz yaşartıcı geleceğe olan bağların, sağlam ve inandırıcı lifleridir. Bunu denemek ve uygulamakla, siz maddi olarak, dünyasal kayıplarınızı, geleceğin ölümsüz, Esame defterinin şeref sayfasına yazdırdınız. Yapılan işin çapı, yapanın inancı ile perçimlenince, o iş yalınlık kazanır. Başardınız. Milyonların en derin ırmaklar gibi akan yüze çıkamayan, salt çelişkili duyguları, bir psikolog duyarlılığıyla ortaya çıkardınız. Böyle bir fani yüreğe, devlet kademelerinin en üst düzeyi bile az gelir. Valinin dediği gibi, bu tür davranışlara, Türkiye'mizin, dahası insanlığın ihtiyacı var. Yazdıklarım bir öykü değil, içten olayın irdelemesi, çağa bir nobel görüşüyle girmesi buluştur. Sevgisevgi..., onunla oluştuğumuz ama onsuz yaşamaya itildiğimiz sevgi... Gazanfer seni seviyorum. Seninle kendimi tamamlıyorum. E. Aydın, 2Kasım1987 İSMAİL'İM Bitmesi zorlaşmış bir işin içinde, anlamadığımız bir durumun açılmasını beklediğimizde, bir çıkmazın veya açmazın buğuzu ile çabalarken, birileriyle konuşmak istencesinde kağıda kaleme sarılırız. Aslında bir dosta mektup döktürmüyoruzdur, düşünüyor alternatif arıyoruzdur. Çünkü yaşamda her sorunun yanıtı kendi içinde saklıdır. Bir başkası bize hiçbirşeyi dikte ettiremez, rahatsızlığımıza çözüm getiremez, hayat haritasını masaya yaydığımızda, öz yaşamımız için o kadar değişik yönler vardır ki, iyi bir kurmay ancak içinden çıkar ve kendine uygun yolu seçebilir. Kurmay kendi doğrusuna ulaşmak için kılı kırk yaran adamdır. Kılı kırk yaran adamsa, çok ama çok yavaş yol alan adamdır, şimdi biz ne yapalım?. Çağdaş eğitimin büyük yanılgısı ve çıkmazı, bu tümcenin yanıtında yatar. Hızlı yürüyelim, hızlı çalışalım, hızlı okuyalım, hepsi çok iyi de, bellek denen, anlak denen, düşünce denen bir gerçeği nasıl devreye sokacağız? Nasıl özbeni yakalayacağız?. Örneğin ben, çocukluğumdan beri bir tümceyi anlayabilmek için en az on defa okumam, belki daha fazla zaman vermem gerekiyor. Roman hariç, günde yirmibeş sayfanın üzerinde okuyamam, bir kitabı özümleyebilmek için günlerce uğraşırım, sonra okuduklarım üzerinde günlerce düşünürüm, örneklemelere giderim ve belki öğrenirim ama anlağıma yerleşen durumlar artık hepten benim olmuş, yeni düşünceler için çıkış kaynağım olmuşlardır. İnsan naturasına uyan, ona paralel olan da benim yaptığımdır. Modern eğitim de bu oluşumu tam tersinden uygular ve bu düşünceyi dışlar. Doğruyu bulan beri gelsin. Bugüne değin mektuplarında seni iyi bir artist olarak gördüm, artist Manaqal. Uyumlu bir öğrenci, uyumlu bir evlat, uyumlu bir arkadaş, uyumlu bir vatandaş. Yazdıklarında verdiğin mesajlar ise başkaldırıya özlemlerle dolu. Zira özlem eylem değildir Ha.... bir şeyi yanlış anlamayalım, asi bir öğrenci, asi bir evlat, asi bir vatandaş ol demiyorum. Candan inanıp karara vardığın fikirler üret, ideolardan dem vur, yaz çiz yap, dahası düşler kur. Sen artık çocuk sayılmazsın, zaman edim zamanıdır. Öneriler dinleme zamanı değil. Dünya yalanlarla dolanlarla ayaktadır, yeterki yalan akla yatkın olsun. Ben aslında kıtıbıyoz bir resim öğretmeni emeklisiyim, ama İsmail'e şu mektubu yazarken, ilerde okuyanın sevebileceği tümceler bulmaya, yazmaya çaba veriyorum. Bunları bir gün "dost mektupları ve yanıtlar" olarak bir kitapta toplayabilirim. Fena da olmaz. Öperim, anaya, babaya selamlar. E. Aydın, 30Haziran1993 SAYIN ERGENOKON Bugünün insanı, genelde duygulardaki nuansa ve onun derinliklerine inmekte sağır ve dilsizdirler. Halbuki, bakınız şu özenle ve incelikle bezenmiş mektubunuz beni ne kadar coşturdu, içimi kıvançla doldurdu. Bunu neden dostlarımızdan esirgeriz bilmem ki.....? Hepimiz sıradan doğarız, büyüdükçe yaşama bakış açımız gelişir ve yönlenir, sık sık rota düzeltmesi yapabilir, yeni konumumuza ayak uydurabilirsek, yepyeni bir kişi ve kişilik olmaya başlarız. Bir yerde kendi kendimizi keşfeder ve yaratırız. Herhangi bir şekilde topluma kendimizi sunarız. Eğer ortaya konulan kişilik çevreden hemen algılanabiliyorsa, kabul görüyorsa, işlemde bir sıradanlık, belkide bir modelin tekrarı vardır. Kanımca insanın yaratılışı daha yüksek ideolara amaçlalıdır, değişkenliğe göre şartlanmış, değişkenlikte evrensellik aranmaktadır. Eğer dünya dönüyor diye direterek ölümü seçenler olmasaydı bugünlere gelinebilinir miydi? O ve onun gibi nice nice seçkin insanlar sayesinde biz bugün bir bakıma mutlu yaşıyoruz. Hiç olmazsa insanları anladığımıza inanıyoruz. Konuyu burada kısaltıyorum. İnsanlar hep iyidirler, zaman zaman çıkarlar onları yanlış görünmeye, görüntülere ve görünümlere itsede, görüldüğü gibi medeniyet sürüyor, ilerleme sürüyor ve sürecektir, er veya geç, yavaş veya hızlı..... Sürecin mantığı gereği yüksek boyutları hep arayacaktır. Sizden şahsım için çok fazla methiye aldım, teşekkür ederim ama ben kendimi biliyorum, onun için methiyelerden çok korkarım, çoğunlukla kaçarım. Ve dermi ki, tavuğu yumurta yumurtlamaktan men edemezsiniz. Yani yumurta bir başkası faydalansın diye yapılmaz, iyilik içinde böyle düşünürüm. Karşılık beklemeden yapmak isterim, çünkü bu ezeli şablonun gereğidir. Yine kanıma ve deneyimime göre galiba insanlıkta böyle seviyor. Yunus'u alınız, Mevlana'yı alınız, Karacaoğlan'ı alınız, bunlar ve bunlara benzer binlercesi, sıradanlık içinde gönüllere yerleşmişlerdir. Deneyimlerime dayanarak, ben övülmeyi sevmem, bilirim ki her övgü gelebilecek sövgülerin kapısıdır. İçeriği övgüye dayalı protokollar, kişileri istense de istenmese de, özden uzaklaşmaya fırsat verdiğini gördüm. İnanmışlığı net, açık seçik olmayan yetke sahipleriyle yan yana olmak ve hele hele fotoğrafta görülmekten utanırım. İşte ben böyle arkaik bir yaratığım. Övgülerinizi yanlış davranışlarımla bozmaktan korkarım. Saygılar, sevgiler. Beni okuduğunuz için teşekkürler. E. Aydın, 5Temmuz1993 T.C.D.D. BÖLGE MÜDÜRLÜĞÜ MAKAMINA Dün hızlı trenle bir süre sizinle beraber seyahatteydik. Ne kadar içtenilikli, devlete birşeyler verebilmenin heyecanı içinde idiniz. Vagonda bulunan herkes gibi ben sizi sevdim. Küçük bir kesite verilen bir hizmette olsa yılların müzminleştirdiği bir yaraya teşhis koymuştunuz, yüceldini, farklı oldunuz, bundan neden de istek ve beklentilerimiz arttı. Ellili yıllardan beri adı başarısızlığa çıkmış bir kuruluşun, şu kısa mesafe içinde başarıya ulaşması gözlerimi yaşarttı. Bu sizin için büyük bir şerefin ilk adımı, bizler için yıllardan beri beklenen bir hizmetti. Sakin olunuz arkasını bırakmayınız, biraz yorulacaksınız ama bu Türk insanı farkı fark edecektir. Bu müessenin başında olmanızın anlamı diğer bölümlere de örnek olacaktır. Eh insanda genelde bunu bekler olmalı, yoksa yaşamın ne anlamı kalırdı! Şu son yirmi yıl içinde, dünyanın hiç bir yerinde altmışbeş kilometreyi bir saatte giden tren kalmamıştır. MersinAdana yolu tren trafiği bakımından çok sıkışık değil, biraz dikkatli bir programla daha da zaman kazanılabilir. Diyeceğim o ki, bu hızı siz kısa bir zamanda ara trenlere bırakmayı amaçlayınız. Dün Mersin'e elli dakikada gittim, 14:15 banliyösüyle döndüm, eksiksiz iki saatte geldim Adana'ya, işte birilerinin bunu sorması ve nedenin yanıtını makul bir dille anlatması gerekir. Hızlı tren Yenice'de ve Tarsus'ta duruyor, ama yolcu almıyor, duruyorsa yolcu alması gerekir. Yerler numaralıdır denecek, Adana'dan kalktıktan sonra memurlar boş yerleri hemen tespit edip, bir telsizle Yenice'ye bildiremezler mi, Yenice'den kalktıktan sonra aynı uygulamayı yapıp Tarsus'a bildiremezler mi? Sonra bu toplu taşımacılık olduğuna göre, fiyatları yüksek tutmuşsunuz, özendirici değil, hele başlangıç için. Şehrin işlek yerlerine ciddi panolar asılsa, her eve ve her cüzdana konabilecek, sağlamlık ve sevimlilikle el ilanları bastırılsa, tren saatleri verilse daha bir güzel ve inandırıcı olmaz mı? Yeni garaj önünde bir durak acaba iyi olmaz mı Beni sakın yanlış anlayıp, yanlış değerlendirmeyiniz, ben sizin başarmanızı istiyorum. Bu başarı bireysel olacaktır ama büyüklüğünüze büyüklük katacaktır. Sevgiler, saygılar. E. Aydın, 18Ekim1993 MUHTEREM ÖZDEMİR HANOĞLU MERSİN VALİSİ İnsanlar dünyaya sıradan gelirler, zaman içinde yeti ve nosyon kişileri belli evrensel görevlere yönlendirir. Sizi sosyal yapıya yön verecek vali, beni de bilgi ve bilgiler yansımasında bir görevli kılar. Siz geniş bir yörenin yaşam biçimiyle yakından ilgilenir, yönlendirirsiniz, ben ise insanlara doğru görmeyi öğretmeye emek veririm. Doğaldır ki sizin göreviniz, benimkisinden binlerce kez, kıyaslama yapılmayacak değerdedir. Bunun da elbetteki bilincindeyim. Benim yatsıdığım olay, Özdemir Hanoğlu gibi entel, humanist bir valinin bulunduğu Mersin'de, öğretmen kökenli bir ressam, sakalı var diye geçen Pazar günü öğretmenler lokaline neden alınmaz.? Bütün dünyanının detanta gittiği bir süreçte, bir fizik ayrıntıdan sebep, bir sanatçı ressam kişi kendi yakın toplumu içinde dışlanır, işte bunu anlayamıyorum. Yerli ve yabancı hemen hemen bütün iletişim araçları sözleşmiş gibi Mersin'e getirdiğiniz ılıman havaya methiyeler düzerken, işte ben de özeleştiriyle size geldim. Beni ve gönüldenliğimi bağışlayınız. Sevgi insanları konuşturur. Saygılarımla. E. Aydın, 2Ekim1990 SAYIN GÖKHAN AYDINER İÇEL VALİSİ Resim sergilerine şeref veriyorsunuz, sanatçılarla ilgileniyor, konuşuyorsunuz, onore ediyorsunuz. Bu sıcak ilginizden cesaret alarak, aşağıdaki düşüncelerimi sunuyorum. Sanata soyunan kişiler, saatzamanpara üçlüsünü düşünemezler, vakit nakittir diyemezler. Bin bir emek ve masrafa girerek sergiler açarlar. Beğeniden mutlu olurlar, eleştirilerden ders alırlar. Hele hele eserlerin satılışı onları yüreklendirir. Öteden beri olageldiği gibi, sermaye sahipleri ve devlet kuramsar olmasa bile, sanatçıyı korumak ve kollamak durumundadırlar. Bu bağlamda, sanatsal içeriği olan sergilerden bir veya birkaç eser satın alınması, sanırım devlete büyük bir külfet getirmez, ama sanata bir katkıdan öte, özendirici, dahası valisi bulunduğunuz şehirde geleneksel bir arşiv oluşmasını da gündeme getirir. 1950'li yıllara kadar eksiksiz uygulanan bu soylu, evrensel davranışın tekrar gündeme gelmesine fırsat vermiş olursunuz. Sergiler için emek ve zaman ayıran, ziyaretçilere ikramlar sunan galeri ve kuruluşlar, aslında kaynak zorluğu çeken kurumlar, daha özlü kaynaklara kavuşmuş olurlar. Hele hele izleyiciler, dolaylı nedenlerle satın almaya özendirici konuşmalarda yapılırsa, sanatın özüne ve felsefesine yatkın güzel olay bir güçlenme kazanır. Size bir anımı da sunmadan geçemeyeceğim. Siz, bir, belki de iki kere doğmadan önce, ben sıradan bir öğrenci olarak, Mut kazasında ırmak kenarında resim yapıyordum. Raslantı olarak, yolu oradan geçen vali rahmetlik Tevfik Sırrı Gür, konvoyu durdurdu, yanıma geldi, bir süre izledi. Delikanlı bu resmi ben satın alıyorum, bitince gri bir çerçeveye koy, Mersin'e yolla dedi. Cebime bir kağıt sıkıştırdı. Öylesine bir yüceltiye ulaşmış, göklerin derinliklerine çıkmıştım ki, uzaylı gibi olmuştum. Hikayem bugün elliüç yaşındadır, ama dün gibi hatırlıyor ve size aynı tazelikte aktarıyorum. Saygılar sunarım. Beni okuduğunuz için bin teşekkür. E. Aydın, 30Aralık1993 SAYIN NACİ PARMAKSIZ ADANA VALİSİ Vaktiyle, bir özel lisenin devletleştirilmesi için beni vazifelendirmişlerdi. Okula gittiğimde, ders saati olmasına karşın bir kısım öğretmen ve öğrenciler yedi adet pinpon masasında bağıra çağıra, küfürleşerek maç yapıyorlardı. Ders zillerini uzun uzun çaldırdım. Değişen bir şey olmadığı gibi, zille oynayana küfürler yağdırıyorlardı. Başımı iki elimin arasına aldım, uzun uzun istifa edip dönmeyi kafamdan geçirdim, onu da kişiliğime yediremedim, maç alanına indim, gözüme kestirdiğim bir masada oyunu durdurdum, bu maç hakemle oynanır, ben hakemim, oyunu kurallarına göre başlatacağım dedim. Set sırasını belirttim, oyun başladı. Bu arada diğer masalar da yarı ilgiyle kimliğimi öğrenmeye, çevrelerine göz işaretleriyle haberleşmeye, biraz da daha gürültüsüz olmaya başladılar. Günün iniminde, iyi pinpon oynayanlar bu masada toplansınlar dedim. Dörder kişi olarak eşleşmelerini, maçı kazananlara bu akşam için, Karadeniz lokantasında yemek vereceğimi söyledim. İyi, canlı bir oyun oldu. Ertesi gün için, takımları ve hakemleri belirleyerek dağıldık. Sabahleyin okula gelirken öğrencilerin çoğunluğunu karakolun önünde bağırıp çağırırlarken buldum, çevreden aldığım ön bilgilerin ışığında yukarıya çıktım. Olay şöyleydi: Okula bir müfettiş gelmiş, oyun oynayan öğrencileri azarlamış, karşılık veren bir öğrenciyi de tokatlamak üzere elini kaldırdığında, çocuk zaten asi tabiatlı elini tutmuş, diğerlerinin de yardımıyla sevimsiz olaylar almuş. Polis çağrılmış, tutuklamalar olmuş. Ben kendimi komisere tanıttım. O sırada müfettiş benim üzerime yürüdü, galiz küfürler savurmaya başladı. Komiser bey bu adam müfettiş değildir, lütfen kimlik kontrolü yapınız dedim. Kimlik sağlamdı ama sıra bende idi. Gücümün yettiğince bağırıyordum, bir eğitimci çocuğu karakola sürüklemez, bu bir disiplin olayıdır, önce okulda görüşülmesi gerekir gibi sözler ediyordum, çocukları istiyordum. Aksi halde kanuni başvurumu yapacağımı bildirdim, okula döndüm. (*). E. Aydın, 20Ekim1993 SAYIN İSMET SEZGİN Bugünkü gazetelerde bir manşet gördüm, çok ürperdim. Kırklareli valisi rüşvet aldı... Bir amir, bir alt makam hakkında böyle bir bühtanda bulunamaz. Bu bizdeki bürokrasi kurallarına uymaz. Nezaket kurallarını aşar, dahası insan haklarına taban tabana zıt. O kişinin savunma haklarını hiçe sayar. Sizce bir vali, bu denli kolay harcanacak bir malzeme midir? Vali sizin valiniz, onu siz atadınız, beğenmedinizse alırsınız, ama geçmişini geleceğini töhmet altında bırakacak, bundan sonra çocuklarına kadar ulaşacak bir yüz karası, hemde yağlı kara sürdünüz. Keşke idamını isteseydiniz. Bir zamanlar bir Mersin valisi Tevfik Sırrı Gür vardı, eşi az bulunur bir valiydi. Sırasında kanunları zorlar ve amaca ideal hedefe ulaşırdı. Bir gün bu zata hırsızlık suçunu yakıştırdılar, savunmasız bıraktılar, önce kör oldu, sonra derdinden ölüp gitti. Ama bu büyük kişi hepimizin gönüllerinde büyük kişi olarak yaşıyor. Bugünün valileri hiç mi hiç yetkilerini kullanamıyorlar, protokol memuru gibi yaşıyorlar. Bugünkü Türkiye de hediye almayan kişi var mıdır? Hangisinin adı rüşvet, hangisinin adı hediye ayrımını yapabiliyor muyuz? Ölçüsü ve ölçütü var mıdır? Doğrusu ben bu manşeti yadırgadım. Saygılar, sevgiler. E. Aydın, 21kasım1992 SEVGİLİ HANDAN Meğer yaratan, insanı hiç bir zaman anlaşmasın amacına göre şablonlamış. Kendimden başlayarak, yüzellibin civarında öğrenciyle yakın oldum, hiç bir zaman birbirlerine benzemedikleri gibi, ikincil karşılaşmamızda kendi kendilerine de benzemiyorlardı. Demek ki, çeşitlilikteki birlik uyum bu olsa gerek. Yine sanıyorum ki, davranışların yükleminden çok, bizi hep yorumlar çoğaltıyor. Yine öyle olduğu içindir ki, insanlar her dem taze kalırlar. Çocuklar gibi yenilikleri görür, hap hayranlık, şaşkınlık içinde bir yerde kendini yeniler ve keşfeder. Talihkuşunda açılacak, Cengiz Savaş sergisi için bir ön yazınızı okudum. Kilitli, mevhum özelliği taşıyan, şiirsel bir anlatım vardı, bu yüzden birkaç defa okudum, sanırım daha da okumam gerekecek. Özlü ve çok kıvamlanmış, akideleşmiş bir kuruluşu var. Bu yazı bana neyi hatırlattı biliyor musun? Charle Chaplen izleyicisi bol bir gösteri yapıyor, izleyiciler içinde Einstein de var. Gösteri binayı sarsan alkışlar arasında biter, Chaplen sahneye gelir selam verir ve azizim Einstein. Bu seçkin izleyiciler eminim beni çok iyi anladılar, sevdiler ve alkışlıyorlar. İnanıyorum sizi de bundan daha çok dünya insanları alkışlarlar ve alkışlıyorlar ama, beni anladıkları için sizi de anlamadıkları için alkışlarlar diyor. İşlerinizde başarılar diler, tanrı varsa sizi korusun der, öperim. Benim güzel, ince dostum. E. Aydın, 3Şubat1994 SİMGE ÜZERİNE BİR ALINTI Kızmadım,güldüm diyorsun. O gülmeyi ben tanırım. Öfkenin en üst katında oturur. Benim sana yazdıklarım da aynı katta onun kapı komşusu, ama görüşmüyorlar biribirleriyle. Geçen pazar komşular gününde kazın ayağını kırarlar mı diye baktım kırmadılar. Kırmadıkları da iyi oldu, çünki ikisi de inatcı, beş on gün doğru dürüst arkadaşlık etseler, biliyorum on birinci gün başlarlar itişip kakışmaya. Bak biz yolumuzu ne güzel bulduk, uzaktan uzağa mektupla gülüşüyoruz. Sen hele okumaya değer, okuyanı mutlu eden şiirler yaz, ondan sonra kuram diye yumurtladıkların doğruymuş kimse karışmaz. İş yaratabilmekte, üstü fasa fiso ki bir yerde satılmıyor o. Yaratıcılık, karaborsada da yok. Bulabilirsen içinde buluyorsun onu. İmgenin şiirselliği bir işlevi olmasında değil, kendisindedir, demişsin. Çok iyi anlıyorum ne demek istediğini. İmgenin şiirselliği kendisindedir büyük oranda; ama salt kendisinde değildir. Anlattığı şeyler arasındaki elektriklenmede de bir şiirsellik yaşanır. Bir dal düşsün yeşil yapraklarıyla körpe bir filiz... (bu filiz kırılsa şiirsellik sağlanamaz) Bir de kim bilir/sevdiğin kadın seni sevmez olur. Ufak iş deme, yemyeşil bir dal kırılmış gibi olur içerdeki adama. E. Aydın, 24Temmuz1994 SEVGİLİ GALİP Yıllar ne güzel kendine özgü bir peryot içinde akıp gidiyor. Tıpkı atmosferin içinde esintilere kapılmış hücresel yapı gibi, tıpkı olabileceğin en iyisi gibi.... Bindokuzyüzyirmilerden kişisel yapıya uyum, bindokuzyüzotuzlarda öğretmenlik kimlik yarışı, bin dokuzyüzkırkdörtlerde ortaöğretime ilk adım, bin dokuzyüzkırkyedilerde Düziçi'nde sizlere ulşama şerefi, beraber geçmiş iyi günlerin anısına şu tıkırdayan daktilo, bellekte oluşan binlerce izlenimin itisi ve ulaksız sevginin iç itisi. İnsan yazmak isterse neler neler duyumsuyor ve yazıyor. Sözü uzatmadan, sizleri seviyorum, adınızı andıkça bile hoş bir duyguya dalıyorum. Nedense o günler bana çok yüksek gözükür, gerekçesi de sizin gibi binlerce kıymete pınar olmuştu. Senin zaman zaman da olsa toplum önünde konuşmalarındaki yüceltiyi, tabandan kopmayan bilimsel yaklaşımlarını ve eğitsel yazılarını dinleyip görünce, içimden bir soru geliyor, niye kitap yazmıyor? Kendinin bilincinde değil mi? gibi. Sizinle övünüyorum, sağlık afiyetler diler, öperim. E. Aydın, 2Eylül1994 SEVGİLİ GALİP Daha önce konu ettiğiniz gizemli mektubunuzu aldım. Gününde elime ulaştı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu mektubunuz bir öğrencimden aldığım en kutsal armağan oldu. Öylesine özenle, bilinçle, özveriyle, titizlikle yazmışsın ki, beni coşturdu. Ethem Aydın olarak maşallah, inşallahtan, methiyeden uzak kalmaya çaba veririm, çoğunlukla yanlış yorumlarım. Duygularımı bütün öğretmenlere yansıtabilmek için üç gazetede yayımlattım, bunu seve seve yaptılar, içeriğini derin buldular, hafta nedeniyle, Adana televizyonlarında okuttum. TRT 1 kanalında dinlediğinizi umuyorum. Mektubunuz üzerine coşkulu yazılar yazıldı, çünkü bu bir temiz yansımaydı. Özdeki olaya gelince, demekki Galip isterse ne denli özlü kompozisyonlara girebilecek.! Televizyon yayınlarını banda alamadım, ama gazetelerden size birer fotokopi yollayacağım. Şunu kafandan çıkar. Sen bir emekli değilsin, rahatsızlığında herkeste olan kadar. Bu toplum için yapabileceğin çok şey var. İşin yoğun, yolun yokuş dayanmak gerek, Türk insanının sizlere gereksinimi var unutmayınız. Öperim, başarılar dilerim. E. Aydın, 1Aralık1994 BAŞLIKSIZ Akyol, seni gözüm bir yerden ısırıyor. Dünyamızın ırağında mı desem, uzayın yakınında , örnekce Zodyak'da bir mahalle kahvesinde mi desem..!!! Biraz hindi tabiatlıyım. Nerede birikmiş, kristalize olmuş, yani sağlam döllenmiş iki yumurta görsem, gurk olur üzerine otururum. Gün yorgunu, iş vurgunu olmama karşı, gavlimiz üzere, sergiye zamanında geldim. Kimbilir uykunun hangi katmanında sevgilinin in ve imajıyla karşılaştınki, gavlini unuttun. Bağışlanmağa değer. Ayaklarım benimle kavga halindeydi. Adana'ya döndüm. Tekrar buluşmak umusuyla öperim E. Aydın, 30Kasım1994 SAYIN MUZAFFER AKYOL Cumhuriyet gazetesi, Pazar ekinde sizi gördüm, eski anılarımla karşılaştım. Mersin Liselileri derneğinin isteği üzerine açtığım sergiyi siz de onurlandırmıştınız. Bir türlü sizinle başbaşa konuşmaya olanak bulamamıştık. Şimdi sizi rahatsız edişimin nedeni, İstanbul serginizle sunduğunuz kitabı nasıl ve nereden alabilirim.? Adana henüz yok. Bana bir adres verebilirseniz sevinirim. Saygılar, sevgilerimle öperim. Ethem Aydın, 22Temmuz2002 TEKEL MÜDÜRLÜĞÜNE. Bir biyolojik yapıda kendi iç güvenliğini sağlayan sayısız denilebilecek, kendiliğinden çalışan düzenekler vardır. Bunlara antikorlar deyebiliriz. Vücuda giren herhangi bir rahatsız edici, düzen bozucu etkene hemen önce kendi bölgesinde savaş açarlar. yetersiz kalırsa imdat işareti verirler, tıp bilimine başvurulur. Toplumda da karmaşık bir sosyal yapı vardır. Siz memurlarımız ise antikorlarımızsınız. Devlet panik içinde olabilir. Yangını söndürmek için sorumlusu olduğunuz birimde rutin önlemleri elden bırakmamalısınız. Daha titiz, daha dikkatli olmalısınız. Örneğin sigara üretiminde bir gerileme oluyor. Samsun sigarası kendini dalgalanmağa bıraktı. Tütün bozuldu. Ambalaj bozuldu. Her sigara üzerine Samsun sigarası diye yazılamaz oldu. E. Aydın, 18Kasım1995 T.R.T GENEL BAŞKANI SAYIN YÜCEL YENER Ulus olarak büyük bir evrim yaşıyoruz. Nereye gittiğimizi bilmiyoruz. Varlığımızı korumak kollamak için yine ulusca bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Türk dili ve gramerinde W harfi yoktur. T.R.T. kurumu adres tanımlamalarında sık sık W yi kullandığını görüyor, üzülüyorum. Bir yerde bir sorun varsa, birilerinin bu sorunu çözmesi bekleniyorsa, baştalarsa, sanıyorum kurum ve kuruluşlara bir kez anımsatmanızın yeterli olacağını düşünerek yazıyorum. Beni bağışlayınız. Saygılarımla. E. Aydın, 3Ocak1996 ÇETİN'E ÇETİN BİR MERHABA Sağlam has bir kumaşın var. Seni sevenin hep sevesi geliyor. Böylesi az bulunur. Bir de sosyal demokrat olabilsen tamı tamına halk filozofu! Sermaye ve anamal, kapital fikri senin özüne ters düşüyor. Sen hep veren, hiç bir şekilde biriktirmeye eğilmeyen, yani dar kapılardan geçmeyi düşünmeyen, insanlığın yücelmesini kıble yapmış bir yapıya sahipsin. Seninle öğünüyoruz. Bileceksin; böyle konuşmaların adına yağ çekmek denir oldu, yani bir olmazı oldurmak amaçlıdır. Genelde bu amaç için de hep kullanıla kullanıla, o güzel anlamı ve yüksekliği kaymış gitmiş, yerini pis bir yapışkan, kokuşmuş, yağcılık deyimi oturmuş. Bizler çapı ve kariyeri ne olursa olsun, sevgiye soyunanlar bundan neden biraz çok laf ederiz, adımız gevezeye çıkar. Aslında uzun zamanlar içindeki deyimlerimizin vaizlere kolaylık getirmesi hedeflenir. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru, insanlık böğelek oldu. Deli danalar gibi hedefsiz nedensiz, bodur amaçlar uğruna, koşmak için koşar görünmek için koşuyor. Medeniyet adına medeniyeti kemiriyor. Kendi dibini deliyor. Bir karışıklık ömür sürecini israf ediyor. Tabiri amiyanesiyle ya sıçarken ya kaçarken ancak düşünebiliyor, oda elbette gelecek için yetersiz. İşin daha ilginci: Yine herkes bir birinin elindekini çarpmaya özeniyor, dolaplar kuruyor. İnanıyorum ki, yaşlı dünyamız çökse bile ideal, evrensel insan düşüncesi geride pırıl pırıl kalacaktır. Sorgulayacaksın: Babam nereden başladı, nereye geldi? Ben nereden başladım, nereye geldim? Ölümlü olmam nedeniyle nereye kadar rampada kalabilirim? Mehmet Çetin için düzlük nerede başlamalı? Dünya'ya gelmek cefa, ezi, acı çekmek için değildir, bir bayrak yarışında, kendi pankurunu iyi ve hatta iyinin üzerinde koştun. Senden sonra gelecekler, sadece bu hayat dersinden yararlanırsa dikkat et, mal demedim, kapital demedim, sadece şeref, onur, biçem bağlamında konuşuyorum. Beni eğer çevremin dedikleri doğruysa ve benim kendime biçtiğim değer doğruysa; izlediğim yol budur. Malım mülküm yok, kapitalim yok, ama değer verilen kafası biraz aydınlanmış, soluk alabilen, zaman zaman da olsa aranan birisiyim. Bu da yeter, artar bile. Merkezi ve merkez olmaya çalış, güzellik varsa yerleşik düzendedir. Yuvarlanan taş yosun tutmaz. Olduğun gibi, asil bir taşralı olarak kal. Göçer gezer olma, çaktığın çiviyi sağlam çak. Rüzgarlar güçlü esiyor, hız içinde erişip gitme, dölek ol. Bizler ve birçokları gibi fırtınaların sürüklediği bulut olma. Çok eski bir özdeyiş vardır: Saadet dünyayı terk ederken son adımını köyden atmıştır. Mutlu ol, mutlu yaşa, Mut'ta kal. Huyum böyle, kalemi alınca böyle lafı uzatırım, bağışla. Sizleri kucaklar, sağlıklar dilerim. E. Aydın, 29Temmuz1996 SEVGİLİ GAZANFER Öğretmenlik, Tanrılara has bir sıfattır. Nasıl olmuşsa olmuş; ben de o sıfatın taşıyıcıları arasına girmişim! Yüksek orunlardan devletten onay görmüş, öğretmen olmuşum. Bana kalan, aklında buyruğu; layık olmaktır. Çok çaba verdim, ilk mesleğe başladığım günden beri, kalemtıraşın arasındayım, ama insan bile olamadım. Bilirsin, öğretmen olmak için öncelikle insan olmak koşulu vardır. İnsan; önce kendisiyle sonra da toplumuyla barışık olabilen, koşulsuz sevebilen, karşılıksız verebilen sabırlı özverili olmak demektir. Böyle olmanın o kadar karmaşık sarmal gerekçeleri ayrıntıları var ki, anlatmakla bitmez, anlamaya da akıl yetmez. Çocuğu sevenin, insanı sevmekten öte,öyle bir kapsamı var ki, işte orada galiba tanrı olsa gerek! Onun için öğretmenlik tanrı mesleği olmuş. Bu kadar laf kalabalığı ne, elini sallasan ellisine rastlanır, şu öğretmen diye tanımladığım insanlara diyeceksin o da bir gerçek! İdeo'da bir başka gerçek. Kaplumbağa hacca gidiyormuş, yolda son atlı kafilelerde gelip geçiyormuş, atlı yolcu ulan bu hızla sen nasıl oraya ulaşacaksın deyince; ulaşamazsam yolunda ölürüm ya!!. der. Mitoloji; tüccarı, tanrının şehveti der. Hakikisini gördüğüm zaman, sözün doğruluğuna katılırım hep Tüccar, bir karışıklık ömür içinde, öylesine çaba verir. Öylesine yorgunluklar üstlenir. Bir boğaz tokluğuna çalışır çabalar. İşçi çalıştırır, tomar tomar vergi öder. Dahası, Gazanfer örneği çaresizlere çare imkansızlara imkan ulaştırır, ülkenin geleceğine de katkıda bulunabilmek için dernekler kurar, kurdurur. Atatürk'çü düşüncenin ışığında etik ve kültürün, sanatın da, korunması için çabalar verir. Çünkü Gazanfer, örneği az bulunur bir insandır. Hep insana doğru koşmayı, insanı sevmeyi, karşılıksız sevmeyi sever. Bütün bunlardan neden; öz saygın gereği, ben ona resim satmam ama yaptıklarımdan beğendiği olursa seve seve hediye etmekten tat duyarım. Şeref bulurum. Bu örnek insanı öperim. E. Aydın, 7Ekim1996 ULUSUMUN ONURU, ADANA'LI OLUŞUYLA ÖĞÜNECEĞİMİZ SAYIN İSMET ATLI Bugün sabah yürüyüşünde "bir uzaylı tanrının şehveti" eski baraj regülatörü üstünde, bir öğretmen eskisine lütfetti günaydın dedi. Bu sıradan bir olay değil, tansığdı. Şaşırdım, her insan gibi ne yapmam gerektiğinde kararsız kaldım. Beni bağışlayacağını umarım. Büyükler bağışlayıcıdır. Heyecanım hala sürüyor, karşılaşmadan sonra yavaş yavaş hep yürüdüm, düşündüm: Birinci Akdeniz oyunları serbeste, 1954'de dünya ikincisi 1956 dünya kupası şampiyonu, 1960 Roma olimpiyatlarında İranlı (Gulam Rıza tahtı) nasıl çevire çevire yendiğini 1962 Grekoromendeki başarı gözümün önünden, belleğimin sınırlarından gelip geçtiler!.... Benim için de mutlu bir gün başlattınız, göklerdeyim!. Şimdi röportuarımda üç uzaylı var: Güreşçi İsmet Atlı, müzik ustası Nevit Kodallı, heykel ustası Hüseyin Gezer..... Bunlarla sevişiyor, büyüyorum. Saygılar sevgiler..... E. Aydın, 8Ekim1996 SAYIN BAYAN ESMERAY AKTÜRK Bugün Cumhuriyet'te bir yazınızı gördüm, şaştım kaldım! Bir sayfayı yandan kesen bayrak rengi; ona sımsıkı sığınmış, utopik bir yazı! Öyle bir utopya ki, oluşması, uygulaması işten bile değil, ama olmuyor olamıyor!! Şimdiye değin gördüğüm ve edindiğim izlenimlere göre; ülkemiz profesörlerden çektiğini, nasırından çekmemiştir.! Peyzajı öldürdüler, bitki ekolojisini bozdular. Meyvelerimizin o, kendine özgü tadını, lezzetini, çeşitlerini hiç acımadan, yapaylarıyla değiştirdiler. Buğdayımızın otantik kokusuna, tadına kıydılar. Bin bir çeşit ve tattaki elmalarımız, eriklerimiz; bir botanik müzesi kurulmadan yitti, gittiler! Saymakla bitmez ki, sayasın. Etimiz, sütümüz, yumurtamız, peynirimiz entel ukalalığı uğruna özelliklerini yitirdi.. Hanımefendi; kültürümüzle acımasızca oynadılar!!! Profesör kimliği; bütün bir ülkenin dününü, gününü, yarınını kapsayan evrensel düşünceyi kavramayı, kapsamayı içeren, sonsuz tanılı bir gücün birleşgesidir. Moda, gelip geçicidir. Ülke kimliğini etkilemez. Nerde benim mis kokulu yafam, finikem, dörtyol misketlerim; tatsız kokusuz vaşikton modası uğruna yok oldular. Türklere yerleşen, akasya zor büyüyen çirkin bir ağaçmıydı ki, yoksunu olduk..! Bunları ben, tekrar tekrar yazdım ama ülke öksüz çocuk gibi; okuyan, anlayan, duyumsayan, kelaynak örneği azaldı. Bayrağa sığınmış imajı veren yazınız için bin teşekkür.. Yalnız olmadığımı duyumsayınca bunları yazdım, hoş görüle.. Sizinle övünüyorum. Saygılar. Resim Öğretmeni Ethem Aydın, 3Mart1997 Pazar SAYIN PROF. DR. ŞERAFETTİN TURAN Çağdaş Türk Dili Dergisinin 76.sayısı elime geçti, heyecanla ve umutla karıştırdım. Sizin yazınız da dahil T.D.K koyduğu ve yerleştirdiğini sandığım yazım,kurallarına uygun değildi Her iki kapak resminin Türk Diline kattıklarını da anlayamadım. Şiirlerde vurgu eksikliği var, keşke sizlerden gören bir göz yazara hatırlatsa idi. (Sevi ile) Seviyle olmalı. (Görekin ve göverme aynı rengi vurgular. Dahası bu şiir aşağıdaki gibi olamaz mıydı? Seviyle veya Sevince Seviyle arınınca yüreklerimiz, Beyaz güvercinler salarız, Umarsız beklentilere Devinir düşüncemiz Yeni renkler ekleriz günlere Bir başka ışır güneş Yeşerir doğa İnsan sesimizle Bu eleştiri sevgiyle saygıyla yazılmıştır, saygılar. E. Aydın, 20Haziran1994 SAYIN PROF.DR. TÜRKAN SAYLAN Galiba evrensel insanlık, (şartlı refleks) almak vermek esasına göre kurulmamış. Bugün, içinde bulunduğumuz soysuz düzenden bahsediyorum. Şimdileri insanlarımız, hep bir koyup, yirmi almayı hedeflemişler. Eskiler ise düzenlerini hep vermek üzere kurmuşlar, denize atlamışlar, bir bilen olur demişler. Cumhuriyet gazetesinde dolu dolu bir yazınızı okudum, düş gücü üzerine. Dahası bir gazete, az sayılmayacak bir bölümünü yazıya ayırmış, okunur mu? okunmaz mı? Okunursa kimler nasıl okur? Yetke sahiplerinde bu hassasiyet var mı? Denilmemiş, içtenlikle yazılmış, gelecek denize atılmış bir yazı! Anlayana.... Eğitimcinin işi hep böylesine zor aslında. Hızlı okuma eğitimi görmüş insanlar, bu yazıyı hiç mi hiç anlayamazlar, çünkü ben öğretmenken bir saatte okuyabildim, tam özümsediğimi de söyleyemem. Siyasilerimiz küçük ve çıkar hesapları nedeniyle okuyamayacaklar, tüccar okumaz, Prof.lar "en" oldukları için okumazlar, öğrencinin formal derdi başından aşkın! Ama buna rağmen cesurca düşünce gücünüzü sergilediniz, belki de rahatladınız. Hatırlarsınız, Uğur Mumcu olayı nasıl da çığ gibi büyümüştü, herkes hırsız var diye bağırıyordu da, sokaklar yalancı artistlerle dolmuş olayı gürültüye getirerek hırsızı kaçırmışlardı. "Bizlere de, ne kadar vatansever varmış" dedirtmişler ve yüreğimize su serpmişlerdi?! Peki ne olacak bu ülkenin hali? Kim bu vatan bizim diye sarılacak?. Köy enstitülerini kuramaz, kursak da yaşatamazsak, köylünün ürününü değerlendiren köy kooperatiflerini ayaklandıramazsak, oturmuş bir toprak reformu yapamazsak, köylüyü köyünde mutlu ve üretken edemezsek, bu artist mankenleri baş tacı edeceğiz, veya ne zaman dur diyeceğiz, kim bu şerefli işi başaracak?. Biz hepimiz birleşik kaplara döndük. Konuşma cesareti, yaratma cesaretimiz yok, şiir yazar gibi ufuklara bakıyoruz, böylece maymun ağabeylerimizden belki bir adım ilerde olduğumuzu düşünebileceğiz. Aslnda yok birbirimizden farkımız, Osmanlı bankasıyız. Baksanıza bende sizin yazınızdan etkilendim, bir sayfa doldurdum. Saygılar, sevgiler. E. Aydın SAYGILAR DEĞER MESİH'İME Doyumsuz bir süreç başlattınız. Erken veya geç başladı ama hızlı aktı. Bilirsiniz, düzenin düzensizliğe eğimi hep büyüktür. Bu eğim bir yapının özbenine doğru olursa, belirsizliğin labirentlerinde tutuklu, ışığa aç, ne de çok boşluklar varmış! Olanlar olması gerektiğinden hızlı gelişti. Seçenekler, kör iradenin esiri oldu. Yekesi kopmuş bir kayık gibi..... Yaratılan kaosta, çocukluktan buyana birikmiş açlıklardan olacak, ten hep öncül oldu. Özde, içtenlikli izlence ışıktı, aydınlanmaydı, beyin gücü idi. Ten, heryerde her zaman bulunma durumuyla sıradan varlıktı. Bendeki duyumların yanıltıcı ilizyonu gerçeğimizi gizledi. Bilgemiz de sabırlı oldu, doyumu bekledi. Ama o süregenliğini koruyor. Düzenlediğin ışığa, aydınlığa doğru hareketin rampasında, rotası düzeltilmiş olarak sizi bekliyorum. Sonsuz saygılarımı, sevgilerimi sunarım. E. Aydın, 10Aralık1995 SAYIN IŞIK KANSU (Helalar üzerine bir inceleme) Dünkü köşenizde, bir din adamının helalar üzerine radikal buyruklarını yazmıştınız. Oradan esinlenerek, çoktan beri kafamı karıştıran, ama etek altı olduğu için yazamadığım incelemeyi size yolluyorum Hela bir kültür, etik olayıdır. Gücünü anatomi, fizik ve fizyolojiden alır. Direngenliği, gerçekçiliğinden gelir. 1Sağlıklı bir boşalma; bütün vücudun kendi üstüne bükülmesiyle hızlanır, hızlandırılır. Bağırsaklar, mesane, mide belli bir süre basınç altında tutulur, güç belli bir gereksinime odaklanır, (zaten beyinsel işlevde de metot bu değil midir?) 2Temizlenme pratiği, çok çeşitlidir; Kişinin durumuna göre şekil alır. Mevsimine göre sıcak su, ilaçlı su kullanma imkanı vardır. Eğer istenirse çeşitli otomatik temizlenme sistemleri kurulabilir. 3Daha önce kullananlarla arada daima bir hava yastığıyla hijyeniktir de.. Alafranga tuvalete gelince, orta çağların lazımlık düzeneğinin biraz gilişmişi değil midir? Üstelik orada bir kişi içinken, burada çok kişi içindir. Arada koruyucu olarak hava yastığı yoktur. 1Fiziksel, fizyolojik doğallıktan uzaktır. Boşalma tam olamayacağı için ister istemez, günlük estetik konforların bir bölümü, (gazete, kitap okumak, kahve içmek), hela ile bütünleşir.! Bana göre bu psikolojik bir çöküntüdür. 2Her ne kadar, hela taşları temizlenmiş olursa olsun, ten yoluyla alınabilecek hastalıklara karşı, gerek gerçek, gerek doyumsal olarak açıktır. 3Temizliği kolay gibi gözükür; Ama ciddi sorunları da hep vardır. Anus üzerine verilen tazyikli soğuk su; bütün vücudun ısı düzenini derinden etkiler. Omur rahatsızlıkları çekenler bunu iyi bileceklerdir! Hele hele mevsim kışsa.... Bilirsiniz, din tek doğrudur; değişkenliğe açık değildir. Aynı zamanda, kültür vereleri, bilimsellik dinin konusu değildir. Saygılar, Sevgiler. E. Aydın, 31Mart1997 GÖNÜL ADAMI ORHAN ASLAN Zamanımız, gönül adamından yoksun yaşıyor. Gönül adamı olmak, gönül adamı rolü yapmak ikidir.. Hani atın rahvanlığı üzerine konuşulurken: Anadan doğmamı, sonradan olma mı diye bir söz vardır. Anadan olma rahvan atın üzerinde kahve içersin, hiç sallamaz, eğer tayın iki yan ayağına köstek vurulmuş, koştura koştura rahvan edildiyse; atın üzerinde oturan, değil kahve içmek, hiç rahat edemez; Hem at tez yorulur kanter içinde kalır, hemde binenin hışırı çıkar.. Sonradan olma gönül adamları da, tıpkı sonradan olma rahvan at gibi, konuğu yorar. İlişkiler çok iyi bitmiş gibi olur ama artık ikinci bir yakınlığı, ne konuk ne de konuk sahibinde sıcak ilişkiyi sürdürmek istencesi kalmaz... Ben 1920'lerde Mut'ta doğdum. Müderris Hoca'nın oğluyum. Vaktiyle nereden geldiklerini bilmediğim, ancak uzaylı sanılacak, bir Mızra beyler Mut'ta otururlardı. Fakiri fıkarayı şartsız kollar, sorunu olan hemen hemen herkesin yanında olurlar, çocuklara insan muamelesi ederler, yedirir, içirir, giydirirler. Bütün bu işleri gizlice yaparlardı. Dahası Mut'u hep Mut'luyla paylaşırlardı. Büyük çok büyük uzaylı idiler.... Ulusal savaşı özümsemelerini, katkılarını anlatmayacağım, o benim anlatım gücümü aşar. Siz, soyun gururu; çağdaş temsilcisiniz. Koruyor, kolluyor, ideal insana doğru koşmanın bedelini ödeyerek yürüyorsunuz, dahası gönül adamlığını sürdürüyorsunuz. Ben Ethem Aydın, geçmişin belleğinden hareketle, sizlere öğrenciliklerinden beri tanıdığım, mesleklerinde de başarılı olmuş, pırıl pırıl sekiz öğrencimi konuk olarak getirmek cesaretini gösterdim Benim için nostaljik, onlar için örnek bir konuk severlik sergilediniz. Onları da mayaladınız... Sanıyorum yaşam böyle güzel, böyle anlam kazanıyor.! Gurubumuz adına saygılar, sevgiler sunar öperim. E. Aydın, 8Haziran1997 BÜLENT AKBAŞ DOSTA AÇIK MEKTUP Çok özel ve güzel, bence çok çok değerli sürpiriz armağanla bana mutlulk göz yaşları döktüren güzel insan. Boşuna denilmemiş İNSAN İNSANDA ÇOĞALIR diye. Seni düşündüm dün akşam yine Sonsuz bir huzur doldu içime Bir de kendimi düşündüm sonra Bir garip hüzün çöktü içime Hani ıssız bir yoldan geçerken Hani bir korku duyar ya insan Hani bir şarkı söyler ya insan İşte öyle bir şey Hani gözlerin dalar ya bazen İşte öyle bir şey Hani eski bir resme bakarken Hani yılları sayar ya insan Hani gözleri dalar ya bazen İşte öyle bir şey Hani yıldızlar yanıp sönerken Hani gök gürler ya arkasından Şimşekler çakar peşinden İşte öyle bir şey Erol Evgin'in şarkısın yaşadım, yolladığın andaçla. Erkekler ağlamaz dense de, hıçkıra hıçkıra ağladım, utanarak, gizlenerek .... Ben, ıram gereği hep sıradanlığı seçerim. Öyle gönenç bulurum. Memurun yaşamı, binlerce örnekle doludur. Buyruk altında yaşam budur. Bencileyin, Türk insanı doğuştan ezik ve içe dönük oluyor. Sana da bir akşam toplantısında söylediğim gibi: Mutluluk adalarına sıradanlık denizlerinden gidilir. Bu yıl hayatımda bir deprem oldu. Mersin Liseliler Derneği'nin uzgörüsü, kadir şinaslığı, Doğan Akça'nın cesur, özverili çabası, sizlerin katkılarıyla oluşan dergi Öğrencilerimin unutulmağa bırakılmış geçmişten aşıp güncele serptikleri koneftiler. Övgüler... övgüler.. övgüler.. Bir öğretmen için bundan daha değerli ne vardı..!!! Bülent, demekki insanlık ölmemiş. Ölmez de... Güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar... Sizlerle övünüyorum E. Aydın, 8Ocak1995 BÜLENT AKBAŞ Bizim buralarda selam alışverişi, kısa dalgadan sık sık yapıldığı için, tonal bazende melodik bellekte kayda girer; böylece, (alo) yu alır almaz, iç servis, bellekte kayıtlı , yani bütün geçmiş zamanların sonsuz ürünleri; ekrana anında yansır. Bugün nuzu alınca ekranda Bülent Ersoy'a kadar geniş bir yelpaze, hemde fuluğ olarak belirdi. Seni netleştirip ekranda görünce, doğrusu ya, heyecanlandım. Özlemin tutukluğuna girdim. Ayıktığım zamansa telefon kapanmıştı. Elde kalan; bir adres 2000 km mektubumu onun üzerine kuracağım. 1565 km uzaklarda bir dost...sesi. Elbette heyecan verici. Gerçi şimdiye değin hiç mi hiç anlayabilmiş değilim, alıcı kuş misali; yerden alır gökte yersin; gökten alır yerde yersin. Ele aldığın her işi , kotarabiliyorsun, Mersin'de olsaydın, arasıra sohbetler edebilseydik, çünkü senin sohbetlerinde, türlü türlü çiçeklerin kokusu, tadı vardı. Sonra "yuvarlanan taş yosun tutmaz" gibi bir de ata deyişi duymuştum Bunları da geçelim. Bir yaz günü gelirse, hocanın hanımı demiş. Hoca kalkmış eşeğine binip yola ravan olmuş.Kars'tan tel çekmiş,hanım daha gideyim m>? Haritaya bakar bakmaz nedense o uç yayda, iri harflerle, Batum, Hopa, Erhevi, Fındıklı, Aatdeşen, Pazar, ondan sonra, gelir. Richard Bach'ın "Mavi tüy, bir çif kanat" ını okumuşsundur. Eğer bir kimse (çocuk, erkek, kadın) farketmez; mavi gökyüzünde süzülüp giden bir uçağın sesini duyunca, gözlerini maviliklerden ayıramıyorsa; o, özgürlüğün hasretini çekiyordur.! Bir çift kanat onun için varlıktır, hayattır, herşeydir. Bence de insan budur: yaşamın gerçeği bu....! Vaktiyle bir gün İçel Sanat Kulübü dergisine yolladığım yazıların gözden geçirilmesi, düzeltilip, (bazen de ters yüz ederek) yayına sokarken çektiğin yetmezmiş gibi yine beni okumak anlamak gibi bir eziyetle karşı karşıyasın. Ne yapalım kaşındın, telefon açtın... Bülent seni seviyorum, özlüyorum, öpüyorum.... Eski dostlar, eski dostlar.. E. Aydın, 14Eylül1997 SAYIN İSMAİL TUNALI (ünvanlardan arındırdım sizi; bence büyümek, arınmaktır.) Sizi fırsat buldukça izlerim,hep şaşılası bulurum. Sanat gibi karmakarışık, uçsuz bucaksız bir olguyu, öylesine özümsemişsiniz ki; yılların resim Öğretmeni, ben bile bazen sizi anlamakta zorlanıyorum. Panelde size yöneltmeyi düşündüğüm sorularımı yazmaya karar verdim. Amatör bir dinleyici çokluğunun hakkını yememek için. Panel konu başlığınız, "Sanat Eğitimi ve Sanatın sorunlarıydı". Haklı olarak, derinlemesine girmediniz, dinleyici ve zaman nedeniyle. Sanatın, organize eğitimi nasılı olmalı? Olabilir mi? Çağdaş dünya, bunu nasıl ele almış?, başarmış mı?, yoksa daha mı karıştırmış?. Konu; birey ve onun yaratma yetisi olunca, "Özgürlük" sözcüğü bir kale gibi karşımıza dikiliyor. Eskiden, Güzel Sanatlar Akademileri yalnız sanatçı yetiştirirdi. Böylece özgürlük kısmen korunmuş olurdu. Ortaöğretim için ise, eğitim enstitüleri (fakülteleri) vardı. Programları pedagojik, psikolojik çok yönlüydü. İşResimYazı, ulusal yazı, yazı karekterleri, iş içinde eğitim, doğru görme, gördüğünü doğru çizme, düzenleme, anlatımda biçem, ünlü sanatçılar, sanat akımları, ekoller üzerinde tartışmalar, grafik bilgisi, afiş, marka, kenarsuları, ulusal dokuma motifleri gibi. Kültür etkinlikleri, folklor konuydu. Adı "resim" olsa da, çok zordu. Daha sonraları, Akademilere de öğretmen olma hakkı tanındı. O güzelim ortaöğretim programı delinmiş, Akademik kariyere, topluca eğitim feda edilmişti. (Köy Enstitüsüleri örneği). Öğretim üyeleri; Önce sanatçı olmalıdır sloganıyla yollara döküldüler. Başardılar da.! Organize eğitimi yok ettiler. Bileceğiniz gibi; İlköğretim, ortaöğretim temelde: İlgilendirmebilgilendirmeyle çocuğu öğretime hazırlar. Program bir bütündür, eğitseldir. Her ders birbiriyle örtüşerek bütünü oluşturur. ResimİşYazı dersleri bütünün koruyucusu, bağlayıcısı, temelidir. Ortaöğretim programı çok güzel düşünülmüş, hala da kusursuzdur. Büyük Atatürk, Cumhuriyet'in ilanından hemen sonra; 1924'de, Amerika'dan, John Dewey, İtalya 'dan Maria Montessori 'yi davet edilmiş, Türküye Cumhuriyetinin eğitim programı nasıl olmalıdır, düşüncesi uzun uzun tartışılmış, olgunlaştırılmıştır. Uygulamadaki ideal programa göre; Öğretmen önce, eğitimci olacak, sonra da, zaman bulabilirse, sanatçı olacak diye düşünülüyordu. Bunları, size yazış nedenim: siz sanatta, eğitimde bir otorite yönlendiricisiniz; Konuşursanız, dinleyen olabilir, olmalıdır. Kafamı karıştıran iki sorun: Türkiyemiz'de, son otuz yıldan beri sanat hep, arsıulusalı oynuyor. Siz ve sayılı "eleştirmenlerimiz" de böyle düşünüyor olmalılar ki, sergilerde başarı arsıulusala endeksli. Benim bildiğime göre; sanat, önce ulusal, sonra arsıulusal olabilir. Geçen süre çok olmasa bile, bir ulusal sanatımız belirlenemedi mi? Gereksiz mi? Sizin düşünceleriniz, benim için çok önemlidir. Saygılarımla. E. Aydın, 12Mart1998 SAYIN IŞIK KANSU Charles Darwin, "türlerin kökeni" adlı ünlü ve hala güncelliğini koruyan teorisinde evrimin yönünü nasıl kestirmişti.! Acaba Darwin, türlerin kökeni'ni tüme varımla mı, tümden gelimle mi belirlemişti. Bunu iyice, enineboyuna düşünmemiz gerekecek.!!! Sahiden insandan önce tanrılar varsa Bizler onların çehresinde, O'nun yüceliğini amaçlayarak yaşamımızı ister istemez sürdürüyorsak. İnsan canlıların en gelişmişi, düşünceyle doğaya da egemen olan tek varlıksa Bütün varlıkların sonsuz yetilerini özelliklerini kullanarak özden ideodan hızla uzaklaşmamız bir paradoks olmuyor mu???!! İnsanı insan gibi bulmak gittikçe zorlaşıyor. İlk varoluşta iyiydik de kötüye doğru değişmiyor muyuz? Saygı sevgiler. E. Aydın, 16Mayıs1998 ARMANSU. Bu beti, 1Ekim1997 de yazılmış. Doyurucu bir yanıt alınamadığı için, yenilenebilir buldum. Çağımız için gün, ay, yıl sözcükleri, sanıyorum ilklerdeki anlamını yitirdi. İyiden iyiye göreceymiş meğer.! Pazaretsiyle cumartesi öylesine örtüştüki, şaşırıp kalıyorum. Eskiler tıktık yavaş tempoyla tesbih çekerek zamanı savmaya çalışırlardı. Şimdilerde öyle zaman eritme araçları bulundu ve bizler de izninizle "zavallılar" diyeceğim, kapıldık gidiyoruz çarkın rüzgarına... dön babam dön... Kültürümüzün, etiğimizin ve bütün gelenekgöreneğimizin sallandığını, yıprandığını ve de yerine henüz bir mantıksal neden getiremediğimizi üzülerek görüyor; belkide o geçmişimizi inanılır kılan nostaljimizi ne idiği belirsiz ütopyalara yem ediyoruz Bahar gelsin diyoruz, yazı görüyor yaşıyoruz, güzde umut ararken kış kendi mantığıyla yağmuru, ayazı, rüzgarı ile gelip bzileri dar zamanlara, kapalı mekanlara hapsediyor. El hasıl, doyumsuz yaşıyor, yaşıyoruz. Herhalde zaman diye bir şeyi biz uydurmuşuz. Aslında zaman doğduğumuzda başlıyor, yaşadığımız anlarla şimdi'lerle zenginleşiyor diye düşününce, ne gariptirki, dün ile yarın arasına sıkışıp kalıyor, yaşamıyoruz. Koşuşturmalar da cabası.! Bereket versin, Aydın Sanatevi hareketliliğini koruyor. Gelenlerle gidenler (ben onlara "bal arılarım" diyorum), günden, dünden, yarından uzun uzun konuşuyoruz. Bazen yaşlı dünyayı yok sayıyor kozmostan yeni bir gezegene taşınıyoruz. Olmazsa.., o da olmazsa, hükümetleri deviriyor, yenilerini kuruyoruz. Birkaç öğrencimiz de oluyor. Prof gibi, tüccar gibi, öğretmen gibi. Boyuyorlar, boyuyoruz. Hep Amerika'yı yeniden keşfedip mutlu oluyoruz. Atike don dike, gene söke, gene dike. Sizin çok programlı yeniliklere açık çalışmalarınız oluyordu. Doğrusu ya, onları merak ediyorum. Arman bey'i ve sizi öprerim. Öpülecek başkaları da varsa onları da.... E. Aydın, 26Mayıs1998 SAYIN EMİN CEYLAN 6 tarihli Cumhuriyet BilimTeknik ekinde yazınız yayımlandığına göre güçlü bir beyniniz, birikiminiz de var. Balkonda geçirdiğiniz aylak zamanda konu ararken konu başlığı olarak aldığınız "tutuculuk" la özdeş olmuş, bal gibi soylu bir tutucu olmuşsunuz. Mikronun tuzağına düşmüşsünüz. Biri yanıcı biri yakıcı olan H , O , nasıl olurda yapımızın büyük kısmını oluşturan su olur?!!! Umarı makro'da aramamız, kozmosa bakmamız, insanın iki ayak üzerine kalktığı günden başlayarak toplum yapısının anatomisine, savaşlara, nedenlerine, giyotin ağzında can veren zehir içirilen üstün insanlara suç olarak dediklerinize bakınız... Yalnız adam Mustafa Kemal'e bakınız. Hep insanın evriminin sürdüğünü görürüz. Güneşe taptık, denize, aya, çok tanrılara, apis öküzüne de taptık. Peygamberler geldi. Tek tanrılı olduk. Din savaşları verdik. Kırımkırım kırıldık.! Amma, düşünce ve sağduyu, yavaş da olsa hep yol aldı, bugünlere gelindi.! Yarınlara da gidileceği kesin. Hem de daha insanlaşarak.! Bilirsiniz: Din tek doğrudur. Şöyle veya böyle hepimiz dindardık. İnanmak dirimseldir. Seçenek çoğaldıkça inançlar da dal budak salar. Bizlerde olduğu gibi.!! Ama geçama erken.! Belli zaman kesitlerinde, her insanın kendi doğruları egemendir. Sabırlı olalım. Evrim sürüyor.! Çeşitlilik, doğanın ; çok seslilik insanların mozayiğidir. Gerekçesi, daha iyi, daha uyumlu bir yaşam içindir. Devler ve hükümetler anarşi içine düştüğü zaman; ulus, arı kovanına çomak sokulmuş gibi, darma dağın ve saldırgan olarak kendi radikal doğrusuna koşar.! Evinizin balkonundan görüp izlediğiniz, kendinize göre, yani mikro olan görüntüyü verir. Gerçek değildir. Onuncu yıl marşını lütfen hemen bulunuz, bir daha okuyunuz. Bu marş köy, kasaba, kentte gümbür gümbür içtenlikle söylenir, sevinç gözyaşları dökülürdü. Altmışbeş sene önce!!!!! Şimdi ne değiştiki...!!! Ulus ayni, ama devlet inandırıcı değil. Kargaşa burada. Sevgi saygılar E. Aydın, 7HaziranI998 ALİ BEY DOSTUM, Ben Mut kazasında doğdum. Askere alınan akrabaların yetimleriyle onbeş kişi 67 metrekare bir alanda barındık. Otuzaltılar, yuvarlana yuvarlana öğretmen oldun dediler. Yine kendimle hesaplaşa hesaplaşa Gazi Terbiye ve orta öğretim..! Ali, beni, ben doğurdum. Kendimle didişe didişe bu günlere geldim. Dahası adımız iyiye çıktı. Mersin Lisesi'ne geldiğim zaman Mut'un Çaltılı köyünden bir kız çocuğu aldım (3 yaşında) evlatlık sözverisiyle. Hanım O'nu hizmetçi etti. İlkokula bile yollayamadık. Onüç yaşına geldiğinde köyden kısmeti çıktı, verdik. Şimdi ben vefa borcumu ödemeye çalışıyorum. O kızın çocuklarını okutmaya çabalıyorum. Bu işe ilkokuldan başladım. Hiç yoktan bir Hidayet yarattım. Resim öğretmeni oldu. Ayşe'ye liseyi bitirttirdim. Köyde kalmasın istiyorum. Yanıma getirdim. Sizin dersaneye yazdırdım. Hepsinin kafaları ham ama iyi insanlar. Bilmiyorum benim ilgim belkide kendi çocukluğuma benzedikleri içindir. Bunları yazarak senin kafanı niçin karıştırdığıma gelince: Beni anlarsın, gölgelisin, yardımcı olmayı seversin, kumaşın has kumaş... Olanakların elverirse yüz rakamında kalalım. Buyurmuyorum, yine de senin dediğin olacak. Bu kızla lütfen farklı ilgilenirsen (ki umuyorum), beni sevindirmiş olursun. Öperim. E. Aydın, 3OEylülI998 SAYIN DURUKAN Benim valiliğe yazdığım mektupta anlattığım sorun kişisel değildi. Öncelikle Adana'nın sonra da ülkemizin sorunuydu. Yirmi seneden beri yol düzenlemelerinde belediye hep yolları yükseltiyor. Bütün dünyada uygulanan bir şehir kodu vardırki, bu sabittir sivil toplumla yapılan bir sözleşmedir. Bağlayıcıdır. Belediye fen işleri inşaata ruhsat verirken nedense bunu kullanmıyor. Binalar hep çukura gömülüyor. Dünyada uygulanan sistem; eski yol sıfır seviyeye kadar kazılır, eski yol seviyesine kadar yamanır, tıraşlanır. Şiddetli yağmurlarda sel baskınını bekler durumda kalınıyor. Şimdi Kurtuluş mahallesinde olduğu gibi. Arzu ettimki, çağdaş, uygar, ileriyi görebilen sizlerle konu gündeme gelsin, önem kazansın, Türkiye'mize örnek teşkil etsin. Seçimlerin yaklaşması nedeniyle düzensiz yapılanma hızla sürdürülüyor. Üst yetkilerle donanımlısınız. gerekirse çalışmalara yön verebilirsiniz beklentisiyle yazıyorum. Bu şehir bizim. Sorunları da öyle. Çarpıklıklara karşı duyarlıyım. Becerebildiğim kadar yazmayı denerim. Bazen ironiyi seçerim. Okuyacağınızı umarak birkaç örnek sunuyorum. Saygılarımla . E. Aydın, 12Aralık1998 SEVGiLi (*), (*), (*) KARDEŞLER. Dün perşembeydi, bugün cuma. Günler de ne çabuk dün oluveriyorlar. Günü yaşamadan yarınlar geliyor. Pazartesi ile cumartesi neredeyse üstüste.! Bundan neden belkide birileri yeni bir günleme usulü bulacak, buna gereksinim var. Yahutta insancıklar günlerini adam gibi adam olup yaşamayı öğrenecekler. Artık dünyamız eskisi kadar güzel, eskisi kadar geniş, anlamlı, içtenlikli, coşkulu, sevgi yüklü değil. Kanıma göre, artık güzellikler kitaplarda kaldı. Şu telefon, şu televizyon, radyolar yüzünden insanlar kolaycı oldular. Birbirleriyle konuşmak, hal hatır sormak, içtenlikle sevmek, hep ama hep sözde kaldı. İnsanlığın vazgeçilmesi olan sevgi, olaydan en çok yara aldı. Sevmeyi unuttuk. Yörüngeden kurtulmuş gök cismi olduk, çılgınlar gibi çarpışan otolardayız. "Gök yüzünde yalnız gezen yıldızlar biz de sizin kadar yalnızız" türküsü örneği... Okumuyorsak, yazmıyor, yapmıyorsak, düşünmeğe zaman ayıramıyorsak, bir sanat, içten sevilen bir iş yapmıyor, gününü gün etmeyle leyleğin ömrü örneği yaşıyorsak, "solucanın bile karnı doyarken boğaz tokluğuna" yaşıyorsak, bence bir yerlede birşeylere yazık oluyordur. Sizlere gelince: Sevgiyi görülür birşey sanıyorsunuz. Elimizle dokunup tutamaz, göremezsek yok sayıyoruz... İyi de tanrıyı görebiliyor muyuz? Ama seviyor sayıyoruz. Onun için, içtenlikli zorluklara katlanıyor, O'na kızmıyor, gel de seni görelim demiyor, toplum zararına işlerden kaçınıyor, O'na kızmıyoruz. Sevgide kusursuz olmaya çalışıyoruz. Kusursuz sevgi, kendimizi bir an karşımızdakinin yerine koymakla bütünleşir. Bizler büyüğünüzüz. Sayıyor, seviyorsanız eğer, onun içinde bulunduğu ortamı, resim malzemelerini, kitaplığını, ortamın hepsini, eşini, dostunu, bir başka mekanda ve uzamda oluşturmak olası mı? Düşünmek gerek. Yalnızca "gelgel" sözcüğü sevginin gösterişidir. Onun için yazmak zordur. Yine onun için yazmıyorsunuz. Düşündüğünü, duyduğunu yazmamak, eğitimde onarılmaz yaralar açan eksikliktir, kusurdur. Ben yazıyorum. Ve bundan zevk alıyorum. Bir saatten beri sizlerle başbaşa olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Önceleri konuşmak vardı. Şimdi okumak yazmak devreye girdi. Böylece, yani bundan böyle, milyarlarca milyar zamanın belleğini ataların mirasını koruyabiliyoruz. Kitaplar....! Yeni bir yıl daha geliyor. akıl getirecek, düşünce getirecek, uyumlu olmanın, bağışlayıcı olmanın yollarını öğretecek. Yeni yılınızı kutlar hepinizi öperim. (Bu kağıtlar, benim alın terimden arttı. İyisinden oyuncaklar alın, gıdım gıdım harcayın, oynayın.... Sakın (*)'a kaptırmayın) E. Aydın, 17aralık I998 MUHTEREM VE KIYMETLİ MUTLU Anştayn, Atamu değerlendirdi, çağlar boyu bilinen ve fakat bir türlü kullanıma ulaştırılamayan atomu kullanılır yaptı, atom çağını açtı. Yine Mersin'in ücra bir kasabasından birileri çıktı, enteresandır, insanın içindeki atomu buldu, gerçi buda biliniyor, moral, kondisyon, kreasyon, şu bu diye isimlendiriliyor ama bir türlü açık seçik uygulama alanına konmayan teoriyi kullanılır yaptı. Yerli ve dış yayınlar hep senin bu bulgularından bahsediyor, okuyor musun? Diyeceksin ki, yaratanların alkışa ihtiyaçları yok. Doğruyu söylemek gerekirse, beni şaşırtıyorsun. Bir yanda partinin çelişkili ve karmaşık çalkantısı, şehrin bin bir sorunları, bir yanda en uç karşıtların bile alkışlayacağı, dünyaya parmak ısırtan sosyal patlamalar. Eh Mut'lu dost, bu şeref sana yeter. Mersin'e içten coşkuyu getirdin, yirmibirinci asrı getirdin, sansasyon dorukta, müzik ve resimle sanatsal coşkuyu, sporda evrensel kişiliği öne aldın, daha sayılamayacak binlerce öze çıkarma yaptın, sana binlerce aferin. Özal hendek atlarken atlatırken, sen çağ atladın, atlattırdın. En iyisi ceketinin iç yakasına bir gök boncuk iliştir. Ancak ortaya koyduğun bu oluşumun adını henüz koyamadık, isterseniz ve de münasip bulursanız, buna "Mutlu Çağı" diyelim. Mutlu seninle övünüyorum, selamlar, sevgiler. E. Aydın, 2Ekim1990 OSMAN ŞAHİN Belki sende okumuşsundur, Ruso'nun Bijon Akademisine sunduğu, 21 sayfalık bir tez vardı. İlimler ve Fenler, Medeniyet'in Gelişmesine Yardım Ettim mi?'ye seçkin yanıt. Savunmayı okuyan bir jüri üyesi de Russo'ya bir alaylı övgü mesajı yollamıştı Azizim Russo, seni okuyunca, o kadar hoşuma giden duygulara ulaştım ki, dağlara gidip ot yayılasım geldi. Sen de emniyet sibobu gibi geldin bana, gönlümde kendimi bildim bileli Toros yörükleri yatar, onlara öykünürüm ama hep yalnız kalırım. Eşek sırtında, beygir eşliğinde, bazen de yayan çok yol teptim, inanacağına inanarak söyleyeyim. Ben doğa üniversitesinden orta derece ile mezun biriyim ama, akademik eğitimin geçici verelerinin üstünde bir kariyerim olduğuna da inanıyorum. Duyduklarını ve yazdıklarını paylaşıyorum. Ancak ne denli içten olduğunu kestiremiyorum. Zira biz okumuşlar, yazmışlar, yörüğü, köylüyü, sade vatandaşı hep satışa yatkın senaryo malzemesi olarak kullanmışız. Romanlarımız,filmlerimiz,resimlerimiz,seyirlik oyunlarımız kent soyluya satılmak üzere malzemelerdir. Allah için iyi de para ediyorlar. Osman, sen burada olguya farklı ve evrene ışık tutucu bir çizgide yaklaşıyorsun, seninkisi bana iyi bir gözlem inceleme gibi gözüküyor. Bunları topla, resimleyelim, iyi bir dizayn içinde, ömürlü bir kağıda basalım, ultra çağlara eğitimsel, kültürsel bir ışık, bir görkemli yaşam biçimi olarak sunalım. Olguyu su yüzüne çıkaralım ama güçlü eşek zinası kadar unutulmaz kılalım. Beni heyecanlandıran bir başka şey de, bizde yazarlar, çizerler koltuğa oturup ahkam keserler, bir yerde memurlaşırlar, işte sizde o çizgiye gelmeden bunları yapalım diyorum. Öptüm seni tebrikler. E. Aydın, 12Mayıs1992 HİDAYET UYSAL Olgunlaşmak zor bir şey, zaten insanın, ideal çizgiye ulaşmasına daha asırlar yetmez.! Eyer bunun bilincinde olunursa hoş görü devreye girer. İşte bu mektup bir hoş görü örneğidir. Neden, niçin, sempatiempati, ben ve O,yani hem kendi tarafımızı, hem de karşıt diye düşündüğümüz tarafın gerçeklerine inmek..... Dil bilimden doğan,yanlış değerlendirmeler, bu yolla çözülür, yaşantıya bakılırsa; anlaşma ve anlaşmazlıklar, bu gerçek metotlarla çözümlenir. DOĞRU GÖRME DURU GÖRME, bu metotla bulunur. Her davranışın yan ürünleri de olur. Bazen iyi, bazen kötü ve zararlı. Onlardan da kaçınmak veya yaklaşmak için; yine düşünceye ve iç yargıya baş vurulur. O iç yargı hep doğru olanı bulabilir, yeter ki, baş vurula.! Öperim,derslerinde başarılar. E. Aydın, 18Mart1997 SELAHATTİN BEY DOSTUM Mut'a sizin çağrılınız olarak geldim, önerilerinizin ışığında çevreyi kolaçan ettim. Parkın bir köşesinde, otların içinde, havasız kalmış bir lahit kapağı gördüm. Aslanla göz göze geldik, bana öyle bir bakışı vardı ki, anlatamam. O gece boyu hep aslanla konuştuk. Aramızda geçen konuşmaları yazmayacağım. Ertesi sabah enine boyuna ölçüp biçmeler yapıp size geldim. Tarihsel görkemden güncel görkeme...! Birinci etabın bitişi, günün inişinde aslan bana gülümsedi, elini uzattı, tokalaştık, kuçaklaştık. Kulağıma dedi ki: Zamanda yaşamanın anlamı budur işte... Bana ve koruduğum kırallarına yeniden ve en otantik yaşam biçimini seçtiniz.! Bugünkü gazeteler yeni bir atılımınızdan dem vurdu. Mut kalesi restore ediliyor, coşturucu haberlerle daktilo başına oturdum. Kalenin içinde çağdaş, hatta çağ üstü anfitiatr.... İçinde kapsamlı şölenlerin yapıldığı, her türlü kültür etkinliklerine açık, Seydisalih'den daha merkezi, kendi yağıyla kavrulabilecek Mut'lumu daha mutlu edecek bir anfitiatr..... Şimdi beni aldı bir derin düşünce; Size aşağıdan, yukarıdan gelecek öneriler karşısında davranışınızın ne olacağı? Eğer sur tamirine angaje olmamışsanız, iş yerli ve yabancı düşüncelerin düşüncesine açalım, gönüllü katkılarını isteyelim. Böylesine görkemli bir antik kentin tarihine yakışır bir dinlence yerini onarmaya, yapmaya soyunalım. Devlerin milyonları bu işe yetmeyebilir, ama Mustafa Kemal'in kağnısı da yolda kalmaz. Mesaj güzel ve yerindeliği sağlamsa, milyonlar gelip karşınızda dans edecektir. Dünya eskisi gibi büyük değil. İyi ayakkabı insana yol yürümesini öğretir. İşiniz kolay değil ama siz de büyüksünüz. Angara'nın Karayalçın'ı varsa, bizim de Selahattin'imiz var. Öper, başarılar dilerim. E. Aydın, 3Temmuz1992 SELAHADDİN BEY GÖNÜL ADAMI DOST. Pırıl pırıl, işinde de başarılı olmuş öğrencilerimle Mut'ta çok çok görkemli anlar yaşadık. İnsana doğru koşmanın yaşayan örneklerini tanıtmak fırsatını vermiş oldunuz. Sizi ne kada övsek az gelir. Yorgunluklarınız için binlerce teşekkür. Mut'u daha çok mutlu etmek için canla başla çalışıyor, başarıyorsunuz da. Yaşlılar yurdu için çabalarınızı yerinde izledim. Sizinle övünüyorum. Sıtkı Soylu iyi bir eser de hazırlamış ve vakfa hibe etmiş. Satışı için gereksinim duyarsanız Mersin'de belirteceğim adreste şimdilik yüz, Adana'da yüz adet posta ücreti ödemeden bir gönül adamıyla ulaştırılabilirse siz de onaylıyorsanız dağıtımını yapmayı üstlenmek isterim. Tarafınızdan uygun bulunursa lütfen bir alo demeniz yeterli. Öperim. E. Aydın, 8Haziran1997 SEVGİLİ SELAHATTİN ASLAN 1990 yılında Mut'tan yağlı boya resim yapmıştım. Ayrıca da onbin adet tebrik kartı bastırmıştım. Sanatçı kimliğinde artık bunun sergilenmesi hakkımı yitirmiş oluyorum. Mut'u genel bi perspektifte görüntüleyen bu eserin Mut Belediye'sinde bulunması ve gerekirse yine çoğaltılarak tebrik olarak kullanılması düşüncesiyle, belediyeye hediye ediyorum. E. Aydın, 20Haziran1998 SAYIN BAŞKAN Önce onuncu yıl marşı olan, yenilerde de cumhuriyet marşı olarak kabul gören marşı, çoğaltarak size sunuyorum. Uygun görülürse, bizlerden bir koronun eşliğinde sık sık beraberce söylenmesine izin verilirse sevinirim. (Editörün Notu: Bu mektubun ekinde Onuncu Yıl Marşı bulunmaktadır) E. Aydın SEVGİLİ MEHMEDİM Mektubunuzu dikkatle okudum, anlamakta zorlanıyorum. Mankafa Poldi bir gün arkadaşını başı sarılı olarak görür, sorar? Yanıtı; Merdivenden düştüm, başım yarıldı, diktirdim, sardırdım der. Poldi yine düşünceye dalar, arkadaşı nedenini sorunca, merdivenden düştüğünü, başının yarıldığını, diktirip sardırdığını anladım da, şu senin kafanı dikiş makinasının altına nasıl sıkıştırdılar anlayamadım der. Benim bildiğim, aday önce öğretim programında yerini alır, istikrarlı bir gelire ulaşır, yarından endişesi kalmaz, sonra yeteneğinin tepisine göre ve debisine göre,ünvanlara ve aşamalara soyunur ama bütün ikinciler birinci değişmezin sonrasında olur. O yukardaki büyük başlar hep benim anlattığım gibi yürüdüler, hatta hiç layık olmadıkları halde pistonlana pistonlana üne ve ünvana kavuştular. Mehmet Yılmaz'a gelince, başından beri çile çeken derviş rolünde oldu. O kadar idealize edilmiş bir süzgeçten geçiriliyorsun ki, sana pezidan ünvanı verilse azdır. Hele hele konumuz sanatsa, size iyi diyecek kişinin Allah olması bile yetmez. Sanat böylesine özgür bir çizginin adıdır. Sanata soyunanların, benden büyük yok diyebilmesi, önce görüntü, sonra da gerçek yaratı için özden gerekli bir öğesidir. Benim görüşüme göre, sen ve senin sanatını kılıfa koymak hem anlamsız, hem gereksiz. Üstün sanat, yaratıcı güç şartları gözetmez, kendine özgü fışkırması, deli deli akması vardır, onu hiç bir yatak engel durduramaz. Mehmet böylesine güçlüdür, nedenlerini bilmediğim bir sur var karşında. Allah yardımcın olsun, iyi askerlikler. Kendine mukaat ol, postu deldirme. Öperim. E. Aydın, 5Ağustos1993 MEHMET'CİĞİM Bu mektubunuzda ben seni bulamadım. 1 Biz epey bir zamandan beri dostuz, bazı şeyler zorluklarına karşın, arkadaş dost için yapılır. Bunu böyle yazarken ben öyle yapardım diyorum. Cemal Turan'ın sergisine er ve geç gidilmeliydi, hiç olmazsa özür dilenmeliydi. 2 Lisandan yakınıyorsun,eğer sen İngiltere'de doğsan tat mı alacaktın? Demekki çaban yetersiz geldi 3 Başka tür işleri başaramadığım için ressam oldum diyorsun. Önce söyleyeyim, remssamlık diye bir meslek yok. Aldığın formasyon öğretmenlik formasyonu. Öyleyse önce sen öğretmen veya öğretim üyesisin. Türkiye genelinde onbeş yirmi kişinin iyi, güzel yapıyorsun demesiyle (en) olunmaz. Çağlar boyu sanat hep araştırma işi olagelmiş, öyle de sürecek. Yani en iyi sanat daha gelecektedir. 4 Natürmort konusunda ben herhangi bir ters değerlendirmede bulunmadım. Peyzaj da, natürmortta yapabilen olursa güzel olabilir. 5 Senin yapıtlarını severim ve gurur duyarım, eleştirecek kadar kendimi yeterli görmem. Ancak çimentoya verdiğin eserle, yeni yapmakta olduğun, bana da yolladığın detayda anlatım yakınlığı gördüm, bilirsin sanatta tekrarlar sanatçıya eksi puan getirir. Kuşkumdan hatırlattım. Yazdığın için teşekkürler. Öperim. E. Aydın, 25Mart1994 MEHMET Sanata bakış açına, umuduna, inanışına, öteden beri saygı duyarım. Galiba başarı cesareti severkollar gibi geliyor bana.! Kimseyle yarışmadan, yalnız Mehmet ile, O'nu aşmaya çaba verebilirsen ki bana göre öyle oluyor, has kumaşsın. Değişirken bile kimselere benzemiyorsun.. Çevrene bakacak olursan, kaç kişi görebilirsin kendini tekrar etmeyen, veya, şurdan burdan aşırmadan yol alan.! Hele bir de prof filan oldularsa yol bitiyor. Bu rutubet onlara yetiyor. Bir kaç gün önce televizyonda, Koray'ın sergi için bir konuşması oldu. "Ahşap üzerine deri kullanıyorum" diyordu.Sordular:"Neden tunçtaşmermerin başlangıçtan beri en uygun malzeme olduğunu, deriyle dokunulabilirliği yakaladığını söylüyordu. Polyester şimdiye değin heykel için pek beğeni almadı. Rölyefde kefkiye dönüşüyor. Statik değeri yok. Rüzgar götürüyor, hırsızlar çalabiliyor, yıkması parçalanması kolay geliyor. Mut'taki Hüseyin'in Karacaoğlan'ını hatırla. Benim bildiğim beşinci yer değiştirmesini yaşıyor. Belki de bana göre bir psikolojidir. Sen ahşabı tanıyorsun, iyi de işleyebiliyorsun, farklısın. Denesen olur. Kataloğda gördüğüm kadarıyla çok çok güzel, orjinal, otantik, hatta anonim, hem de ulusal seçkilerin var. Kutlarım seni. Farkını unutma ve yitirme. Önce ulusal sonra evrensel olunabilir.Ünlülerimiz bunu unutmuş gözüküyorlar. Seninle övünüyorum. Sevgiler selamlar E. Aydın, 9Mayıs1998 SEVGİLİ HEMŞERİM VE DOSTUM MEHMET YILMAZ Bilgisayarda kot ararken geçen mektup karşıma çıktı. İyi ki çıktı. Beni bir takım tekrarlardan kurtardı. Tekrar okumanı da istedim Gösterdiğim gördüğün kadardır !!!!!!!!!!!!!!! Görmece gördürmece.!!!!!!!!!!! Bu sözcükler bana yabancı değil. Ama ilk kez bir tümcede yanyana geldikleri zaman rastlantı olmaktan çıkıyorlar. Düşündürücü felsefe içerikli bir kapıyı da aralıyor. Gıyındırık kapıdan gözüken spritual. Somut değil, soyut değil, fuluğ bir mavide, özgür, salınımlı, benekli, bezekli, kelebeğin binbir rengi, rengin kokusu, müziği, kokunun çığıran duyum ve duyumları, ritmlerin sarmaş dolaş dansı.! Tıpkı Pan La Apollu'nun müzik yarışması, absolü müziğin incelikli nedeninin kazanımı gibi sarmal, haddeden geçmiş nezaket tınılarını anımsattı bana.!! Sanatın dününde, gününde, yarınında öyle güzel gezdirdinki bizi. Harika.!! Başarılar.... öperim.. E. Aydın, 7OcakI999 SEVGİLİ MEHMET İnsanı, insan yaratır. Dost da düşman da böyle yaratılır. Arkadaşlık dostluğun başlangıcıdır özdeyişini açarsak iki insan (farketmez, erkek dişi) önce biri birleriyle karşılaşırlar. Gergin ve poz içindedirler. Sanal farkı farkettirmek isterler. Birçok roller uygulanırken, karşı kişinin rol veya gerçeği zaman zaman istemeden de olsa farkında olunur. Eğer onun gerçeğini gerilim arasında da olsa, sayar seversek, deneyim boyunca artılar, eksilerden çoksa, dostluk başlar. Artık ondan sonra olacak konuşmalarda, artıları duyar, negatifleri konuşulmamış sayarız. Böylece eytişim sürer. Aslında ne ben ideal insanım, ne de siz.! Ama zamanlar içinde görüldüki, artılarımız çok. Böylece anlaşıyoruz. Biribirimizi arıyor, sayıyoruz. Ben bazı zamanlarda oturur, Allah'a mektup yazarım. Valiye, bakana, kediye, köpeğe, yazakışa yazarımda yazarım. Gönderdiğim de olur. Bu benim yaşam biçemimdir. Seven de olur, sevmeyen de. Biliyorsun dil çok yetersizdir. İletişim zor zenaattir. Öyle olunca, kusur saydıklarımızı bireyin naturası gibi görmek hatta ona ayrıcalık gibi bakabilmek gerekiyor. İkimiz de mektuplarımızda tatlı tatlı kavga ediyoruz.... benim dediğim... senin dediğin...! Artık buna gerek yok. Biz birbirimizi seviyoruz. Öyleyse daha yumuşak,daha bağışlayıcı,hatta daha ironik çıkarmalar yaparak, iletişime tat katalım. Örnek: eşeği yüklüyorsun deh diyeceğin yere çüş diyorsun. Sen de bize benziyorsun. Mektubunda bir sevdiğine bir ödev veriyorsun. O da seve seve üstleniyor, yola çıkıyor. Heyecanlı heyecanlı mektup yazıyorsun. Mektubun altına bir çizgi içinde "benim için fazla yorulma" diyrosun. Sözüm o ki; eşeği yüklüyorsun, sonra, çüş diyorsun. Bana sakın yorulma diyorsun. Olası yanıt: Hava bozuktu, fırtına, yağmur vardı, acele ettim. (ben eşekliği kabul ettiğime göre) Şimdi sen sanata soyunmuş bir Donkişot'sun. Ben de Şanso. Sıra beklemeden yazışalım. Fikir değişelim. Ben de yeni akımlardan ilgisiz kalmamış olurum. Bilmen gerek, şöyle veya böyle, sen de ben de varız, bireyiz, dahası iyi sayılıyoruz. Toplumun, dostların yargısı böyle. Kabul etmek, öyle olmanın ilk adımıdır. Sen doğmadan önce ben Düziçi Köy Enstitüsü'ndeyken, bakanlığın okullara tamimi vardı: çocukları konuşturunuz. Komşu sınıfta Türkce hocası sınıfta bağırıyorduoğlum konuş, konuş da, ananı avradını s .. derdi. Bana birikimlerinden gönderme yap. Sanat, felsefe, bilim, pisikoloji, estetik, anılar, aşkların da olabilir. Öperim, işlerinde, aşklarında başarılar. Seninle övünüyorum. E. Aydın, 14Aralık1999 YILMAZ MEHMET Sıfırdan yola çıkanlar, bebeklikten ayakta durmayı becerenler, uzam ve zaman yolculuğunun gerçek <ŞIVGAR> yılmazlardır. Kaos,onların çabalarıyla görülürlüğünü kanıtlar Şıvgar, bir topcu terimidir. Eskiden topu 4 kadana çekerdi. Önde dizginlerin doğrudan bağlı olduğu bir, boylu poslu, deli, cesur bir at bulunurdu. Topçu çavuşu, çamur, sel, engebeyi gözü kesti mi, dizginleri çeker, şıvgar hemen yekinir, kadanalar onu izler, bazen geçilmez gibi olan engebeler böylece aşılır, toplumda da şıvgarlara hep gereksinim duyulur. Liderler bu yılmaz cesur insanlardır. Mektuba gelince: Uzun soluklu kitaplar yazıyorsunuz, kaynakçalara dayanarak, deneyiminize güvenerek sizleri yordum. Kaynakçadan yola çıkan kişi, özü bozmadan tümceleri nasıl açabilir? Üçüncü kişi olarak, birinci kişinin yorumlarına yaklaşmak bana zor geldi. Bilgi dağarcığımız ise kısıtlı. Yine de bir denemeyi üstlendim. Benim yazının kopyası bilgisayarda, eğer vakit bulur, elinizdeki taslağın, belli olan satır başlarına değişikliği düşündüğünüz fikri imlerseniz, sizi yorduğuma değer, olamazsa da önemli değil yavaş bir bütünlüğe ulaştırırım. İlginize teşekkürler. Prıntıra alışamadım, onun için sık sık alfabe değiştiriyorum, akıcı olmuyor yazdıklarım. (okuyucu için). Sanata eğilenler hep doğum sancısı çekerlerolay bir kişiliktir, bunu da biliyorum. Sevgi ve saygılarımla öper, işlerinizde başarılar dilerim. Ethem Aydın , 18Mayıs2002 SEVGİLİ AYŞE Dikkat edilirse, ben hep kendisi çalıp, kendisi oynayan birisiyim. (Bugün bu sözcük, deli, üşütük, anlamına kullanılır). Ama, ben kendimi seviyorum. üşütük değilim, deli değilim! Ara sıra gerilere bakar, günü irdeler, yarınları yorumlamaya çalışırım; bu hal tanıdığım çok insanda yok. Üstelik, durum muhakemesinde dinlenen, sayılan kişiyim. Böylece, çevremdeki, yetişkin, saygın kişilerin bugünkü yaşamlarında, iyiliğe dönük etkilerim olmuştur. Bu yargıyı, kendime ben uydurmadım; onlar yüzüme karşı, kendileri gelip süslü tümcelerle söylüyorlar. Ben de bu deyintilerin ışığında, elime fırsat geçtikce; dostarıma önerilerde bulunmayı huy edindim. Bu huyu seçtİm. Sana yazışım da, senin yaşam biçimini etkilemek geğil geleceğe dönük, kısa hesaplardan arındırmak, özde var saydığım, sendeki ayrıcalığı belİrtmek içindir. (*), okumayı hiç sevmez, kitabı görünce uykusu bastırırdı.O'nu geç keşfedilmiş yeteneği kurtardı Sen okumayı seviyorsun. Günümüzde okumayı, öğrenmeyi seven öğrenci çok azdır. Öyleyse, doğru yoldasın. Çalışman, daha çok çalışman gerekir. Köyde işin zor, ama imkansız değil. Mut'ta bir dersaneyle, hemen görüş, iki ay geçtiğine göre, indirim teklif et ve bana duyur. Konuşmada zorlanacaksan, bana bilgi ver, ben gelip konuşayım. Anlaştığınız bir rakam olursa bana duyur. Gücüm yettiğince yardımcı olayım. Yola birlikte çıkıldığına göre, senin başarın için daha önceleri konuştuğum gibi yanında olmayı görev sayarım. Müslümanlara selamlar sunar, sana başarılar diler öperim. E. Aydın, 16Kasım1999 AYŞE'M Mektubunu aldım. Bilgece yazılmış. Tam sana yakışan anlatımda. sevdim, sevindim. Böylesine güzel yazılmış bir betik, beni coşturdu. Benİm iki günde, düşüne düşüne, sözcükleri, seçe seçe yazdığım, ironik, betikteki, ilk satırın, bana göre tutarlı olmasına karşın; umuyorum ki, senin inceliğin gereği, beğenilmemiştir. Keşke, doğrular da, eğriler kadar, yaşama şansına ulaşsalardı, daha çok anlam kazanacak, iletişim bütünleşmiş olacaktı.! Bu sabah, geldiğimde, buz dolabı çevresinde, beş kişilik bir fındık faresi familiyasıyla karşılaştım. Zavallılar, ışığı görünce çil yavrusu gibi dağıldılar, öylesine sevimli şeylerdi ki, sana yazmadan edemedim. Her zaman olduğu gibi, kahvaltıyı masaya hazırlamış, yemeye başlamıştım ki, masamın altına gelmişlerdi, acıdım, birkaç parça ceviz verdim, kaçıştılar, besleyeyim mi, yoksa, yoksa,.... Bizim doktor muayenehaneyi boyatıyordu, bir gün aşağıda yattım. Kitaplar arasına saklanmış bir sivrisinek, kulağımda, bütün gece, bazı kalın, bazı ince kemanıyla vızlayarak, döner durur sivrisinek. İlaçlar da fayda etmiyor, nöğürüyüm ben şimdi. Bizim zeytin, Mut'taymış, yenice mektup aldım, onun da Gül gibi, Sezaver hanım gibi, Hatice gibi, Nazan gibi, Zübeyde gibi, Gülsen gibi, sana selamları var. Buraya gelmek için izin istiyorsun, (ayıbettin be sülüman). Aslında senin yerin burasıydı ama, yel esti, rüzgar vurdu, Zafer evlendi, evlenecek derken zaman ve düşler kaydı gitti. Eğer iyi bir hazırlık yapıp, 2000'de de köyden portturamazsan yandı da pilav tavası. Unu var, şekeri var, yağı var, ateşi var. Helva yapıp yiyemezse bütün çabalara karşın, köylü kızı Ayşe olmak, buna haksız yere mahkum olmak, içe sindirilmesi, bana göre çok ağır bir kader vurgunu olur. Bütün iyi şeylere layık olan, kafası çalışan, derli toplu, insanları seven, insanlarca sevilen, aranan, güzelim Ayşe ......! Diyeceksin ki, Türkiye'mizde, kader vurgunu, nice Ayşe'ler var...!!!!!!! ???????........ İçtenlikle, ummak isterim; kendi çalıp kendi oynayan yalnızca ben, olmayayım. Biraz da olsa, oyuncular sahaya insin. Geç kalınmış değil, benim Ayşe'm isterse, mucizeler yaratır düşüncedeki karamsarlığımı, fırtına önündeki bulutlara çevirir.... Darmadağın eder. Aydınlık, masmavİ geleceğİn, dekorunu hazırlar, Ayşe'ye böylesi yakışır.İyİ yolculuklar selami.. E. Aydın, 25Aralık1999 AYŞE Her fırsatta, açık seçik, çok şey konuşuyorum, gerçeğe değgİn... Benimle konuşurken, hala soğuksun. Boynun eğri oluyor, işte beni de üzen bu oluyor. Senin gereksinimlerin, akılcı olmak koşuluyla, hep karşılanacaktır. Ethem Aydın, böyle söz vermiştir. Dahası, daha çoğuna layıksınız. Elinizde bazı küçük de olsa örnekleri vardır. Gereksinimin yola çıkarılmıştır. Daha önceleri yazılmış mektupları bİr kez daha okursan iyi olur. Annene iyi bak, durumdan bana da bilgi ver. Öper başarılar dilerim. Koyunların bayramını kutlayacakken, yanlışlıkla beni de koyun saymışsın. Ethem Aydın, 27Şubat2001 SEVGİLİ AYŞE Senin, güzel aklın, mantığın, bana göre, yaratıcı gücün, ölçülemez simgesel değerleridir. Ama işte, göz kendini görmüyor.! İletişimde zorlanıyorum. İşitanla beni ne olur.! Bu yazdıklarım övgü değil; ancak algılayabildiğim karekterin gerçek görüntüsüdür. Kuşkusuz seni sevdiğim de bir gerçek, başarmanı düşlemek de hakkımdır. Buna karşın, kısa sayılabilecek zamanda, ulaşılabilen yüksekliği de yatsımamak gerek.! Ben, böyle duyumsuyor, böyle görüyorum, umar senin elinde olduğu için de, yalvarma kertesinde, öğütlüyorum: Çalışçalış, dolaysız, Ayşe için, kıyasıya çalış.! Barajlar kendiliğinden yıkılsın! Zaman görmüş, deneyimli, ön görüsü olan, öğretmenİm. Şimdiye değin, nasıl; ideal insan için gerekli, mantıksal, yaklaşımları benimsedin, tabuları, yine aynı ölçütlerin, eşliğinde yıkmayı akılcı buldunsa; cinselliğin, özündeki felsefenin, yani, bir araç değil, amaç olduğunu, kavradınsa;bana göre,Ayşe, güzel yarınları yaşamaya, aday, az insanlardan biridir. Annen, baban, kardeşlerin dışında, seni yakından tanımış çevre hep bu kanıda. Yazdığım mektuplarda içerik, baskın olur, bu da sizin yanıt hazırlarken, eline gelen yazıyı eleştirel, irdelemeyle, başlayabilmen, güncelin labirentlerinden seni korumak içindir. Dürüstçe yazabildiğin,her isteğini, karşılamaya hazır olduğumu,bilmem yenelemeğe gerek varmı? Bana sıkça yaz ki, kalemle kağıt buluşunca, iş olur, aş olur,sevgi olur, aşk olur. Özlemle öperim, benim küçük kızım. üslümanlara selamlar.. Not: Yazdığın dilekçelerin alındısını bana tez elden ulaştır. İstersen daktiloyu sana yollayabilirim. Bilinçli bir gerekçe korsan. Ethem Aydın, 8Şubat2000 SEVGİLİ AYŞE (Editörün Notu: Bu mektup vefatından 17 gün önce yazılmıştır) Yıllar akıp gidiyor. Ömür dediğin bir karış. Sana bir baston veremediğime üzülüyorum. Yetenekli, ileriye açık bir gençsin. Yola da çıkmış bulunuyorsun. Ama nedense sessizliği seçtin. Şimdi susacak zaman değil. Konuşman gerek. Başlatan olduğum, umutlandıran olduğum için ileriye dönük düşüncelerini bana yazmalısın diye bekliyorum. Ama yine konuşmak bana düştü. Burada kaldığın sürece edindiğim izlenim : özgür düşüncelisin, zekisin, tuttuğunu koparan bir yapı sahibisin. Geleceğe dönük düşünceler üret,bana da yaz. Körelmenden korkuyorum. Böyle gelmiş olabilir ama böyle gitmemeli. Seninle burada (Adana'da) herşeyi konuşurken şimdi (orada) sessiz oluşunu kadercilik diye niteleyeceğim. Sen kaderci olacak bir kız değilsin. Kadere karşı çık. Düşünce üret, bana da muhakkak tez elden mektup yaz. Sana, annene, kardeşlerine, babana selamlar eder hepinizi öperim. E. Aydın, I0Kasım2002 ÇETİN DOST. Bir gün sizinle olmanın mutluluğuyla dolu dolu Adana'ya döndüm. Orman idaresince bana verilen onur belgesini buldum. Size yolluyorum. Bir Fransız atasözü vardır: "Bir ağaç diken faydasız yaşamamıştır." Bu düşünceden yola çıkarak "ata nal çakıldığını gören kurbağa ayağını uzatmış" örneği kendime bir değer biçmek aklımdan geçti. Bu hatıra ağaç diktirmeyi başlatan olmak istedim. Ama pek ses getirmedi. Sizler gibi Mut üzerinde söz sahibi dostlara rağmen fikir şimdiye değin öksüz kaldı. Anadolu ajansı kanalıyla gündeme getirir, müdüranı da uyandırarak olayı bir Mut'lu olarak güncele taşımanın da bir görev olduğunu kabul edersen Mut adına sevinirim. Benim için övgü düzenle demiyorum. Olayı yeniden körüklemeni istiyorum. Bir yerde bir olay varsa, birilerinin bunu yapmasını düşünüyorsanız, o birileri hep sizsinizdir. Öperim işlerinizde başarılar dilerim E. Aydın, 24Ekim2OO1 SEVGİLİ ERKAN ÖZAYDIN Sevgiye, aşka ilişkin yazıları tilkice okumağa, satır aralıklarından ödeki içeriği yakalamağa çalışırım. Sevgi, saygı, sövgü, yergi, ironi ayrıntılarda yaşar gizlenir. Türk halkı severken döğme, döverken sevme alışkanlığındadır. Etiğimiz böyle.! Tipik olarakl Rafet'in bana yazdığı mektubu size yolluyorum. Rafet'in yaratma gücü, ideotizm, yergiler, sevgiler, öylesine zenginki, "güneşli havada doluya tutulmuş"a dönerim, darmadağın param parça olurum. Kameradan filmi çıkarır ters bağlar, aracı çalıştırırsanız.. aman ne görüntü...! Önce yerde paramparça dağınık duran kristal nesne hızlıca buluştu, bardak masama döndü..! İlginç değil mi? İşte gerçekte henüz uygulayamadığımız yasa budur. Ama ben bu yolu seçer, O'na sevgiler saygılar dolu yüksek düşüncelerle insanlaşarak mektuplar yazarım. Çok da sevinirim. Eğer ilgi duyarsanız benim mektubu da yollayabilirim. Biribirlerini tanıyan, seven, sayan insanlar arasında, zaten iletişim zorluğu çekilirken, örneğin telefonla olsa da konuşmanız, beni sizlerde zenginleştirdi. Lütfen sizler kendinize mukayyet olun. Ethem Aydın, sizler yaşadıkça var olacaktır. E. Aydın, 22Eylül2OO1 TEDAŞ ADANA ELEKTRİK DAĞITIM MÜESSESESİ MÜDÜRLÜĞÜNE. Elektrik saatlarını okumakla görevlendirdiğiniz elemanlar eğer yemek saati, ve bir diğer önemli işiniz için kapınız kapalıysa, iç rahatlığıyla dönüp gidiyor. Bana göre, bu memur görevini eksik yapmış oluyor Çalıştığı kurum, kasaya girmesi gereken taze paradan bir süre için mahrum kalıyor. Abone, bencileyin dar gelirli bir vatandaş ise, aylığının yarısını ceza ödemek gibi bir iç sıkıntısına düşüyor. Anlatmağa çalıştığım, önemli iki nedenle saate bakmağa gelen memur, değişik zamanlarda aboneyi tekrar tekrar aramak yorgunluğuna toplum için katlanmalıdır diye düşünüyorum. Cezalar hep kışkırtıcıdır. Kötü ve kritik günler yaşıyoruz. Hiç olmazsa şimdileri daha akılcı yaklaşımlarla topluma, gücümüzce katkıda bulunalım. Saygılarımla E. Aydın, 14Ekim2001 ADANA RESSAMLAR DERNEĞİ BAŞKANLIĞINA Bugün Adana Kanal D televizyon ekiplerini yollamışsınız. Bu tür güzel, incelikli davranışlar, Türk kadınının inceliğininin tarihsel kanıtıdır. Davranışınız bende kutsal bir anı olarak kalacaktır. Başkanı olarak size ve çalışma ekibinize saygılar sevgiler sunarım. Kabulünüz ricasıyla.... E. Aydın, 26Nisan2002 (Editörün Notu: Bu röportaj, bilgisayar CD si içerisinde kayıtlı olup dileyenlere eitör tarafından yollanabilri) SAYIN OĞUZCAN En güzel öğretmenlik yıllarım Mersin'de geçti. O zaman Mersin Lisesi üniversiteydi. Sınıflar yirmişer kişilik her öğretmenin laboratuvarı, atelyesi vardı. Dersler deneyseldi. Öğrenciler deneyleri hocanın yanında yaparak öğrenirdi. Öğretim kadrosu seçkin, yetili, yaratıcı, çalışkan kişilerdi. Sanki uzaydan inmişlerdi. Öğrenciler yelkenleri başarı rüzgarına açmış pupa yelken ummanlardaydılar. Dünyada bile pedagoji sözdeyken çalışmalar işe ve edime dönüktü. Size ütopik gelecek ama, bu böyleydi.! İyi ayakkabı insana yol yürümeği öğretir özdeyişine birleşik kaplar kuramı gereği yollara dökülmüştük. İyi sayılmıştık. Öğrenciler itici gücümüzdü.! Eksiksiz saygı ve sevgi oralarda yaşıyordu. Bu günkü devasa görüntü, o güçlü ekibin isimsiz kahramanların ve inançlı öğrencilerin çabalarıyla olmuştur.! Yazımdaki iticigüç, "Oğuzcan" sözcüğündeki anılarım oldu. O, çok sevdiğim, saydığım, arı soyun, ardıl temsilcileri içinde olmanız umusu olmuştur. Biz öğretmenler, hep laftan ekmek yediğimiz için sözü kaydırırız. Hoş görüle.. İçel Sanat Klübü son sayısında Almanya sergisini okudum. Kıvanç duydum. Kaç yapıtla katılabileceğimi Katkı payımın ne olacağını Formal hazırlığı bilmiyorum Değişen hayat şartlarına göre ödentiyi Ben kişi olarak katılamazsam kurulu düzene ödentim ne olmalıdır? Sıcaklar nedeniyle Mersin'e gelip bunları öğrenmem gecikti. Lütfen bir alo demeğe zaman ayırabilirseniz sevinirim. Öperim. (Editörün Notu: Ethem Aydın yurt dışındaki bu sergiye 6 tablo ile katılmıştır. Eserlerinden bir tanesi Almanya 'da satılmıştır. Satış bedeli İçerl Sanat Klübü'ne hibe edilmiştir.) E. Aydın, 3Ağustos2002 SEVGİLİ FEYYAZ Bütün yaratılış doğum üzerinedir. Doğuş varlığı simgeler, sıradandır, objeler gibidir. Zaman içinde her varlık daha önceden içte aktif ideolara açık özün baskısı ve sürükleyiciliği ile kişiliğe doğru açılır.. Kişilik, parmak izi kadar çeşitli ve özgedir. İsimler önce varlığın ayrım aracıdır; Ahmet, Mehmet, İsmail gibi. Öz güçlendikçe isimler sıfatlara ulaşır; Edison, Sokrat, Volter, Chaw, Nazım, Orhan Veli,Yaşar Kemal, Mustafa Kemal, Karacaoğlan, Veysel, Mevlana, Neyzen, Mehmet Çetinkaya, Feyyaz Gül olurlar, edimleriyle anılırlar. Hiçbir isim bu ölçütten soyutlanamaz. Soyutlanırsa varlık olarak anılacağı için, yine hiçbir insan bu yolu seçmez. Ayrıcalığın ayrımına varılsın ister. Bu, olmazsa olmaz evrensel bir istencedir. Kişiliğin yine toplumca saygı gören yan ürünleri de vardır; sarhoşluk, hovardalık, yalancılık, uyumsuzluk gibi. Volter iyi bir örnektir, Dali, Pikasso, Ruso ve diğerleri. Ama bir Volter varki, Fransızların ve bütün dünyanın aydınlanmasına örnektir. Bunları size neye yazıyorum biliyor musun? Senden vazgeçemediğim için...! İyi bir şairsin, ayrıcalıklısın, duyarlısın, gereklisin. Şu benim sıfatladığım kişiliğe saygın yok. Kendinle çelişik iç mantığından uzak yaşıyorsun. İnsan nasıl olunur biliyor musun? Her haltı karıştıracaksın ama iç mantığını da beraber getireceksin. Yaptığına inanmak mecburiyetindesin. İnanılır ama inanılmaz... Ama bir mantık getirmen kişilik gereğidir. Örneklenirse: içiyorum ama gerekçesi var, mantıklı olması şart değil. Birahanede dayak yiyorum, bir mantığı olmalı. Birilerinden ödünç aldığım parayı geri ödemiyorum bir mantığı (sana görece olsa da) olmalı. Diyeceğim şu ki: özbenine karşı hiç yenik düşmemelisin. Yenik düşersen önce kendi gözünde kendin küçülürsün. Bu da birkaç türlü intihar demektir. Feyyaz'lar ölmemeli. (*) E. Aydın, 23Nisan1996 SAYIN DOST. Bugün Sevgi'den mektup aldım. Zaftaki kıymetli betiyi taşıyan dizayndan onur duydum. Yorgunluğunuzun sınırlarını,verdiği üzgüyü, sevgiye çevirerek. Keşke bilgisayarınıza bir yazıcı alsanız da, daha az göznuru emek çekebilseniz.! Belki daha sık yazardınız. Bana email, fax önerisinde bulunuyor, daha hızlı, daha az doyurucu yazıları anımsatıyorsunuz. Ben keşke daha yavaş, dostu daha uzun düşünebilecek sistem bulabilsem, en azından elle yazıyı deneyemediğim ezikliğini duyumsuyorum. Bir dava kazanmak insanı kazanmak değildir. Gurk tavuğun bastığı civciv ölmez özdeyişinden hareketler galiba seni biraz incittim. Sanatın moda olanını yaşıyoruz. Modanın her getirdiğini denemeğe kalkarsak kendimizi anlatmaktan yoksun kalırız. Sizin gibi, daha birçokları gibi, kişiliğe yönelmiş, kanıtlamış kişiler, yön değiştirmeğe kalkarlarsa tekrar amatörleşirler ki ömür buna yetmeyebilir diye düşünüyorum. Sizi tanıdığımda, öğrencilik çalışmalarınız dahil, burada yaptıklarınızın fotokopilerini çektirip yollamağı düşündüm. Ama bunun kime, neye faydası olabilirdi, belkiyi davayı kazanırdım ama neye yarardı.? Araştırmalar yapabiliriz ama ki, çok araştırma örnekleri göndermiştin bana. Dahası ben de aynı yolla güzel sonuçlar alıyordum. Senin denemelerden biri, bu gün ciddi bir kitabın kapağıdır. Denemeler yapınız. Duygularınızı arayınız. Ama karamsarlığa kapılmayın. Diplomanız ve bu gün çalıştığınız orun sizin resim yaptığınızı kanıtlıyor. Benim konum; iyiyi modada aramayın demeğe gelir. Sanat sevgidir. Severek yaptığın herşey koşulsuz sanattır. İyidir, kötüdür, o sanatçının güvenine bağlıdır. Sanat tarihine bakarsanız örnekler çoktur. İnsan ömrünü aşan değerler.! Ama gerçek sevgiye doğru git diyor Ethem. Resim öğretmeni, iyi görmeyi ve gördüğünü doğru çizmeyi öğretir. O da her öğrencinin gelecekte seçeceği dalda başarısını etkiler. Resim öğretmeni en iyi resim yapar diye bir sav yoktur. Sanatçının kendisi de henüz iyiyi aramaktadır. En iyi taaaaaa yarınlardadır. Sayın eşinize ve size sevgiler saygılar. Ethem Aydın, 30Ocak200I SEVGİ HOCA Uzaylının dünyamızdaki fotoğrafını uzun uzun inceledim. Ben biryerlerden tanır gibiyim. Bazı şeyler sordum. Yanıtı hınzır hınzır ve de kozmoz kapsamlı bir gülümseme oldu. Maymun kardeşlerimize benziyor. Elini anlamlı bir şekilde ağzına götürüşü, İsmet paşa gibi çok şeyler düşündüğü belli. Gazi, O'nu Lozan'da delege olarak seçtiği zaman meclis ayağa kalkmıştı. Ama bilindiği gibi başardı. E. Aydın, 6Ağustos1996 SEVGİ HOCA Bir alo'dan yola çıkarak yazı yazmak biraz zor geldi bana. Artık çocukluktan beri ilgilendiğiniz oyuncaklara bir yenisi eklendi. Ama bu kez oyuncak canlı. Üstelik sizin elinizde şekillenecek. Geleceğin binbir türlü değişgenliğine direngen olacak. İşiniz çok da zor. Sevgi ise zorları kolay etmesini bilir. İyi yolculuklar selami. Gözünüz ve gözlerimiz aydın olsun. E. Aydın, 3IMart2002 BİR ZAMANLAR KARTALDI: NEBİOĞLUNUN YÖNETİMİNDE BÜTÜN DÜNYA Dergiler, kitaplar, bütün yayım ve yapıtlar övgülerden çok yergilerle büyürler. Bu çizgide hoşgörünüze sığınarak konuşmak istiyorum. Geçen gün kitapçı vitrininde, geçmiş yıllardan aşina olduğum "Bütün Dünya" ya rastladım, aldım. Bu başlangıçlarda hep böyle olur. Türkiye'nin otuzbeş seçkin beyni yan yana geldiler. Zavallı Nebioğlu'nun hemen hemen yalnız başına, binbir güçlükle çıkardığı aylık derginin gizil gücünü yakalayamadılar. Haklıdırlar. Hücreyi en ince detayına kadar biliyoruz, ama canlılığı yakalayamadık. Fotoğrafta Coşkun Acar, reklamda Aynur Keskin, Pınar Kızmaz, doğrusu iyi çalışmışlar, dergiyi baştan sona doldurabilmişler. Kutlarım. 152 sayfada 50 reklam, 100'ü aşkın fotoğraf, yazılar ise cılız kalmış. Belkide dizayn hatası, psikolojik de olabilir. Dergi mi, kitap mı, almanak mı, magazin mi, turizm rehberi mi, bir karar vermemiz gerek?. Ayrıca bir yıllık dergi birikimini ciltlemeyi düşünürsek; Hem ağılık, hem ebat olarak sevimsiz ve kullanışsız bir ölçüye ulaşılacak. Dergi yüksekliği; 7 cm, ağırlık 2.10 gram. Oniki ay olarak ; kalınlık 8.5 cm, ağırlık 2.600 gram. Bana göre bu kitabın dergi olabilmesi için neler olası: a Kağıt gramacı düşürülür. b Reklamdan vazgeçilir yada çok azaltılır. Eski bütün dünya dergisinin reklama gereksinimi olmamıştı c Önemli tarihi olaylar özel sayı olarak verilmeli. ç Atatürk özel sayısı, Kapadokya özel sayısı, iller özel sayısı, Turistik yerler özel sayısı (mitolojiyle birlikte) d Sanat olarak fotoğraf özel sayısı e Medya, siyaset, kapitalizme özendiren moda grafikler azaltılarak veya kaldırarak, çağdaş çeviriler, felsefe dahil, yer verilmeli. f Bütün dünya bir gazete değildir. Dar açılı güncel haberler yerine, bu seçkin kadronun seçkin aktif yazılarını bekliyoruz. g Güzel sözleride iyi seçmek gerek, çağ dışı kalanları vardır. Dillerde sakız olmuşları vardır. Beni okuduğunuz, çöp sepetine havale etmediğiniz için teşekkürler, Saygılar. E. Aydın, 12Eylül1998 İHSANCIĞIM Fransızların bir özdeyişi vardır: "arkadaşlık dostluğun başlangıcıdır". Şimdi biz beti arkadaşıyız, daha başlardayız. Yine bileceksinizki insan sürü malı değildir. Farklı olmak, farklı üretmek, farklı düşünmekle amaçlı, sorumludur. Atatürk'ün İnönü, Tonguç, Hasan Ali Yücel, Namık Kemal, Aziz Nesin, Nazım, daha birçokları, ideodaki isanı, farklı düşünmüş, yalnız insanlardır. Büyük insanların sayısını istediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Ama hep yalnızdırlar. Düş ve düşünce ürünü böyle çoğalır. Bilgileri öğreneceğiz. Çarpan tablosunun matematik olmadığını, perspektifin resim olmadığının ayırımında olarak..! Üç nedenle size hemen ısındım, sayıyorum, seviyorum. Mastürbasyon, yani telefon iletişimini denemediniz. Hem de, o güzelim yazınız, göz nuru ve emeğinizle beni onurlandırdınız. Türkçeyi iyi kullanıyorsunuz. Aynı diplomayı almış kişiler arasında farklısınız. İnsanı, insanları, onların tabanda çöreklenmiş sorunlarını sorguluyor, önermelerde bulunuyorsunuz Sevket Yücel'i de tanıyorum, seviyorum, ama yazmak için sizi seçtim. Seçkim sanal olabilir, Ethem Aydın övgü silahını kullanmış olabilir. Sınırınızı siz belirlersiniz, savunduğumuz sürece, o sınır sizin sınırınız olur. Siz,iyi bir öğretmensiniz. Zamanınız kısıtlı olur. Ekonomik olmak da durumundasınız.. Yanıt beklemek koşulum yok. Birey, karşısındakini kendi ölçütleri çizgisinde düşünebilirse, yaşam daha gerçekci, dahası güzel olur. Sizi tekrar kutlar, öperim. Yolunuz düşerse beklerim. E. Aydın, 24Nisan2000 SEVGİLİ DOST Sen bir atom çekirdeğinden farksızsın, öylesine zincirleme ve nükleer çıkışların var ki, düşünceye bile sığmıyor. İzotopların, nötronların, pozitronların tanıdığımız yörüngesel çizginin çok çok açığında seyrediyor. Birde demiyor musun beni karıştırın. Seni karıştırmak için senden daha deli, senden daha yörüngesel olmak gerek. Şidi daha iyi anlıyorum, seni işleme sokacak henüz hiç bir pota yok. Ben şimdi soruyorum, sen hangi ata oynuyorsun?. Şiirsellik var, resim var, ispiritüel enerji var. İnsanlık dört dörtlük. Bu güçlerin hepsini birden arenaya bırakınca, gör neler olur. Azgın boğa geliyor, matadorlar köşe bucak kaçıyor. Şimdi senden bilhassa ricam şu: Bir veya bir kaç çizgide kanalize ol, insanların seviyesine in, onları da yanına alarak yürümek daha kolay olur. Yoksa insanlar seni karıştırmaktan hep korkarlar. Hele senin buluşun olan simgeler var ki, üzerine kitap yazılabilir. Şiirlerini derli toplu ve saklanabilir nitelikte yaz, çok güzel atmosferi var. Duyguları paylaşabilmek için mektuplarında sadeliği seç, bir önceki mektupta yazılan konularla eleştirel bağlantı kur, yazılanları sorgula, fikirlerini ortaya koy ki, her mektubunuz bir bağıntısız muamma olmasını önle. En zor şey kişinin kendiyle barış içinde olmasıdır, şimdi olduğu gibi hep barışık kal. Böylece hiç bir yalnızlık sizi korkutamaz. -Herkes kendi çukurunda demet tümcesinde bir demet düşle ama, her türden kurulmuş bir demet. Seni kendimde duyuncaya kadar öperim. Eh ondan sonra radyasyon beni yok ederse ne yapayım doğrusu değer. E. Aydın, 28Kasım1992 SEVGİLİ DOST. 24Nisan2000 de sizin mektubunuza bir yanıt hazırlamıştım. Birtakım gerçek, tabanı yere basan övgüler de yazmıştım. Güzel bir rastlantıyla görüştükten sonra yazdıklarımı yetersiz buldum. Şimdi de bu dolu dolu öğretmen kimliğine hangi övgüler bağlamında yaklaşacağımı bilemiyorum. Bana öylesine övgüler üretmişsinizki, duraksamakda haklıyım. Bu yazın dili, özbedenle sözbeden arasında inanılmaz farkın, çekim alanında git geller yarattı. Bir kadeh içtim (mektup okudum anlamında), dalgalanıyorum ben,yeni yeni sevdalanıyorum ben. Evet... inanıyorum, insanın insanda çoğaldığına....! Sözvgüler beni fazla üzmez. Ama övgüler pırlantadır. Mücevherdir. Benim onları koruyacak öylesine muhkem bir korunağım yokki.... Evrimler var, devrimler var. Onlar yavaş yavaş değil midir? Vitaminlerle hormonlarla süreci değiştirebilir miyiz? Daha dün biz maymun kardeşlerimizle oynaşırken, şimdi okullu olduk, sınıfları doldurduk. İhsancığım, şimdileri biz, ideodaki insana doğru yelken açmış kürek çekiyoruz. Yekesiz, bu da bir geçek değil mi? Deniz dalgalı, ufuk alaca karanlık, sıcacık bir yürek, boralar kadar güçlü soluğumuzla, DonKişot örneği yollardayız. İyi yolculujklar Selami....! Bana yazdığınız betimlemeyi sevdim. Sizi sevdim. Böyle bir dostla kim övünmezki. Öperim. Sağlıcakla kalınız E. aydın, 27Kasım2000 CUMHUR Sana bu mektubu getiren çocuk Kars'tan Adana'ya iş aramaya gelmiş. Aç kalmış, çöp toplayıp satmaya soyunmuş. Ben onu, çöp toplarkenki ayrıcalığından tanıdım. Çağırdım, sabah kahvaltısını beraber yaptık. Ben de ilk öğretmenliğime Kars'ta başladığım için olacak; ilgilendim, konuşturdum. Kars'ın bir kasabasında ortaokulu okurken, teröristler köyü basmış, okulu yakmışlar. Güvenlik sorunundan ailece dağılmışlar, büyükler İstanbul 'da iş bulmuşalar, bu da oraya gitmek ister, ama bir türlü yol parasını doğrultamaz. Bana anlattığı böyle ama, gerçeklik payı hissediliyor. Daha önce duvarcı ustası yanında çalışmış, ama Adana'da iş bulamamış. Bulsa da sıcaktan çekiniyor olsa gerek. Eğer, denemek istersen bekçilik, ayak işleri gibi işlerde bir bakarsın. Kars'ın insanları saf, temiz, sadık olurlar, eğer kullanabilirsen. Bu çocuğun yüzü bana bunları anlattı. Bir bak, işine gelirse kullanırsın diye yazmayı uygun buldum. Öperim. (Editörün Notu: Ethem Aydın, çöp toplayan 22 yaşındaki bir delikanlıyı Istanbul'da okutmak istemişti. Oğlu Cumhur Aydın'ın yardımıyla bir iş bulmuş, (*) Canbulat ismindeki bu çocuğa kolkanat germişti. Aşağıda yer alan 4 mektup bu çocuğa yazılmıştır. Aynı tarihlerde bilgisayarına şöyle bir not düşmüş: Bugün Kars'lı (*)'yi İstanbul'a yolladım. Cumhur Aydın'a uğrayacak. (*) iş arıyor. İnşaata çalışmak istiyormuş. Yaşı 19askerliğini yapmamış, bir işe yaramasını istiyorum. 30Haziran, 1998) Ethem Aydın, 29Haziran1998 CANBULAT Senden daha küçükken ben gurbetlere çıktım. Yalan da söyledim. Belki çaldım da. Ama her şeyi yarınları düşünerek yaptım. Böylece okudum. Bu günlere ulaştım. Sen ise, nerden geldiğini, nerelere ulaşmak istediğini düşünmüyor, bilmiyorsun. O senin aldığın maaşı, hala alamayan ev geçindiren amele, memur, işçi var. Anlattığına göre, seni çöplükten koparmak, insanlar arasına karıştırmak bir sorun olmuşki, hala dönderip dönderip o günlerdeki halinden dem vurup, suçluluk duyuyorsun. Önemli olan bundan sonrasıdır. Şu halinle eline milyarlar geçse neye yarar. Ama bugünki, senin yerine gelmek isteyen çok insan var. Cumhur gibi bir iş sahibin, benim gibi bir koruyucun var. Eğer sen vefakar, kanaatkar olabilir geleceği görmeğe çalışırsan, rahatça okumuş, üniversite bitirmiş, ev kirası, yiyecek parası ödeyen kişilerden daha iyisin ve sonraları daha iyi olmağa namzetsin. Vicdanınla başbaşa kalıp, benim gibi düşünebilirsen; bu gün başlamış olduğun okulun değerini bilirsin. Yok daha çok kazanabilseydim, memlekete bir gidip bir gelebilseydim deye deye çöpçü ile olunmaz. Hem bana, "köyümüz yandıktan sonraevimiz dağıldı, bir kısmı Istanbul'da" dememiş miydin? Bakıyorumda, arka iz'in, ön izini tutmuyor. Bu kadar zahmetli günler geçirmişsin. Ama hala çocuk gibisin. Kişilik kazanmağa çalış. Yanardöner olma. Şimdi güvencedesin. Koruma altındasın. Hala sokaklarda sabahın köründe sürten gencecik insanları düşün. Bir de kendini. Cumhur bey'den okuyacak kitap, yazacak kağıt kalem iste. O'nun çocuklarında vardır. Azarazar oku ve yazmağa çalış. Yazın güzel. Anlatımın hala oluşmamış. Sen bir gün büyük adam olacaksın. Büyük düşünürsen seni gören olur. Cumhur ağabeyinle herşeyi konuş. Ama akılcı ol. O'ndan korkma. O doğru lafları da dinler, sever. İşlerinde başarılar diler, öperim Öğretmen E. Aydın, 15Eylül2000 MUHTEREM KARDEŞİM CANBULAT Ben ilk göreve Kars lisesinde başlamıştım. Kars 'lılar için iyi izlenimlerim olmuştu. Candan, mert, cömert insanlardı. Bizim gibi gurbetçilere, yemez yedirirlerdi. Giderken de arkasından gözyaşı dökerlerdi. Benim Kars'tan ayrılışımda, Vilayet, öğrenciler ve esnafların ilgisini hala anlata anlata bitiremem. Geçen yıllarda, gazetede Kars Satılık diye bir yazı okumuştum, çok üzüldüm, hükümette üzülmüş olacak ki, cümbür cemaat Kars'a gitmişlerdi, ben de gittim, çok güzel konuşmalar oldu. Başbakanından, bakanından, sanayicisine kadar hepsi, karşı kalkındırma için söz vermişlerdi. Bilmiyorum faydası oldu mu?. (*)'yle Adana da tanıştık. Seni okutayım dedim, yaşının büyük olduğunu söyledi. Görünüşe göre iyi bir çocuk. Neden gurbete düştü, bilemedim. Askerliğini yapmamış olduğu için, oturuşkun bir işe yerleştiremedim. Şimdilik İstanbul'da. Çalıştığı yer, sigorta yaptıramıyor, askerlik için. Askere gitsin dönsün sonra konuyu bir daha beraberce düşünelim. Ne iş yapıyorsun, kaç çocuğun var, onlar okuyorlar mı, geçim durumun nasıl, yazarsan sevinirim. Kars'tan buraya postayla kaşar peyniri yollamak zahmetine katlanmışsın. Çok teşekkür ederim ama büyük külfet olmuş size. Mektup yazarsan sevinirim, selamlar, selamlar Kars'a. E. Aydın, 5Ekim2000 SEVGİLİ CANBULAT Mektubunu dikkatle okudum. Ezilmişlik iliğine işlemiş. Aklın fikrin bol parada. Hesaplarını hep para üstüne kuruyorsun. Bense, seni, olman gereken çizgiye çekmek için yanındayım. Üstelik düşüncelerin, hayalin hepten tutarsız. Tutarsız bulduğum olaylar: 1. Kış günü araba yıkamağa soyunmak, bana göre, ölüme, hastalığa soyunmak olur. 2. Askerliğini yapmadan tutarlı hiçbir iş kurulamaz. Eğer düşüncelerinde içtensen hemen askerliğe başvur. 3. Şimdiye kadar kimlerle beraber oldun çalıştınsa hep hakkını yediklerini, paranı çaldıklarını, kimliğini çaldıklarını söylüyorsun. Bunların hepsi uydurma. Ben seni tanıyorum. Aklın başında. Aptal değilsin. Bön değilsin, şaşkın değilsin. Neden hep başına bu tür işler gelsin? Üzülüyorum, ama inanmıyorum. 4. 22 yaş az değil. Bu, senin başına geldiğini konuştuğun olaylar on yaşındaki çocuğun bile başına gelemez. Ben sana yol gösterebilirim, ama para, sermaye veremem. Emekli bir öğretmenim. Demekki ata sözünün anlattığı gibi: akılsız başın cezasını hep ayaklar çekermiş. Seni sevdim. Başarmanı istedim ama yararlı olamadım. E. Aydın, 17Aralık2000 SEVGİLİ (*) CANBULAT Benim yazdıklarımı yanlış diyorsun. Ben yanlış ve yalanı hiç kullanmam. Gereği de yok. Ben, düşmeğe meğilli olan bir uçağı nasıl kurtarırız diye düşünüyorum. Sen ise haktan haksızlıktan bahsediyor, haklılığını kanıtlamağa çalışıyorsun. Haklı olsan ne yazar? Ne kazanırsın? Yazılarımda hep seni düşünüyorum, senin sorunlarına dil döküyorum. Sence yazılanlar hepten boş muydu? Askere git diyordum. İş başlamak için askerlik şart. Kış günü araba yıkamak senin sağlığına zararlıdır. Fakirkimsesiz adama önce sağlık gerekir. Kusurun çok. Henüz çocuksun. Olabilir... zamanla düzelir.. Sende bir cevher gördüm, yardımcı olmak istedim. Şimdi suçlu arıyorsun. Bu da hata. Yaşlıların görevi budur. Aklını kullanır dediklerimin birincisini yapar, askere gidersen beni anlamış olursun. Yoksa her şey bağlar gazeli... Eylül'de, Aralık'ta, Ocak'ta yazdığım mektupları oku ve sakla. Sen Adana'dan akşam trene binmek için benden ayrıldın. On gün Adana'da kaldın. Güya bana gözükmemeğe çalıştın. İstanbul'a bir ay sonra vardın. Demekki ben bunları uydurdum. Hepsi yalanyanlış dersem için rahat mı olacak. Sana neyi kazandıracak. İşlerinde başarılar dilerim. Öperim. E. Aydın, 22Ocak200I (*) CANBULAT' CİĞİM Her insan kusurlu doğar. Sonraları yaşamın gerçekleriyle karşılaşınca, yavaş yavaş topluma uyum sağlar. Sen de zamanla beyefendi olacaksın. Etrafında o kadar büyük tehlikeler dolaşıyor, sen de o kadar gözükara gidiyorsunki... deme... Fakirlik suç değil ama fakirsin, fakire suç yüklemek herkesin kolayına gelir. Örnek: bir arabada çanta çalınsa, ilk hatıra gelen çalışanlardan birisini karakola çağırırlar. O da sen olabilirsin. Ölüm, kime yakındır? Hastaya yani kimsesize. İstanbul kanunsuz adamlarla dolu. Hep aranıyorlar. Hırsızı var, teröristi var, kürdü var, İran'lısı var, Ermenisi var, araba hırsızı var, katili var, binlerce suç işlemiş insanı var, esrar kaçakçısı var, adam kaçıranı var, kapkaçcılar var, hepsi işsiz, avare. Kars'tan, Van'dan, Şırnak'tan gelmiş, hepsi de kolay kazanç arar. Çok olan bir aramada, Ali'yi karakola götürseler güme gitmen an meselesi. Çünkü, yaşın genç, belli bir işin yok. Asker kaçağısın. Gurbetçisin. Seni kim kurtarır? Hayatın söner, ellerin yerinde hapislerde çürürsün. Örneği o kadar çokki... İşte ben seni böyle rastlantılardan kurtarmak için çöpçülükten ayırdım. Dahası, seni okutmağı da ben teklif ettim. Sen yanaşmadın. Ben sözümü tutardım. Okutmağı göze alabilirdim. Çünki seni sevdim. Geleceğini kurmak istedim. Benimle laf yarıştırma, yalancı, doğrucu gibi.... Gençsin, çocuksun beni anlayamıyorsun. Olabilir. Yapabileceğin ilk ve en iyi iş orduya sığınman, askere yazılmandır. Sonrasını da sonra düşünelim. Kafanı kullan. Ben senin dostunum. Bunu unutma. İyi olmanı isterim. Ya askere ya köyüne katıl. Öperim. (Editörün Notu: Bu eseri matbaaya teslim etmezden birkaç gün önce Canbulat'tan Ethem Aydın'a yazılmış bir mektup elime geçti. Canbulat, HataySerinyol'da 121.inci Jandarma alayında askermiş) E. Aydın SABANCI DOST Artık bakıyorum da tarlayı iyi sürmüyor, toprağı derinlemesine kabartmıyorsun, ama tohum yine de dolgun. Derin sevgiler yılda bir de olsa bir başak, bir çiçek veriyor, bize buna da yetinmek kalıyor. Dekan ve rektör olacağın güzel günlere, sağlık ve afiyetler içinde mutluca ulaşalım. Memleket ve millet bundan binlerce fayda bekliyor. Ailece mutluluklar diler, öperim. E. Aydın SAYIN BÜLENT ECEVİT Sizi ilk tanıdığım zaman İsmet Paşa ile karşı karşıya gelmiştiniz, tezinizin gücü, halka dönüklüğü Ecevit'e dolayısıyla Türk insanına Paşaya rağmen şans tanımıştı. Bu şansı öylesine güzel kullandınız ki, tek umut Ecevit durumuna geldiniz. Karanlık labirentlerden geçiyorduk ulusca. Ama başımızda Ecevit var diyor, paniğe kapılmıyorduk. Bindokuz yüzyetmişdörtler bir peri masalı gibi yüceltilerle gelip geçti. Daha bundan daha karanlık günler geldi. Sizin kiplikten çevirinizi okuyarak, ayın karanlık yüzündeki aracımızla bağlantımız kesik ama hep umutla bekledik. Zira lider kişiler dünyamıza sık sık gelmiyorlar. Evli evine, köylü köyüne Türk kaosu tekrar şekillenirken Ecevit bir yalnız adam rolünü seçti, direndi direndi, direniyor. Bu direniş Türk halkının anlayabildiği bir direniş değil, amaç demokrasi olduğuna göre, demokrasinin çok seslilik olduğuna göre, bir mozayik olduğuna göre, niçin çekirdeğe dönmüyorsunuz? Bir birey olarak, sade vatandaş olarak, kırılmış, yıpranmış alatlarınızla, şiirde önerdiğiniz temaya uyarak bir adım atınız, insan Ecevit'i aşınız. Bu Kadir şinas ulus sizi anlıyor, sizi seviyor, size her zamandan çok gereksinimi var, şu veya bu kişiler nedeniyle niçin ayrı baş çekiyor, bizleri umutsuz bırakıyorsunuz?. Totaliter yapılarda bile esneklik ön görülürken, siz soylu bir sosyal demokrat olarak niçin kendinizi aşamıyor sunuz? Türk halkı sizi ağzından bal damlayan bir filozof, bir diplomat olarak değil, eylemci, kurtarıcı bir lider olarak görmek istiyor. Biliyorsunuz demokrasilerde çare tükenmez, yeterki bir defa için kendinizi aşınız.! Sizi Paşanın karşısına çıkaran umutlarınızı, bir kaç baldırı çıplağın karşısında yitirirseniz, tarihin sizin içinde diyeceği olumsuz yargılar bizler içinde bir yazgı olarak, kötü bir yazgı olarak gelecek nesillere aktarılacaktır. Sıradan kişilerin iktidar olmasından ellili yıllardan beri neler çekildiğini hemen hepimiz biliyoruz. Artık sıradanlık gücünü yitirmiştir. Kalite ve liyakat zamanıdır. Örnek tek isim olarak sizden özveri bekliyoruz, bir sade vatandaş olarak çoğunluğun içine karışınız, üst tarafını kadirşinas Türk halkına bırakınız, yoksa sağdaki sinsi gizil güç, korkarımki ülkeyi, otanması olanaksız bilinmezlere sürükleyecektir. Türkiye'de sol güçlüdür, ama dağınıktır, derleyici toplayıcı bir lidere gereksinimi vardır. Saygılarımla. E. Aydın, 27Eylül1993 SAYIN KARAYALÇIN Benim kanımca, S.H.P sosyal devlet kavramını ele almalı, enine boyuna tartışmalıdır. Bir özelleştirme furyasıdır gidiyor. Her özelleştirme de tuzu kuruların daha bir serpilmelerine, bir başka deyişle kapitalizmin hizmetine sunuluyor. Bu gidişle para karşılığı olmadan, sade vatandaşa hizmet götüren kuruluş kalmayacak. Yine bundan böyle, devlette kapitalizmin hizmetine verilecek, (Millet mozağini oluşturan orta ve alt tabakadaki türk insanı, kültürel yapısını nasıl koruyacak?). Vurucu bir anlatımla, sınırları bekleyen asker, zenginin paralı elemanı mı olacak? Onun için mi ölecek? Para bir çok şeyi edinmeye yetiyor ama, milli akideyi satın almak olanaksız. Bu düşünceleri devlet başkanına yazamayız, onlar için akidenin değeri yoktur. Ama Türkiye Cumhuriyet'nin sorumluluğunu üzerinde taşıyan bir S.H.P bu basit hesabı yapmalıdır. Nerede devlet büyük çaplı bir yatırıma girse, hemen çevresi Sabancı'lara, Koçlar'a satılıyor. Nerede toprak reformu, nerede dar gelirlinin çıkarları paralelinde bir atılım? Bu yürekliliği gösteremeyecekseniz, Türkiye'nin geleceğine bir sünger çekelim gitsin.! Bugün Büyük Şehir Belediyeleri'nin başında bulunanlar hiç ama hiç halktan yana değiller, ona hiç danışmıyorlar, onu hep dışlıyorlar. Yoksa bu millet iyi şeyleri sever, iyi şeylere layık. Güney ve Güneydoğuda olaylar yürekler acısı, milleti tem edenler çocuk sorumsuzluğu içinde düpe düz yalan söylüyor, yanılgısını yeniliyor, yitirdiği güvenilirliğini bir daha yitiriyor. Murat bey, sosyal demokrasi yüceltisi olan bir ideodur. Samimiyetin, özverinin, gerçeklerin etrafında kendiliğinden çekirdek yapar, mıknatıs özelliği vardır, çekirdek sağlam bir küçük çekim bulursa çığ gibi büyümeye alestedir. S.H.P'nin küçülüşü işte bu nedenlerledir. At sineği örneği, kuyruk altına sokula sokula çekim gücünü yitirdi, yitirmektedir. Ellili yıllardan beri Cumhuriyet yara alıyor, askerin ayak seslerini onun için sık sık duyduk ve duyacağız. Eğer sosyal devletin tezelden sorgulamasını yapıp yeni ve güvenilir yapılanmaya gitmesseniz vebaliniz büyük olacak. Sevgiler, saygılar. Beni okuduğunuz için teşekkürler. Benim içinde yaşadığım sosyal demokraside halkın sesi dinlenirdi, yanıtta verilirdi. Çöp sepeti fikirlerin ilk durağı olmazdı. E. Aydın SELAHATTİN DUMAN GENEL YAYIN MÜDÜRÜ Şimdiye kadar bu ekip nerede idi? Aydan mı, yıldızlardan mı geldiniz? Bir avuç özveri sahibi genç, küçücük bir alanda oturmuş, ne kadar güzel dans ediyorsunuz.! Öyle yerlere enjektörü batırıyorsunuz ki, hantal, nasırlaşmış bünyeler bile kıpır kıpır kıpırdırıyor yazılarınızla! Devleti yönetsin diye seçtiklerimiz, o kadar yetersiz, gereksiz kalıyorlar, halkından o kadar uzaklaşmış kişiler ki, sağduyu sahibi herkes şaşkınlık içinde. -Bizi nereye götürüyorlar? diye. Ön sezilerimiz kasaplık koyun gibi kanar yolunda olduğumuzu da duyumsuyoruz. Meğer Mustafa Kemal ne kadar büyükmüş, şimdi daha çok anlaşılıyor!. Can Pulak bir donkişot kadar cesur, ama bir düşünür kadar da Munis Çelebi. Meriç köy Atası gencecik yapısıyla, deneyimli bir bürokrat. İlker Sarıer ne kadar güncel, okuduklarını düşündüklerin, nasıl da günlük akışa adapte edebiliyor! Lütfi Oflaz geliba hiç uyumuyor. Necati Zincirkıran zaten zinciri kırmış. Hele hele, o tüketici köşesindeki çıtıpıtı kız Canan Orbay, başından büyük işler kotarıyor. El hasılı hepiniz bir yaylım ateşi açmışsınız, atıyor atıyorsunuz dum...duuum, dum. Atış serbest demişsiniz gibi. Hep de hedeftesiniz tam isabet!. Tipik bir manga savaşı. Ahmet, Mehmet, ben iresi sıçrıyorum, bana mukaat ol deyip pırlıyorsunuz. İşte Türk insanı böyledir, vatanı da böyle kurtarmadık mı? Yalnız garip bir şey oldu, benim ölçütlerim bozuldu, sanıyorum ki, gün yirmidört saat. Gündeki bu hinterlantı görünce kafam karıştı. Elim tuşlarda, gözüm yaşlı. Ne olur ara sırada, tutarsız şeyler yazın da, kötü ruhların gazabından korunmuş olun. Çocuklar dayanınız, iyi yoldasınız, bu asil milletin sağ duyusu sizlerde. Öperim. E. Aydın, 9Ocak1993 DOĞAN DOST Doğuşlarda ölümlüdür. Çiçeklere pek benzerler, ilgilenilmez, zaman zaman yeni ilmikler atılmazsa, susuz kalmış gibi solar kururlar. Ben bundan sebep olaya yeniden doğuş diyeceğim Mektubunuzu alır almaz, yanıt için davrandım, kendime sormadan da edemedim. Neden? Epeyce araştırdım, uzunca da düşündüm, kendimi aşağıladığım da oldu. Ama gerçeği gizleyemeyeceğim, yazıyorum. Ben süzme bir idealistim, hayalperestim, kurduğum hayaller bana hız verir, görüş açısı verir. Bu, İspanya'da şato kurmak olsa bile mutlu olurum. Eğer böyle olmasaydı, elinizde üç telli bir fırça, aylar yıllar boyu düşlediklerinizi, esinlendiklerinizi boyamaya devam edebilir misiniz? Üç beş senede bir sergi açacaksınız da, beğeni olursa bir kaç resim satacaksınız. Bu aptallıktan başka nedir?, perspektifimi değiştirirsem. Ben ve birçokları boyayla uğraşır, hepsi de kendilerine göre birşeyler ortaya koymaya çaba verir. İnançla farklılığı arar, farklı olmaya çaba verir. Beni ele alırsak, koca sanat tarihinin içinde, kimseye sürtünmeden yürümeye çalışıyorum, böylece o kadar zorlanıyor, o kadar duraksıyorum ki, bilemezsin? Hac yolunda ölmeyi yeğleyen kaplumbağa gibiyim. Bundan önce ortaya konmuş özgün eserler, ancak bana esin kaynağıdır ama onlara benzemek asla. Yazmaya iten bir diğer nedene gelince: Siz iyi arklıyorsunuz, insanların soyut kalıcılığı, galiba bu özellik olsa gerek, aslında okullar bunu, ilk önce alfabe gibi kişilere öğretirse, toplumda anlaşmazlıklar önlenir. İletişim kolaylaşır. Zira bizler karşımızdakini konuşturmadan genelde karar veririz. Neşri hoca, iyi taş atardı, silah kullanırdı, okurdu, saraçlık bilir, dikiş dikerdi, hovardaydı, içki içerdi, çok iyi bir artistti,.... Bu benim gözlemlerin içinde olanlar, kim bilir daha neler nelerdi.? Bilirsin biz 29 sene laftan ekmek yediğimiz için, lafa bayılır zamanı körleriz. Bu düşünceyle mektubu kesiyorum, yoksa dağarcık tıka basa dolu. Özet olarak demek gerekirse, Doğancığım çok büyük adamlar ölmüşler, meydan biz çakallara kalmış. Bir Nadir efendi, bir Yaver efendi, bir Müderris hoca, Asri hoca, daha binlercesi... Seni kucaklar, işlerinizde başarılar dilerim. Dostlara selam. E. Aydın, 14Mayıs1990 DOĞAN'CIĞIM Mektubumun içine bir çakal sözcüğü düştü. Bunu yadsıyacağını biliyorum. Mut'un tanıdığımız sakinlerini göklere çıkardıkça, biz küçülürüz. O zaman sormak gerekir, bizler küçük müyüz?. Hayır dostum, biz küçük değiliz, bizlere Mustafa Kemal gibi bir kişi gelip olayı ve önemini kulağımıza fısıldasa o, meth ede ede bitiremediğimiz kişiler bizlere çırak olamaz. Demek ki, onların avantajı Mustafa Kemal'li olmak, bizimkisi de ondan yoksun olmak! Artık yapılacak bir şey kalmadı mı diyeceğiz? Buna da kocaman bir hayır. Bizler hazır lokma arıyoruz, dava adamı olmaktan nedense kaçıyoruz. İstiyoruz ki, herşey (cukkadak) yerine otursun. Sanıyoruz ki, herşey siyasetten, devletten geçer. Buna kocaman bir hayır. 1 Üç imzalı bir dilekçe ile belediye reisi Selahattin Aslan'a gidilse, Park gazinosu bitişiğindeki yer sınırları çizilmiş bir amaç için istense, hayır mı denir, yahutta münasip bir yer gösteremezler mi? Yaptınız da olmadı mı? 2 Belli sicillenmiş bir vakıf veya kuruluş ismiyle bir kitap kampanyası başlatsanız, hayır mı diyecekler? 3 Senden, benden, Sıtkı'dan biriken kitapları raflara dizseniz, bir idare servisi kursanız, sessizlik sloganlarını duvarlara assanız, bir kaç tane de satranç takımı koysanız, eksiksiz günlük gazeteleri alsanız kasabalıya köylüye okumak fırsatı hazırlasanız, memleketin ileri gelenlerine bir çay verip dertleşseniz, derman isteseniz hepsi hayır mı der? İlk kaynaklar için bankalar yardımcı olurlar, belli bir düzeyden sonra, kaynak yaratma işi gelir ki, onu da, insan oğlunun bulacağına inancım var. Yeter ki içten bir yaklaşım olsun, organlaşılsın, inandırıcı olunsun, hala çare bitmemiştir. Sonra sıra entegreleşmeye gelir. Kısa bir süre sonra yorgunluklar övülesi hale gelir. Yeter ki olaya siyaset bulaşmaya, halktan kopmamaya, ona hep inmeye gayret etmeye özveriyle devam edile. Öperim. E. Aydın, 16Mayıs1990 DOĞAN'CIĞIM Benim her mektubuma yanıt vermek zorunda değilsin, böylece sizi günlük işlerinizden soyutlamak istemediğimi vurgulamış oluyorum. Ben biraz bolca yazarım, Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a, Valiler'e, okuduğum eserlerin yazarlarına, gazetecilere. Bazen dokundurmalar, bazen iğnelemeler, bazen övgüler yazarım. Ben bir osuruğu cinliyim. Hoş da oluyor, bazen içtenlikli, öze yatkın ilişkiler de kuruluyor böylece. Bazen sizler gibi duyarlı hassas kimliklerle karşılaşmak ne büyük kazanç benim için. Üst düzey konuşmalardan, bir nevi elense çekmelerden zaman bulup sizinle özgeçmişimiz üzerine konuşamadık. Siz dört beş kardeştiniz, birini de ben okutmuştum, şimdileri kardeşleriniz nerelerdeler? lütfen yazınız. Biz ezik bir nesiliz, gerçekte paylaşak çok şeyimiz olmadığı için, paylaşacak bir şeyleri hep arar dururum çocukluktan beri. Uzun Ali'nin Ömer, Ali baba, topal Mehmet'in oğlu benim bu durumumu iyi bilirler. Evden bandırma, şu, bu aşırır onlarla üleşirdim de, sonra bir ton sopa yeme pahasına olurdu. Size imkanım oldukça kitap yollamak isterim, çam sakızı çoban armağanı örneği. Ancak lütfen nasıl eserleri okumayı sevdiğinizi yazarsanız, durum yerindelik kazanır. Geçen mektubumda ortaya koymaya çalıştığım fantazya için neler düşündüğünüzü de yazınız. Bizde 1950'lerden beri idareler halka inmekten uzaklaştılar. Onu hayvandan da aşağı tuttular, kullandılar. Bir köpeği bile üç defa aldatırsan, artık o sana dostane bakmaz olur. Bundan sebep halklar da üsttekilere sahtekar, desiseci, üçkağıtçı olarak bakıyor. Söylediğine inanmıyor, her iyiliğin altında bir bokluk olacağını sanıyor. Tipik iki örnek vermeden edemeyeğim. Geçenlerde İstanbul'da, Aksaray 'dan erken saatlerde otobüse bindim, iki vatandaşta, henüz gişeler açık olmadığı için biletsiz bindiler, şöför bilet diye sıkıştırmaya başladıyınca ben onlara iki bilet verdim, paraya davrandılar, hayır almam, bilet isterim dedim. Nasıl olacak dediler. Bir başka seyehatte darda olan bir kişiye bu biletleri veriniz dedim. Arkamda sırada yerlerine oturdular, biri diğerine, bunda bir (*)okluk var ama seçemedim diyordu. Seni kucaklar, işlerinizde başarılar dilerim. E. Aydın, 31Mayıs1990 SEVGİLİ DOĞAN Birkaç günden beri hep senin kulaklarını çınlatıyorum. Bizim işyerine bir iç şekil vermek için senin koyduğun suntaları çıkarmağa çalıştık. O vinçlerle taşınması gerekli suntaları nasıl geniş alanlara tutturmuşsun. Sağlamlık için insan üstü gayretin olmuş. Bazen çaktığın bir çivi, bazen bir vida, günlerce uğraşacak kadar betona, tabana tutturulmuş. Bu ne büyük ve ne saygıdeğer ustalık ve yetenek? Tanrı seni nazardan korusun. Doğan ben seni övmek için yazmıyorum. Senin övülmeğe gereksinim yok. Ama bu güçteki ustalar çevremizde ya yok ya da sayısı çok az. Bütün söküm boyu seni düşündüm, seni andım, gözümde o kadar yüceldinki, daktiloyu aldım bu içten duygularımı yazayım dedim. Tanrı sizler gibi yetenekleri korusun. Doğan seni seviyorum. Öperim E. Aydın, 25Ağustos1993 SEVGİLİ DOĞAN Akşam geziden dönmüştüm, bayram geldilerini incelerken, seninde bir yazını buldum. Önce ulaşabildiğimce geriye, sonra yakın günlere doğru irdeledim. Sen aslında çok iyi bir kafa yapısına sahipsin, çağdaş ve çağ üstü çizgidesin, ideotizm ve yaratma gücün var. Alternatiflere yatkınsın, bundan neden yalnız kalmaya alışman gerek. Dahası senin bunu iyi bilmen ve belleğine yerleştirmen gerek.. Hele hele anlattığın eşek hikeyesini çok yadırgadım, estağfurullah dedim. Sokrat'ları, Galilea'ları düşün, başlarına gelenleri anımsa, öyleyse -doğrular doğru olmak için zaman beklerler. Ticarette iyiydin, ama sık sık patronların çizgisini aşıyor, onları dışlamış gibi oluyordun, 195253'lerde aşık olmuştun, ama ne aşktı o, hepimiz hem kızar, hem de taktir ederdik. Hala hayranlığımızı koruyorsun. Zamanla yarışmayı iyi başarıyorsun, ama zamanın ne olduğunu, onunla yarışmanın ne anlama geldiğini, meşakkatlarını bilmiyorsun. Herşey bir anda olsun istiyorsun, bir döllenmenin dokuz ay beklemeyi gerektirdiği kuramını sollamaya çalışıyorsun, böylece tepki aldığını söylüyorsun, aslında yanlış bir yorum oluyor, kimsenin sana tepkisi yok, tepkiyi sen yorumluyorsun, seni neden, niçin kıskansınlar ki, niçin çekemesinler ki,. İki yıldan beri resim yapıyorsun, hem de iyi resim yapıyorsun, sergiler açıyorsun, bunları hep kendin değil, çok yapmak için değil! Unutma henüz insan ne abaç, ne Kavruk, ne Bakla, ne Van, ne ben, ne sen, hiçbir (*)ok değiliz. Hepimiz kendi adımıza en iyiyi araştırıyoruz, en iyi henüz belli değildir, belli de olmaması, evrensel sanatın karekteridir. Herkes bir bayrak yarışının belli etaplarını koşmakta, kimileri on saniyede, kimileri yirmi sanide, kimileri bir saatte yüz metreyi koşuyor, ama bayrak yarışı devam ediyor ve etmelidir. Bu koşuda kişisel başarılar, insan yaşı perspektifi içinde esamesi okunmaz. Bizler tanrıya binlerce şükredelim ki, rönesans öncesi ve rönesans ustaları, empresyonist kuşağın bulgularını bize ulaştırmış. Onlardan, yani geçmiş sanatçılardan aldığımız deneyimlerle kendi etabımızı daha bilinçli koşuyoruz. Sanatın ömrü, insan ömrü ile eşdeğer değildir. Öylece, daha alçak gönüllü olarak, tabanımız yere basarak gitmemiz gerek, şovla medyayla sanat olmaz. Sen aslında farkında olmadan, çevrene yüksekten bakıyorsun, aldığını sandığın tepki biraz da buradan kaynaklanıyor. Birileri aferin diyecek diye sanat yapılmaz. Sanat, duyumsal bir iç tepidir, özbeni ilgilendirir. Sergiler açılıyor, anlamı, eserlerinizi topluca denetlemek, halktan geldiğimize göre, halkın da iyi ve kötü tepkisini denek içindir. Sizler kendinizi biraz geç yakaladığınız için, Rafet de sen de, zaman kazanmak istiyorsunuz, hemen en olmak istiyorsunuz, bu doğal ama gerçek değil. Mayalar, astekler, eskimolar, kızıldereliler, mağra insanları bizi düşünerek mi sanat yapmışlardı? Sezan, Sisley, Renuar, Vinsi, Mikelanj bizim için mi sanat yapmışlardı?. Onlar binlerce ızdırabı, her şeye karşın bizim için mi, bizim maşaallah dememiz için mi çekmişlerdi?. Ethem hoca diyor ki, sakin olun, sinirlerinize hakim olun. Şova, aceleye, günce beğenilere yüz vermeyiniz, bir defa biliniz ki, güzel her yerde güzeldir, evrenseldir, yeterki üretiniz, üretmenin yakasını bırakmayınız. Sizin bayramınızı kutlar, Ayfer hanıma sevgiler, saygılar sunarım. Öperim. Şu yazı bir özeleştiridir, bir saatten fazla zaman almıştır, tahammül edip bir kaç kez okursan, sana olan, kökü geçmişte yatan riyasız sevgimi bulacaksın. E. Aydın, 6Haziran1993 DOĞAN'CIĞIM Bugün sergi davetiyenizi aldım. Çok çok hoşuma gitti. Resimlerde insana sıcacık gelen birşeyler var. Dahası istesen de istemesen de herşey görülenlerin ötesini anımsatıyor duyumsatıyor. Bari arasıra kötü şeyler yap da geleceğin güzellik beklentisini nazardan koru. Ben saygın birkaç arkadaşa hediye edebilmek için bunların 38x25 renkli fotokopilerini yaptırdım. Öylesine güzel öylesine doyurucu oldularki sorma.! Bu olayı sergi için sana da öneririm. Her eserden onar tane renkli fotokopiyi dergi salonunda bulundur.. Aslında gücü yetmeyenlerin bir Doğan reprodüksiyonu edinmelerine fırsat vermiş olursun yüzbinikiyüzbin gibi rakamlara... Öperim başarılarının devamını dilerim. E. Aydın, 15Ekim1993 SEVGİLİ DOĞAN Eh belki öğretmenlikten olacak, senelerce nede olsa laftan ekmek yedik. Diyeceksinki resim öğretmeni derste ne konuşabilir.... O da cabası... Sizin soyu öteden beri yine soycak severim. Nedenleri de içindedir. Onun için sık sık size uzun uzun mektuplar ve yazmak isterim. Yazarım da. Yanıt vermekte aristokrat davranırsın. Ben de üstelememeğe çaba veririm, ama hep içimden sana yazmak geçer. Bu yazılarım aslında bir inceleme ve irdeleme niteliği taşıdığı için zevkle de yazarım. Okuyanın yorulacağını bıkacağını hiç düşünmem. Bu günkü konu asalet olacak. Yazın Rafet Van'la Mut'ta çalışırken, ikiniz arasında bir konuşma, asalet yargısı üzerine bir konuşma geçmiş. Şimdi ben de eleştiriye katılacağım. Ama biraz da paradoksla. Eskice zamanlarda, beylere, padişah soyundan gelenlere, yaverlere, zenginlere, asil denirdi. Öyle olunca Sultan Abdal, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, KaracaOğlan acaba ne olurdu? Dadaloğlu, Köroğlu birer şaki, hırsız, uğursuz, soysuz mu idiler ? İşte ayırım burada çatallaşıyor, yol ayırımına geliyoruz. Her zaman şeridinde, bir resmi yahut yarı resmi orunların asil seçimi vardı. Bir de halkın milletin jürilerinin süzgecinden geçen asiller vardı. Bunlar anonim çizgisine mertebesine ulaşanlardır. Bence birincillerdir. Öyleyse zamanımızda da bu tür insanları aramamız akılcı bir yoldur. Müftü Nadir efendi okumuş, okuduğunu özümsemiş, insanları seven, geleceğe uzgörüyle bakabilen bir asildi. Neşri hoca, rakısını içer, hovardalığını yapar, ama dersini çok iyi verir, insanları sever, onlara yarım etmek için çabalardı. Ve O da bir asildi. Asri hoca, Mahmut hoca, Nuri hoca birer asildiler. Bütün askere giden dönmeyen hısım akraba çocuklarını o harp yıllarında başına toplayan, yedirip içiren, giydiren, okutan, okutamıyorsa bir sanat sahibi yapan, Cinci gölünden, Rodos bağından, Meydan mahallesinden, Gavur tepesinden devletin karşılıksız olarak kendine vermek istediği yerleri kabul etmeyen, bitişiğimizde sonraları Ömer efendilerin evi diye bildiğimiz binayı rumlar terkettikten sonra yine kendine verilmek istendiğinde "bunlar benim iyi komşularımdı, hukukumuz oldu" diye kabul etmeyen, 65 metrekare bir evi bir ömür boyu kullanan, orada ölen, dünya malına tamah etmeyen, Müderris Mustafa Efendi de asildir. Şu bizim Mut bu gibi nice asillerle doludur. Özellikle fakir düğünlerini şenlendiren Reşit emmi, davulcu torpil Ali, gırnatacı kör Vakkas asildiler. Asil yanları hep ağır basardı. Tatlı bir masal gibi kaldı geçmişte esrik günler. Saat ilerliyor, tavlacı arkadaşlar gelmek üzere, mektubu kesiyorum, öperim. E. Aydın, 25Kasım1994 SEVGİLİ DOĞAN Mektubunuzu aldım. Bir solukta okudum. O kadar güzel, zorlamasız, biçemli yazıyorsunki, insan doyamıyor. Aslında siz kendinizi dışlıyorsunuz. İyi okumadığınızı vurgulamışsınız. Başlangıçta olduğu gibi ben buna katılmam. Doğaçlama yazarken bir pınar gibi akıyorsun. Bilmem bunun ayırımında mısın? Ama inceleme yazılarında anlatım çok güçlü olamıyor. Bizler hocalıktan ekmek yediğimiz için hep konuşuruz, iyisini ortaya koyamayız. Yine de kritiklerimizde bazı gerçek payı bulunur. Ondan neden beni bağışlayacağınızı umarım. Deyeceğim şuki: bir kalem bu kadar güçlü olunca acaba neden yazmakta yavaş olur? Konu mektup değil, herşey üzerine yazınız. Bolca yazınız. Zira siz bir yazım adamısınız. Yerinizi alınız ister gönül. Doğaldırki hemen bir daktilo alınız. İyi bir puntası olsun her yazdığınızı en az iki nüsha yapınız birini dosyalayınız. İşte bu, pırıl pırıl yazım eseri şimdi benim elimde, ama sende olmayacak. Üzücü. Yine de Ethem'i dinle hemen taksitle yeni bir daktilo al, ilk taksit de benden olsun. Ben Ethem Aydın, kendimde olmayan üstünlükleri dostlarımda görmekten mutlu olurum. Bu da çifte mutluluktur. Bana eleştirel bir çizgide bakılırsa sıradan ve belkide biraz orta yerlerde gözükürüm. Okuduğum okulların da seçkin öğrencisi değildim. Ama yaptığım işe inanıyordum. Nasıl iyi olunur'u da öğreti bana vermemişti. Hep kendimi kalemtıraşın ağzında tutarak biryerlere geldiğimi sanıyorum. Hocalığım ise hep deney çizgisinde geçmiştir. Doğaldırki epeyce yanlışlar yapmışımdır, ilim adına, bilim adına, eğitim adına. Devreye sizin iyiliğiniz, sevginiz, saygınız girince adınız iyiye çıkmış olacaktır. Bu kısmı sessizce geçelim. Beni ben yapan etkenlere gelince resmin ve işin, bütün derslerin itici gücü olduğuna hernasılsa inanmıştım (programlarda öyle yazılmış olduğu için). Bunu hiç bırakmadım, şimdi ise daha çok inanıyorum. Derslerime hep hazırlanarak girerdim. Her zaman taze birşeyler getirmeği amaçlamıştım. Bundan neden de çok okurduk. Hala okurum. Sabahları Cumhuriyet gazetesini olabildiğince dikkatli okurum. İki saat yürüyüşten sonra, kahvaltı, bilimsel, ispirtüel inceleme eserlerini el kitabı olarak okur, not alır, üniversiteden gelen arkadaşlarla tartışır, arasıra da yazmağı denerim. Bu benim aşağı yukarı üç saatımı rahat alır. Resim sehpama oturur birşeyler çiziktiririm. Düşünürüm. Bunları hep kendim için yaparım. Gelen sergi davetleri, mektup yanıtları, aşklarım, akşamı bana dolu dolu getirir. Geç zaman gelenlerle de tavla atarım. Kalıyor yemek ve yatmak. Onuda sizler gibi yaparım deyince ve de kendimce inanınca "Ethem sen hiç de fena sayılmazsın" derim. Artı, sizleri düşünürüm, Mut'un geleceğini düşlerim, katkı için kıvranırım, Mersin'de İçel Sanat Kulübünü kollarım, eski ve sizler gibi öğrencilerimi aramak isterim. Yazları yurt gezileriyle değerlendiririm. Ben buyum. Şimdi de Mut'taki evi bir kitaplık haline getirmek için içten içe, uğrun uğrun düşünüyorum. Kimler ne kadar benimle olur onuda araştırmak istiyorum. Bilirsin deliliğin sonu yoktur. Öperim E. Aydın, 14Ocak1995 SEVGİLİ DOĞAN. Haldun Taner'i okuyana dek, selamı ben karşımdan ve çoğunlukla genç olanlardan beklerdim. O yüzden peteklerde bal eksikliği görürdüm. Sayın Taner diyordu ki, Ben selam verme önceliğimi kimselere kaptırmam. Doğru söylemiş. Böylece çok çok yol aldım, peteklerim balla doldu. Bazı yadsıyanlar olsa bile.! Taaa geçenlerde Muzaffer bey'den bir mektup almıştım. İçli ve içtenlikli bir mektuptu. Radyonun birinin başına geçtiğini yönetimde özgür olduğunu söylüyordu. Böylece boz bulanık, göz gözü görmez bir zamanda sağduyulu ve Atatürk sevgisiyle dolu bir dostun bu zor işe soyunuşu beni zenginleştirdi, umutlarıma ufuk açtı. Sana getirmek üzere biraz da kitap seçmiştim. Onlara daha biraz ekledim, Mut'a koştum. Doğaldırki, Doğan benim hem öğrencim, hem de baba dostum hem de arkadaşım diyerek kitapları sana verecek ama hocanın kullanımına açık olması koşulunu öne sürecektim. Buna neden hergün akşam mikrofon başında olunca hazır bilgilere gereksinim var diye düşündüm. Size ulaşmak üzere getirdiğim veya hocaya bıraktığım kitapları önce zimmetine al, sonra da kullanıma açarsın. Zira o kitapları almış sayılacaksın. Sabahleyin bütün kuşlar bir gürültüyle öterler. Yeni günün başlaması yaşama sevinci gibi gelir bana bu ötüş. Çünkü ben de sabahları cıvıldamaya can atarım. Bu yazım da bir cıvıltıdır. Karacaoğlan şenliklerine hazırlanıyormuşsunuz. Umarımki çaplı ve kapsamlı olur. Muzaffer beye yazdığım mektubu okursan orada Karacaoğlan 'ın kendisinden bir mesaj vardı, duyumsal. Seninle daha çok baş başa kalabilirim ama posaya mektup atma zamanıdır şimdi. İsterimki bir an önce size bu sava bu iyi haberler ulaşsın. Sizleri öper başarılar dilerim. E. Aydın. Yandan çarklı Mut'lu, 28Eylül1995 DOĞAN'CIĞIM SONUN BAŞLANGICIKASIM1996 Uzun uzun, pratikler yüklediğin disketi aldım. Dersimi aldım. Diyorsun ki, şu geçmişle hesaplaşmakla zaman yitirmeyelim, sevişelim! Çok doğru ve yerinde bir öneri. Teşekkür ederim. Senin Aralık'ta resim sergin var, davetiyenizi alıncada bunca yoğun çalışmalara ayırman gereken zamanın büyük bir bölümünü doldurduğumdan utandım. Davetiye bir posta sonra elime geçtiği için ben masumum! Yazmış olmanızın büyük bir alicenaplık olduğunun ayırımındayım. Buna da ayrıca teşekkürler. Bazen oluyor, üçyüzelli binlik bir öğrenci deneyimine karşın anten akordunda, firekansta bir sapma olmuş; bunun adına da çizgi, senin dilinde yaşlanmak dersek iyi olacak, dostluğu arındıralım çelikleşsin, öylesi böylesinden daha kıymetli olur düşünmüştüm. Hocam, zaman zaman izleri örttü ve örter diyorsun o da bir başka güzel. Artık, madde madde gündeme girmenin de gereği kalmadı, yolumuza duyumsadığımız ve düşündüğümüz çizgide devam edelim diyorsunuz. Ben de öyle düşünüyorum. Budrosların yerinde benim bir Müderrisoğlu dersanem vardı, bütün işlemlerini resmi prosüdürü yerine getirmiştim, yıllar sonra hala sayısıyla öğrenci sayısı orantılı değil diye ve öğrenci dinlence yeri, bayrak direği yok diye kapanmıştık. Ondan olsa gerek kuruluşta titizliğimin nedeni. Serginiz için başarılar dilerim. Turan Erol beyin ön yazısı çok çok doşuma gitti. İyi yolculuklar Selami...Öperim. E. Aydın, 1996 DOĞAN AKCAAKÇAM. 1919 larda; Tarsus Fransız işgalinde. Sokağa çıkma yasağı var. İşgalciler her evin gereksinimini eksiksiz her sabah dağıtıyorlar. O zaman evler tek kat, damdan dama geçiliyor ve beş on kişi bir komu damda konuşuyorlar. Yahu şu Fransızlar ne kadar iyiler, Osmanlı hiç bizi adam yerine komaz, ne içer ne yer diye dertlenmezdi. Şu rahatımıza bak, huzur içinde yaşayıp gidiyoruz der. Diğeri aklım erdiğinden beri, ne evimiz ne barkımız oldu, şu cephe şu cephe benim, kırım kırım kırılırdık; babalar dedeler gitti dönmedi, dönenlerimizde, işte gördüğünüz gibi malul, eksikli, elinden bir iş gelmez oldu. Bahtımız öksüze çıktı. Bir diğeri Donuna güvense yine savaşa girer ya... Orta yaş biri Saray Amerika'ya haber salmış derler, onları isteyen ülema da çokmuş. Çanakkale savaşlarından gazi bir topal Hepiniz iyi deyorsunuz da, şu işsiz güçsüz, damlarda, geçirdiğimiz kaçamak kaçamak buluşmamızda sizi yaşıyoruz, rahatız mı dersiniz, sonrada bu vatan bizim deyorsuz, gafes kuşu gibi durabilirmi Yörük. Şu aşağıdaki sokaklar, dereler, tepeler, Toroslar bizim değimliydi, asırlardan beri sınır boylarında ölen, şehit olanların hiç mi akılları yoktu? Şu mezarda yatanlar varya, gakıp yüzümüze tükürürler böyle konuşursanız! Bir kolu dirsekten, ayağı kalçadan olmayan ak sakallı bir yaşlı konuşur Duyup dinlediğime göre, Sarı Paşa denen biri varmış, Çanakkale'den onu tanıyanlar söyledi, girdiği savaşlarda hiç yenilmemiş, simdi de bütün yurdu kurtarmak için tekmil gavırlara kafa tutmasaymış, çeteler de onun emrindeymiş, bizlerde buralarda sivtinip duracağımıza, çetelere girelim, hiç olmasa çocuklarımızdan, atalarımızdan utanmadan ölürüz,der. Doğan o gece Tarsus'tan yirmi kişi dolma tüfeklerle çetelere katılır. Fazla duygulandı yazamayacağım merak ettiyse Karboğazı olayını tarihten oku. İster inan ister inanma, konuya neden böyle girdiğimi unuttum. Sabahleyin kağıda düştüğüm günlük program o kadar kabardı ki, hepsini kenara ittim ve işte seninleyim. Seni Mersin Lisesi'nden, Mahmudiye Mahallesi'nden, babanızın öğretmenlerle not teması istediği, bana testere talaşı ayırırsınız, daha Türklü incelikli yaklaşımlar. İyi şeylerdi. Bundan sonraki yaklaşımlarımız ise, ya doğrudan yada entegre iyilik, dürüstlük adına hep sıcak olmuştur. Tabii bu benim değerlendirmem bana görece oluyor. Siz ise, hemen hemen hep buruk ve bana dolaylı karşısın.!. Hemen estağfurullah dersen bu dürüstçe bir yanıt olmaz. Şunu da söyleyeyim, ben yalnızca doğanın ilgisiyle, sevgisiyle var değilim. Sevgisizliğiyle de yoksun kalmıyorum. Ben doğuşumdan beri sevgiyle oynadım. Ailem bunu iyi keşfetmişti. Beni tepe tepe gücümün üstüne işlerde kullandılar. Devlet, o bindokuzyüzkırklı yıllarda, savunmasından keserek bir resim öğretmeni yetiştirmeye çalışması, onun her türlü gereksinimini üstelemesi, benim için entegre bir sevgiydi; karşılıksız bırakmadım. Otuz yıl kendime dair bir çizgi çizmeden, aptalcasına, gücüm yettiğince devletin milli eğitim programları çerçevesinde, bazende programı delerek sizlerle zevkle ve zorluklarla çalıştım. Bunu da ben söylüyorum. İnanarak söylüyorum. Köy enstitülerinde ve liselerde ayrıcalıklı çalışmamla; şimdileri, sizleri görerek, bilinçsiz ama isabetli bir çalışma yaptığımı vesika edilmiş görüyorum. İstiyorum ki, nerede nasıl bir hata işlediğim ki, Doğan bıkmadan, usanmadan beni dışlamağa devam ediyor! Çünkü Doğan benim için önemlidir. Senin emekli sınıfına girmeden öncesini belleğimde bulamıyorum. Sonrasında ilk temasımız Ticaret Odası Galerisi'nde başlar. Orada senden çok senin başarını istiyor projeler üretiyorum. Sanıyorum benim en çok endişe ettiğim ve sana sık sık israrla söylediğim çizgiden kuruluş yarım kaldı. İkinci yakın ilişki, biraz ters yoruma müsait: Ak Kahve Salonların'da açtığınız iki bölümlü sergi. Bir salonda, kusursuz iyi yerleştirilmiş Doğan Akça, ikinci salonda beni özendirdiğim, öbür salondakilerle nitelik bakımından eşdeğer olmayan eserlerle birazda derme çatma dengesiz, Rafet ve Doktor'un sergisi. Siz programda belirtilen tarih ve zamandan bir gün önce açtınız, ziyaretçi potansiyelinizde yüksekti. Programlı açılsın seranomisi gereği senin salonun ışıklarını söndürttüm, giriş kapınızın önüne masa koyarak potokol kişileri oturttum. Nuri Abaç, Hasan Kavruk, Hüseyin Sevim, ve hatırlayamadıklarım. Bu bir sergiydi, ben de öğretmeniniz olarak ve sizi deneyimli seven kişi olarak, dengeyi sağlamaya çalıştım. Siz bana bir taraf gibi baktınız. Ben hepinizi, siz badi badiyken sevdim; ana babalar da böyle doğrudan ve entegre sevmezler mi, yani genede hep sevmezler mi? Buraya kadar ve bundan sonrası da senden bekliyorum, dürüst ve açık olabilirsen sevinirim. Konuşmanızı değil yazmanızı arzu ediyorum. Eğer değer bulursan zaman ayırabilirsen. Bilirsiniz bazı bitkiler yapraklarından beslenirler. Öperim. E. Aydın, 25Kasım1996 SEVGİLİ DOĞAN Alo dediğinizde sevindiğimden çok, şimdi düşünceliyim. Bana göre Doğan, eski yazının da eşliğinde, arşivlere yönelmiş tam bir dinezor Belge ve bulguların loş ışığında, iğneyle kuyu kazmaya eğilmiş, uzmanlaştıkça uzmanlaşmış, uzmanlaştıkça verimliliği artmış, artacak sabırlı sabırlı bir gönül adamı idi. Yolu belli, işi zor olmasına karşın özverisi, Mut aşkıyla yollara çıkmış yücelip gidiyordu. Mut'ta doğup; sucusundan, saracından, berberinden, kasabından, yemenicisinden, aşçısından, müftüsünden, imamından, eşrafından, memurundan, dilencisinden, hırsızından, sarhoşundan, aylak gezenine kadar herkes mutludur. Şöyle veya böyle hizmetleri olmuştur. Hepsi de sıradan değil, saygıdeğerdir. Herbirinin yazılmamış bir romanı vardır. Sırasında bir ağaç diken de kahramandır. Lütfen, elinize bir kağıt kalem alınız: En eski mezarlıktan başlayarak, başlık yazılarını okuyunuz. Önce bildiklerinizi, sonra da soruşturduklarınızı düşününüz. Hepsi de büyüktür, hizmet vermişlerdir, hatta kahramandırlar. Duygularınızın labirentlerinde yolu, doğruyu yitirmez yazabilirseniz, bu yerinde adil bir yapıt olur. Amma velakin ömür yetmez. Seçici olunca; Birinci adamı arayacaksın, sonra hiç kimse ikinci adamlığı hazmedemez. Bana göre, mühacir Şükrü, içinde bulunduğu zamanın ve toplumun tam aradığı, bir acil servisti, büyüktü. Konumu savunmaya kalksam sayfalar almaz. Gerçek payı, bir yönüyle hep vardır. Dikkat edilirse, tarihler hep yanlış yazılır. Tarihi yapanlarla yazanlar ayrı ayrı duygu, düşünce burgaçlarında konuyu saptırırlar. Yalnız Atatürk'ün büyük nutku tam bir tarihtir. Zira eser tarihi, yapana aittir. Bunu dünya da böyle söylüyor. O, dünya klasiği, Neşri bey'i, ikincil, üçüncül veya sıradan yazarsan, yanlış yaparsın, hakkını versen, gücenen gücenene.! Yine bana göre büyüklük, anonim olmakla belirir ki, ona da senin sabrın el vermez. Sizin bu hazırlığınızı, Hüseyin bana aktarmıştı ve sormuştu: Müderris hoca rakı içer miydi?!!! Cofiliyle sen güreşirken, ayağın pencere pervazına çarptı, çattt diye kırıldı. O, ne güçlü bir kırılıştı.!!!! Ethem Aydın'a iltifaten, sn hocam dersin. -Beni dinlersen bu konuyu bir araştırmaya ve incelemeye al. Benden özgeçmiş istiyorsun. Belli ki, kitaba benim abuk sabuk yazdıklarımı koyacaksın ki yanlış olur. Bu durum Hüseyin içinde öyle olacak ki, oda yanlış. Bizler henüz yaşıyoruz, olduğumuzdan çok, oluşacağımız da hesapta olmalı. Henüz erken. Hem bizler Mut'lu bile sayılmayız. O sevgili Mut'a ne verdik ki.! Bir, sevgili Doğan'ın yanında esamemiz okunsa ayıp olmaz mı? O, hakiki bir Mut hemşerisi, özverili bir isimsiz kahramandır. Soruyorum; Gerçekleri bu açıklıkta yazabilecek misin? Yine soruyorum; Neden kitap yazıyorsun? Arşiv için kimse para vermez. Satmak için yerel anılara, derlemelere gir. Arap Reşit'in düğün çekişi, berber Fuat'ın zeybeği, Hüseyin'in, Alaaddin'in doğmatik espirileri, alonun küfürleri, Mut'un sarhoşları, v.s.v.s. E. Aydın, 7Haziran2000 SEVGİLİ DOĞAN Kaos başlangıçtan beri genişliyor. Bilgi ve bulgular arttıkça tanrı da dahil herşey sorgulanıyor. Yeni yeni kavramlar önümüze geliyor. Biz yadsısak bile içinde oluyoruz. Din kitaplarına bakarsanız, yaşamın, ölümün de bir anlamı geniş boyutta ortaya çıkar. Anlam bilim, göstergebilim, evrensel insanı hedefler. Evrensel insan, doğayı kullandığı ölçüde, ona katkıda bulunmasını amaçlar. Zaten kuramın iç entegrasyonu da bunu buyurur. Doğayı yokettiğimiz sürece, bilim de, sanatta yoksun, öksüz umarsızdır. Kulağına geldi mi bilmiyorum; Mut'ta bir ağaçlandırma seferberliği başlatmak üzere, şubatta orman bakanlığından başlayarak, orman idareleri de dahil, belediye başkanlığına, kaymakamlığa yazışmağa giriştim. Önce;her öğrenciye bir ağaç (yeri belediye gösterecek) bankalar, tüccarlar, sivil toplum kuruluşları (yeri belediyeden, hazineden). Dikilen ağaçlar park olarak, amirlerin denetiminde gelişerek korunacak yenilenecek, onların piknik alanı olacak v.s. . Sağolsunlar hepsi de sıcak baktilar. Ama başlatamadık. Sivil toplumların yaptırım gücü yoktur. Kamunun ilgisini çekebilmek için; Sinektepesi, Palantepe arasına bin fidan dikilmesi için harcını yatırdım, bir "dikildi paftası" yollamışlar. Şimdi de, Deveci'nin arkasındaki tepeyi yeşillendirmeği hedefledim. Sonbaharda başlatmağı düşünüyorum. Olasıki, sizler yardımıyla, Mut'lu duyar "ya bu, Ethem Aydın'ın eti ne budu ne? haydi biz de, bir yerinden yeşertmeğe başlayalım" deyen olursa, ben de mutlu olacağım.! Bu tümce, yazımın evrensel içeriğiyle bağlamlıdır. Sanaldır, utopiktir, çocuksudur ama gerçeklık payı yüksektir. Bir ağaç diken faydasız yaşamamıştır. Size saygı duyuyor öpüyorum. E. Aydın SEVGİLİ DOĞAN AKÇA (Editörün Notu: Bu mektup Mersin Liseliler Derneği 'nin yayın organında "Atatürk'ün öğretmenlerinden: Ethem Aydın." başlığı altında yayınlanmıştır.) Mersin Liselileri Derneği'nden, 28/Ekim/2000 de, geleneksel buluşma gününde, retrospektif bir resim sergisi açmam düşünülmüş. Çok kıvanç ve mutluluk duydum. Ben otuz yıl, görev bilinci gereği olarak çalıştım. Bu bana emek veren veren devletimin Milli Eğitim Politikası gereği idi, çok da yerindeydi. Orta Öğretim programı bir bütündü, işbilgisi, resim, yazı bu bütünün birleştiricisi, kan dolaşımıydı. Böyle inanmıştık. Her dersin oluşumunda şöyle veya böyle bir vazgeçilmez yerimiz vardı. Ama anonimdi. öğretmeyi üstlenmiştik. İbadet gibi bir şeydi bu, kutsaldı. Öğretim programı içinde görevimiz ağırdı, bilincindeydik. Resim de yapıyorduk, sergiler açtık ama biz öğretmeniydik. -Öğretilebilenin öğretmeniydik. Sanat ise, ebruli ebemkuşağı, dolaşık yumaktır. Kural ve kuramları kendisi, kendi içinden üretir. Ne kadar sanatçı varsa o kadar da sanat hep vardır, var olacaktır. Sanat, sanal, göreceli bir terimdir. O da Einstein konusudur. Ata nal çakıldığını görmüş, kurbağa ayağını uzatmış gibi olmaz mı? Hala bunu böyle düşünmeyi sürdürüyorum. Doğan'ın sesini duyar gibi oluyorum: Hoca be, ne kıvırıp duruyorsun, bu sergi açılacak. Bu senin laf kalabalığının anlamı ne! diyesi. Herkes bir yol tutturmuş, işine bakıp gidiyor. Bu marazi düşünceleri nerden üretiyorsun, düzene uy gitsin diyesi.. İşte, benim düşünce biçemim hep böyle. Bundan neden ilk göreve atandığımdan buyana başıma gelenler; doğru bildiğim yanlışlar yüzünden dertli, zaman zaman da umarsız kala kala yol aldım Sövgüleri kolay hazmediyorum, ama o, övgüler yok mu? Beni yerden yere vurdu. Uykularımı, günlük yaşamımı allak bullak etti. Sıradan bir taşra çocuğu olarak, 1944'de Kars lisesine atandım, yemyeşildim. Bir beyaz Rus kızına aşık oldum, baktım post pahalı, askerliğimi istedim. Görkemli bir devlet göreviyle uğurlandım (ödül1). Bu kadar tantanayı sindiremedim. İki ay sarılıktan yattım. Bornova Topçu Tümenine verdiler. Bir kaç ay sonra Missuri zırhlısı İzmir'e gelecek dendi, kem küm Fransızca biliyorum diye, komutanlık beni kordiplomatların zırhlıya götürülüşü için görevlendirdi. İtirazım kabul edilmedi. Bereket geminin tercümanı Türkçe biliyormuş. O bana söylüyor, ben merdivenden aşağıya bağırıyorum. Üstün başarı ödülü2. Yine günlerce dengem bozuk. Bir askeri tatbikatta, iletişim düzeni ve hedefe isabetten ödül3. Terhis oldum Ankara'ya geldim. Bakanlıkta (erken terhis olduğum için sivil elbisem olamamıştı) asker elbisesiyle koridorlarda dolaşırken beni, otoriter düşüncelerine yatkın buldular.Ter cihli, anlaşmalı Düziçi köy enstitüsüne gönderildim. Sene sonuna doğru, okulda meşhur bayrak olayları başladı. Öğrenciler linolyum baskıyı ben öğretmiştim. Olaylar benim üzerime kayma eğilimi gösterdi, acele İvriz'e verilmemi istedim, gittim. Tercihliliğime dayanarak, tekrar Mersin lisesini istedim, sizlere kavuştum. Sessiz, sakin yaşayıp giderken, parasızlık, geçim sıkıntısı canıma tak etti. Dersane açtım, bir kaç kuruş kazanınca, ticarete soyundum. Baktım ki para saymayı beceremiyorum. Ticaret kusurluluğumu böylece anlamış oldum. 1960 Askeri darbesinde, öğretmenliğe dönüş için başvurdum, Osmaniye'den başlayarak, Adana 'ya gelebildim. Orada sağır ve dilsizlerle ilgilendim, yetiştirdim, sergilerini açtım (ödül4). Altınkoza nereden çıktıysa yılın sanatçısı seçti. Ödül5. Mut kayısı bayramı şenlikleri nedeniyle, Rafet Van'la yaptığımız Röliyef ödül getirdi. 6. Hemşerilik beratı verdiler, ödül7. 1955 'te Türk Hava Kurumu'nca Mersin'de açtğım model uçak kursları, Türk kuşu planör kampına, yüksek ehliyet için yolladığım öğrencilerin sayısal çokluğu nedeniyle verilen ödül8. İçel Sanat Kulübünce verilen onur belgeleri, 9. Birileri tarafından bana yönlendirilmiş övgülerdir. Bana göre tabanı kaygandır. (hele hele zaman içinde erezyona uğramışsa) Mersin Liselileri Derneği'nin, lütfettiği sergi çağrısına nedense çok sevindim. Sanki işbilgisiresimyazı öğretmenliğinden kayhalanan bir övgü gibi duyumsadım yorumladım. Böylece duygularımı seninle paylaşmak istedim. Ayrıca organizasyonun da size bırakılmış olması, geçen öğretmenlik süremin tanığı olmanızla yüreklendim. Sizi öper, sağlıklar diler, kolay gelsin derim. Programın oluşumunda, düşündüğünüz, sormak istediğiniz bir şey olursa, alo derseniz yeterli. Not: Bugün Rafet geldi. Çok geniş sevgi yüklü düşünceleri var. Ama gerek iç gerek dış huzuru endişe verici. Sizin örgünüze, gücünüze güveniyorum. Kolay gelsin. E. Aydın, 5Ağustos2000 SEVGİLİ DOĞAN Çoktandır mektuplaşma huyunu bir kenara koyduk. Elbette bizce anlaşılır ve anlatılabilir gerekcelerimiz vardır. Dün bilgisayarın belleğine baktım. 800 satır, Doğan'cığım için,özene bezene yazılmış, övgüden öte, öngörülerle dolu. Doğrusu ya, Doğan'ı severim, yitirmek de istemediğim için belleği iyice tekrar inceleme gereği duydum. Biz Mut'lular biraz nane molla yapılı oluruz. Dikkat edilmezse soluveririz. Mart içinde Hüseyin bey Adana'da sergi açıyor, gelmeği düşünürseniz haberleşelim. Belki de ayrıca bir ilgi yaratırız. Adana piyasasında çok tutan bir kitap yolluyorum beğeneceğinizi sanırım. Öperım E. Aydın , 27Şubat2001 DOĞAN HEMŞEHRİM. Bu sabah kıymetli mesajınızı aldım. Anladığıma göre; babam ve ben, sizin çalışmalarınızı, farkına geç varmış olsam da, aksattığımı anladım. Özür diliyorum. Babamın şeceresini incelemeğe zamanım olmadı. Gerek de duymadım. Ne kadar okumuş, Mısır'da yıllarca neden kalmış, bilmiyorum. Biraz mürekkep yalamışa benziyor. Elindeki ciltler dolusu acemce arapca kitapları vardı. Nadir efendi amcayla oturup uzun uzun okurlardı, hutbeler hazırlarlardı. Sanırım kitapları müftüzade Hüseyin efendiye geçmişti. Son zamanında ben dışarlardaydım, ilgilenemedim. Medresede çalıştığı için olacak, "müderris hoca" derlerdi, severler sayarlardı, Atatürk'cüydü, bu kadar bilgi yeter bir fani için. Yanlış,abartılı bilgiden de kaçınmak gerek. Yerli yersiz abartmış olabiliriz. Bana gelince; zamanın şartları içinde tökezleye tökezleye okudum, resim öğretmeni olabildim. 30 seneye yakın, devlet bana maaş verdi, ben de elimden geldiğince çalıştım. Size zaman zaman yolladığım buroşür ve dergilerde abartlı yazıları okudunuz, siz de benim gibi, çok abartılı övgüleri gördünüz, okudunuz, belki de içinizden alaylı alaylı gülümsediniz. Kez ve kez benden kaynakca istediğiniz için elime geçen üçüncü kişi anılarını size yollamıştım. Size sır gibi sunduğum bazı düşüncelerim oldu. Onu da kullanmazsınız olur biter. Bunları, yani bu övgüleri ben yazmadığıma göre,sizin de bağışlayıcı olmanızı beklerim. Sizden, isteğim; babama ve bana ait bilgi ve belgelerle, zaman yitirmeyiniz, kitap hazırlığınız aksamadan sürsün. Sizi zorlamasın. Araştırmacı dostuma kolaylıklar diler,teşekkürler ederim, sizleri seviyorum, edimlerinizle övünüyorum (Babamın bir fotoğrafını bulmağa çalışacağım.) E. Aydın, 4Haziran2001 1937 DOĞUMLU GÜNDOĞAN (*)'YA 1920 DOĞUMLU ETHEM AYDIN'DAN İLETİ Sevginin hası konuşmaya açık bir kapıdır. Ondan neden yazıyorum. Sokakta birisi, Hey salak çorabının teki siyah, teki beyaz dese döner bakar güler teşekkür ederim. Adımı bilmiyor der geçerim. Yetmişli birisi Babalık nasılsın dese, iyiyim dedeciğim der geçerim. Güzel bir kız, markette buyur dedeciğim dese, hanım nine, bana şu maldan ver derim. Arasıra, ben o kadar yaşlı mıyım diyen olur. Tekrar ederim, ben o kadar yaşlı mıyım.! , yazısını boşuna yazmadım. İronik ve elejik diyebilirsiniz, ama özde has ve geçmişi olan veya olması gereken has sevgi'yi vurgulamak için uzun uzun örnekler eşliğinde size ulaştırılmıştır. Siz ise bu iletiye tepki olarak, akıla hayale gelmez küçük yanılgı urbalı hatalara fırsat veriyorsunuz. Aslında bu da sevginin bir türüdür, 'negatif sevgi'. Hani çocuklarımız, öğrenciler ilgiyi üzerlerinde tutmak için negatif sevgiye sık sık baş vururlar. Siz de, ben de bunu iyi biliriz... Bana gelince; öğretmenlik sevgi ve sabır mesleğidir. Sizlere de bir sözcük fazla öğretebilmek için; velilerinize, okul idarelerine, devlete rağmen; kulak çekip, tokat vuracak kadar aptal ve doluyuz. Geçmişimde, sizler gibi yalın, övünecek kaynaklarım vardır. Yine sizlerin nezdinde olduğu gibi, toplum içinde seçkin yerimiz olmuştur. Yaşam dediğin nedir ki, Gündoğan bile 61 yaşına gelmiş. Önce seninle, sonra da sanatta ulaştığın ve ulaşacağın çizgilerle övünüyorum. Öperim. E. Aydın SEVGİLİ DOĞAN ATLAY İyi insanlar, hatta iyi nesneler, hiç bir zaman "ben iyiyim" demez. Bazıları vardır ki, "örneğin benim gibi" hep kendini iyi sanır, hele hele bir iki kişi de "sen iyisin" dediyse, kuyruğu daldan inmeyiverir. İşte dünyanın düzensizliği, endazelerin tutarsızlığı hep bu kendini bir (*)ok yerine koyup öyle inananların yüzündendir. Öğrenciliği hatırlamadığım, bir kaç yıldan beri keşfettiğim kuytuların menekşesi bir dostum var, arkadaşım sırdaşım oldu, tanıyacaksın "Doğan Atlay". Bana arasıra lütfeder mektup yazar, bazen bir sayfa bazende yarım sayfa ama hep bir angarye içindeymiş gibi, çekiniyormuş gibi, sayıyormuş gibi izlenimler yaratmaya bayılır. Bende o zaman daha çok şakır daha çok "büyüklere değilde küçüklere masal" yazmaya başlarım. Şişirilen balon üzerindeki şakiller gibi birbirimizden hep uzaklaştığımızı duyumsarım. Bilirsin sevgi nötür bir şeydir, alınıp satılamaz, hep verilir, insanlık sevgiyle ayakta durur, onun için vardır, ondan hep güzel ve görkemli yarınları bekler. Bizler geçiciyiz, yarınlar vardır, milyarlarca yıllık insanlık tarihi böyle oluşmuş ve böyle oluşacaktır. Acele edip yarınlar için, yarınki insanlar için, çocuklarımız için, kullanımlı ve kalıcı birşeyler yapmaya çalışmalıyız, biz küçük insanlar. Yoksa adımız, şayet anılacaksa ki bu bir umudur, hiç olmazsa "doğdu ve öldü" diye anılmasın!. Seni çok sevdiğimi bileceksin, yazdıklarımın seni şartlandırdığından bilincindeyim, hatta sıktığını da düşünürüm, ama bunu da bir yerlerde etkileyici, kışkırtıcı olduğunun da bilincindeyim. Gerekli buluyorum. Dostlar eğer yaşamı, yaşamaya değer kılmak isterlerse ki bu endiklemekle olur. Seni öperim. Dostlara selam, saygılar. E. Aydın, 20Ocak1996 Adı Muzaffer Utkusu zafer. Böğründe kılıç Neler neler neler Beni sucukturamadığın için serbes yazacağım. Sizden üç şey isteyeceğim: 1. Mektuplarınızın kenarında dosya deliği için yer bırakmanız 2. Gıçında ağarmadık kıl kalmamış bana ağabey diyorsun 3. Düşümde kalan yitik beldeleri gezeceğin zaman bir daha bana alo dersen kıyamet kopmazdı. Kahve döğücüye hıng deyici gerek. Doğan'la sen aslında Allah'ın bir domuzluğu sonucu berabersiniz. Alçak gönüllü, şov yapmayan, övünmeyen, ama yaşadıklarını vesika eden, geleceğe sonsuz hizmetler sunan isimsiz gönüllüler .! Dahası hiç ayaklarını yerden ayırmayan asil bir karekterinde örneği kılmış. Ne mutlu size, ne mutlu Mut'luya, ne mutlu o beldelerde yaşamışlara (*) Bizim kitap ciltleri eline geçecek biraz bekle. Doğanı ve sizi öperim, kutlarım. E. Aydın ALIŞIM DOSTUM Bugün Nisan'ın 22'si, dün galiba 21'i idi, yarın ise 23'ü olacakmış. Olunca göreceğiz. Arkasından eli bıçaklı tanrı geliyor. Koyunlar düşünsün!. Yüz binlerce yıldan beri gök gürlüyormuş, ilkler bu karmaşık gümbürtüyü korkuyla, saygıyla karşılamışlar ve birilerinin tehdit ve korkutma çığlıkları sanmışlar, her şimşek çakışta çil yavrusu gibi kaçışmışlar, inlerinin en derin köşelerine gizlenmişler. Ertesi günler güneş, güzel barışkan havalar, daha sonra bir tabak gibi ayrıntılara sokulan fırtınalar. Tekrarlarında bunların yıkıcı değil uyandırıcı, uyarıcı oldukları olduklarını duyumsamışlar. Akan zaman içinde, nedenler nedenleri getirmiş. Korkunun yerini önce saygı, sonra da sevgi almış. İnsandaki ilk tanışmalar gibi. Sevgi çoğalınca ayrıntılar da çoğalmış, umutlar, beklentiler yoğun sis bulutları gibi objeyi sarmalamış. Dış doğa artık iç doğanın duyumsal, binlerce çeşitli iyiye dönük ürpertisinde deniz hareketleri gibi yıpratarak ve okşayarak çalkanmış durmuş, durmamış sürmüş gitmiş. Doğayı artık tanıyoruz. Yağmurdan, fırtınadan sonra güneş olacağını hesaplayabiliyoruz. İnsan doğası ise henüz hesaplanamıyor. Papatya falı güvencemiz oluyor. Güzeller güzeli papatyayı yaprak yaprak yoluyoruz, seviyor, sevmiyor Geride bir yığın taç yaprak, gizemi yok olmuş çöp yığını!. Sanat tarihine bakılınca tunç devri çok önemli ve kalıcı eserlerle donanmış vede gelişim yüklüdür. Öyleyse tunç neden bu kadar tutulmuş hala da tutuluyor. Heykel deyince, hatıra o gelir, sağlamlık da cabası! Bakırı tanıyoruz, mukavemeti az havayla teması iyi sonuç vermez, ama kalayla karışınca işler değişiyor, asaletine ulaşıyor. Onun için ve daha bir çok sebepten dolayı ben tunca tutkuluyum, asil bir birleşimdir. İtibar bakımından da altından daha çok hayata ve güzelliğe yatkındır. Altın ise hep varlığı, ticareti destekler. Bir de gülen, sevinçli, güleryüzlü, güleç olunca, alışıma bu niteliklerde girince, değer yargısı azıcık da olsa gelişmiş birisi, nasıl aşık, hem de sırılsıklam aşık olmasın ki? Güncel işlerinizde, özde sorunlarınızda başarılar dilerim. E. Aydın, 22Nisan1996 SAYIN ERTUĞRUL KARAGÖZ Bir gün, bir dostumuz, "seni bana methettiler, aslı var mıydı" dedi. Düşündüm, haklı olarak verecek yanıt bulamadım. Nasılsınız, iyimisiniz, sizin seçildiğinize sevindim, gibi, ara nameleriyle geçiştirdim, yeni tanışıklıklar, hal hatır sormalarla, konu ve odak noktası değişti, söz değişti ve sergiden ayrıldım. Yedi ay geçiyor; bu sorunun bana niçin yöneltildiğini arıyorum. Üniversitede, eğitim fakültesi, felsefe gurubu üyelerinden bir gönül erini akşam çayına davet ettim. Sohbet koyulaştı. Durumu ayrıntılara inmeden açtım, iletişim eksikliği tanısı koydu. Kaynak kitap rica ettim, ertesi gün iki kaynak kitap göndermişler. Anlambilim, Pierr Guirand, Anabilimi ve Türk Ana bilimi, Prof. Dr. Doğan Aksan. Birincisi Fransızcaydı, gücüm yettiğince okudum; anlamadığım gibi, haklı olarak lisan bilgimden kuşku duydum. Sevgili Bedri Rahmi Eyüpoğlu boşuna dememiş: "Bir dili öğrendim demek için, ana avrat küfredebilmelidir". İkinci kitap ise, Türkiye'de Türkçeyi doğru konuşan, anlayanın az olduğu savı, kafamı iyice karıştırdı. Türkçemiz, tarihin katmanlarından süzülerek, arınarak gelen, çok çok güçlü, zengin bir dildir. Otuz sene Türkiye Cumhuriyet'i liselerinde öğretmen olarak çalışacak; şöyle veya böyle, 30.000, öğrenciyle iç içe; iletişimsiz eğitim yapacaksınız.!!! Hem de, adınız başarılıya çıkacak, ödüller alacaksınız.!!! Mersin Devlet Güzel Sanatlar galerisinde, bire bir, ilk karşılaşmamızda, İçel Sanat Kulübü seçimlerinin sonrasında, bana yönelttiğiniz tümcenin, anlam bilim olarak içeriği neydi? Bana yazmak lütfunda bulunursanız sevinirim.Saygılar. E. Aydın, 10Ağustos1999 HİLMİ'CİĞİM Uzun süredir haberleşemiyoruz. Bizim insanlarımız renkli simaları sever. Asri hoca bunlardan birisiydi. Fikirlerine kızan severdi, beğenen severdi. Rahmetli iyi fikir üretirdi, olumluolumsuz. Sıtkı bey'in babası Yaver efendi de böyleydi. Ama Yaver efendi Asri hoca'dan farklıydı. Bir defa sindire sindire bir okumuştu. Fikirleri geniş kapsamlı, kendi yaratısı o şartlar altında uygulanabilirliği olmaya özdeş şeylerdi. Senin seviliş nedenin ise pek farklı değil. Türkiye 'de senin görevinde sürüyle insan var. Ama içlerinde bir de giydiği urbayı doldurup dışına taşan Hilmi var.! İşe başladığı günden beri hep çapından büyük işlere soyunmuş, halk bilgisine gönül vermiş, derinlemesine konusunun labirentlerine dalmış, özveriyi sergilemiş biri. Elbette seven de sevmeyen de türlü nedenlerle olacak. Yaşamın anlamı da bu değil mi? Dergi benim elime çoktandır geçmiyordu. Bu gün postacı ile eski ve aşina bir dost gibi masama geldi okudum. Sıtkı Soylu'nun yazısında bir şey ilgimi çekti. Kulağı kesik davar besleyenler köpeğin kulağını keserler. Nedeni, köpek kulağının üstüne yatar, çevreyi duymaz diye. İkincisi Doğan'ın yazısında; daha derinlere inilecek, bilimsellik çizgisine de uyan çok nüans var, sürdürsün. Gündüz bey, Tarsus'u vermeğe çalışmış ama çağdaş mimarlarımızdan Nuri Abaç'ın da Tarsus'ta güzel bir eseri var. Ondan bahsetmemiş. Üçüncüsü, Köroğlu olayına, Memişoğlu bir balka türlü yaklaşmış. İçel Halk kütüphanesi için bağışları hep açık tutunuz. Kasım ayı ile bugün arasında iki ay oluyor. Ben de bir iki resim vermek istiyorum. Ayrıca biraz da kitap seçeceğim. Zaman veriyor musunuz? Veriliyorsa nasıl ulaştıracağım.? Sana Sağlık afiyet başarılar dilerim E. Aydın, 11Ocak1993 HİLMİ BEY DOSTUM İnanıyorum, büyük bir sorumluluk altındasınız, dahası Türkiye genelinde bir emsali bulunmayacak kadar çalışkan ve de başarılısınız. Başrınızın sürdürülmesi için size sağlık dilerim, Tanrı yardımcınız olsun. Amin. Mektubunuzda öğrencisine vereceği notu kararlaştıramamış bir öğretmen havası var. Sizinle azınsınamayacak bir geçmişimiz oluştu sanıyordum, her karşılaştığımızda da, iltifatlar yağdırmanıza karşın, ikircimliliğinizi sezinlerim. Bundan neden olsa gerek, hala ismimi bile yanlış yazıyorsun. E T H E M.. Kendimi biraz olsun anlatmak gereğini duydum, hızlı vasıtaya binmeyi sevmem, mümkünse yürürüm veya eşekle seyahat ederim. Yavaş yavaş yürür, doğayı herkesin gördüğünden ayrıcalıklı, detaylı özümlerim, olayları da öyle. Programları bağlayıcı, kısıtlayıcı bulurum. İstediğim zaman, istediğim olay veya obje üzerinde zaman yitirmekten korkmam. Bilimlerin hepsini ayrıcalıksız severim ve ilgi duyarım. Seçtiğim dal gereği bütün ilimlerle iletişim kurarım, belli ve kendime görece bir felsefem olmuştur. Felsefeme saygılıyım, bohem yapılıyım, ayağımı topraktan kesmemeye çaba veririm, bundan sebep çevrem bana zor insan der. Seranomiler benim için bir işkence olur. Size garip gelecek ama, ilgi alanım içinde başkalarının söz sahibi olmasını istemem. Onun için herhangi bir yarışmada beni bulamazsınız. Bildiğimi çok iyi bildiğime inanır ve öyle sanırım. İradem izin verdiği oranda sıradan vatandaş gibi olmaya, davranmaya, aşağılık duygusu denecek kadar uyum sağlarım. Bana layık görlen irtifaları daima kuşkuyla karşılarım, ben bu muyum diye sorarım.? Krallarla gezer, halka ait hasretimi yitirmemeye çalışırım. Bundan neden, anlayışlı sevgi gösterilerini redederim ve az sevgilim olur. Rahatsız da değilim. Kendi iç yargım önünde verdiğim hesaplar hep yüz ağartıcı, gerçekte olması gereken gibidir. Yazılarımı beğendiğinizi söylediniz, teşekkürler ederim, eğer buda bir iltifat değilse. Böylece yazım aileniz arasına girmiş. Büyük mutluluk. Öyküleri resimleme istencenize gelince, elinizdeki dergiyi biraz israf etmiş olmaz mıyız? Size yolladığım her yazı yayıma uygun olsun diye kuşa dönmüşlerdi. Altıparmak nenenin masalları, neredeyse bir kitap olur, basit bir örnek. Belki Mersin'in kurtuluşu nedeniyle, yayına girer umuduyla size bir yazı daha yolluyorum, bir bakınız. Hazırlamak bizden, fırsat vermek sizlerden. Öperim. E. Aydın, , 9Ağustos1994 HİLMİ BEY DOSTUM Zaman sevişme vaktidir. Akıllı ol Ethem dedim. Sözümde durarak size bir özür dileme betisi yazıyorum. Eğer ilginizi çekmişse, size hep yazmak isterim ve yazarım da, siz hiç yanıt vermeseniz bile... Emek verdiğiniz, ömür koyduğunuz işin özünü ve nedenli önemli ve netameli olduğunu biliyorum, siz aslında bir Don Kişotsunuz. Ülkeyi, geçmişini, geleceğini seven kişiler, ya azaldı, ya bitti, yahutta gözlerine perde indi, basiretleri bağlandı. Biz sanatla uğraşanlar, konumları gereği geçmişte, günde ve yarında gezinen canlılardır. Toplum bunları hep dışlar, zira oturuşkun bilim düzenine, kerat cetveline uyumları olmaz. Bütün bunları bilerek, inanarak sizi seviyorum, hiç de karşılık beklemem. Bu yukardan beri anlattığım gerçekler gereği, karınca kararınca yardımcı olmak görevimizdir. Dergiye bir kapak hazırladım. Eğer beğenirsen ki, ben beğeniyorum, derginin içeriğine uyan bir sayısında basılırsa sevinirim. Yine eğer onaylarsanız, kapakta basılmasını, bu size yolladığım renkli fotokopi gibi yapabilirsiniz, Adana'da var. Gerçek nedenlerle olamaz derseniz, sepiye yani kırmızıya kaçar kahverengi üzerine basılsın. Gelelim sizdeki mektuplara. Onların bazılarından, sizinle olan hoş beş sohbet bölümleri çıkarsa, sanırım kültür ağırlıklı vasat ve beğenilen bir yazı olur. Böyle birkaç tane olacak. Dahası, istenirse yenilerini de üretebilirim. Diyeceğim yanındayım. Size sağlıklar diler öperim. Fikirleriniz için bir alo derseniz iyi olur. E. Aydın, 20Ağustos1994 SAYIN HİLMİ DULKADİR Bir dinazor, bir kelaynak, nedense saygın medyanın dilinde uzun süre dalgalandı durdu. Benim anlayabildiğim kadarıyla, çağlar içinde, iriliği ile ünlenmiş sanal bir yaratıktır dinazor. Nitelikten yoksun. Yine yaşanan yakın zamanlar içinde soyu azalmaya yüztutmuş bir garip kuştur kelaynak. Yine nitelikten yoksun. Bu çıkarmam doğruysa, bu denli kavi, direngen oluşlarında nitelik olgusu tümcemizin neresine sığacak? Yani Ethem sana dinazor deyesi...!!! Kızmadan, incinmeden beni dinle, yanlışım olursa bağışlamanı umarım.: 198586 da, Mut'un Çınar altında, pıprıl pırıl, gencecik, uzunca boylu, gösterişten uzak, yepyeni projeleri olan bir beyle tanışmıştım. Onu, 1987'de Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğünde "İçel Kültürü" dergisinin ilk sayısının coşkusu; onu bekleyen gerçek, bana göre dağlarca sorunları, Donkişot örneği, değirmenlerle savaşa aşarak, işte milenyum'a gelindi..! Buna evet mi, hayır mı? Kahramanı, övgülerden, bencil sevgilerden soyutlayarak, gerçekçi yargıya varabilmek için, bir cilttenonikiye, onüç cilttenyirmidörde, yirmibeş cilttenotuzaltıya kadar satır satır okumam gerekmiş. Seve seve, soluk soluğa okuyorum. Aynı parkurda koşan, aynı sorumluluklarla yükümlüler arasında, Hilmi Dulkadir bana çok çarpıcı geldi.! Çok farklı bir benzetide bulunabilmek için; çağlar ötesi, ulaşılmaz bir isim buldum . Sonra düşündüm ki, dinazor yaşamıyor. Yaşayan bir ucube ararken aklıma kelaynak geldi. Deyesi değil dedi. Genelde övgüler, yaratılışı eksikli kişileri yere vurmak için kullanılır. Ama Hilmi, edimlerin beşiğinde volta vururken, sessiz ve derinden, güvenli adımlarla yürümeyi nice nice deyimlerle yürürken, bu övgülerin besleyici olacağını düşünüyorum. Mut doğumlu birisi olarak, bu övgüyü yazmayı, ödenmesi gerekli bir borç biliyorum. Yazıma değin iki de, halk yaratısı sunuyorum: Peygamberler, ırmak kenarında balık avlıyorlarmış, bol bol koca koca balık tutuyorlarken; ırmağın yukarısında, çavlak bir yerde, Tanrıyı da balık avlarken görüyorlar, ama hiç balık vurmuyor oltasına. Peygamberler mahçup mahçup düşünürlerken, birimiz gidip kendine haber verelim, orası akıntılı biraz aşağı veya yukarıda oltasını ırmağa atsın diye konuşurlar. Biri gidip haber verir, tanrı yerini değiştirir. Oltasını ırmağa atar atmaz koca bir balık oltaya vurur ve ALLLAHALLAH diye bağırır.! Eskiden herkes at beslerdi. Atın iyisi, kullanışlısı rahvan olanı idi. -Üzerine binildiğinde hızlı gider ve terlemez, yorulmaz, üzerinde kahve içilir, deye övülürdü. Buna anadan doğma Rahvan denirdi. Tay biraz büyüyünce, iki yan ayağına köstek vurulur, uzun süre böyle kullanılırdı, o da rahvan gözükürdü. Ama üstündekini yorar, kendi terler perişan olurdu. Onada sonradan olma rahvan denirdi. Alıp satılırken sorulurdu, anadan doğma mı?, sonradan olma mı??? Saygılarsevgiler E. Aydın, 27Haziran2000 Sn. ŞENOL ENGİN İçel'de Taşeli'nin sıcak yürek vuruşunda güncel, düncel ve ardılı yakalayan Atatürk kuşağının temsilcisi, güvencesi, gönül adamı, sayın valimiz... Bu ses; 1944'lerden başlayarak, Kars, Düziçi Köy Enstitüsü, İvriz Köy Enstitüsü, Mersin Lisesi, Osmaniye Lisesi, Adana Erkek Lisesi 1977'lere kadar 30 sene, karınca kararınca, ulusuma olan borcumu bir İşbilgisiResimYazı öğretmeni olarak ödemeye çalışan, binlerce eğitim ordusundan birinin sesidir. Mersin Liselileri Derneğinin, İçel Sanat Kulübü 'yle birlikte hazırladıkları, geleneksel buluşma günü kapsamında açtığım sergiye onur vermenizle, öğrencilerimi ve beni mutlu ettiniz. Mersin'in özellikle kültürüne yerinde katkınız, zamanlar boyu süreceğine inandığım, tatlı bir söylencedir. Genç Türkiye Cumhuriyet'inin sarsıntılı evreler yaşadığı günümüzde, sizler gibi dinamik güçlere, şimdi daha çok gereksinimi olduğunun bilinciyle bu yazıyı size ulaştırmayı bir görev saydım. Atatürk'ün kağnısı, sizler olduğu sürece yolda kalmaz. Saygı ve sevgiler. E. Aydın, 8Kasım2000 SEVGİLİ TURGAY OKTAR Ben Mut'ta doğmuşum. Yaşamayan kardeşlerimden birinin nüfus teskeresini taşırım. Bir diğer anlamda, sayısız yoklardan birisinin kimliğini taşırım. Yoklardan birisi sayarım kendimi. Yörük değiliz amma, çok çok yörüdük, yörüyoruz da.. Ermenke'te bağımız, bahçemiz vardı. Her yaz hayvanlarla oraya gider, geç güz bağın basat ürünleriyle Mut'a dönerdik. Babam, hem müderris hem de hoca olduğu için, askere çağrılan, belki de dönmeyen hısımların çocukları, bizim daracık evde toplanırdı. Doğaldır ki, bütün gereksinimleri (yiyecek, içecek, giyecek, hastalık, sağlık, evlenme, okuma, okutma) hep bizce karşılanırdı. Böylece aile nüfusumuz on, onbeş kişi olurdu. Değişik yaşta, okuyan okumayan her birey, günlük yaşama katkıda bulunmak durumundaydık. İşte bu nedenle Ermenek'te kıyıda köşede, bizlere bol bol yetecek ürün olurdu. Akrabalardan emanet kalan hayvanlarla taşınmamız, hem kolay, hem de zevkli olurdu. Ermenek 'le Mut arasını üç günde alabilirdik, o da hava yağışlı olmazsa.. (yağışlıysa köylerde, babamın mollalarında konuk kalırdık.) Bir yaz cümbür cemaat Ermenekte'yiz: (hısım, akraba, çocuklarla beraber). Benden yaşça büyük bir öksüzün bağında ürün topluyoruz. Nuri ağabey uzun süre ortalıkta görünmedi. Sine sine, aramaya çıktım.Nar ağaçları arasında oturmuş ağlar buldum Ağbey ne ağlıyorsun deyince, yanıt beni de ağlattı. : Anam, babam buralarda abdest bozarlardı, acaba kuru boklarına raslarmıyım.?!! Sevgili dostum; insan anılarda yerleşebilmişse yaşamış oluyor. Anılarda, her zaman devasa olaylar kalmaz. Sıradanlıkların da şansı vardır. Aslında bir ağaç diken faydasız yaşamamıştır. Eğitimin ve öğretimin olduğu yerde, öğretmen vardır. Şöyle veya böyle; maaşını almış, derslere girmiştir. Uzam ve zamanda, bir hoş seda gelir geçer. 1950'lerde, bir edim 1999'larda; kadirşinas dostlar tarafından, 49 sene sonra görkemli bir şölenle gündeme getirilmişse; Bu olay önce, ideo 'daki <İnsan>'ın onurudur.! Evrenseldir. Sonra da edimi beraber ortaya koyduğumuz, siz kadirbilir gençlerin asaleti, yüksek onurunun yalın kanıtıdır. Kültüreldir, tabusaldır, arsıulusaldır, evrensele açıktır. İnsan, akan zamanın yükü altında bazen soluk alma zorluğu çeker. Böyle bir zamanda ne kadar da yerinde oldu... Sizleri candan öper, ekibinize saygılar sunarım E. Aydın, 29Mayıs1999 SEVGİLİ GEZER (Bu yazı, bir eleştiri olacaközeleştiri) Maymun kardeşlerimizden buyana, biz ve benzerlerimize (insan) deniyor. Huylusu, huysuzu, hıllısı, hırsızı, namuslusu, namussuzu, tembeli, çalışkanı, kötüsü, dinlisi, dinsizi, say sayabildiğin kadar.... Sözcükleri, dilbilimsel, anlambilimsel olarak irdelediğimizde; hepsinin de soyut, sanal, göreceli tanımlarıyla karşılaşırız. "Her insanın bir doğrusu vardır" dersek; sosyal yapıyı, demokrasiyi, ulusalı, evrenseli nasıl bulacağız.! Akla uygun bir saplama yapabilmek için yaşanmışlığın, en eski zamanlarına uzanıyorum, labirentlerin loşluğunda, dehlizlerinde, yitiyor bitiyorum. Makrodan ayrılıp, mikroya dönüyorum: Muhammed'ler, İsa'lar, Musa'ları okuyorum, liderlerin hayat öykülerini, buluş sahiplerini, teknolojinin enlerini dikkatle tarıyorum. Salt iyi, salt büyük yok.! Türkiye'de ise, büyük çok: Atatürk, İnönü, Bayar, Menderes, Demirel, Yılmaz, Tansu, Erbakan, v.s... Bu çelişkili değer sıkalasında, yargıya destek olan ölçüt ne?.. İlkokuldan başlayarak, hep pekiyi notları mı almışlar, taktir belgeleri mi var? Doğru veya yanlışlık nerede? Çoçukluğundan buyana, örnek insan, Hüseyin Gezer'i; cumhurbaşkanlığına aday gösterebilirler mi? Hayır hayır. Öyleyse neden???? Bir yerlerde yanlış bir şey var; süre gelen, süre giden! Biz toplumla ilişkilerde kategorize olalım derken, dışlanmışız, nitelik dediğimiz şeyler, nicelik bile değilmiş.! Doğrudur da. Doğup büyüdüğümüz kasabayabelediye başkanı bile seçilmemiz olanaksız. Çünkü, biz onları unuttuğumuz kadar, onlar da bizi unuttu. İlkokul sıralarındaki arkadaşların fotoğraflarını bulsan, onlarla konuşabiliyor musun, tanıyabiliyor musun.?!! Yaşdaşın, hemşehrinEthem Aydın, senin için hep övgüler yağdıran Ethem Aydın, sana gelmez, seni aramazsa, sen aramayı düşünür ve hatta yazısına ve telefonuna yanıt düşünebiliyor musun? Çünkü bizim için gün önemli, dünü ve yarını bellekten silmişiz. Dostluğumuz, arkadaşlığımız bile yara almış. Bir dost olarak istenceyle mektup yazıyorum, birşeyler paylaşalım istiyorum. Yine biliyoruz ki, yaşamdünlerden, günlerden oluşmuş. E. Aydın ÖĞRETMEN DOST Öğretmenlik, çok ince ve kutsal bir sanattır. Eğer bu sanat dalı, raslantı olarak, zorunlu nedenlerle seçilmişse sıradanlık, yapaylık, banallık, hep sırıtır durur. Vay böylelerinin eline düşen çocuklara.! Şimdileri var mıdır bilmem; eskiden, at alırken, rahvan olan sevilirdi. Rahvanlık, anadan doğmamı, sonradan olmamı? diye sorulurdu. Tayın iki yan ayağına köstek vurulur, uzun süre koşturulursa, adım atışları rahvanlaşırdı. Ama üzerine binilince sarsar ve biniciyi yorardı. Hakiki rahvan at ise, hiç sallamaz, deyimime göre, üzerinde giderken, kahve içilecek kadar denirdi. Köy Enstitüleri, öğrenci seçerken, köyünde öksüz, fakir, kimi kimsesi olmayanları özellikle seçerdi. Onlardaki ezilmişlik; okulunda bir nükleer güç olurdu. Anadan doğma çalışkan olanlar, yani rahvan olanlar, çalışmaya çalışma katarlar, yaratıcı ve güvenilir olurlar, sürükleyici olur, nükleer sözcüğünü bu anlamda kullandım. İkincilere de, okul disiplini, çalışmanın erdemini eğitsel ve pedagojik olarak öğretirdi. Böylece kimi, anadan doğma, kimi de sonradan olma;Ama hepsi de rahvan olurlardı. Güncel medyanın, aylardır yaza yaza, öve öve bitiremediği Tansığ Eğitim -Köy enstitüleri bu ülkenin birincil gereksinimiydi, hala da öyledir. Ülkelerinin etiği, göreneği, kültürüyle de beslenen durmuşlar hep lider karekterini taşırlar, onlar yaşlanmaz, emekli olmaz, ölümsüzdürler. Zira, gelecek zamanların gereksinimi olan kişiler sayıca çok değillerdir. Sizinle övünüyorum. Sizleri seviyorum. Öperim Sizinle ilk karşılaştığımızda gözünüzde farklı bir pırıltı , davranışlarınızda örtülü, özgün, çoğalan bir gücü sezinlemiştim. Adana'ya yolunuz düşerse, konuğum olmanızdan onur duyarım. Not: Sergiden beğendiğim eserleri Düşünce Derneğinde, lütfen saklayınız, ben aldırtırım. E. Aydın, 6Haziran2000 SAYIN İHSAN YÜCEL Söylem dergisinde sormaksorgucu olmak başlıklı yazınızı ilgiyle okudum. Uzun zamandır, böylesine yalın, açık, seçik, anlaşılır, hem de bilimsel bir yazı okuyamamıştım. Eleştirmenler, felsefeciler, köşe yazarları; konuyu ellerinden geldiğince, okuru ikircimli tutmak eğilimde oluşlarından mıdır, nedendir bilinemez; labirentleri seçerler.! Söylemlerini, la la lara, bulurlar.! Yerde ve gökte var olanların dışında, düşünce üretmek için olsa gerek, tümcelerini gösterişli ama içi boş çok anlamlı sözüklerle bezerler.! Bu yazının şaşılası, bir doğuş nedeni var. Okul yıllarından başlayarak, son sevgililer günü buluşması dahil, bana filozof adını uygun bulurlar, genelde hoşnut da olurdum. On günden beri, bu sözüğün ne anlamda bana yakıştırıldığını araştırıyorum, haklıyım, ben bir resim öğretmeniyim. George Thomson'nun, "İlk Flozoflar" yapıtından başlayarak, tekrar tekrar okuyarak, Aslan Kaynardağ'ın felsefecilerle söyleşiler butiğini bir kere okudum, ikinci okuyuşlarda yarılardayım. İçerik hep aynı. Filan şunu dedi, falan bunu dedi. Sorasım geliyor kardeş sen ne dedin??. Nötür konuşmalar.! Söylemde, İhsan Yücel karşıma çıktı. Acaba aradığım filozof bu muydu diye düşündüm!. Akşamda, sabahta bir uygun zamanda, Aydın Sanatevine uğrar bir kahvemi içerseniz, beni sevindirirsiniz. Öperim. E. Aydın, 18Şubat2000 SAYIN BAYAN RAHŞAN ECEVİT Keser döndü, sap döndü, gün geldi devran döndü ve büyük çoğunluğun umudu, iktidara geldi. Kamu; bugününü, yarınını sizin us görünüze emanet etmiştir. Bunalımdan çıkışın reçetesi acıdır. Ama ulusca acıyı paylaşmaya tamı tamına hazırız. Tıpkı milli müadelede olduğu gibi; ulusal olmayı tek koşul olarak getiriniz. Bize Onuncu Yıl marşını tekrar armağan ediniz. Kaybolan ulusal onurumuzu, koşulsuz geri getiriniz. Sizden bunu ulusca bekliyoruz. Pilotlukla bekleyiniz denir. Dünya ulusları; çıkar nedenleri ve tarihteki konumları gereği bize karşıdılar. Amaçlarını Lozan'da olduğu gibi kabul ettirmeye çalışıyorlar. <İnönü ile Gurzon arasında, ikinci görüşmede kapitülasyonlar için yapılan konuşmada, siz neyinize güveniyorsunuz?, ülkeniz viran, sanayiniz yok, yetişmiş elemanınız yok, paranız yok, yarın gelip yine bize el açacaksınız der.> Yanıt, sayın Lordum, siz şimdi şu uzlaşmayı lütfen onaylayınız, diğer önerilerinizi, biz bize, para için gelince konuşalım der. Aradan yıllar geçer, galiba Büyük Millet Meclisi inşaatı için biraz paraya gereksinim olur. Paşa Osmanlı Bankasına para istemek için bir eleman yollar. Müdür, hay hay der, yalnız Paşa'nın kendileri lütfen gelsinler, sözü Paşa'ya ulaştığında yanıt, yüksek sesle; tamam anlaşıldı, biz onlardan hiç bir şey istemiyoruz olur. Şimdilik, bir kaç cephede resmen, Nato nedeniyle savaş halindeyiz. Ululararası bir sıcak savaş, 1999 yılı içinde olası. Ulusumuzu, bizi, çocuklarımızı, Cumhuriyet 'imizi savaştan kurtaracak, gelişim ve girişimleri birinci plana alınız.!! Artık ölmeyelim, öldürmeyelim. Türk ulusu, Osmanlı'dan buyana ölmekten hep korundu, koruyalım. Dış ülkelere, öylesine bol kepçe yardımlar dağıtılırken, canımız, malımız pahasına oturduğumuz bu güzel ülkede üvey evlat gibi yaşamak bize zor geliyor. Sayın Özal, benim vatandaşım işini bilir dediğinden beri hırsızlık, kanunsuzluk moda oldu. Memurun hakkını kararınca ödemeyen hükümetler ayakta kalmakta zorlanırlar. I.M.F karşıtı, U.S.İ.A.D başlıklı bir gazete alıntısını da sunuyorum. Bu yazımı, bir hanımefendi duyarlılığına sığınarak oluşturdum, bağışlayacağınızı umarım. Saygılar... Emekli Öğretmen E. Aydın, 4Temmuz1999 SAYIN NEJLA AKBULUT 1950'lerde Mersin lisesine İşResim öğretmeni olarak atandığımda, Türkkuşu Yüksek Ehliyetim vardı. Belgemin başlığında, yazardı. Ayrıca model uçak öğretmeni belgem de vardı. Mersin lisesinde, beş yıl kurslar açtım. Öğrenci sayısı yüz civarındaydı. Model uçak kursları da evrensel çaplıdır. Belli tarihlerde, türlü dallarda, türlü niteliklerde özellikleri kapsayan yarışmalar yapılır. En küçük birimlerden yani kurslardan başarılı olanlar, büyük merkezlere, oradan da dünya çaplı yarışmalara açık programları vardı. Türk Yılmaz Sakınç, Ayhan Korucu, Güngör Gürpınar, daha birçokları, bölgeden Ankara'ya kadar ulaşmış, ödüller almışlardı. Ayrıca Türk Yılmaz Sakınç ve isimlerini anımsayamadığım birkaç kişi de, Türkkuşu'nun İnönü Planör kampına katılarak, yüksek ehliyet almışlardı. Havacılık olayı benimle bitmiş miydi, yoksa sürüyor da haberim mi olmadı bilmiyorum. Bu sabah sizi zevkle dinledim ve yeni başlıyormuş gibi gözüken; Mersin'de planör ve Havacılık ilgisi ve uygulaması, hiç olamazsa 1950'lere uzatılamaz mı? Türk Yılmaz ve arkadaşları, bir başka programda sizinle olsa, daha eğitimsel ve onurlu olmazmıydı diye düşündüm. Beni bağışlayacağınızı umar sizi öperim. Saygılar E. Aydın SAYIN AVUKAT AKBULUT (Editörün Notu: Bu mektup dönemin başbakanı Sn. Yıldırım Akbulut'a yazılmıştır) Yeni yıl mesajınızı aldım, teşekkürler ederim. Sizin de, çok çok aydınlık yıllara gitmeni dilemek için düşündüm, bu nameyi yazıyorum. Benim elimden de gelen bu kadar. Evim, üç demir kapının içindeydi, üçü de kilitliyken masama mesaj nasıl ulaştı bilmiyorum. İzlediğime göre eksiksiz her eve ulaşmışsınız, bu tek ve büyük başarı. Gönüllü ekibe teşekkürler. İnsanlar doğuştan ayrıcalıklı ve kişiye özgü yetilerle süslemişler, farklı kılınmışlardır. Yani hepsi kıymetli hepsi muhteremdir. Ancak kişi kendini tanıması ve yetileri önünde hareket etmesi kaydıyla. Sayın Akbulut, ömür dediğin bir karıştır, programe edilmezse, ne kadar uzun yaşanırsa yaşansın heder edilmiş olur. Siz çevrenizin güvendiği bir avukatsınız, size verilen konuyu ince ince ve uzun uzun düşünür, kitapları günlerce karıştırır, doğruyu yakalamaya zaman verirdiniz. Bu sizin belirgin karekteriniz idi. Ani çıkışlardan çekinirdiniz, iyi bir avukat olmanın çizgisindeydiniz. Sonra, iç benliğinizin itisiyle, hepimizde var olan aşağılık duygusu sizi de esintisine aldı, sürükledi, siyasi oldunuz. Bu da bizleri sevindirdi ama, artık mantık çizginizi bir kenara koydunuz, kendi özbeninizden uzaklaştınız, rüzgarların sürüklediği buluta döndünüz. O, kıymetli kişiliğiniz, yapı karekteriniz yitti. Sadık bir piyon, bir emir kulu, kendi, çevresi ve halkı için düşünemez ama konuşur hale geldiniz, grafik hep düşüş kaydetti. Merak ediyorum ve sormak istiyorum, çevrenizde, eşiniz de dahil bu durumu görüp size hatırlatan hiç mi kimse yok? Sanki baypas ameliyatını Özal değil, siz geçirmiş gibisiniz. Artık sizi tanımak imkansız oldu. Ne dediğinizde, ne de yaptığınızda tutarlılık kaldı! Bazı kişilerin bu ülkeyi savaşa götürmekte, bir ideoları olabilir. Ama siz, bu çizginin insanı değilsiniz ki.! Sizi bu tutumunuzla tarih yazacak, ama Efes tapınağını yakan arestirot gibi yazacak. Eğer Akbulut'u karabulut olmaktan kurtarmak istiyorsan, önce başbakanlıktan sonra da siyasetten çekil, bu yangından ne kurtarabilirseniz o sizin karınız olur. Konuyu avukat Akbulut'un masasına koy ve irdele, o size doğruyu söyleyecektir. Sizi seven bir dost. Öperim. E. Aydın, 21Ocak1991 SEVGİLİ KADİR Belki biliyorsun, ben sizi öğrenciliğinizden severim. Belki o günler belleğinden kaymış olabilir, ancak durum budur. Mektubum bu yüklem içinde tekrarlanıyor. Yeni yürümeye başlamış bebekler gibi sendeleyerek koşar ve yürürsün. İnsan sizi, düştü düşecek diye heyecanla izler. Her defasında sizin sağ duyunuz, düz görünüz, size doğru çizgiyi buldurur. Böylece canlı, yaşam dolu,hareketli, renkli bir kişiliği ortaya kor. Söze Monaigne, Baudelaire ikilemiyle başlıyorum Baudelaire, belki de ailevi nedenleriyle, ilmi kariyer yapamamış birisi, biliyorsun annesinin ölümünden sonra, babası tekrar evlendi, analık bunu sevemedi, doğaldır ki bu da analığı sevemedi. Aile meclisi kendisini Hindistan'a postaladı. Okyanusların durgun, dingin, doğrucu havası, ona doğruyu yani kendi doğrusunu burada bulduruyor, jeton düşüyor, gemiden bir ücra limanda inip, uzun sayılacak bir süre sonra Fransa'ya dönüyor, ailesine karşı savaş veriyor, kanuni haklarını kazanıyor. Yazım hayatına başlıyor. Bohem yapılı yazarımız düz yazı ve şiir olarak yazıp çizmeye başlıyor. Les Fleur Du Mal, Les Paradis Artificiels onun ölmezleri arasındadır. Montaigne ondan üçyüz yıl önce yaşamış, hukuk okumuş, saygın bir aileden geliyor, belediye başkanlığıda yapıyor, felsefeyi seviyor, metafizikle uğraşıyor, milattan önce yaşamış olan Epikür'ü iyi biliyor, yaşadığımız dünyadan başka bir dünya olmadığını, kainatın moleküllerden olduğunu, onların kendi iç dönüşümleri nedeniyle doğulup ölündüğü, tanrının olmadığını ortaya sürüyor. Fizik ötesi gerçeklere ulaşmakta, insan beyninin düştüğü çelişkiler üzerine eser vermiş, bir Epikürcü ve Teo'cudur. Beni bu kişilere benzetmekte, büyük iltifat etmiş oluyorsun, abartmış oluyorsun, zira onlar da birer insandılar, Kadir Kaçar gibi, Ethem Aydın gibi. Her kişinin bir doğrusu vardır. Doğruların birleşkesi ise kişileri bayraklaştırır. Bu ise zamana gereksinim duyar, hem de uzun uzun zaman dilimlerine. Yakından bakılınca, insan hiç bir şeydir, sıradandır, aleladedir. Ama zaman faktörü devreye girince, Atatürk 'ler, İnönü'ler, Karacaoğlan'lar, Dadaloğul'ları, Yunus'lar, Hacıbektaş'lar, Veysel'ler, Sokrat'lar, Aristo 'lar, Anştayın'lar, Monteigne'ler, Baudelair'ler oluşuyor. Öyleyse yol böyle beliriyorsa bundan sonra neden olmasın?! Ata nal çakıldığını görmüş kurbağa, ayağını uzatmış demeyelim bu aşağılık duygusu olur. Bayrak yarışına devam edelim. Bugün altun ararken kömür yarın da kömür ararken altun bulunur. Kadir'ciğim, insanlar ölümlüdür. Sen de ben de öleceğiz, annenizin öldüğü gibi. Ölenlerle ölmeyi düşünmek bir görevden kaçıştır. Yarınlarda Kadir 'lere gereksinim var. O mantığınızın rotasını düzeltiniz. Bütün bunları yazarken, hem seninle başbaşa olmak istedim, böylece iç benimi de korumuş oldum. Yani hep size yazmadım, ben de vardım. Yazmak böyle olunca, bir angarya olmaktan, bir yasak savma çizgisinde olmaktan kurtuluyor. Yani denize birşeyler at, bir bilen olur gibi. Kadir'ciğim, ilk mektubumu şiirinize bir tepki olarak yayınlarsanız, o güzel şiiri topluma daha çok açmış olursunuz. Seni öper, fırsat bulursan Mersin 'e beklerim. E. Aydın, 6Ağustos1991 SEVGİLİ KADİR Geçen mektubumda beni kırıcı buldun. Ama şunu da hemen demeyilim, seni çok severim. Böylece senden herşeyin iyisini beklemek doğal oluyor. Biyolojide Holizm diye bir kuram vardır. Doğanın, kendi parçalarının toplamından daha fazla olan bütünler oluşturma eğilimidir. Holizm veya holon kuramı psikoloji içinde geçerlidir. Canlı veya insanın özben'inde sonsuz yönsemelerin doğurgan ana maddesi hep vardır. Kristal yapımında kullanılan metot gibi, yüksek ısıda soğurulmuş ana madde istediğiniz kadar kaynatınız hiç bir şekle ulaşmaz. Ama eriyiğin içine bir küçük kristal parçası atarsanız, hemen bütün eriyik kristal formlarına uygun olarak şekillenmeye başlar. Gazeteci, toplumun metabolizmasını, ham doğurgan maddesini iyi tanır, ona uygun bir kristal parçasını atarsa işte zinzirleme oluşum başlar. Onun için gazetecilik zor zanaattır. Sen hemen hemen her konuda yazıp duruyorsun, ama mayalanma olmuyor. Yazmak için yazıyorsun. Ele aldığın konuları kovuşturmuyorsun, böylece mesleğini eksikli icra ediyorsun. Seçtiğin konuya hazırlanmadan girişiyorsun, böylece belki birilerini sevindiriyorsun ama görev vesikasız ve eskizsiz kalıyor. Ekspres gazetesini genelde okurum. Hemen hemen tüm dizayn da sen varsın, sanki denilebilir ki gazeteyi sen çıkartıyorsun. Evvela bu bir insan gücünü aşar. Bir yerde de kullanılmış olursun. Yapılacak yanlışların muhatabı olursun. İdareciler çok çalışan, her işe koşan, her eksiği kapatmaya çalışan elemanı genelde sevmezler, ayak altında dolaşma deyiverirler. Onun için çalışmanı kesinkez sınırla. Gazetede belli bir bölümün meşru sorumluluğunu üstlen, konunda uzmanlaş ve de derinleş. O zaman sen aranan gazeteci olursun, kapanın elinde kalırsın. Gazeteyi çıkaran ekibin içinde ismini bile koymayı unutan veya bilerek yazmayan idarelere çok çalışarak, insan üstü gayretler sarf ederek yaranamazsın. Önce onurunu korumak, sonra da iyi aranan bir gazeteci olmak için çaba vermelisin. Aslında bu yazım bir methiyedir, ama seninkisi gibi havada kalmayan bir methiye...! Sevgimin yoğunluğuna dayalı bu yazıyı anlayışla karşılayacağını umar, öperim. Bayramını kutlarım. E. Aydın, 16Haziran1992 SEVGİLİ KADİR KAÇAR Bu çoğunlukda böyle olmuştur. Yetke sahipleri kendilerini bilerek veya bilmeyerek layusel olarak duyumlarlar ve bu nedenle kamunun nabzını yitirirler, farkına varmadan sıradanlaşırlar. Hele hele konu gazetecilikse ekip çalışmasına alışmak gerekir. Bir gazete evrensel görevi gereği yaygın eğitim kurumudur da. Bu bağlamda parlementonun da üzerinde yeri vardır. Kamunun gören gözü, işiten kulağı duygularının temsilcisidir. Sizin gazetenin sayfaları az değil ama doyurucu değil. Orda bir sen okunabiliyorsun. Yazar çizer kadrosunu üniversiteye kadar kaydırınız. Edebiyat, Tarih, folklor, tıp, ziraat, güncel çizgilerde veya tefrika halinde sürsün. Okurları yazar haline getiriniz. Geçmişten çok, geleceğe dönük imajlar gazetede yer alsın. Hayal ürünü de olsa, yarınki Adana'yı konuşunuz, tabi zaman zaman. Liman kenti bir Adana'dan söz edin, yeşile bürünmüş, yasemin, portakal kokan bir Adana'dan dem vurun. İlkokuldan başlayarak üniversite seviyesinde sorumlu ağaç dikme kampanyalarından, sınırları belirlenmiş, okul çamlıklarından söz ediniz. Kışkırtıcı olunuz. Yarıştırınız okulları. Temiz sokaklardan, sıfırdan bir yerlere gelen tablacı, öğretmen, kolejleri gündeme getiriniz. Evinin, sokağının, iş yerinin önüne bir ağaç diken kimseleri atlamayınız. Eğitim biraz da budur. İnsanlarımız iyi şeylere layıktır, iyi şeyleri duymaktan hoşlanırlar. Anımsarsanız, çocuk da böyle eğitilir. Gazetecilik zor zenaattır, sorumluluğu çoktur ama zangin meslektir. "Oğlumuz çok iyi çocuktur, ah şu huyu da olmasa..." demekte bin fayda vardır. Amacımız hep bekçi döğmek olmamalı, özde üzüm yemek vardır. Seni öperim. E. Aydın, 3Mayıs1993 YAPI KREDİ BANKASI SAYIN BÖLGE MÜDÜRÜ Türkiye'de köklü bir bankacılık örneğini sergiliyorsunuz. Adana'da Kemal Satır galerisinin açılışıyla sanata olan saygınızı ve ilginizi vurgguladınız. Kuruluşa ne kadar saygı duyulsa azdır. Kanaatimce böyle bir sanat kuruluşunun başına getirilen kişilerin bir sanat nosyonu olmalıdır. Sanat çevresine yakın olmalıdır. Sergi dizaynından anlamalıdır. Açılışların banka personeline ekstradan ikram görüntüsünü önlemelidir. Gerekirse ve sorulursa yapıtlar üzerine çağdaş bir görüş verilmelidir. Bu kişinin maaşlı olması gerekmez, fahriyen de hizmet verilebileceği var sayılmalıdır. Adana'da sanata soyunmuş üçbeş kişiden biriyim, defalarca rica etmeme karşın adresime açılış bilgisi ulaşmıyor. Durumu arz eder, saygılar sunarım. E. Aydın, 13Mayıs1993 YAPI KREDİ BANKASI SAYIN BÖLGE MÜDÜRÜ 13Mayıs1993 tarihli bir öz eleştirimi size sunmuştum, bir resim öğretmeni olarak, bir sanatçı olarak, güzele, iyiye dönük fikirlerimi art niyet olmadan ortaya koymaktan zevk alırım. Bu öz eleştirilerim, hiç bir zaman şikayet ve buyuruculuk özelliği taşımaz, haddime de düşmez. Yanıtınızdan, yani telefon konuşmanızdan edindiğim izlenime göre siz savunmaya giriyor, olayı suç ve suçluluk çizgisinde ortaya koyuyor, soruşturma mekanizmasını çalıştıracağınızı vurguluoyrsunuz, hatta benden bir türlü vesika istiyorsunuz. Sayın müdür, siz henüz doğmadan önce yollarda olduğuma göre, beni şikayet çizgisinde aramanıza üzüldüm. Beni sergiye davet etseniz ne olur, etmeseniz neyi değiştirir? Siz beni yanınıza alacağınız yerde, karşınıza almaya çalıyorsunuz. Benim size aktarmaya çalıştığım, gerçek bir görüntüdür, isterseniz bir işaretinizle hepsi düzelebilir veya mantıki çizgiye yaklaşabilirsiniz. Göz kendini göremez bağlamında yazmıştım, huzursuzluk yaratmak benim karekterim değil. Telefon yanıtıyla duyarlılığınıza teşekkürler ederim. Sevgiler, saygılar sunarım. Boş bir zamanınınız olur, bir dostla kahve içmek isterseniz Aydın Sanatevine onur vermiş olusunuz. E. Aydın, 21Mayıs1993 SAYIN MOZAİK AİLESİ İstiyorum ki bu dergi yaşamalı, bu dergi yarın nasıl çıkarım diye düşünmemeli, yarın nasıl yanilikler getirerek daha çağdaş olurum yüceltisine ulaşmalı! Çünkü biliyorum ki, Türk basını hep darboğazda olmuş, nice idealistlerin umudu karınlarında kalmıştır. Bu bağlamda, 1920'lerden, 1970'lere kadar yörenin çok iyi hatırlayacağını umduğum, kişilerin belleklerde kalan yönlerini isim zikretmeden vereceğim. Siz de mozaiğe ulaşan doğru yanıtlar arasından üç kişiye şimdilik mütevazi ödüller vereceksiniz. Böylece dergi daha çok okur kazanacak ve halkın sevgilisi olacağını umuyorum. Ayrıca bu türden anıları olanların size ulaştırmalarını isteyeceğiz.Böylece toplanan bir yıllık anılar değerli ve özenilmiş albüm olarak mozaik yayınları arasına girecek. Şartım, seçici kurulu ben oluşturacağım, bilgiler mozaikte arşivlenecek. Sorumlularla görüşünüz, önerim kabul görürse lütfen bana yazınız. Selamlar, saygılar. E. Aydın, 12Mayıs1993 SAYIN PULUR Bugünkü Milliyet'te, iki yazıyı dikkatlice okudum. Birisine katıla katıla övünçle güldüm, espiriyi bulanı kıskandım. İkincisinde ise şartlanmışlığın parabolunda gördüm, üzüldüm. Kurulacak kabinenin adı: İsmet İnönü kabinesiMelih Aşık. İkincisi öğretmenin feryadı, sizindi. Öğrencilik yıllarımda, iyi öğretmen, dolu dolu veren, çocuğa inebilen, onu coşturabilen, not defterini silah olarak kullanmaya tenezzül etmeyen öğretmendi. Öğretmen oldum, otuz yıl liselerde, Köy Enstitülerinde çalıştım. En verimli öğretmenler not defterini sadece yoklama yapmak için taşırlardı. Not öğrencinin amacı değildi. Öğretmenin de silahı değildi. Karşılıksız veriyorlardı, ince yağan yağmur gibi bereketin desteğiydiler. Kars lisesi'nden; Ekrem Üçyiğit'ler, Şevket Bohça'lar, Tevfik Aras'lar Düziçi Öğretmen Okulu'nda; Lütfi Dağlar, Bedri Konuşur, İsak Tokar, Nurettin Kars, Müjgan Akalın İvriz Köy Enstitüsü'nde; Ferruh San, İhsan Beyhan Mersin Lisesinde; Cahit Öztelli, Aytekin Yakar, Nushed KIrcıoğlu, Ali Kutun, Ahmet Özen, Hikmet Hazar, Faruk Emek sıradan olmalarına karşın, yüzde yüz başarıyı, kalıcı başarıyı, not korkusuz başarıyı yeni yetmelere tattırmışlardır. Ürünleri Türkiye genelinde ortadadır. Mersin Lisesinde; Haşmet Akal, ben Ethem Aydın, Hikmet Hazar, Hüseyin Sevim programda not ağırlığı olmayan derslerin öğretmenleri idik, gelin görün ki, bugünkü İçel'de, yoğun sanat çalkantısının endikleyicileri idik. Öğrencilerden beş numara isteyenler hemen alır, daha çok not isteyenler, en az bizler kadar çaba vermek durumunda kalırlardı, dahası beş numara isteyenlerin sayısı, sınıfta üç veya altıyı geçmezdi. Devletin ortaöğretim programlarında büyük bir değişiklik olmadı, öğretmen yetiştiren kurumlarda hemen hemen aynı, çocuklarımız dünden daha iyi olmalarına karşın, başarısızlığın nedeni, öğretmenin kendini aşmaması, kendi iç çelişkisini yenememesidir. Bu yazı size ve bazı okurlara ters gelebilir, sütununuza almayabilirsiniz, çöp sepetini uygun bulabilirsiniz, ama bu bir gerçektir. Saygılarımla. E. Aydın, 6Mayıs1993 SAYIN DEKAN Masanıza bu tür bir yazı, sanırım sık sık gelmez. İki gün önce sizin Balcalı reyonuna uğramıştım, reçel almak için. Yumurta kutusu üzerinde bir reklam yazısı gördüm, "süper kalite" gibi bir laftı. Bana ters geldi, düşünmeye başladım. İşte bu mektup düşüncenin mahsulü. Vaktiyle Adana'da bir Ziraat okulu vardı, arsam olmadığı için oraya girememiştim. Adana'da öğretmen okulunda okurken oraya sık sık giderdim. Öylesine bilimsel, incelemeler açık, (asırlar ötesi düşünülerek başlatılmış) bir düzenleri vardı. Sanki öğrenciler, iş içinde eğitim görüyorlardı. Botanik müzesi vardı. Yerli bitkiler, özellikleri, tür değiştirme çalışmaları, alınan yakın sonuçlar, ideal yapı, yani ulaşılmak istenen sonuç, azalmaya başlayan türler müzesi, narenciye çeşitleri, yetiştiği yerler, yöresel ve kültürel özellikleri, verimi... Anonim olarak faydası kabul edilmiş, sayısız yabanıl otlar saksılarda üretilerek isimlendirilmiş. Var sayılan faydaları etiketlerle belirtilmiş. Tavuklar, horozlar cinslerine göre ayrılmış, yumurta verimleri, verimi artıran bulgular, bulguların yan etkileri, süs cinsleri. O zaman bile aklımın alamayacağı bir titizlikte, şimdi ise sadece bir hayal ürünü görünümünde çalışmalar öğrenciler tarafından yapılırdı. Ziraat okulundan alınmış bir malın ayrıca kalitesi sorulmaz, isim kalite demek olurdu. Yirmibirinci yüzyıl orada simgelenmişti. Şimdi bilemiyorum... fakülte olundu... neler ileriye dönük değişti, yumurtalarımız süper oldu. Yumurtaların kabuğu sanki bir zar oldu, elde kırılıyor, yumurta sarısının yeri değişti, bazen kabuğa yapıştı. Turunç reçeli kavanozda küfleniyor, yoğurtlar kısa bir sürede ekşiyor, peynir kıvamsız, ticari mallar gibi tuz acısı. Olaylar saymakla bitmez. Bir Fakültenin amacı üretime dönük olamaz. O zaman akla bir soru gelir, ülkenin ziraatını kim ve nasıl yönlendirecek? Süper kalite ne demek, Balcalı yumurtası sözcüğü yeterlidir. E. Aydın, 15Ağustos1992 MUHTEREM SÜLEYMAN DEMİREL Osmanlı'lık ideolojisi, yirmibirinci asrın bile ulaşamayacağı evrensel çizgide bir ideo idi. İnsan beyni yüceltiye dayanamadı, kişisel çıkarlar onu soysuzlaştırdı. Sonuç malumunuz. Siz kaderin bir cilvesi olarak ve tabii üstün yetileriniz ve dinamiğinizle, bugünümüze ve yarınımıza yön verebilecek yere geldiniz. Bu çizgi büyük Türk ulusu için ve dünya ulusları için Tanrının bir lutfu olsa gerek. Eğer bu libayı giyebilir, içinde gurupsal ve partisel, bencil, bodur duygularla kaybolmayabilirseniz ki bu çok zor ama Demirel'e yakışır bir nosyondur. Ancak ondan umulan evrensel bir boyuttur. Değerlendirebilirseniz tarih içinde ulaşılmaz, her faniye nasip olmayan yerinizi alırsınız. Diplomat gibi düşünerek, meşveret ederek, peygamberler gibi karar vererek, sağ duyu ve evrenselliğin ışığında, günlük güneşlik yarınlara gitmek önce beklentimiz, sonra da umudumuzdur. Ah şu hayallerimiz bir gerçek olsa!. Bu benim kanımca, Türk'ün ateşle ikinci imtihanıdır. Demirel'in de son şansı. İşiniz zor ama umutsuz değil. Hörmetlerimle. E. Aydın, 16Kasım1991 SAYIN BAŞBAKAN SÜLEYMAN DEMİREL En kötü şartlar içinde iktidardasınız. Olabileceğin en iyi kadrosuyla hükümet ediyorsunuz. Popüler bir halk adamı ve ülkenin sevgisini ve itimadını kazanmış ender kişilerden, zatlardan birisiniz. Atatürk'ün nutkundaki gibi karanlık günlerde yaşıyoruz. Sizden beklentilerimiz, biliyorum sizi de aşıyor. Ancak siz de büyüksünüz, zor günlerin adamısınız, nükleer güçsünüz. Günler sel gibi akıp yıkıp geçiyor. Siz ise hep konuşuyoruz! Üzerinize bir ülkenin ölüm kalım çizgisinde sorumluluğunu üstlendiniz, çalışma temponuzu değiştirmeniz, çok çok yoğunlaşmanız gerekiyor. Bu çalı çırpı ısısıyla, ne tandır kızar, ne de tencere kaynar. Halkı aydınlatmayı, kanuoyun oluşturmayı, çizginizde ve rotanızda bulunan hatiplere bırakınız. Siz de biliyorsunuz ki, olayınız bir ekipman olayıdır. Anladığım kadarıyla demokrasi de budur. Herşeyi ben bilirim, ben yaparım dediğinizde ameleliğe soyunmuş olursunuz. Ana temayı veriniz hatiplere, Türkiye genelinde, heryerde gidip konuşsunlar, böylece davalar daha güçlü ve inandırıcı olur. Dahası zaman kazanırsınız. Sizler aya giden astronotlar gibi, bir süre, ayın öbür yüzüne geçiniz, varlığınızı ve sağlığınızı bilelim, ama teknikten sebep yayınınız kesilsin. İnanıyorum ki, siz çok yoğun bir çalışmayla bu enflasyonu durdurur, kan kaybını önlersiniz. Bu vampir gibi dikilen olayları, ya Demirel, İnönü ikilisi önler, ya da bundan sonra tufandır. Düşünüyorum da, bu tür bir mektubu, bir emekli öğretmen başbakana yazabilir mi diye, ama içimdeki sevgi beni, bu duygusal çizgiye getirdi, büyük kusurumu bu nedenle bağışlayınız. Mektubumu okumanız benim için büyük şeref olacaktır. Dayanınız başaracaksınız, bu güç damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur. Saygılarımla. E. Aydın, 19Şubat1992 SAYIN CUMHUR BAŞKANIM İnsanlar var olduklarından buyana, üzgü ve ezgileri de vardır. Hele hele umutları; onların tek yaşam nedenleridir! Yaşama direngenlik kazandıran umut değil midir? Sosyal birimlerde bir otorite vardır.Otorite; toplumun ve toplumların dününü, gününü, geleceğini görebilen veya görebileceği umulan cesur, ileri görüşlü kişilerden oluşur. Şöyle veya böyle, sosyal yapıda, seçilen kişi artık birey değil; toplumun gözü, kulağı, düşüncesi, düşü, kamusal vicdanıdır... Eğer erkeyi idare edenler topluluğun galeni, dedektörü olamazsa; toplumda önce içe dönüklük, homurtu, içten içe konuşmalar başlar, (şimdileri olduğu gibi)..Daha yüksek konuşanlar, sokağın delileri ve ülkenin sanatçılarıdır. Onlar sezgi ve duygularıyla geleceği algılarlar; şıvgadırlar. Delilerin konuştuğu ciddiye alınmaz. İkincisi için ise; zor yaptırımlar, cezalar seçilir. Çünkü onlar doğruları açık ve yüksek sesle söylerler; dahası erkeyi huzursuz ederler. Namık Kemal'ler, Aziz Nesin'ler, Yaşar Kemal'ler, Nazım Hikmetler örneği.. Avrupa ve Amerika tarihinde de örnekler çoktur. Halklar ise bu insanları dışlamazlar, genelde severler, kollarlar, inanırlar. Size yazmak cesaretim bu bağlamdadır. Siz bu topluma çok emek vermiş bir kişi olarak sayın İnönü'nün dediği gibi, has kumaşsınız, öze yakınsınız ve de otoritersiniz!... Herkes sizin çizeceğiniz rotaya bel bağlamış bekliyor. Edim umuyor. Siz Anayasamız'da belirlenen güçlü yetkilerle donanımlısınız. Henüz karar yetkisi elinizdedir. Milli Güvenlik Kurulu, dokuz saat boyunca diyeceklerini açıklıkla söylemiş, beklemektedir. Askerler bizim insanlarımızdır. İyi niyetlidirler. Ama, gelmeye kendilerini mecbur hissederlerse; ki, durum onu yansıtıyor. Demokrasiye verdiğiniz emekler; korkarım heba olur. Ulusça sıkıntıya düşeriz. Şu kısa süreçte; Ulusumuzu radikal çizgiden kurtarabilirseniz, şerefli tarihimizde saygın yerinizi alırsınız.. Bu şeref henüz inisiyatifinizi ve dirayetinizi bekliyor.! Halkımızında sabırla beklentisi budur. Kanlı mı, kansız mı sözü, sıradan bir blöf gibi yorumlanmamalı. Uzun zamandan beri, ön hazırlığı yapılmış, olgunlaşan bir proje aysberk gibi ortadadır. Asla umutsuz değiliz. Bu ulusun, Mustafa Kemal'leri, Demirel'leri hep vardır. Ve var olacaktır......... Sanatçı, E. Aydın, 4Mart1997 Siz Türk ulusunun gözü, kulağı vede diline hitaben bir mevkidesiniz, bu her faniye veya her idealiste nasip olacak bir makam ve görev değil. Bilirsiniz Mustafa Kemal, o mevkiye gelinceye kadar, yani okul yıllarından itibaren, modern Türkiye'yi düşlemeye, fikirlerinde işlemeye başlamış ve en müsait zamanı buluncaya, yetkiye kavuşuncaya kadar çok çok kıymetli zamanlarını inanmadığı fakat, Osmanlı'nın sanını düşündüğü için savaşlara savaşlara girdi çıktı. Çok geç olsa bile yalın ve çok tehlikeli yetkileri aldı ve Anadolu'da istiklal savaşını başlattı. Siz ise bu dirayetinizle büyük bir şans (tabi memleket bakımından) iş başındasınız veya iş başına davet edildiniz. Çok şükür ne tersanelerimiz işgal edilmiş, ne de istiklalimiz tehlikededir. Diyeceğim, büyük Türkiye'nin sizin gibi bir elemana ihtiyacı olmuştur. Ben bu kadar genellemeye girmek istemezdim. Ancak birtakım kısır yayınlardan rencide oldum, doldum. Konuya kendi yönümdem yaklaşıyorum: İğneye diken, dikene batan, emekliye, olgun demeye alışmamız gerekmez mi? Emekli yılların hazırladığı bir büyük niğmettir, en verimli herşeyi gerek deneyimleri ile, gerek okudukları ile değerlendirmesini öğrenmiş insan potansiyelidir ki, bundan çok çok faydalanmak kaçınılmazdır. Hatırlarsanız, Orta Asya'lardan buyana liderlerin yanında bir ihtiyarlar heyeti vardır. Hulagu'ler, Kubilaylar, Attila'lar, kaanlar, Bilge Han'lar, Timur 'lar, daha kimler kimler bu potansiyelden faydalanmışlardır. Halbuki biz hep radyolarımızda, televizyonlarımızda emekliye bir zavallı posası çıkmış, yardıma muhtaç, korumaya muhtaç kişiler olarak bakıyoruz, öyle taktim ediyoruz. Bu uzmanlar kadrosunu gerek devletçe, gerek çevrece görmemezlikten geliyoruz. Yüksek müsadenizle, ben bu konuya bakış açısına karşıyım. Karşıyım, çünkü konunun özü bu açıya terstir. Fırsat verilirse bu durumu kamu kesimine televizyonda, radyoda anlatmak isterdim. Ama nedense bu olay davasına inancı kalmamış kişilere veriliyor ve ortaya garip bir tablo çıkıyor, yanlışların doğrultusunda. Sizi idealist bir vatansever gördüğüm için bu yazıyı yazmayı üstlendim, yoksa hepsine lafı güzaf diyebiliriz. Uygulanabilir bir kaç da örnek yazacağım pratik kullanımlı. Mesleğinde başarılı olmuş öğretmenler kendi okullarında veya bulundukları bölgenin okullarında saygın ve uzman olarak her zaman kabul görmeliler, saygıyla karşılanmalılar, gerekirse fikir danışılmalılar. (Uygulamayı etkilemeyen danışmalar veya bağlamayan) Memurlar, amirler kendi çalışma alanlarına rahatça uğrayabilmeli, hüsnü kabul görmeli sırasında danışılmalı ki, bir takım sakat çift görüşlü gereksiz arayışlar önlenmiş, zaman kazanılmış olsun. Biz şimdi garip bir tabloyla karşı karşıyayız. Memur, amir, yetkili kişi kim olursa olsun yalnız çalıştığı sürece güvenilir sayılır oluyor. Yani hayatın bir kesimde namuslu itimata layık, ama resmi görevi bitince de inanılmaz, güvenilmez, uzmanlığı elinden alınmış oluyor. Acaba bu olay dünyanının hangi ülkesi de (seçimle gelinen bölgeler hariç) bizdeki gibidir. Ben Adana'da otururum, 1977'e kadar da orda resim hocası idim. Türkiye ve dünya genelinde yapılan her tür genç kuşak yarışmasına bol bol eserler ulaştırırdım. Bir kaç gün için İstanbul'a geldim ve Kültür Sitesi'nde çocuk resimleri sergisini gezdim, birkaç idealist öğretmen dışında bu sergiye eser yollanmamış, Adana'dan ise sadece iki adet sıradan eser yollanmış. Çünkü dersin bilhassa ilkokul çocuğu için anlaşılmamış öğretmenlerce, idarecilerce. (*) E. Aydın FÜSÜN HOCAM İnsanlar doğası gereği kusur yüküdür. Bunu bildiğimiz veya kabul ettiğimiz zaman, çözüm kolaylaşır. Dostluklar uzun deneyimlerden sonra oluşurlar, oluşmuşlardır. Açık olunduğu zaman çabuk ve sürekli, ikircimli olunduğu zaman geç ve kısa ömürlü olurlar. Eğer uzun çabalar sonucu bir dostluk olmuşsa,korunmasında bin fayda vardır. Açık olmak,aslında doğaya paralel ve gerekenidir, ancak yanlış anlaşılmak korkusu, bizi maske takmağa zorlar, o da, öz ben için kanser kadar zararlıdır. İyi bir deneyimden geçen dostlukla bireyler, Eğer dostların bir gözü körse, ben ona profilden bakarım deyebilmek Alicenaplıktır. İnsan olduğumuzdan sebep dostlara gereksinimimiz vardır, doğal ihtiyaçlarımız kadar. Çağdaş olmak için, bireyler yapmamız, dahası laz laşmamız gerekiyor. Saygılar sevgiler. E. Aydın, 13Mart1992 SAYIN İSMET (*) Sizi (*) müdürlüğünüzde tanıdım. Yıllardır türlü nedenlerle ihmal edilmiş kurumu yeni bir anlayışla düzenlerken gördüm, özverili çalışmalarınıza saygım vardır. Nasıl ve neden olduğunu özümseyemedim ama Altınkoza bana bir onur payesi düşünmüş. Tartışılabilir ama olay bu. Altınkoza, el broşürleri basmış, ismim soy ismim eksikliydi. Ethem Çalışkan olarak yazılmış ve altına benim özgeçmişim yazılmıştı. Yöneticilere başvurdum, yeniden bastılar. Ancak bu sefer de Ethem yerine Etem yazılmıştı. Hatta tanıtma kitapçığına da yine Ethem Aydın yerine, Ethem Çalışkan yazılmıştı. Tekrar başvurdum. Bu sefer de Etem Aydın olarak düzeltilebildi. Makamınıza geldiğimde bu savaşın etkisi altındaydım. Çok sevdiğim İsmet (*) de tanıtımda Etem Çalışkan diye söze başlayınca içimdeki birikim taştı. Size istemediğim ve de kınadığım bir davranışta bulundum. Özür dilerim. Hoşgörünüze sığınırım. Sevgi ve saygılarımla öperim. Kahve içmeğe beklerim E. Aydın, 24Eylül1994 SAYIN ALTAN ÖYMEN Sizi çok zamandır tanıyorum. Geleceğe bakış açınız ve perspektifiniz daima ayrıcalıklı ve evrensel insana dönük. Muhterem babanızı da hörmetle yadederim. Hocamdı, kendisinden çok şeyler öğrenmiştik. Sonuç olarak bu yazıyı yukardaki bağlam içinde yazıyorum. Dahası yeniliğe, yenilenmeye açık bir gazetede çalışıyorsunuz. Gönül isterki, Milliyet gazetesi hep ulaşılamayacak kadar önde olsun. İki veya üç sene önce, sayın Aydın Doğan'a "evrenin harikaları" dizisini vermeye başlandığı zaman yazmış, kağıt ve içindeki fotoğrafları kasdederek, İslamda kurban kusursuzdan seçilir demiştim. Şimdi görüyorum ki, yavaş yavaş bu düşünceye kayılıyor. Grand Maser en son ve göründüğüne göre kusursuza yakın olacak. Gazete reklamlarla ayakta duruyor, bunu anlıyorum. Ama dizayn ideleri pervazsızca zedeliyor. Bunu televizyonda da yapıyor, insan nedense onları hoş görebiliyor. Aslında önemli eğiti hiç bir suretle kesilmemeli. İyi bir dinleyici biz konuşanlar için ne kadar önemli ise, iyi bir okuyucuda gazete için önemlidir. Bu savdan hareketle, hemen bir düzenlemeye neden gidilemiyor?. Okuma alışkanlığına alışmış olan orta yaş gurubudur, onlar için puntalar daha belirgin seçilebilir. Bilimsel ve öğretici yazılar önemli tutulabilir. Kuponlar sayfanın ortasından kenarlara kaydırılabilir. Renk ve koku öncelikle devreye sokulabilir. Hele şu çocuklar için verdiğimiz maketler hiç düşünülmeden, pedagojik anlamda anlatımlı değil, ben ben iken montajda çuvallıyorum. Bütün bunlar yapılacaksa uzman kişilere gereksinim var demektir. Salla parti olamaz. Milliyetin sürekli bir okuyucusu olarak bunları konuşmak cesaretimi hoş göreceğinizi umarım. Beni okuduğunuz için teşekkürler. NOT: Türkiye haritası vermiştiniz, altıncı paftayı alamadım, Adana'dan bayilerden de istedim ama tamamlayamadım ve hala kullanamadım. On pafta için de yazmamışsınız. Elde etmek isterim. Emekli Resim Öğretmeni E. Aydın, 26Nisan1992 SEVGİLİ (*) HANIM Bugün sizden bir zarf aldım, mazruf konserveydi, ben sizi lise bitirmiş biliyordum, meğer okuma yazman bile yokmuş. Şu dünya ne biçim değişiyor, herşey tepe takla, insanlar umuda kalkmış yürüyor, mobilyalar tavana çıkmış, lambalar yerde, objeler, kullanım araçlarımız evin bütün bölümlerini doldurmuş, asıl sahipler dışarda. Buzdolabı tıka basa dolu, bulaşık aracı iş bekler eli böğründe, çamaşır makinası her dem kıvırmaya hazır suyu yok, hepsi de kıs kıs gülüyor mağrur ücretli işçiler gibi. Televizyonda kırdı döktüsü çok bir filim var, izleyenler çişe gitmeyi unutmuş. Ama hayat devam ediyor, seneler, aylar, saatler artık dar geliyor, günlük işler perişan. Zaman artık eskidi gitti. Pazartesi deyince arkasından Cumartesi yetişiyor. Ama insanlar yine büyüyor, oğlan sünnet oluyor, kızlara görücü kapıda, yeni nesiller sıra bekliyor kapıda. Yaşam bir karambol, bir siklon ki, sorma ?! Çiller ablamız dans ediyor tempo aleste Alagar Allegrato, Ecevit pencereden sokağa bas bas bağırıyor, yangın var. Erbakan Allllah Alllah diyor. Biz ölümlüler şaşkın ördek misali kıvırıp duruyoruz. Güneş yine doğup batıyor, ama gören yok. Yağmurlar yağıyor fakat ekip diken yok. Aşk da, sevgi de, saygı da öksüz kaldı, yakında Merkür'e gideceği söyleniyor. Ekmek aslanın ağzında deniyordu şimdi kıçında. Çocuklar büyüdü. Analara babalara ciddi dersler verir, uzaklara giden gemi sürüklerde düşüncemi, felek çellik ben bir çomak karanlık mal oldu bana, gerçek hayal oldu bana, dostlar bir hal oldu bana deli olmak içten değil. Epeyce okuyup yazmış olduğumu, hala hayatı sevdiğimi düşünecek, dostlara mektup yazacak zaman ayırabildiğimi, yani evrensel insanı hala unutmadığımı kanıtlamak için bunları yazdım. Okursanız sevinirim. Biliyorsun televizyonda kovboy filmi başlamak üzere... Hepinizi öperim. E. Aydın, 20Ekim1995 SEVGİLİ CEMAL TURAN Geçte olsa sizleri tanımış olmaktan mutluyum. Raslantılar işte böyledir. Geçmişte başlatılmış bir yerindelik tohumu, bizlere bu günleri getirdi. Dostluğun günde yoğunlaşmasına maya oldu. Ne siz, ne de ben, özde toplumsal sayılmayız, toplum içinde ama yalnız olmayı seven kişileriz. Belkide bu dürtü azda olsa sanata yakınlığımızın getirdiği bir komplekstir. Hiç bir şey olmadan, hiç bir şey yapmadan, en olmak bütün insanların tutkusudur. Bu tutku aynı bağlamda, onun başının sakınılmaz ağrısının başlangıcıdır. Yakın bir zaman kesitinden beri ağrısız bir baş için, bunlardan soyutlanmaya çalışıyorum. Özbenime bağırarak söylüyorum, "sen hiç konuda en değilsin", zira sen doğuştan bir en'sin! İki milyon küsür spermin içinden yaşama şansına ulaşansın. Evden eve, köyden köye gitmenin imkansız olduğu dönemlerde yola çıkmış, ortaöğretim öğretmeni olmuşsun, hem de milyonların içinde devlet beni yedirmiş, giydirmiş, okutmuş, öteden beri fasa fiso dersleri denen bir dersin öğretmenliğine para sarfetmiş. Dahası fena olmayan bir maaşla emekli etmiş. Bir ömür sakalasında bu mertebe hiç de az olmasa gerek! Paranın fazlası gibi şan şöhretlerin de bir eğretileme getiriyor toplumda. Eski Türkler 'de veya Osmanlı'larda veya en eski medeniyetlerde, anonimlik özendirilmişti. İsimsiz olmak, kişiselliği toplumsal olmaya taşıyordu. Aslında insan, yaratılışından sebep kusur kumasıdır. Kusurdan amacım eksik meziyetler, kanıma göre yaratan, evrensel insan için çok büyük bir şablon çizmiş, neredeyse kendine göre ölçütler vermiş. Öyle olunca eksiğimiz doğaldır. Böyle bir felsefenin ışığında, sık sık yörüngesel düzeltmeye gerek vardır, yoksa boşluğa düşmek kaçınılmaz. Size ilginç ve hala birincil tuttuğumuz bir insan tipini, Sireno de Berjerak'tan veriyorum, bu operada bir tirattır: Felsefeyi severdi, fizikten de anlardı. Şairdi, musikide bir hayli behresi vardı. Yaman bir silahşördü, zavallının Sirano de Berjerak'tı adı, herşey olayım derken hiç bir şey olamadı....... Her resim öğretmeni ressam olmadığı gibi ben de değilim, hiç bir iddiam da yoktur. Ama elbette resim yapıyorum, iyi resmi tanımaya çalışıyorum, yapmayı da isterim, sadece o kadar. Sanat ırmağına soyunmuş değilim. Hele hele bu konuda EN olmayı hiç düşünmedim. Bu öz eleştiri doğrultusunda sergilere ve yarışmalara katılmam uzun yıllar sanat literatürlerinden edindiğim bilgilerle, kendime özgü çağdaş bir şeyleri denerim. Atike don dike, gene söke gene dike. Eğer zaman zaman sergiler açıyorsam, bu kendimi seyirci karşısında yoklamak, yapıcı eleştiri almak, bir diğer etabın ön malzemesini devşirmek içindir. Sanatın ne olup ne olmadığının belirgin olmadığı bir ortamda yaşıyoruz. Hele Türkiye'mizde güzel ve çirkin yazgısı bir avuç eleştirmenin elinde oyuncak iken, birilerinin iyi demesi çabası içinde sanat yapmak bana ters geliyor. Bana kendini beğenmiş, ukala diyebilirsin, inancım böyledir. İnanır mısın, ben kendimi bağenirim, çünkü çok kötü bir eleştirmenden daha müşkülpesenttimdir. Çünkü, inancıma göre evrensel resim zor zanaattır. Yukardaki sperma olayı gibi birşey!!!! İnsan, insan olalı beri resim yapar, bunların kaçı müzelerdedir?? Sanat tarihine geçmiştir???? Benim literatürüme göre bunların sayısı üçyüz ile beşyüz arasındadır. Zaman sansasyonu bile silmektedir. Belki bu yüzden olacak, methiyeler bana şamar gibi geliyor. Ah şu insanlar, "ben ben" demeden yaşamaya bir alışabilseler, dünya bir başka güzel olurdu. Cemal'cığım bunları sana niye yazdığımı ben de bilemiyorum. Aman bir yanılgıya kapılarak, hoca gene ben ben diyor demeyesin. Hoca hanıma hörmetler eder, seni öperim. E. Aydın, 1Mayıs1992 SEVGİLİ CEMAL Bugün Mersin'deydim, sizi arandım. Şimdi daha çok sevdiğimi anlıyorum. Görüyorsunuz ki, insanları anlamaya çalışınca denecek birşeyler bulunuyor. Objelerin böylesine devreden çıkarıldığı bir dönemde, tek dayanağımız gizemli duyumlarımız oluyor. Sizin benim yapıtım karşısında konuştuklarınızla, benim Fatma Tülin Öztürk'ün yapıtı üzerine konuşmam ne kadar da örtüşüyor!. Sanatçı da öğrenciye benzer, yüreklendirmek gerekiyor. Çok çok eski zamanlar içinde, Mut'ta bir marangoz Nuri usta yaşardı. Babası kaymakammış galiba. İşinin tartışmasız uzmanı olmak bir yana, çok çok saygı duyulan birisiydide, çocukla sapına kadar çocuk, büyükle büyük, hovardayla hovarda, ayyaşla ayyaş, kumarcıyla kumarcı. Mut'ta bir benzeri olmayan birisiydi. O zaman Mut'ta bir veya birkaç radyo vardı, birisi pınarbaşında gazinoda idi. Haber zamanı gelince hemen hemen herkes onun başına toplanır haberleri izlerdi. Pilli olduğu için de seyrek açılırdı, belki de yalnız haberlerde açılırdı. Çok insan olur, bolca çay satılırdı. Haberlerin bitiminde yaşlı, genç Nuri usatanın etrafını alır, yorum dinlerdi. Öyle şeyler konuşurdu ki, hala şaşarım bütün bu akılcı yorumları nelere dayandırırdı? Gözleri şehlaydı, düşünürken çok etkili bir görünüşü vardı. Bizler kendisini Atatürk'e benzetirdik. Sanki Atatürk onun şahsında yoğunlaşırdı. Sarhoşluğu hiçte fena değildi, ama yalnız adam olmasından mıdır nedendir bilinmez, esrar da içerdi. Esrarı kendi üretirdi. Böyle bir zamanda, kadın meselesi miydi, kumar mıydı kahvede bir dalaşmaya katılmış, ayağını baltayla zedelemişlerdi. Bütün Mut öyle üzülmüş öyle üzülmüştü, ziyeretine gidilmişti, manav Ali bir radyo hediye etmişti, antenli, kulaklıklı, elektriksiz, o haberleri dinlesin, yorumunu yapabilsin diye. Diğerlerini pek tanıyamadım, ama Güngör hanım bana onu hatırlatır. İyi resim de yapardı, beni de resme iten o olmuştur. Ayıkken veya sarhoşken hiç bir nedenle kimsenin kalbini kırmazdı. Emeği sel gibi akıtmaktan kaçınmazdı. Dünyanın en karışık makinasını, hele hele dikiş makinaları üzerinde emsalsiz, eli şifalı birisiydi. Bu paragrafı da onun görkemli anısına bir gönderme olarak yazdım. İçel Sanat Kulübü içinde bir Nüvit Kodallı salonu var, O ki, ünü dünyaya ulaşmış birisi, ismine bir salon izafe edilmesi çok kadirbilirlilik oldu. Şimdi bir de Cemal Turan atölyesi doğuyor, değerini bil ve orasına çok önem ver, bütün sende olan güzellikleri oraya kat, orası senin için ölümsüzlüğün kapısı. Şimdileri ulusal inanıyorum ki, ileride artı ulusal olacaktır. Kodallı gibi. Ders ücretine öykünme, niceliğe değil niteliğe önem ver. Gerekirese seçme sınavları koy. Eğer bütçenize çok acil katkı gerekmiyorsa, ücreti kaldır. Onun yerine öğrenciden yıl içinde ürettiği eserlerden bir veya iki tane derneğe bağış iste. Becereksiz ve başarısız öğrenciyi biraz denedikten sonra çıkarabileceğin imajını yarat. Fotoğraftan kopye yapan ve yaptıran atölyelere fark at. Farkı sabitle. Üniversite öğrencilerini yüreklendir. Bilirsin onlar okulda pek resim yapmıyorlar, sana gelmelerini dolaylı yollarda kendilerine duyur. Şimdi üniversiteden sıradan bir öğrenci gelse, bu kısa zamanda hemen ona ulaşır ki, kalite için önemlidir. Bunları yazış nedenim, sende olan bir eksiği tamamlamak içindir. Sen çok gerçekçisin, tuttuğun her işin açık seçik olmasını istersin, halbuki ileriye dönük bir çizginin de bedelini gerekirse ödemeyi göze almalısın. Öperim, iyi günler dilerim. E. Aydın, 19Aralık1995 SAYIN MÜDÜR MUT'LU EFEM RADYOSU 1920 Mut doğumlu, emekli resim öğretmeniyim. 22/Ekim'de, bir Ermenek ziyareti nedeniyle Mut'a gelmiş, öğretmenler bahçesinde bir çay içimi oturmuştum. Sizin radyoda, billur gibi bir ses, konusunu anlatıyordu. Sanki kendimi lisede, sınıf kürsüsünde konuşuyormuş gibi duyumsadım. Öyle güzel, öyle belgesel, sanatsal anlatıyordu sözcü.!! İşte o an size duygularımı yazmayı not ettim. Şimdi de yazıyorum. . Ayrı ayrı renkler ve sayılamaz etkilerini konuşuyordu; bayıldım. Konuşanın kim olduğunu bilemiyorum ama, sunuş beni işte kürsüme götürdü. Öğretmenlerin mutluluğunu, bir Mut'luya tattırdı. Bin teşekkür. Selamlar sevgiler. Size, 1928'lerden yaşanmış bir öykümü andaç olarak yolluyorum. Çam sakızı, çoban armağanı. E. Aydın, 24Ekim1999 MEHMET HOCA, (HOCAM DA DENEBİLİR) Mektubun bana büyük bir aşama gibi geldi. Küfredeceğini hakaret edeceğini sanıyordum. Ama sadece ders ve dersler vermeği yeğlemişsin. Böyle olunca özür dilemek ki hiç gerekli olmamakla beraber, bir kolaylık bir mantık kazanıyor. Bütün mektubun diyeceklerin demek istediklerinle dolu içtenlikle yazdığım mektuba doğrudan veya dolaylı bir yanıt değil. 1920 lerde yola çıkmıştım, geldiğim ve bulunduğum yere şöyle geriye doğru bakarak konuşursam, az buz yol almamışım. Vasat çizgide sizin gibi 250.000 gençlerle beraber olmuşum. Elit çizgide, bakan milletvekili, öğretmen, hakim, doktor, sanatçılar, mühendisler görüyorum şimdi. Üstelik okuyorum da, hemen hemen her bilim dalıyla ilgilenirim, felsefe bu günkü ilgim. Bundan neden bir genç kuşak bana yanılıyorsun diyemez, olsa olsa kanıtlarıyla beraber ben böyle düşünüyorum der. Bu kadar öğrenci demek bu kadar deney de demektir, artı yaaşam felsefem var bana özgü. Yoksa yaşam toptan anlamsız, işkence gibi gelirdi insan oğluna! Ölüm değişmezini bile bile koşuluyorsa, tutarlı bir anlam ve avuntu da bulmak gerek. Ama bu avuntu fantazi olmasına karşın iç mantığını getirmeli. Bu gün, çağımızda, Vinci'leri, Mikelanj'ları tekrar etmek çağ dışı kalmanın bir diğer adı olur. Bu yazdıklarım benim fikrim olmasalardı bu güçte yazmazdım. Mehmet seni sevdiğimden midir nedir, hep eleştiriyorum, binbir ağırlıklı meziyetlerini eldebir diye kabul ediyorum da belki ondan oluyor. Zaten yazma nedenimde sende geleceği aramamın verdiği titizlik, mektup yazdırıyor bana. İşte dün mektubunuzu aldım, Altınkoza içinde yoğun çalışmalarım vardı üzücü çizgilerde, mektubu açamadım, yine üzücü bazı çıkışlar bulmak korkusuyla. Sabah açtım ve hemen yazmaktayım. Ben her şeyden önce bir öğretmenim, iyi de derler, ama kendime veya yüzüme karşı ressam dediklerinde dikilirim tümcelerini düzeltirimben bir öğretmenim derim. Ama resim de yaparım, şöyle veya böyle özgün sanat yapmağa çaba veririm, saygılıyım bana özgeyim bu bana yaşam gücü veriyor, bu güne değin yüzün üzerinde ödül almışım hepside kültür kaynaklı, resme ilişkin değil. Çünkü ben otuz sene resim yapmadım öyleyse amatörlük ölçümdür. Bana göre sanatçı amatör kaldığı sürece değişken ve yaratıcıdır. Birilerininin acımasız beğenisi için resim yapmıyorum. Şunuda vurgulayacağım benim sizin gibi genç dostlara her zaman verecek bir şeylerim vardır ve olmalıdır. Geçen mektubumu bir defa daha oku, eğer yazmağı düşünürsen bunun ve öncekinin ışığında yaz öperim. E. Aydın, 10Ekim1995 SEVGİ'YE İLETİ Bu mektubun beş mart ihtilal öncesi esintileryle ilgisi yoktur. İnsanlığın milyonlarca yıl bir tarihi var. Bende bunun yetmiş senesini yaşamış biriyim ama yinede maymun ağbey ve ablalarımızdan belirgin bir farkımız yok. Sanane be kardeşim, obanın kızından,? Ama şunu söylemeden edemeyeceğim, önce çok iyi bir insan sonra kafasını iyi kullanan bir hanımefendisin. Yazarken zorlandığını duyumsuyorum. Ama en iyisini ve en idealini yaptın. Anjin geçirmişsin, veya geçirmektesin, zira mektubunuzu başlığında (E.R) yi henüz telafuz edemiyorsun, (mahaba) diyorsun. Aslında insanlar kıyasıya savaş içindeler. Adını barış koymuşlar. Ama birşeyin ayrımına varmak gerekir, Kimileri iyi, güzel, sevgi için savaş verir, kimileri de, sadece ben düşüncesiyle oynamadığı oyun, çevirmediği dalavere, kullanmadığı değer için inanç kalmamaktadır. Selamlar, sevgiler. İyi günler. E. Aydın, 19Nisan1994 ALICI KUŞUN TELEFONUNA METALİK YANIT Mektubunuzu aldım, (yani mektup haberinizi). Nasıl olsa yazılanlar üzeri şimdiye değin ne bir sorgulama ne de eleştiri, fikir ve karşı fikir ortaya koymuyoruz. Aslında bizlerin yazışması eleştiri ve fikir karşıtlarıyla zenginleşmeli, diyeceğim o ki, birlikte çoğalmalıyız. Arif Nihat, yazılı öncesi sınıfta küfrederdi. Ananızı, avradınızı.... -Haydi savunun kendinizi derdi. Her çocuk en büyük notu alır, alamayanla sınıf alay ederdi. İlerleyen derslerde çocuklar hep birden bağırırdı, hocammm yazılı yapalım diye. O'nun öğrencileri hep avukat olurdu. Yazdım, yazdı beklentisi aşkı öldürür, içeriğide kısır olur. Aslında sayın Doğan Atla'ya ben ders verecek bir güçte değilim. Öyle düşünürsek dostluğun ısısı bozulur. Bilirsin iyi yemek ateşte pişer. Ben Fransızcayı böyle öğrendim idi. Laf ve konu çokluğuna da böyle ulaştım. Dahası, hiçbir zaman kendimi yalnız bulmadım. Bu bağlamda zamanı biraz, yani dört sene gibi geriye alırsak, size yazılmış bir mektubum var; diyordum ki, ben Mut'ta, baba yerinde bir kitaplık kurmayı düşünüyorum, siz ne düşünüyorsunuz? Yazar mısınız? Demiştim. Aslında sizide coşturacak, çok sevindirecek bir konuya uğradığımı düşlemiştim. Aylar sonra gelen mektubunda, Yunus Emre'den bir beyit ve yorum bulmuştum, yani konser teklifi idi. Edime değinilmemişti. Hemen her mektup yeni ve hal hatır sorma çizgisinde küçülüp gidiyordu. Deneyimlerimle kanıtlıdır ki Doğan bir ummandır abislerle doludur. Doğan'cığım, bilgi, düşünce ve para bekletmeğe gelmez. Hemen bayatlar ve kokuşur. Mut'a birinci gelişimde, ablamı Ermeneğ'e yolcu edecektim, dolmuşa biraz süre vardı, panele uğradım. İkincisinde bir hacamatlı kilimi lazımdı aldım döndüm. İleride bolca bulacağımız günlerde gelecek. Öğrenciler sökün etti yazışmayı bırakıyorum. öperim. E. Aydın, 11Aralık1995 MUHTEREM YEKTA BEY Size, 10Haz1995 tarihinde bir mektup yazmak cesaretini belkide sorumluluğunu duymuştum. Aynen alıyorum bu mektubu: Türkiye Cumhuriyeti anayasası yapıldığından itibaren Türkiye devleti, cumhuriyetci, milliyetci, halkcı, devletci, laik, inkilapcı dır. Bu bağlamda hiç anlayamadığım sorun Selamet partisi şeriatcı bir düzeni nasıl gündeme getirebiliyor? Bu davranış önce fikir suçu, taraftarlarıyla birleşince isyan baş kaldırdı, (Kubilay olaylarını hatırlayınız), devlete kıyak olmuyor mu? Hiç birileri çıkıp, yetke olarak Cumhur Başkanı veya siz, sayın Erbakan, şu kuruluş amaçlarınızı saptayan net anlaşılır parti tüzüğünü getirin hem Cumhuriyetci olacaksınız, hem de şeriat düzenini nasıl bağdaştıracaksınız diyemiyor mu? İllegal yapısıyla bunca zamandır ortalığı bulandırmağa devam ediyor. Anayasamızın değişmezleri olan yoksa çok mu fuluğ yazılmış da kimsenin sesi çıkmıyor. Saygılar E. Aydın, 10Haziran1995 Sayın YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN Sivil toplum düşüncesi, demokrasinin vazgeçilmezidir. Ama kendisi değildir. Eğer organize edilip; belli ve yüce amaç için kanalize edilemezse anarşi, kargaşa eşliğinde amaç dışı, küçük çıkarların aracı haline dönüşmesinden korkuyorum. Şimdiye değin izlenimlerim çarpıklığı kanıtlar durumdadır. Yukardaki, Adana Atatürk'çü Düşünce Derneği Başkanlığına yazdığım mektupta, gençliğin kolayca üye olabileceği etkinlikler düzenleyerek organlaşabileceği amaca dönük sürekli çalışmalar yapabileceğim ortamın, gerekli olduğunu vurguluyor. Ankara ise Atatürk'çü Düşünce Derneğinin ideolojisini, geleceğe dönük amaç ve pratik edimlerini netleştirerek, söz sahibi tek güç olmayı, dış özgürlüğüyle olsun şubelere sunmayı düşünmüyor. Yıllık ödentilerle ilgileniyor. Halbuki bağışlar büyük bir yekün tutar, istenirse çığ gibi büyüyebilir. Örnek verilirse: Adana üniversitesi yerleşim alanı içinde yurt yapma projesi, devletin belirgin gereksinimine dönük programdır. Biz oraya devlet projesini kapsayan veya aşan bir yurt yapamayız. Yapsak da birincil olamaz. Binanın bitiminde yurtla derneğin....(*) E. Aydın, 25Nisan1994 SN. ÇELİK GÜLERSOY Bugün 9Ara1995 Cumartesi, gazetelerde küçük bir ışık gördüm, dayanamadım sizleri yine rahatsız ediyorum. (Vatanın bağrına düşman dayamış yine hançerini dizesini Atatürk'ce bir çıkışla (bulunur kurtaracak bahtı kara maderini) olarak haykırmak istiyorum. Yekta'lar ne güne duruyor! ?. Geçen günlerden birisinde, Mersin'de uzunca burç Zeüs sunağında felsefe günleri vardı. (Mersin, Silifke, Erdemli yöresinde, kuş uçmaz kervan geçmez, ulaşım yerlerine en az 150 km dir). Türkiye 'mizin önde gelen felsefe Prof ları orada idi. Uzun konuşmalar arasında bir köylü söz istedi ve dedi bu üz beş bin kişi dağın başına çekilip geldiniz, (irtifa 1500), pek ağnayamıyom ama eyi şeyler dediğinizi sanıyorum. Buralarda koyunculuk yaparız onların önünde birde allı pullu bir de koç olur, o zararsız yerleri bilir koyunlarda peşinden gelir. Böyük baş olduğunuz belli, neye biriniz allı pullu koç olup önümüze düşmüyonuz neye bizler böyle şaşkın nereye gittiğimizi bilmez olduk??? dedi. Korkmayınız siz yalnız değilsiniz, Volter'imiz olunuz. Nerde kaldı ki o karanlık günler çok geride kaldı, ölmeyecek, yaşayacak ve yaşatacaksınız. Saygılar. Emekli öğretmen E. Aydın, 9Aralık1995 MUHTEREM NURİ ABAÇ Dün, yani Çarşamba günü Mersin'deydim, seni izleyenlerin izlenimleri ile uzunca bir beraberlik sürdürdük. İyi tohumluyorsun, eğer toprak da dalap ise döllenme iyi olur. Gesam sergisi için davetiyede senin adın var, eserin henüz yok idi, beni de ismim yok, resimlerim var. Nerden, nasıl oldu ise, bir yerde bir sepetten Gesam üyesi olduğumuzu konuşmuşuz. Şimdi davetiye alan uzak yakın tanıdıklar, telefonu açıp durumu bana soruyorlar, tabii aslında kışkırtıyorlar. Yok efendim asil üye yok yedek üye mi imiş? gibi. Aslında bu kuruluşun pestenkerani bir kuruluş olduğunu anlatamazsın ki elin adamına?. Ben, bilirsin resim yapmaya 1977'lerden sonra başladım. Otuz yıl gibi uzun sayılmayan bir süreyi seve seve, güzel nedir, nasıl olamalıdır, eskilerde nasıl olmuş, çağlar boyu güzel çirkin sentezi ne imiş? resimle uğraşan içtenlikli ustalar olaya nasıl bakmış, sanatı nasıl yorumlamışlar, bunu hem öğrenmeye hem de öğretmeye iyi çaba verdim. Mimaride, heykelde ,süsleme sanatlarında olayın ve olayların felsefesi yorumunu özümlemeye çalıştım. Boyut ve derinlik kuralları (perspektiv, rakursi, enteriyör, altun oran, rengin her tür devinimi, gölge ışık kuramları)nı mümkün olduğunca kaynaktan ve bilimsel verelerden yürüyerek öğrenmeye çalıştım. Kariyer sahibi nice kişilerin ulaşamadığı bir yerlere de vardığıma inanıyorum. Çünkü benim hem uygulamalarım, hem de düşüncem, üniversel ve evrensel sanat tarifine tıpa tıp uyuyor. Alınteriyetisabır = SANAT. İnanıyorum ki başka türlü sanat yapılamaz, yapılamaz. Yapıyorum, yaptım diyenler sahtekarlık ediyorlar, bir takım çıkarlarına yatkın vereleri kullanmaya çalışıyorlar. Ama dinamik zamanın yerini durağan statik sanata terkettiği zaman herşeyin tepe takla olduğunu göreceklerdir. Bana gelince, sanat yaptığım bir gerçek. Kendi özgün seviyemde, bana görece, şimdilik rüştünü ispat etmemiş bir yüceltide. Manifestom şudur: Doğayı ışık, gölge ve yarım kıpırdaşan ışığın renkle birlikte yarattıkları cümbüşü, ulaşılmaz tadı yakalamaya çalışıyorum. Vinsi'nin yansıyan ışıklar resmi aksatır, sakınınız demesine rağmen. Doğada her nesne aslında diridir ve devini içindedir. İşte bu diriliği birbirleri içinde eritmek yerine ayrı ayrı anlamaya çalışıyor, yorumluyor, kendi duru temizliği için de tuvalime alıyor, sonra aralarında aslında olan göbek bağını görmeye gayret ediyorum. Böylece başlangıç için bunu başarmışta sayılırım, ama doğaldır ki, bu bir başlangıçtır, iddiasızdır. Ancak saygıdeğer bir yolda olduğumu biliyorum. Seni kucaklar, sağlık esenlikler dilerim. Hanıma selam. E. Aydın, 28Mart1991 SAYIN RESSAM NURİ ABAÇ'A AÇIK MEKTUP 29 Mart 1993 tarihinde Adana Güzel Sanatlar Galerisinde, bahar kadar coşkulu, ifadeli, hareketli bir sergi izledi Adana'lılar. Mersin'de, öteden beri sanat hayatını canlı tutmak için soyca verdiğimiz çabalar unutulacak gibi değil. Yakın örneklerden dolu dolu ikisi, Ahmet Yeşil ve Doğan Akça oldu. Sanat elçiliğinizin yanında bu gençlerin hayat çizgisini de etkilediniz. Ressam Doğan Akça için yazdığınız öz geçmişi çok beğendim. Diyorsunuz ki: Eğer zamanı geri almak mümkün olsaydı, Doğan'a tavsiyelerde bulunmaz etkilemezdim. Ben öteden beri böyle düşünüyorum. Zira şimdi Doğan Akça kendini Naif sayıyor, Naif olmaya çaba veriyor. Aslında Doğan naif değil. Işık, gölge, valörler, pentürün, kalsık kurallarıyla, renk bilgisi, hele hele empresyon, hareket doğanın empresyonist olduğunu vurgular. Ama kendine özgü bir ifadeci... İşin daha enteresan tarafı, Doğan bu sözcüğü gökkuşağı gibi kullanıyor peyzajlarında, enteriörlerinde veya valörlerde bir tenkitle karşılaşınca, ben Naif bir sanatçıyım deyip kurtuluyor. Benim kanıma ve inancıma göre amatör sanatçı bol bol ürün vermeli, yaratma gücünü ve cesaretini ortaya koymalı, topluma vefa borcunu ödemeli, elbette zaman sanatçıyı kendine yakışır bir ekole yerleştirir. Bunun için, yani akole olmak için çaba boşuna olur. Doğaldır ki, her sanatçının kendi maratonunda etapları, evreleri olacaktır. Yollardan barikatlar kaldırılmalı. Sizi öper, şimdiye kadar güzel Mersin 'imize yaptıklarınız ve bundan sonra yapacağınızı umduğumuz değerli hizmetleriniz için minnet ve şükranlar dilerim. E. Aydın, 30Mart1993 ABAÇ DOSTUM Yaz aylarında insanlar biraz da göçmen kuşlara dönerler. Sizin de böyle yapmaya hazırlandığınızı veya başaladığınızı sanıyorum. Sanata öykünen insan bağımsız ve özgürlüğün de vebalini taşıyor. Geçen mektubumda sizin kişisel ve bireysel yapınızdaki doku farkından dem vurmuştum. Altını çizerek söylüyorum, sanatçı hem bireysel, hem kişisel olmaz. Bilincime göre, "en" çizgisi sırat köprüsü gibi tek kişilik bir yoldur. Artık orda dünümüz, bugünümüz, yarınımız, sonsuz gelecek ve siz söz konusu oluyorsunuz. Eleme ve elenme çizgisindesiniz, yeni yarışmacılar istenmemelidir. Öğreti bir yere kadar ve daha geniş etaplar için geçer değildir. Hele şovmenler, yol verildikçe karasinek ve sivrisineğe dönerler. Bana kalırsa sineksiz bir mekan daha çok verime uygun olur. Beğenmediğin yerleri Ethem'in safsataları der geçersen sevinirim. Bir kaç gün sonra Namrun yaylasında bir Fransız arkadaşı ağırlamaya gidiyorum, biraz da kalacağız, isterseniz sizde geliniz. Yazışmalarımın hepsi bin civarında, çoğunluğunun yanıtları da var, size yazılanların da çoğunluğu yanıtsız. Benim için biraz zaman ayırabilirsen, seçmelerden sonra 400500 sayfa olarak düşündüğüm mektuplar belki bir kitap oluşmak fırsatını yakalar. Tatil, dinlence sonu türkçe bilen bir sekreterle işe koyulacağım. Doğaldır ki bütün bunlar bir düşünce oluşmasını istediğim bir düşünce. Ahmet bey'in sergisine gelince, sizin eleştiriniz bence önemlidir. Ahmet, dolma saçma tüfeğiyle ateş eder, bir saçma hedefi çizerse sevincinden ölür, yedi güveli ayağa kaldırmak ister, izlediği bir yol saptanmış bir ereği yoktur, renk kimyasıyla hiç ilgilenmez, poşetler kalitesiz, zamana karşı dayanıksız. Çok iyi bir istif gücü var, oda atın tekme vurması gibi oluşuyor. Kitapçıkta ilk resim, gökyüzü ve dağlar çok iyi, öndeki süsleme zararlı. İkinci resim iyi, üç zorlama, dört zorlama, beş ve altı uyumsuz, yedisekiz iyi, dokuzon karekter kayması yapıyor. Sekizinci resim çok çok güzel. Ben bu kritikle Ahmet beyi eleştirmiyorum. İyiyi güzele, yani bana görece güzel resmi pentürü ve dolayısıyla seni konuşuyorum. Ahmet aşure yapıyor, siz ise evrensel tat iksirini, belli bir perspektiv ve görüş alanı içinde adım adım ileri ve daha ileriye çekmeye çaba veriyorsunuz. Öperim. Dönünce, bir kaç zamanda Merkür'de kalacağım, biliyorsun orada da insanlar yer altında, elleri üzerinde yürüyorlar, doğal gazla evleniyorlar, kendi yakıtlarını kendileri üretiyorlar, içerden şişirilmiş balonlarda tavanda uyuyorlar. E. Aydın, 5Temmuz1994 SEVGİLİ NURİ ABAÇ Sanmayasınki oturup sağa sola mektuplar yağdırarak zaman öldüren biriyim. Her ne halse seni anlamağa, sana yaklaşmağa çalıştıkça sen bir numara çekip uzaklaşıyorsun. Aslında bu da bana dert değil. Bu Ethem Aydın nice nice değerlerden vazgeçmesini bilmiştir, iç dengesi uğruna...! İşin diğer yönü ise, ben Nuri'yi görmek, daha iyi anlamak tanımak için, neredeyse kalkıp bir göbek atmadığım kaldı. Tam bu sondur dediğim zaman bir yılbaşı tebriği alıyorum. Kıyısına köşesinde bir gülücük bir davet: "mektuplarınızı alıyorum, hepsi özenle saklanıyor, derin saygılar" diyorsun. Al sana bir kaya, nerene dayarsan daya... Ethem yazmasın da ne halt etsin... Ethem ölecek ondan sonra sosyal bir sükse mi yapmağı düşlüyorsun? Yanıt: Ethem ve Ethem'ler ölmez. Boşuna hayal kurma. Nuri ölecek, dosyasında biriken methiyeler gazetelerde boy boy ölüm ilanları malzemesi olacak? Yanıt: Sen ölmezsin. Ona hakkın yok. Nuri Abaç' lar ölmez. Bu yola da hiç özenme. Birgün kısmetse orijinal mektuplar diye bir kitap ortaya koymak ki bu da bir varsayımdan ibaret. Bilirim sen benim içimdeki gizil güçleri, gönlün olursa öyle bir yansırsınki, ben benim diyen ayak uyduramaz. Basit bir alışveriş olsa yazmağı borç biliyorsun, konu gönül olunca boşvermişlik başlıyor. Yandan bodoslama, iskele alabanda, herkesin elinde Nuri'nin adresi, telefon numarası var. Allah'a şükür, biz onlardan öğreniyoruz adresi telefonu. Şımarıklığı bırak mektup yaz. Öperim. Not: Yeni yıla girdik. Öncü kuvvetler süngü taktı mevzilerden forladı. Bakalım karşı güçler ne yapacak. E. Aydın, 1Ocak1995 SEVGİLİ NURİ Ben, öğrenciye küserim, çocuğuma küserim, karıma küserim, bazen ayakkabıma, yatağıma küserim, fırçaya küserim, tuvale küserim, küserim efendim küserim. Deyeceğim, boktan, geçimsiz biriyim. İyi yönlerim, çok duygusalım, objeyle özdeş olabilirim, günlük öykümü onlarla yazarım. Neden küstüğüme gelince; sevince galiba çok seviyorum, karşımdakine taşıyamayacağı kadar yüklem bindiriyorum. Onu o kadar yüceltiyorum ki, insan veya obje kimliğinden kurtarıyorum. Sonra da aptalcasına yarattığım bu nesneye içtenlikle inanıyorum. Nesne veya obje eğer ilk kimliğine dönmek isterse işte orada ben yücelttiğim o şeye küsüyorum. Aslında bu iyi birşey ama yaşama şansı zayıf, kullanımlı değil, uygarca değil. Bir yerde yaptırımcı oluyorsun. Yüceltisi şurada, sıradanlığı saf dışı ediyorum, istiyorum ki, her insan benden daha iyi, daha bilgili olsun, benim kadar en az, çevreyle, insanlarla hayal ve duygu çizgisinde buluşsun. Dünya cennetten ileri olsun. Sözcükleri de bu sentezden geçirmeyi severim. Örneğin, abaç ne demektir? nerden türemiştir? neden gelip o köşeye oturmuştur? sorgularım. Sözcük sanırım aba'dan geliyor. Aba yünden yapılır, dokunmaz, döve döve uzun bir işlemden geçirilerek, kumaş haline gelir, yapımı çok emek ve sabır ister. Bitince de, su geçirmez, soğuk geçirmez, bütün iklim şartlarında koruyucu, yalnız soğuğu değil sıcağı da geçirmez oluşu onun asaletidir. Galiba sonuna bir C harfi gelince eden yapan mı oluyor? kararsızım. Ben kendimi bu nedenlerledaha çok seviyorum, yaşadığımı duyumsuyorum. Ölümü sorgularım, doğumu sorgularım, iyiyi, kötüyü, doğruyu hep sorgularım. Bu ben yüzeysel ilerleme yapamamak durumundayım, resimde de kararsız Kasım'ım sorgulaya sorgulaya nihayet bitiremez duruma ulaşır, bir iç bozukluğuyla başından ayrılırım. Belki uzun bir süre sonra onunla karşılaşır, belki de bitiririm. Ben neye böyleyimdiye sormuyorum ama, Ethem neye böyle diyenlerden ürküyorum. Sen insanları hiç mi hiç dışlamıyorsun, seviyorsun seviyorsun, kötü olanlara da sevgiyle, saygıyla yaklaşıyorsun, herkese yardım elini uzatmaktan, yüreklendirmekten haz duyuyorsun, itilenlerin yanında oluyor, onunla itilmişliğini bir çizgide olsa önlüyorsun, yıkıcı dedikodu etmiyorsun, çevrendekilere verecek bir değer nedeni buluyorsun, ve de zaman içinde çok isabetli ve olabileceğin en iyisini yaptığın kanıtlanıyor. Gönderdiğin sergi afişleri ve katalogları çok çok kıymetli şeyler, belki de yakında onlarla bir sergi açarım. Öperim. E. Aydın, 11Haziran1995 NURİ'CİĞİM Otobüs yolculuklarında, uzun kısa gezilerde, lokantada yemek beklerken, masa boşluklarında; elimde kalem, sıradan bir kağıt üzerinde çiziktirim. Yazarken sol, çiziktirirken sağ elimi kullanırım, nedenini bilmem. Ancak zamanlar sonunda bu yazdıklarımı okuyamam, çizdiklerimi de resme dönüştüremem. Doğuştan, bir şeyleri bir yerlere sürtüştürmekten zevk alırmışım. Eğer bir dostu özlemiş isem, hemen oturur yazmaya koyulurum. Gerçi dostlar bunu pek sevmezler ama ben seviyorum, bir mektup boyu da olsa beraberlik! Sevmediklerini, yanıt vermediklerinden anlarım. Geçen günler, bir kaç öğrenci bana geldi, senden özgün baskın, resim ve özgeçmiş istediler. Bir gün sonra gelmelerini söyledim. Elimde sana değin neler varsa ortaya döktüm, masaya ayırdım. Raslantı olacak; Yapı Kredi'nin yeni çıkardığı bir Darwin kitabını okuyordum. Aman yarabbim, ikiniz birbirinizle nasıl örtüşüyorsunuz, anlatamam! Sen yaratılışı betimliyorsun; o da ahkam kesiyor. Bak ne diyor: Dünya bir haftada yaratılmamış ve i.ö. 4004 yılında da yaratılmadığı kesindi; bundan aklın alamayacağı kadar daha yaşlıydı.Yaratıldıktan sonra tanınmayacak kadar ölçüde değişmişti ve değişim süregelmekteydi. Yaşayan bütün canlılar da değişime uğramıştı. İnsan da Tanrının imajında yaratılmak bir yana, çok daha ilkel bir şey olarak ortaya çıkmıştı. Kısacası, Adem'le Havva efsanesi bir hikayeydi. İnançsızlık bana çok yavaş yaklaştı, ancak sonunda gerçekleşti. Kanıma göre eğer sen Türkiye dışında bir ülkede olsaydın Darwin çapında belki de daha fazla bir yankı yapar, dahası bilim, bir karanlık noktasını seninle aydınlatmış olurdu. Şekerbank kataloğu bence çoğalıp İnternete sunulmalıdır. Dünya nasıl olur da bir Nuri Abaç'tan habersiz olur! Nuri, şimdi seni daha çok anlıyor ve seviyorum, övünüyorum. E. Aydın, 21Mart1997 SEVGİLİ ANGI Herhalde sende at, eşek, köpek beslemişsindir, yahutta bunların biriyle burun buruna gelmişsindir. Bilirsin korku ve sevgi canlılar arasında hemen sirayet yoluyla anlaşılır. Eğer attan korkuyorsanız, size karşı hemen gerekli tavrı alır, çünkü sizi yadsımıştır, dostluk mesajı almamıştır. Davranışı endişeli ve ikircimlidir, ne yapacağını bilemez, ısırır, teper, içinden öyle gelir. Köpekte böyledir, sizden bir inandırıcı mesaj almazsa huysuzlanır, saldırgan olur. Ölümde tıpkı böyledir. Korkuyorsanız, hem fikir, hem eylem olarak daha yakın durur. Halbuki bütün canlılar bir gün er geç ölecekler diyebilirseniz, yaşamak daha güçlü olur. Bundan neden gerek kendiniz, gerek dostlarınız ve dahası bütün canlılar adına, hep sağlık çizgisinden yürüyünüz, düşünürken de hep sağlığa göre düşününüz, işi vardır, sizden mesaj alamamıştır, seyahattedir, umarım ki ortaya çıkacaktırlar. Felsefe bunun için önemlidir ve vardır. Sonra yazışmalarda sıra beklemek bencillik olmaz mı? Mademki seviyoruz, (yine bileceksin, sevgi hep verilir), özelliği ve güzelliği oradadır. Örneğin, ben sizden bir seneyi aşkın hiç mesaj almadım, ama sizi seviyorum ve koşulsuz yazıyorum. Bir başka toplumsal görüşe göre, kültüre, etiğe göre belli görgü, bilgi, deneyim sınavını bitirenler, yaşgurubuna bakılmaksızın aynı guruba girerler,arkadaş olurlar, birbirlerine öyle davranırlar, o daha birleştirici, kaynaştırıcı, gerçekçi olur. Öyle olagelmiştir.Öyle olagitmesi daha hoştur.Herşey daha rahat konuşulur,daima konuşulacak birşeyler bulunur Bu katagoriye girenler, artık el öpmezler, kucaklaşıp öpüşürler. Gerilim böylece azalır, samimiyet doğar. Osman'dan bana biraz bahsedersen sevinirim, ne yapıyor, nerede oturuyor, kaç çocuğu var, yaşam biçimi nasıl? Seni kucaklar, işlerinde başarılar dilerim. E. Aydın, 26Haziran1993 SEVGİLİ ANGI Anladığıma ve deneyimlerime göre, şu insan olmak işi epeyce zor birşey. Üçüncü aydaki mektubunuza şimdi yanıt verebiliyorum. Lütfen kabul et. Peşin söylemek gerekirse şimdiki çocuklar bizden zekiler, işlerini iyi biliyorlar. Şu kurumuş çiçeklere ve çok güzel bir yazıyla dizayn edilmiş kompozisyon bilinçli, duygulu ve bilgili olamaz denecek kadar güzel. Keşke biraz da inatları olsa, bizler gibi sabırla sürdürebilseler. Herşeyleri biliyorlar ama maymun iştahlı oluyorlar. Para kazanmak sevdasına sanatı satışa çıkarıyorlar. Gelecek günlerin onların, saatlerin tiktakları onlar için vuruyor, yolları açık, şansları gür olsun. Öperim. E. Aydın, 30Mayıs1994 SEVGİLİ SESSİZ VE SÜRPRİZLERLE DOLU ANGI... Günümüzde bütün dünyada, sen ben kavgasının güncel uğraş olduğu, silah seslerinin müzik temposu, metalik tırmalayıcı melodilerin dinlence müzik teması seçildiği günümüzde; sağduyunun, öz verinin en ufak fısıltısı, sanki gökler gürlemiş, şimşekler çakmış, yaratılışın o dingin çorbası ideodaki insanı yaratmağa hazırlanıyormuş gibi duyumlar iletir bana. Bir gurup sakin, özverili, Türk insanı Ankara'da biraraya geldiniz, güç tazelediniz, ama güvendirici sesiniz iç oparlörümüzde gümbürgümbür biz geliyoruz diyordu. Bana göre, karanlık ufkumuzda, edimli ve olumlu ilk pembe tınlamaydı bu. Geçen Cuma günü Mersin'in Mut kazasına bir onur belgesi nedeniyle çağırılmıştım. Kırk yıl önce doğduğum yer olan Mut'ta turfanda kayısıcılığı ve sebzeciliği getiren zıraat öğretmeni Nail Türe'ye onur belgesi verildi. Her ülkeyi seven gibi ben de ağladım, sizlerden söz ettim. Onlara "Zodyak'tan mı geldiniz" dedim. Eyy Mut'lular, zamanların her kesiminde olduğu gibi ne kadar yücesiniz, bizler o Mut anaya hizmette ne kadar eksik ve yoksunuz... İnsana , insanlığa koşan Zodyak'lılara şükran... Geç de olsa dergileri aldım, bedelini hesaplayamadım öylece ödeme yapamadım. Öperim, sağlık afiyetler dilerim E. Aydın, 14Mart1995 HACI (Angı) 12 Kasım'da size karşıt olürük bir mektup yazmıştım. 4 Aralık'ta çok çok güzel bir el yazması eserinizi aldım. Öyle güzel öyle içtenlikli ve sakin yazılmışki, resim denebilir. Sözcüklerin ustaca seçilişi, kaleminizin rengi, dizayn, kaligrafik düzen, zarfa varıncaya kadar blok fikri, sözcüklerin müziği, sevginiz, bana olan saygınız, saygınızdan doğan sabrınız, beklentili serzenişlerle, kişilikli alçak gönüllü savunuşunuz.. harika..! Beni hakkım olmadığı halde sevgi rampasından uzayların en efsunlu katmanlarına çıkarışınız, sizi yetiştirip büyüten diğer kişilere daha yukarda yer verişiniz... İşte tam bu çizgide, o bana bahşettiğin yükseklikten konuşacağım. Sizden genişce bir yorum bekleyeceğim. Beşbin yıl önce Mısır'da Hermes diye briisi yaşamış. Bu Hermez papirus üzerine kalemle yazı yazan birisi imiş kayıtlara göre. Hermes kendinden yüzbin yıl öncesinin de bilincini taşıyormuş. Bu sunuyu siz nasıl değerlendireceksiniz? Sarte'ın hangi eserini satın aldın, özetini verirsen sevinirim. Yazdığın için teşekkürler, öperim E. Aydın, 13Aralık1995 SEVGİLİ DOKTOR, TÜRKYILMAZ SAKINÇ Yalnız başına Türkyılmaz, Tarsus hastahanesi için büyük şanstır. O, gören, düşünen, seven, sevilen, aktivitesi olan bir kişidir. Şöyle veya böyle, devlet, bu nükleer gücü yakalamış durumda. Sıra sizin birincil çalışmalarınızda. Kuruluşunuzun binlerce ve binlerce eksiği olabilir. Yatak, bakım, hastalar için iç donanım, fenni araçgereçler, çağdaş olan herşey... Tarsus halkına bunları ileten etkin bir dernek geliştir ve yüksek sesle bağırttır. Ama bağıran hiçbir zaman sen olma, geri planda kal. Bağışlar toplansın, eksiklerin birinciliğini bir heyetle seç, satın almağa geç. O şekilde büyü... büyü...ve düşlediğim yüceltini bul. Hiçbir zaman kişisel gücünü devreye sokma. Hemen herkes "benben" sözcüğünden doğrudan veya dolaylı tiksinir. Tutturdun bir resim toplama işini. Kanımca bu yanlış ve kolay bir yol ama Türkyılmaz'ın itibarı, sevgisi, varlığıyla kaimdir. Seni sevenler, sayanlar başka şey, Tarsus hastahanesi başka şey. Öyleyse prestijini bu yolda bitirme. Dostluk süregenliği olan bir şeydir. Dostu korur kollarsan dost vardır. Onlardan ençok verdiğin kadarını almağı sakın unutma. Hele hele olay sevgi bağlamındaysa, hep vermek kutsal pirensiptir. Veren dostda verdiğini size Türkyılmaz'a verir, bunu da unutma. Seni canım gibi severim. Başarınla övünmek isterim. Yine kanıma göre hastahanenizin resim müzesinden önce yapılacak çok şeyi ve gereksinimleri vardır. Gücünü oraya odakla. Kişilerden kişiye özgü bağış isteme. Öperim E: Aydın, 13Nisan1995 SEVGİLİ TÜRKER Anılar anılar, anılarda gezinmek var ya..! Herşeyi dün gibi anımsarım, ama anılar geçmiştir. Tekrar yaşanmazki. Öyle olunca pi sayısı yerine yeni ve daha dirençli bir destek bulmamız gerek. İşte ben onu yapmağı deneyeceğim. Türker benim çocukluk arkadaşım, şimdileri meslektaşım savıyla yola çıkıyorum. Gerekçem de bu aydınlık geçmişte, bugün, gelecekte öğrenci öğretmen ilişkileri daima iyi olamaz. Zaten iki sözcük de zaten biribirinin zıddı hem de kontrasıdır. Bundan neden sağlam bir denklemi kurarken paydaları önce eşitledim. Böylece ayrıntılardan objeyi arındırmış oldum. Bilineki sizleri başlangıçta olduğu gibi çok seviyorum. Çocukluğum, öğrenciliğim ve sizler gibi kadirşinas öğrencilerde ulaştığım orun, onun veresidir. Bende insana açık bir yürek hep vardır. Sizinle geçen öğrencilik ve öğretmenlik yıllarımı çok iyi anımsıyorum. Dağarcığıma ne koyabilmişsem hepsini sizinle paylaştım. Bunu bilinçaltı bir güçle yaptım. Kendimi hep kalemtıraşın ağzında tutmağı becerdim. Böylece 100, 200 sene sonrasının bilincine varacağı formal, eğitimsel, pedagojik, kanımca eğitim öğretimin özde ve sözde değişmez (uygulamanın herşey) olduğunu, onsuz kitabi bilgilerle biryere varılamayacağını yani bilgi ve herhangi bir şey üretiminin uygulamadan geçtiğini, karınca kararınca getirdim. Derslerimin program sınırlarının elverdiği oranda alçı, çamur, mukavva, cilt, albüm, kutu işlerini size tattırdım. Bir basit radyoyu, bir kendi sardığınız motoru çalıştırdınız, bazılarınızdan işe uygulamalarını da istedim. Model uçak kursları da sanırım Türkiye genelinde tek olaydı. Bütün bunlar bugün programlarda ya sulandırılmış ya da kaldırılmıştır.Sizin gibi kadirbilir öğrencilerim bu güzel şeyleri hep anımsarlar. Hele hele sizin gibi eğitim ve öğretime soyunanlar ne demek istediğimi iyi anlarlar. Cumhuriyetin kuruluşunda çok güçlü bir beyin takımı işin başında olmuş. Hala ortaöğretim programları onların ortaya koyduğu pirensiplerle yaşıyor. Ama uygulayıcılar işi hafife alıyorlar. Eğitim fakülteleri resim bölümleri resimiş öğretmeni yetiştirmek yerine ressam, heykeltıraş, grafiker yaratma kavgasındalar. Böylece artık resim öğretmeni ideolojilerini yitirdiler. Sıradanlaştı. Artık düzen için sizlere güveniyoruz. Söz uzadıkça uzdı, insanlar bir kere "ben" demeye başladılarmı arkasını getirmek zor oluyor. Sizleri seviyorum, öpüyorum. E. Aydın, 8Kasım1994 SEVGİLİ AHMET YEŞİL Dün çağırı üzere saat 2 de Mersin'de idim. Galeriye uğradım birleşik bir sergi vardı. İçlerinde bir tek de yeni soluk vardı. O beni düşündürdü.! Demekki bizden sanatçılar kendilerini yenilemekten korkuyorlar. Belli bir üne ulaşanlar, artık oturup kendilerini tekrar etmekle yetiniyorlar. Sanat tarihine bakarsanız bu iş hiçde böyle değil. Sanatçılar hep kendilerini aşmağa çaba vermişler. Böylece büyümüşler. Bazıları başlangıçtan itibaren özgün ve sağlam yapıtlar vermişler, evrelerinde hep ayrıcalıklı olmuşlar. Bazıları ise bozma cesaretinin en ileri çizgisini denemekten korkmamışlar. Engebelere vurmuşlar ve zirveyi öyle yakalamışlar. Sanatlarında özgür ve özgün olmuşlar, böylece yerlerini almışlar. Belki rastlamışsındır gazete sayın Zeki Faik İzer sergisi nedeniyle bunları yazmıştım. Devlet tarafından Avrupa'ya giden sanatçıların yurda dönüşlerinde portföylerinde neler getirebildiklerinden dem vurmuştumda olumlu birkaç kişiyi görebilmiştim. Üst tarafı iyi zaman geçirmişler, avantür olarak renkli bir özgeçmişle yurda dönmüşler demiştim.Şimdi kendi kendime soruyorum ben neyim?, bu konuşma cesaretim nereden geliyor? Ahmet, ben gören göz gerçekleri duyumsayan biriyim. Sanata sevgim ve saygım, kadına saygımla özdeştir. Cennetin anahtarı kadınların ayağının altında ise milyonlarca yıl sonrasının geleceğin, mutlu geleceğin anahtarı da sanatçıların ellerindedir. Bu inanış, sağlam bir inanıştır. Onikiye doğru orada bir mavnada balık yedim. Park içinde çok güzel ılık bir güneş ve peyzaj vardı. Dolaştım, oturdum, saat ikiyi, yani sizlerle buluşma zamanını bekledim. Siz toplantıyı yarılamıştınız üzüldüm. Bitişte lokale düştüm, birkaç dolu dolu dostla sekize kadar bardak tokuşturdum. Konuştuk, konuştuk, doyumsuz sohbet bitmemişti. Dostların ılıklığını, sevecenliğini gönlüme koydum istasyona geldim. Tirenin önümden kalktığını farkedemedim, bir sonrakine kaldım, bozuldum ama renk vermedim. Masam ve dostlarım, boş bardaklar, sohbet koyu.... Adana'dayım. İndim buz gibi bir havayı soludum. Hızlı adımlarla Aydın sanatevine geldim. Ama iyi üşümüşüm, dostlar da dağılmıştı. Ama doyumsuz ben, hemen Ahmet Yeşil'i yakaladım. İşte zaman böylece balon yaptı. Annesi Zeyneb'e "melek yavrum"diyordu. Zeynep sordu: "anne, melek kanatlı olur, nerde benim kanadım?". Anne çok düşünmüştür herhalde... "uçup gitmenden korktum, kırdım kanadını..!" demiş. Dokundurmalı bir benzetinin yorumunu sana bırakıyorum. Ahmet iyi yoldayız. Olan, sanırım olacakların en iyisi... Öperim E. Aydın, 5Şubat1994 SAYIN BAŞKAN Önce anlam bilimde "demokrasi" sözcüğünün kapsamına, çağlar boyu ne anlamda kullanıldığına, doğuşuna, uygulamadaki ideoya, mantığa bakıyorum. Çoğunluğun katılımını sağlayan erke. CHP nin çağdışı anlayış ve uygulama programına bakıyor, ağlamaklı oluyorum. Uzaklara giden gemi, Sürükler düşüncemi Vehim sarar her gecemi Deli olmak içten değil Karanlık maal oldu bana gerçek hayal oldu bana Dostlar bir hal oldu bana Deli olmak işten değil Gazete sayfalarında heyecanla aradığım, çağdaş, güncel için olumlu, edime yatkın, dinamik , şartlı olmayan bir tek ömerinizi okuyamadım. Hani bizim politika okullarımız çalışıyordu, Karayalçın öve öve bitiremiyordu? CHP doğuştan büyük partidir. Geleceğin yapılanmasında yine partinin kendisi öğretmenimiz olmalıdır. 1920 doğumluyum, Ankara hapşırsa bizler nezle oluyorduk. Böylesine bütünlüğe inanmıştık. Latin ABCsinin kabulünde bütün insanlarımızın okuma seferberliğinde anlatılamaz çabalarını uzun uzun yazmak isterim.Ama okumaya zamanınız yok Okul müsamerelerinde kaymakam, belediye reisi, komutan, hakim, imam, müftü, berber, sucu, nalbant, köşker, kolkola sahnede halka karşı oynuyorlardı. O zaman, biz imtiyazsız sınıf, kaynaşmış bir kütleydik. Arı kovanındaki, karınca yuvasındaki gizem gibi. Sevgi, dostluk, sosyal yakınlık, çıkardan arınmış görev duygusu, fakirliği yenmişti. Fakirler ev bile yapabiliyor, düğünleri imece içinde eksiksiz yapılıyordu. Daha anlatamadığım nice iç kabartıcı olayların tanığıyım. Özelliğimiz hepimizin birbirimizi saymamız sevmemiz. Bürokratların ve seçilmişlerin, halkla birlikte ağlayıp onunla birlikte gülmeleriydi. E. Aydın, 4Eylül1999 SEVGİLİ AHMET YEŞİL Ne arar da bulamaz, yeşilde insan oğlu.... Cumhuriyet gazetesİ pazar ekinde "kuantum kuramı ve Einstein, rölativite" konusunu okurken: sicimlerden, sicim sarmallarından oluşan gerçekliğin, anlaşılmasında yeni bir buluşun belirgin imleri saklı deniliyordu. Yıllar önce, sicimi, sanat bağlamında ortaya koyan, Ahmet Yeşil, meğer Eintein'ın, çıkmazını biliyormuş. Varlığınla övünüyor, kutluyorum seni E. Aydın, 16Ocak2000 SU GİBİ AZİZ OLASIN Diye bir anektod vardır. Niye kullanıldığını ve nerede kullanıldığını bilemem ama galiba iyi yerlerde geçerli. Sergi davetiyeniz beni çoşturdu. Ben kendimi kelaynak kuşları gibi nesli tükenmiş bulurdum ki ben okuduğumuz dönemin en parlak öğrencisi değildim. Hatta hiç değildim. Buna karşın o kadar özlü, eğitsel, pedagojik manada eğitim öğretim sistemleri almışız, yitirmeden yaşatmış, uygulatmağa çalışmış olmama karşın, başaramadığım konuda ne kadarda güzel ve anudane direniyor, ve estetik ve gerçek iş prensiplerinin eğiticiliğini yeni nesillere aktarıyorsun. Ama emin ol, ibadet eden, haca giden sizin kadar büyük dua toplamamıştır. Seçtiğiniz kaba kağıt, üzerindeki renk, çalışmanızdaki, serginizdeki felsefi temayı yakalamanız, kaba kağıda uygun renkte seçilmiş keten ip, tarihin kullana kullana bitiremediği, açılıp kapanmaktan yıpranmış rule, öğrenci isimlerindeki dizgi, herşey, ama her şeye o kadar düşünce sinmişki, hangi birinden söz edeyim... Kritik: 1. Rulodaki yazı okunmak için mi yoksa süs için mi karar vermek ona göre alfabe seçmek gerekirdi. 2. Davetiyenin daha erken elime eçmesini isterdim. 3. Yıllar sevgi hocayı o kadar biledi akıllandırdıki, çok çok güzel, beklemediğim kadar güzel, bir sergi davetiyesiyle, eski mektup borçlarını ödediği gibi, kurban bayramı tebrikini de kapsayan, yerine geçen ve beni borçlu kılan duruma geçtin. Tebrikler. Verdiğin özdeyiş güzeldi ama ben onu şöyle değiştirdim: "Doğa, doğa olurken Sevgi vardı". İlk çorba sayılamayacak asırlar boyu kendi içinde çalkalanırken, ilk elementler arasındaki yaratıcı sevgiyi korudu kolladı. Bütün yaratılarda fonetik ve plastik, örgensel sanatların değişmez öğeleri ilk oluşun vazgeçilmez prensipleriydi. Simetri, geometri, oran ilgileri, yapraktan yaprağa vurarak zenginleşen binbir ses tınılarını duydu, yaratılışın , güzelliğin evingen ve devingenliğini gözledi. Onu gördüğü, artı duyumsadığını düşüncesini de kattı. Böylece insan sanıldığı kadar doğaya çok birşeyler katmış değil. Bayramınızı kutlar öperim. E. Aydın SEVGİLİ MERİÇ Ne güzel bir diliniz var. Güvercinler kadar masum, yılanlar kadar akıcı, pınarlar kadar katışıksız, içten, dokunaklı, dumdum kurşunu gibi patlama içinde patlama gücünde. Göz nuru, gönül süzgecinden imbiğinden geçmiş sözcüklerle bezenmiş çiçeklenmiş mektubunu okurken, sizin de çıkaracağınız gibi ağladım. Doyasıya mutluluk gözyaşları döktüm. Siz, kesin kez bir yazı üstadısınız. Yeni denemeler yaparsanız beni anlayacaksınız. Betimleme yok, gönderme yok, yalın deyintilerle bulutlardasın. İçtenlik, bir hanım dilinde, meğer ne daha ne çarpıcı oluyor! Benim anımsadığım kadarıyla, canlı cansız nesnelerle konuşmağı severim. Sanki bana yanıt verirler. Dostlarla da yazışırım, yanıt almam önemli değil. Yani sizin anlayacağınız yazmak için her zaman bir nedenim olur. Ukalayım, eksiklerimi gidermek, bilgisizliği yenmek için çok okurum. Hemen hemen her konuda okurum. Bundan olacak, bana "iyi" derler, sizcileyin. Yüreğim iyidir. Barışıklık için özverilerim sonsuzdur. İnsanları sevmek için nedenlerim vardır. Çünki ben bir öğretmenim. Tuncay'lar, Doğan'lar, Rafet 'ler, Necmi'ler, Kip'ler, Fazlı'lar, Türke'ler, Türkyılmaz'lar, Zihni'ler, daha onlarcası bu yönümü bilirler. Sizi uzun süreden beri uzaktan izlerim. Toplum deyince kendinizi unutur özveride önde olmağı ödenmesi gerekli bir borç bilirsiniz. Bu mektubu sabahlara kadar uzatabilirim. de yine bitiremem. Beni öylesine onurlandırdınızki anlatılamaz. Sizlerle övünüyor, içten kutluyorum. Öperim. E. Aydın, 2OKasım2OOO MERİÇ DOST. İşte gene yazıyorum. Şair derki: "Ey fırtınaların sürüklediği bulutlar, nereye gidiyorsunuz? Amannn sen de.. nereye olursa.. (Parça, fransızcadır. Başlık "gezgin, her yerde yalnızdır") Mektubumu aldınız okudunuz. Kendinizi bir övgü yağmuruna tutulmuş gibi duyumsadınız. Bilirim, siz de bencileyin övgülere dayanıksızsınız. Ethem Aydın deyesi ki: "gerçekleri nasıl anlatacağız?". Ama yavaşyavaş yağan yağmurlardan ürün bereketi umulur. Ethem Aydın, sizlerden o kadar çok övgü aldıki, özben'le, sözde ben'i ayıramıyor.!!! Beni öyle uyandırdınızki, yeniden doğmanın yalnızlığını, çoşkusunu yaşıyorum. 16/Aralık/2OOO de Adana'da bir sergi daha açıyorum. Bilgisayarın ağzında metreler metrolar var. Birkaç kitaba ne dersin? Bir ön düş bile kurdum Çocukluğum Ortaokul Öğretmenokulu havacılığım Gümüşhane'de ilk öğretmenliğim Gazi terbiye Kars lisesi Askerlik Düziçi İvriz Mersin ünüversitesi Osmaniye, Adana emeklilik ve sonrası (Editörün Notu: Elinizde tuttuğunuz bu eserin, Ethem Aydın tarafından yukardaki sırada yayınlanması planlanıyormuş. Mümkün olduğu kadar bu sıraya riayet edilmiştir.) Ethem kendine gel. Gabak çekirdeği yerken doğum yapılmaz. Ukala çocuk ne olacak. Birkaç övgü alınca, kendini ebrulu ibrişim sandı. Zaten ata nal çakıldığını gören kurbağa ayağını uzatırmış. Bana da dercesine... Hızlandım bir kere... durmak olmaz. Yağma Hasan 'ın böreği, ye Hamit ye.... tutabilrisen tut. Meriç deyesi: hoca dellenmiş. Ama bileceksinki, deliler çok yaşar. Şimdilik bu kadar.... öperim. E. Aydın, 26Kasım2OOO SEVGİLİ MERİÇ Ben galiba mektup yazarken düşünebiliyorum. Düşünmek için de yazıyorum. Böylece sizinle uzun uzun başbaşa kalıyorum. Nedenini çıkaramıyorum. Seçtiğiniz sözcükler akıllıca, nükleer çoğalmağa açık. Bazen benimle, bazen yıldızlarda oluyorsunuz. Bitek diliniz var deyeceğim. Aslında sizden aldıklarımı paradoksal olarak size ulaştırmağı da seviyorum galiba..! Sizi iyi okudum. Güncele fazla yer vermişsiniz. Mikroda yürümüşsünüz. Bende biçemim gereği makroyu seçeceğim. Uzam ve zaman, henüz algılamadan yoksun olduğumuz soyut kavramlardır. Göreceli olsa bile, ikisi de ışık hızıyla özdeştir. Zaman ileriye doğru, uzam geriye doğru akar. Doğaldırki bunu algılamak için, geçmişin bizde oluşmuş yanlışlı doğrulu vereleri, artı, geçmişin belleği, artı, etik, artı, kültür birikimlerinden yola çıkmamız gerekir. Felsefe ve mitoloji, uzgörü, din, direngenliği olmayan onsuz da olunamayan verelerdir. Ölçülemeyen zamanlar boyu sezgilerimizin yordamıyla mutluyuz, umutluyuz. Ölüme karşı tek silahımız "sanat" tır. Kadim sanat tarihi bize hep bunu söyler. Mikroyu sıradan, evreevre yaşadıklarımızın gelecek için vere olacağı kaderciliğini bırakarak, makroya görecel düşünmemiz gerekir sanıyorum. Dahası: toprak gibi silahımız, tohum gibi mermimiz, düşünce gibi yolaçıcımız, ışığımız varken insan hep var olacaktır. Bugünki teknoloji sanal, insandan uzak, gidişi insana karşıysa, sonu yakındır. Demedir, arayıştır.! Tohum ve toprak bağlamı değişmez, iç anlamını koruyan, evrensel güvencedir. Havamı, suyumu, toprağımı zehirleyerek, biyolojik dengemi yok sayarak, verilmeğe çalışılanlar, gerldikleri gibi gidecekler. "Buğday ekimi" öykümde bunların yalın ve duyumsal anotomisini görmüş okumuşsunuzdur. Kestirebildiğimiz güzel günler, kendi teknolojisini, insanı merkez alarak kuracaktır. Onu da makro düşünce getirecektir. Makro, niteliktir. Kaos değişmez örnektir. Mikro niceliktir. Yanılgılar, denemeler harmanıdır. Evrim sürüyor, binlerce düzeni bozuyor, birkaç tane, güya yenilik yapıyorsak, ayrımına vardığımız, yitirdiklerimiz ideodaki insan belleğinden silinmeyecektir. Yazımı burada kesiyorum. İlgi duyar beni sorgularsanız, bilgisayarın belleğinde saklanan kısımlarını da yollarım. Sizi seviyorum. Empati.. ah o empati beni durduruyor. Öper, işlerinizde başarılar dilerim. E. Aydın, 17Ocak2OOI SAYIN BAŞKAN MERİÇ ALKAN Mektubunuzu aldım. Senelerce önce tanıdığım, öğretmeni olduğum, Gazanfer'i bana anlatıyor gibisiniz. Aramızdan ayrılış günü anısına bir kitap yapmağı düşündüğünüzü söylüyorsunuz. Bu yazınızı çok çok güzel, ama ironik ve duygusal buldum. Baş sağlığı telgrafında, anlatmağa çalıştığım son fakslar da dahil, bir türlü size ulaşamayan yazımda "Gazanfer'ler ölmez" tümcesi ilginizden kaçmış olacak. O yazımı yineliyorum. E. Aydın, 22Ocak2OO2 MERSİN LİSELİLERİ DERNNEĞİ DAYANIŞMA KURULU BAŞKANLIĞINA Sonlu yaşamda, insanlığın geleceğine dönük devasa görevler üstlenen, yürüten, Gazanfer'lerin tinlerde yarattığu nükleer yansıma, gönül dostlarının özverisiyle, sonsuza değin sürecektir.... Gazanfer öldü., yaşasın Gazanfer'ler. Saygılar Sevgiler E. Aydın, I7Nisan2OO1 Özellikle sevgi konusunda abartıyı sevmem. Bilgisayarım Gazanfer'e yazdığım övgü mektuplarıyla doludur, sağlığında kendisine ulaşan. İnsanlar ölümlüdür. Siz de ben de bir gün öleceğiz. Bunu abartmak, yas günlerine dönüştürmek yerine, şenliklere dönüştürmeği düşünmek, evrensele saygıdır. Atatürk artık bir portre değildir. Genç Türkiye'yi yaratan her türlü atılımların tümüdür.! Öğretmenlik yaptığım heryerde, karanlık odalarda suskun öğrencilerle anma yerine, kitaplıkları, labaratuarları, her dersin özelliğine göre salonlarda temsilini Adana'da dahil, uygulamakta öncü olduğumu gururla anımsarım. Gazanfer'i evrenselde anımsatmak için buıyurulmuş övgüler yerine neler yapabiliriz? Ulusal çaplı, ödüllü,roman, öykü yarışmaları. Adına okullar Resim,yarışmaları,heykel yarışmaları Şiir yarışmaları İçel'de ünlü olmuş kişilerin,hayat öyküleri kitabı Yine özel günlerde ilkokuldan başlarılı, öğrencilere nakti ve ayni yardımlar.v.s Sizlere saygılar sevgiler sunar, başarılar dilerim. E. Aydın SAYIN MERİÇ ALKAN Büyük bir sorumluluk, sizi beklemediğimiz bir zamanda buldu. Bundan sonrasının yoğunluğu ile çok dolusunuz. Gazenfer'in evrensel insana dönük,devasa atılımı için ardıllarının düşünceleri bizim için bilinmiyor. Yine buna karşın, olumlu düşünceler üretmemiz bir görev. Gazanfer ailesi ve çocuklarının,